Yazar, Şair Ulus Fatih’le son çıkan romanı ve “edebiyat”
üzerine gerçekleştirilmiş bir söyleşi. Hani
Astolin’e defter adına teşekkür ederek.
“VLADİMİR BURKONY” ve YAZIN ÜZERİNE SÖYLEŞİ
HANİ ASTOLİN- Kırk yıldır okur-yazarsınız, sonunda
yolunuz bir roman -Vladimir Burkony- ile kesişti, yolculuk nasıl başladı,
kendinizden ve romandan söz edebilir misiniz?..
ULUS FATİH- Başıboş büyüdüm ben, sekiz kardeşin en
küçüğüydüm, çağırdıklarını dahi anımsamıyorum, eve gelmesem bile aramazlardı.
Buna karşın köyde hiç bir tehlikeyle karşılaşmadan çocukluk yıllarım geçti,
köylüler yılandan-çıyandan söz ederdi, hiç yılan görmedim, hala üzülürüm, bir
kere tavşan gördüm, ama doğayla baş başaydım her zaman, öğle sıcağının
bunaltısında, güneşin sesini duyabilirdim ben, yollar bomboş ve hep bir
ıssızlık vardı, armut ağacının baharda bir türbe gibi açıp, som beyaza
kestiğini gördüm ve büyülendim, arıların vızıltısı kutsal bir ayin gibiydi. Bağ
evinin ardında, eğimli bir sergi yeri vardı, orası baştanbaşa papatyayla
dolardı, güneş rengi sarı ve sonsuz beyazın buruk, tuhaf kokusunda bir küçük
cennet, bir gün duvarın dibinde taşların arasında bir şey gördüm, küçük, mavi
bir şey, kır sümbülü, açmış tek başına ve kimselerin gördüğü yok, bakakaldım. O
anı anımsıyorum, o an benim doğadan zehirlenip, esrikleşerek, yıllar sonra
dilimin çözülerek, gördüğümü anlatmaya, yazmaya, dile getirmeye kalkıştığım
andır, bir tür elçilik inanın... Çökelez dağına gittik bir gün, kızıl toprak
derler yere, dağın eteğine yakın, toprağı kırmızı oranın, bağların aralarında,
siyah üzümler ve bir bağ evi. Orada sazdan örülü bir kafes var ve içinde bir
keklik, çocuk dünyası işte, keklik bana o kadar olağanüstü bir yaratık gibi
geldi ki, rengarenk ve okşanır bir güzellik içinde salınıyor, ansızın tanrıyı
görmüş gibi oluyor insan. Uzatmayayım, o zamanlardan beri doğa aşkıyla
yanıyorum ben, ne yazmaya kalkışıyorsam da, o günleri kutsamaktan öte bir şey
değildir, bir düşün içinde geziniyorum hep...
H.A- Yine de yalnızca bunlar değildir sanırım,
okuduğunuz kitaplar, gördüğünüz filmler, ne söylemek istersiniz, bugünlere
gelen yolda...
U.F- Güzel bir soru derler ya, işte o, çünkü dediğim
gibi, ben başıboştum hep, Denizli'ye okumaya gelmiştim, ama ondan önce köyde
Kızıl Sultan Abdülhamit'e Yapılan Suikast, Gobi Çöllerinde, Büyük Kazak Göçü,
Japon Baskını gibi kardeşlerimden kalan kitaplar gördüm evde, onlarında keklikten
bir farkı yoktu, kapak resimleri bir çocuğu daima büyüler, başka dünyaların
varlığını o kitaplardan seziyor insan. Denizli'de çok sinemaya giderdik, hatta
çocuklar benim seçtiğim filmlere giderdi, çünkü ben zehirlenmiştim bir kere,
meraklıydım yani, tiyatroya bile gittiğimizi anımsıyorum, Bir Delinin Hatıra
Defteri ve Godot'yu Beklerken'i izlediğimizi anımsıyorum, Gogol'un yapıtını
kendisi de Denizli'li olan Sadık Aslankara oynuyordu, bizde emeği olduğunu
nereden bilsin. Sanat filmlerini de o zamanlar tanıdım diyebilirim. Köyde de
film izlediğimiz vardır ama, Erol Taş'ı anımsıyorum, çok büyük bir aktördür o.
İlginç bir anım var, Venüs sinemasında Garip Bir Aşk diye bir filme gitmiştik,
Helmut Berger, Virna Lisi, tutku dolu, obsesif-takıntılı bir aşk, kadın
dayanamıyor ve intihar ediyor, erkek siyah giyiniyordu, o günden beri siyah
giyinirim, siyahı çok severim belki de. Denizli'de Ajda Pekkan'ın kaldırımda
yanından geçtiğimi de anımsıyorum. Denizli gelişmiş bir sanat ve kültür
şehriydi. O sıralar Sokrates'in Savunmasını okumuştum, on üç yaşındayım,
kardeşlerim alayla karışık överdi. Victor Hugo ve Tolstoy'u çok okudum, sonra
onlar çocukluk yazarım oldular yalnızca, yaşamı anlatan yazarlardan uzak
durdum, Che Guevara o sıralar çok biliniyordu, İşçi Partisi konuşulurdu, evde
Türk Dili dergisi vardı hala saklarım, çok nitelikli dergiydi. Sanat aşkı içime
saplanmıştı sanki, o dünyaya aşıktık artık. Tanrı'nın evinde sürüp giden
yaşamda, her daim değişen ve göz alan bir ışıkla baş başaydık sanki.
H.A- Nasıl yazarsınız, sanat anlayışınız nedir diye
soralım?..
U.F- İnsan okuduklarının kopyasıdır. On dört yaşında
şu şiiri yazdım; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı
yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür-Venüs, ay yıldız / Bütünü benim uydum. /
Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon /
Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan,
sutyen, sonra don!..' İnsanoğlunun boşunalığını, pek çok şeyin boşuna peşinde
koşup, kendini-varlığını ziyan ettiğini düşünmüşüm sanırım. Köyde ay ışığında,
dibekbaşı derler toplanma yerinde, Sarte'ı tartışan gençlerin arasında
büyüdüğümüzü belirteyim, evde de o konuşmalara kulak verdiğimiz oluyordu, bir
heyecan içindeydik inanın, kültür şoku içindeydim sürekli, kardeşlerimin tarih
veya diğer mantık, biyoloji gibi ders kitaplarını da karıştırdığımı
anımsıyorum. Auguste Comte'u o zaman duydum ama Hukuk Fakültesi'nde gene
karşıma çıkmıştı yıllar sonra... Babam köyde kandile yaklaştırarak kitapları
hecelerdi, çok severdim onu, okumaya doyamadan gitti bence... İstanbul'a
geldiğimde, kitapçılarda, sahaflarda ayak üstü çok kitap okudum, hiç unutmam
biri elime vurdu, tabi bıraktım kitabı, evde ne bileyim beş bin kitap var mıdır
acaba, ama bütün kitaplarını para verip alan biri varsa onlardan biri de benim.
Ne bileyim beş bin kitabı gözden geçirmişimdir herhalde alıcı gözle... Okumak
körlüğe de yol açar ama, iki paralel doğru, sonsuzda birleşir!.. Yazmaya
İstanbul'da öğrenci yurtlarında, pansiyonlarda başladım, kağıtlara yazıp, bir
çantam vardı onun içine atıyordum, kendime inanmışlığım var, bu o değil ama,
yazma tutkusuna bağlanmışlığım demeliyim, Nazım, Yaşar Kemal, Yunan Şairleri,
Octavio Paz ve Alman filozoflarından etkilendim, pek çok yazar vardır ama bunlar
önde gelen, Stanislav Lem örneğin, sonra Borges'i bize çok yakın buldum, ondan
çok etkilendiğim söylenebilir mi bilmem, oysa Borges benim içimdeki kültürü
dışa vuran biri gibi geldi bana, kendimi onda buldum, çünkü o doğu kültürüne
çok yakın bir isim... Nobel verilmeyişi bu nedenle, doğu kültürünün ululanıp,
göğe yükselecek olmasını istemiyor çağdaş dünyamız, Yaşar Kemal'e verilmeyişi
de aynı nedenle, bu komik gelebilir görüş olarak, ama şunu unutmayın ki, büyük
savaşların bile kraliçenin kişisel arzusuyla örtüşen nedenlerle başladığını
tarihler yazar, nefret ettiği uşağı Galiçyalı olduğu için sefere çıkan kralda
vardır. Gerekçenin tamamı Grekçe yazılmıyor kısacası!.. Yaşar Kemal ve
Nazım'dan etkilenmiştim ağırlıklı olarak, Paz, Borges, felsefe, bilim kurgu
karışımı olarak sürdürdüm yolculuğu, sinema yazmayı etkiler mi, Tarkovski benim
efendilerim arasındadır, ama yolda bulduğunuz bir kağıt parçasında gördüğünüz
kıssa hepsinden etkileyici olabilir, Ben-i Ahmer'e Ağıt diye bir şiir
yazmıştım, kahvede yere düşen bir gazete sayfasından esinlendim onu... Sanat
anlayışım sonsuzluk ve bir gün artı hiçliktir. Parçalı gerçekliğe inanırım,
kutsal kitaplar olağanüstüdür benim için, Marki de Sade'ı merakta ederim ama ve
bilim teknik dergisini kırk yıldır aralıksız okurum.
H.A- Kahramanların kimlerdir, neyi anlatmak
istersin?..
U.F- Belli bir amaçla hareket etmem, doğaçlama
anlatmayı düşünürüm, otomatik metin gibi, Aleksandros Matsas'ın, Manzara adlı
şu şiirini çok severim;
'Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir
şey vermeyen / bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan / oluşan madeni
manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu
yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki
yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha /
bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice
maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, /
senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece
arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak
/ bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız
baskılarından. '
Burada olduğu gibi, bir kaos düşlerim ve umarsızlık
içinde yüzdüğümüzü anlatmak isterim ama bu bir genelleme amacını taşımaz, bu
konuya dikkat çekmek isterim, bir olasılık olarak yani, herkes gibi düşünürüm
ve herkesin her şeyi bildiğini bilirim, yazarak işe yaradığımı hayal ederim, naçizane
bir düşünce, Rasputin, Raskolnikov, Jean Valjean gibi kahramanlarım yoktur, ama
Katip Batleby'yi okudum Herman Melville'in, o kahramanım olabilir çünkü az önce
söylediğim nitelemelere uygun, bir olasılık olarak dikkat çekmek istediğim
görüşe uygun bir kimlik o, ama gene de kahramanlar diye bir saplantım yok, Don
Kişot bir roman olarak ilgimi çekebilir ama kahraman olarak ilgimi çekmiyor,
çünkü bana bir mizah öyküsü gibi geliyor o, gerçekte düşüncelerime uygun ama
yazın dediğimiz şey bir biçimdir, dildir, anlatım tekniğidir, bir trajedi
olarak düşünülen şeyi komedya olarak aktarırsak okumak istemem, bir komedi
trajedi olarak aktarılıyorsa da ilgimi çekmeyebilir, yazın bana göre anlatımın
insanı sarıp sarmaladığı, ruhumuzu tutsak edebilen, bir destan olmalıdır.
Destan abartılı belki ama can alıcı bir öykü diyelim o zaman, şuna kesinlikle
inanırım, hayatı anlatmayın bana, onu zaten yaşıyorum ben, başka yaşamları da
anlıyor olabilirim, düşleyebilirim... Öyleyse derdim nedir, gerçekte Katip
Bartleby diye biri yaşamadı bu dünyada, ama o yaşadığım dünyanın içinde beni en
çok sarsan insanların başında geliyor, neden?... Yazmak, Bartlebyler
yaratmaktır, şu ya da bu biçimde, fark etmez...
H.A- Vladimir Burkony'ye gelelim mi?..
U.F- 2001 yılında gazetenin birinde bir haber
gördüm, kısacıktı hala saklıyorum kupürünü, Ukraynalı bir kemancı işsiz kaldığı
için, Antalya'da intihar ediyor, işinde seçici olduğu söyleniyor, dramatik bir
durum. Haberlerin masa başında yazıldığı bir çağdayız, haber küçük ama dramatize
edilmiş olabilir ama dünyamız illüzyonlar çağında, her şey böyle, manipülasyon
ve algı dünyalarımız yönetiliyor. Gerçek sanal, sanal olan da gerçektir
diyebiliriz artık. Bu haber doğallıkla beni çok etkiledi, yukarda sözünü
ettiğim görüşlere uygun bir durum, eğer bir roman yazacaksam bu Vladimir
Burkony olabilir ya da olmalıydı, tam on altı yıl bekledim, bir Vladimir
Burkony'de benim yani!.. Sonunda tanrı yüzüme güldü, o inançsızları çok sever,
yoksa cennette kullarına yer kalmazdı diyende var biliyorsunuz, romanın
girişini ve Kendine Ait Bir Oda'yı buldum günün birinde, 666 sayfa yazmışım
nerden bileyim, 250 sayfa yazsam roman bu derler hiç olmazsa diye düşünüyordum,
o sayfaları görünce bütün o büyük romancılara şaştım çünkü iki katını
yazabilirdim daha, büyük yazarları biraz punto canavarları olarak algıladım o
an, şaka bir yana 66 günde yazdım kitabı, Einstein der ya hani 66 yıl artı 1
saat, onun gibi. Kitap çıkarmıyorum pek, blog yazarıyım ben, okuyanda pek yok
zaten, ama merakım onu yayınlamaya doğru sürükledi, durum bu işte. Kitap
Bartlebylerin versiyonu, Don Kişotların, Aylak Adamların, Homongolosların,
Stalkerlerin ve yukarda anlatılanların tümünün gizil bir geçmişidir belki,
illüzyon yani. Büyükada'da bir Beto var, sürekli inliyor, dur duraksız, o bile
var romanda... Ukrayna'yı ziyaret etmek istiyorum, Vladimir Burkony'e büyük
saygım var sonuçta, yaşam ve ölüm birlikteliği evrenin gizlerinden biri ne de
olsa...
H.A- Son olarak ne söylemek istersiniz ya da şöyle
diyelim ne sorulmasını isterdiniz?..
U.F- Her şey ve hiç bir şey!.. Çalışıyoruz,
çabalamalıyız. Ne yazık ki yazmakla bağlantılı bu önerim!.. Şiir manifestosu
bile yazdığıma göre, eksikleri tamamlamak amacıyla yazıyorum, kendi dünyama
göre tabi, çevirilerim var, yayınlamak isterdim, bilim kurgu tarzında şiir
amaçlıyorum, yazdıklarım var, Odysseus diye bir roman yazmayı düşünüyorum,
otomatik metin tarzında, insan bin yıl yaşasa işini gücünü gene de bitiremeden
gider bu dünyadan, hatta Vladimir Burkony gibi kestirip atabilir de, şiirsel
bir geniş kapsamlı yapıt üretmek, bilim kurgu romanı gibi bir şey yazmak hep
düşlerin içinde, Tanrı'nın romanını yazmak bile isteyebilirim, çünkü önlem
amaçlı bir yararlık sağlayabilir veya şeytanı anlatmak, yazmaya kalırsa, yazmak
yaşamak yani!.. Ben teşekkür ediyorum.
H.A- Bende
teşekkür ederim.