Güney Kara Orman’da, 1150 metre
yüksekliğinde, geniş bir dağ vadisinde, sarp bir yamaç üzerinde ufarak
bir kayak kulübesi duruyor. Taban alanı yedi çarpı altı metre. Alçak çatısı üç
odayı örtüyor: Mutfak—ki aynı zamanda oturma odasıdır, bir yatak odası ve bir
de çalışma odası. Vadinin daracık tabanı ve her iki tarafından eşit mesafede yükselen
sarp yamaçları üzerinde dağılan yüksek çatılı, geniş çiftlik evleri bulunuyor.
İşte bu, benim iş-dünyamdır—tabii bir
gözlemcinin, bir konuk ya da bir yaz tatilcisinin gözünden. Daha kesin söylemem
gerekirse, ben hiçbir zaman bu manzarayı kendim gözlemde bulunmam. Ben
onun saat be saat değişimini, gece gündüzünü, mevsimlerinin muazzam geliş
gidişlerini yaşıyorum. Dağların ağırlığı ve onların kadim sertliği, köknarların
yavaş ve zarif büyümesi, çimenliklerin sade görkeminin yeşermeye başlaması,
uzun sonbahar gecelerinde dağ deresinin hızlı akışı, karla örtünmüş ovaların
amansız sadeliği—Bütün bunlar oranın gündelik varoluşunun içine doğru
akar, nüfuz eder, ama “estetik” atılım ya da yapay empati içinde değil,
yalnızca kişinin kendi varoluşunun, onun yaptığı işte anlam kazandığı sıralar.
Sadece çalışmak gerçekliğe doğru uzamlar açabilir, bu dağlar dışında bir şey
olmayan gerçekliğe. Çalışma süreci bölgede olup bitenin içinde cisim bulur.
Derin bir kış gecesinde, acımasız
vurguncu bir kar fırtınasının, kulübeye ve çeperlere öfkelenerek her şeyi
örttüğü sıralar, felsefe için en uygun zamandır. Bu durumda sorular basit ve
elzem olmalıdır. Her düşünce üzerinde çalışmak yalnız kabaca ve titiz olabilir.
Bir şeyi dile dökme mücadelesi kule gibi yükselen köknarların fırtına
karşısında gösterdikleri dirence benzer.
Ve bu felsefi çalışma eksantrik bir
kişinin ilgisiz çalışmalarına benzemez, doğrudan doğruya yerlilerin iş hayatına
sıkı sıkıya aittir. Genç çiftçi çocuğunun, kayın kütükleriyle doldurduğu ağır
kızağını önce yamaçtan yukarı çekip sonra evine doğru giden sarp eğimden indirdiği
zaman, düşüncelere dalan çobanın, sürüsünü yamaçtan aheste adımlarla
yukarı yönlendirdiği zaman, çiftçinin, barakasında sayısız saçı yapacağı çatısı
için hazırladığı zaman—benim işim de aynı türdendir. İşim içtenlikle yerlilerin
hayatında kök bulur ve onunla ilgilidir.
Şehirde oturan biri, yerlinin biriyle
uzun bir konuşmaya başlar başlamaz “insanların arasına geçtiği”ni düşünür. Ama
bir akşamüstü çalışmaya verilen arada, yerlilerle birlikte ateşin yanında
veya masada “Baş-Köşe”de oturduğumda, biz çoğunlukla bir şey konuşmayız.
Sessizlik içinde pipolarımızı içeriz, zaman zaman birisi konuşmaya başlar ve
ormanda odun kesme çalışmasının bitmek üzere olduğunu, ya da bir sansarın dün
gece kümese daldığını, ineklerin birinin sabaha doğru doğum yapabileceğini,
birisinin amcasının felç geçirdiğini, havanın yakında “döneceğini”
söyleyebilir. Benim kişisel çalışmamın Kara Orman ve insanlarıyla olan derin
bağı uzun yüzyıllar öncesine uzanır, Alman-Suabiya topraklarındaki yeri
doldurulamaz köklülüğe.
Bir şehirli en fazla “köyde kalmak” dedikleri şeyden
“etkilenir”. Fakat benim bütün çalışmam
bu dağların dünyası içinde ve onların insanlarında sürdürülür ve yol alır. Son
zamanlarda, arada sırada konferanslar, konuşma davetleri için yaptığım
yolculuklar, komite buluşmaları ve dağın eteğinde Freiburg’deki derslerle
ilgili işlerim nedeniyle çalışmalarımın arasına uzun kesintiler girmeye başladı.
Ama dağın yukarısına geri döner dönmez, hatta kulübede kalmaya başladığım ilk
saatlar içinde, önceki soruların dünyası onları bıraktığım noktada tekrar
kendini bana zorlamaya başlar. Çalışmanın kendi ritmine doğru sade bir biçimde
taşınmış olurum ve en kökteki derin anlamıyla artık onun gizli kurallarının
hakimiyeti altında kalmam. Şehirde yaşayanlar, çoğunlukla, dağların ve
insanlarının arasında uzun bir süreliğine nasıl yalnız başına kalınabileceğini
merak ederler. Ama bu, yalnızlık değil, kendibaşınalıktır. Büyük şehirlerde
insan kolaylıkla başka hiçbir yerde olamayacağı kadar yalnız olabilir. Ama
kimse oralarda asla kendi başına olamaz. Kendibaşınalığın, insanı inzivaya
sokmaktan bütünüyle farklı olarak üzerimizde öyle garip ve asil bir gücü vardır
ki, bizim bütün varoluşumuzu bütün herşeyin varlığının engin yakınlığı üzerine
yansıtır.
Genel dünyada gazeteler ve dergiler aracılığıyla bir
geceleyin “ünlü”sü olunabilir. Bu da en belirgin gayelerin yanlışlıkla
yorumlanıp hızla ve tamamen unutulması için en güvenceli yol olur.
Tersine, yerlilerin belleği, hiçbir zaman unutmaya mahal
bırakmayan kendi sade ve güven dolu sadakatine sahiptir. Yakın bir zaman önce
yaşlı bir yerli kadın buralarda ölüme yaklaşmaktaydı. Benimle çoğu zaman hoşbeş
etmeyi severdi ve bana köyle ilgili birçok kadim öykü anlatmıştı. O, imge dolu
kendi kudretli dilinde, birçok sözcük ve çeşitli söylem tarzı barındırıyordu,
ki bugünkü köy gençleri için artık anlaşılmaz hale gelmiştir. O zengin dil
günümüzdeki konuşma dili içinde kaybolmuştur. Geçen sene kulübede haftalarca
yalnız başıma kaldığım müddette, sona doğru yaklaşan bu 83 yaşındaki kadın hâlâ
yamacı tırmanıp beni görmeye geliyordu. Ara sıra kulübeye uğrayıp ben hâlâ oradamıyım,
yoksa birileri tarafından habersizce “çalınmış”mıyım diye merak ediyordu. Kadın, hayatının son
gecesini ailesiyle sohbet ederek geçirdi. Yalnız son demden bir buçuk saat önce
selamlarını “profesor”e yolladı. Böyle bir anı, benim için, felsefem dedikleri
şey hakkında birçok uluslar arası dergide çıkan dakik yazıların çoğundan
kıyaslanamayacak kadar daha değerlidir.
Şehir dünyasının bizi yıkıcı bir yanlışlığa düşürme tehlikesi
bulunur. Bir yerlinin dünyası ve varoluşu için çok gürültülü, çok hareketli ve
çok sık yenilenen hummalı yerler tedirginlik kaynağıdır. Ama işte bu, şimdi
yapılması gereken tek işin tam zıt yönünde cereyan eder, o da yerlilerin
hayatından mesafeli durmaya özen göstermektir, her zamandan daha fazla onların
varoluşunu kendi kurallarına bırakmaktır, onlardan el çekmekle varoluşlarını,
ediplerin “yerlilerin özellikleri” ve “toprakta köklülükleri” hakkında ileri
sürdükleri samimi olmayan söylemlerden korunmasını sağlamaktır.Yerlilerin bu
şehirli resmiyete ne ihtiyacları vardır, ne de talepleri. Onların istediği şey,
sessizlikten onlara düşen paydır, yaşamlarına gösterilen saygı, hayatlarının
bağımsızlığı. Ama günümüzde, şehirde yaşayan insanların çoğu, “herşeyden
haberdâr olanlar” ve neredeyse bütün kayakçılar, köyde veya çiftlik evlerinde
aynen şehirlerdeki yenilendirme merkezlerinde “eğlendikleri” gibi davranırlar.
Bu gidişatın yıkıcı gücü tek bir gecede, umudun uyandırılmasını amaç edinen asırlar
boyu halk- özellikleri ve folklör hakkında yapılan akademik eğitimden daha çok
etkilidir.
Gelin “halk-özellikleri” için duyulan bütün bu küçümeyici
yakınlığa ve nedensiz kaygıya son verelim ve oralardaki sade, haşin hayatı
ciddiye almayı öğrenelim. Ancak o vakit bizle bir kez daha konuşmaya başlar.
Yakınlarda, Berlin Üniversitesinde ders vermek üzere ikinci
bir davetiye aldım. O sıralar Freiburg’u yeni bırakıp kendi kulübeme
çekilmiştim. Dağların, ormanın, ovaların söylediği şeye kulak vermiştim. Derken
75 yaşında eski bir çiftçi arkadaşımı ziyarete gittim. Gazetelerden bu davetle
ilgili haberdâr olmuştu. Bana ne söyledi, dersiniz? Ahesetlik içinde duru gözlerinin
güven verici bakışlarını benimkine odakladı ve ağzını sıkı sıkıya kapalı tuttu,
sonra kararlılıkla güven veren elini omzuma koydu. Her zamankinden daha da yavaş
başını salladı. Şu anlama geliyordu bu: Kesinlikle hayır!
Martin Heidegger
Çeviri: Hamid Farazande