Defter arşivinde, Süha’ya ait
yazılar arasında “Nejat-Sinan-Ferruh” başlıklı yazısı da var ki bu yazıyı daha
sonra “Nişantaşı-Nişantaşı” kitabına da aldı, aynı içerikte birkaç
yayınlanmamış yazısı arşivimizde bulunuyor, sırasıyla yayınlayacağız. Son günlerde
aklı kendinden menkul güzide basınımızda, hakkında en ilgisiz yazı, yorumların
çıktığı Nejat İşler ve “arkadaşlarını” farklı bir mercekten tanıma fırsatı
veriyor yazı… "konuşmak" birileri için her zaman çok kolay, yaşamak ve direnç aksı ise ayrı bir sorun!.."Şifahi" cenahtan konuşan konuşana.../
Süha’yı özlemle anarak. / defter
NEJAT, SİNAN, FERRUH // Süha Tuğtepe
Üçü birden gelmişlerdi kitap tezgâhıma. Onlar da kitap satmak istiyorlardı.
Sonra serdiler kitaplarını Teşvikiye Camisi’nin önüne. Bir çeşit komün hayatı
yaşıyorlardı. Üniversiteye gidiyorlar, aynı evde kalıyorlar ve ortaklaşa
kazandıklarını ortaklaşa harcıyorlardı.
Nejat (İşler) tiyatro sevdalısıydı. Galiba Mimar Sinan’da tiyatro okuyordu.
Sonradan ünlendiği kadar ünlenmeyi, o zamanlar hayal bile edemiyordu. Sırtının
yarısına kadar uzanan saçlarıyla dikildiği yerde, geçerken uzun farları yakıp
ona bakmayan kadın ya da genç kız yok gibiydi. Nejat’ın bizim tezgâha geldiği
gün, hatun müşterilerin aldığı beyaz ve pembe dizilerden cironto rekoru
kırmamızı, ortağım “Yavlum Mitat” kendi hüneri sayıyor, giydiği “Diyarbakırlı
memleket aşörtmenlerinin uğurlu geldiğini” zannediyordu. Memleketi
Diyarbakır’dan “heeer gün” akın akın gelen misafirlerinden biri getirmişti o
siyah beyaz “aşörtmenleri”. Diğer Kürtlerin, “malumundan” dolayı
Galatasaraylığına inat, Beşiktaşlıydı...
Cahiline “Beyaz dizilerin ilk aşkları, pembe dizilerin de evlenip
boşandıktan sonra, ikinci aşkında nihayet aradığını bulanları anlattığını”
ayaküstü, mızraklı ilmihal gibi açıklamaya başladığında hemen engel olup,
sevgili velinimetimizi Nejat’la baş başa bırakmak için, “Yavlum Mitat’ı” çekip
kolundan uzaklaştırmak da bana düşüyordu. “Araya girme lan manyak! Bırak Nejat
ilgilensin!”...
Yakışıklıydı ama şımarık, yılışık ve zampara değildi. Ya da şımarık,
yılışık olmaması hariç, ben öyle zannediyordum. Yalnız Nejat tezgâha geldiği
gün nerden peydah olduğu bilinmeyen bir adamın yanımıza gelmesi tuhaftı. Nejat
tezgâhta olduğu zaman, saatlerce kar kış demeden, uyuz it gibi bizimle beraber
ceket gömlek titreyerek yanımızda dikiliyor, daha çok da Nejat’la sohbet etmeye
çalışıyor, bu meşguliyet hem onun işini, hem de bizim işimizi kalp sektesine
uğratıyordu. Arada bir birileri gelip çağırdığında, “Geliyorum!” demesi, bizi
umutlandırıyor, ama bir türlü gidemiyordu. Sonunda Nejat pes edip gidince, o da
son “geliyorum!”a uyup kayboluyordu ortalıktan. Yavlum Mitat da, günün birinde
bulaşır ve iş atarsa, nerede ve nasıl döveceğini tasarlıyor, planlar yapıyordu.
Aslında, “Olur mu oğlum öyle şey!” diye karşı çıkmam gerekirken, sadece Nejat’ı
görünce değil, tezgâha bir yakışılı delikanlı düşmeye görsün hemen
damladığından, bakışları ve kırıtıp göz süzerek olur olmaz yerlere sokuşturduğu
cümleleriyle zaten binbir nazla kitap alan gençleri de kalp sektesine uğratıp
kaçırdığından, sessiz kalma hakkımı kullanmama neden oluyordu... Ortada
bakışlardan ve araya sokuşturulan nazik cümlelerden gayrı suçlu olmadığı için
de, çaresizdik... “Bedi” zevklere suç icat eden bir babayiğit çıkıp da, “Göz
süzerek bakmak ve baktığını emeller bombardımanına tutmak, üç günden yedi güne hapis
cezası ve şu kadar para cezası...” falan dese bu, her ay en az bir kere gönüllü hapse de
girebilirdi. Mapusanedeki gençler, dışardakiler kadar nazlı da değildir
herhalde...
Bizim Yavlum Mitat Kürt olduğundan, aklına doğal olarak ilk kırmızı
geliyor, kuracağı pusuda yüzünü kırmızı bir eşarpla kapatması gerektiğini de
söylüyordu. Zaten bir sürü, boynuna bağladığı kırmızı eşarbı da vardı. “Oğlum
bu semtte senden başka kırmızı eşarbı olan mı var, valla hemen tanır” deyince,
bana hak verip bu kez sarıda karar kılıyordu. Ona da bir mazeret bulsam, mesela
“İçi görünür lan torba, sarı olur mu? Sen hiç sarı maskeli kovboy gördün mü?”
falan desem, eminim yeşile döner fikri. Dördüncü renk yok!.. Bunlar da
Nijeryalılar gibi. Sarı, kırmızı, yeşil dışında renkkörü. Bir ara, bir
Nijeryalıyı sarı, kırmızı, yeşil kıyafettlerle hava alanında gören polisler,
zenciliğini unutarak PKK’lı diye tutuklayınca rezil oldulardı. Bereket Yavlum
Mitat üçünü birden üstünde taşımayacak kadar deneyimli ve tedbirliydi. Vakti
zamanında Kenan Paşa, hangi aklıevvele uyduysa, bunların adlarını dillerini
durduk yerde yasaklayıp, yaşı genç olanları da “Netekim bunlar heeep PKK’lı!”
diye sopanın altına yıktırdığından, tutuklatıp işkencelerde telef ettiğinden,
bizim Yavlum Mitat’ın da yediği sopalar “Maveraünnehir”e çift gidiş geliş köprü
olacak kadar çoğaldığından, kaçmış oralardan. 1984 baharında bu koca şehre
gelip, İstanbul tepelerinde bula bula beni buldu... Ara sıra içince yediği
dayakları anımsar, “Bu Kâinat Paşa’yı mahkemeye vereceğim!” diye tuttururdu.
“Oğlum, akıllı ol! Yediğin dayaklar yetmedi mi? Yine sopanın altına yıkılmak mı
istiyorsun? Bırak, Allahından bulsun, inme insin, yüz yirmi yaşından önce
ölmesin. Son yirmi yılını da altını üstünü ıslatarak, Clay gibi titreye titreye
geçirsin” deyince gülümser, anlattıklarım ona mantıklı gelirdi. “Yüz yirmi
yaşına kadar yaşar di mi?” diye sorunca da “Yaşar, yaşar. Bir ibret abidesi
gibi yaşar” diye yanıtlar ve daha çok rahatlatırdım onu.
Allah’ın Nijeryalısı nereden bilsin Türk polisinin hallerini...
Geçenlerde Almanya’ya giderken havaalanında, önümdekinin nüfüs kâğıdındaki
doğum yeri hanesinde Batman’ı gören polis, bilgisayardan medet umdu önce;
uğraştı durdu klavyeyle. Sırtımda dolu içiyle canımı çıkaran koca sırt çantası,
bekle babam bekle. Hayır sinirden yere indirip, ardım sıra köpek ölüsü gibi
sürüklemeyi de akıl edemedim o an, sonra uçakta anımsayıp gülümsedim. Umduğu
bilgisayardan çıkmayınca bu kez başladı sorular sormaya. Ben de homurdanıyorum
ya “dikine taktığı yok!” Adam da nasıl sarışın ve mavi gözlü Batmanlıysa, işte
öyle. Ben sebebini düşünerek vakit geçirmeye çalışırken adam sonunda patladı,
“Batman’da sadece senin aradıkların yaşamıyor, benim atalarım Kafkas göçmeni ve
Çerkez. Bana inanmıyorsan, içerde Çerkezce bilen polis varsa çağır da rahatla!”
deyince, polis de sırıtarak o saniye verdi pasaportu geri ve üstelik, “Buyur
geç, hayırlı yolculuklar!” dedi. Hadi bakalım, buyrun cenaze namazına!.. Laf
sokuşturmazsam ölürüm. Üstelik de havadan uçarak sokuşturmazsam hep ölürüm.
“Ben emekli olmadan önce İçişleri Bakanlığı’nda çalışırken, bilgisayardan kesin
bir bilgi çıkmadığında doğum yeri neresi olursa olsun, vatandaş rahatsız
edilmeyecek diye bir genelge vardı. Sen yenisin galiba?” diye reklamlardaki
gibi söyleyip, bir de yukardan aşağıya “mok koklar gibi bakınca” düzeltti
oturuşunu. Çıtı da çıkmadı...
Bakalım ne zaman kurtulacaklar bu triplerden? Zaten hepsi bu yeni polis
yasasına alınıyor. Yakaladıkları karakollarda misafir gibi oturunca; dayağı
basıp, sorgulayamayıp, yargılayamayıp elleri kolları yeni yasayla bağlanınca,
bizim polislerde moral mi kalır?
Yine dağıldım, bilyalar gibi...
Sinan, Nejat, Ferruh; biz onlara tezgâh yerimizi bıraktığımızda aynı evde
kömün yaşıyorlardı. Aradan on beş yıl geçti, aynı evde komün yaşıyorlar. Hâlâ
ortakalaşa kazanıp, ortaklaşa harcıyorlar. Gerçekten imrenilecek bir
dostlukları var.
Geçen zamanda Galatasaray Lisesi’nin yanındaki sokakta açtıkları kitapçı
dükkânına gittiydim. Yarım saat içinde önce Tokat’tan, sonra Manisa’dan, onun
peşi sıra Niğde’den gelen kızlar Nejat’ı soruyorlar, Sinan da, “Buraya ne zaman
geleceği belli olmaz” diye yanıtlayınca, moralleri tarumar çıkıp gidiyorlardı.
En son gelen Kahramanmaraşlı dayanıklı çıktı, Sinan’ın klasikleşmiş yanıtına
aldırmadı bile. Direndi. Yanında “Amcaoğlumla geldim” dediği bekçisi de vardı.
Çok güzel bir kızdı. Kuzgun siyah saçları omuzlarından, boynundan görünen pembe
beyaz teni üstüne dökülüyordu. Kara iri; Türkan Şoray gibi inek gözlüydü.
Bakmaya kıyılmayan, doyulmayanlardan. Heyecandan yaprak gibi titriyor, Sinan’a
“Ne oluuur, ta Maraş’tan geldim, bir telefon ediverseniiiz, çok görmek
istiyorum, ne oluur!” diye yalvarıyor, heyecandan Maraş’ın “Kahraman’nını” bile
unutuyor; Sinan’ın “Valla bir şey diyemem, buraya ne zaman geleceği belli
olmaz, zararlı diye cep telefonu da kullanmaz.” yanıtına direnip duruyordu.
Sonunda sinirlendirdi Sinan’ı. “Yahu sizde hiç akıl fikir denen şeyden bir gram
bulunmaz mı kızım? Artist göreceğim diye ta kalkıp Maraş’tan buralara mı
gelinir? Nejat bu, çekimlereden başını kaldırıp çocuk helaya zor gidiyor.
Sütüdyolarda yatıp kalkıyor, nerede olduğunu nerden bileyim!” diye cırıldattı
bile. Hayranlık denen şeyi bilmediğinden, ben hemen karıştım lafa, “Hayranlık
başkadır oğlum, sen pek bilmezsin böyle şeyleri. Bak ben bile Nejat’ı göreyim
diye ta Almanya’dan kalktım geldim” diye, Sinan bana şaşkın bakarken verdim ara
gazını. Sonra da belki bir şeyler içip, cirontoya katkıda bulunurlar diye,
kitabevinin altındaki kafe barlarına yolladım kızla bekçisini, “Şansınız varsa
birkaç saat içinde buraya gelir, nasıl olsa bir işiniz yok, oturun kafede.”
Önerim mantıklı geldi. İndiler aşağıya. Sonrasında Sinan’a sorduğumda gece
ikiye kadar beklemişler. Kız esnemelerine dayanamayıp, üstelik sinirlenip
“Gidelim!” deyince gitmişler. Kızlar için bazen uyku, hayranlığın bile önüne
geçebilir...
İşte böyle bir şey oldu Nejat. Bu kadar hayrana taş olsa dayanmaz...