Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Sergey Gandlevski




"Yıllar geçtikçe,yurttaşlarımın onda dokuzuyla aynı uygarlığa ait olmadığım gibi bir fikri kabul etmek zorunda kaldım.Bu da hevesimi söndürdü.Bir yazar olarak şunu anlıyor insan.-Bu halkın sözcüsü sen değilsin."

Sergey Gandlevski-Şiirsel Mutfak


NEJAT, SİNAN, FERRUH // Süha Tuğtepe




Defter arşivinde, Süha’ya ait yazılar arasında “Nejat-Sinan-Ferruh” başlıklı yazısı da var ki bu yazıyı daha sonra “Nişantaşı-Nişantaşı” kitabına da aldı, aynı içerikte birkaç yayınlanmamış yazısı  arşivimizde bulunuyor, sırasıyla yayınlayacağız. Son günlerde aklı kendinden menkul güzide basınımızda, hakkında en ilgisiz yazı, yorumların çıktığı Nejat İşler ve “arkadaşlarını” farklı bir mercekten tanıma fırsatı veriyor yazı… "konuşmak" birileri için  her zaman  çok kolay, yaşamak ve direnç aksı ise ayrı bir sorun!.."Şifahi" cenahtan konuşan konuşana.../ Süha’yı özlemle anarak. / defter

 

NEJAT, SİNAN, FERRUH // Süha Tuğtepe

 
Üçü birden gelmişlerdi kitap tezgâhıma. Onlar da kitap satmak istiyorlardı. Sonra serdiler kitaplarını Teşvikiye Camisi’nin önüne. Bir çeşit komün hayatı yaşıyorlardı. Üniversiteye gidiyorlar, aynı evde kalıyorlar ve ortaklaşa kazandıklarını ortaklaşa harcıyorlardı.

 

Nejat (İşler) tiyatro sevdalısıydı. Galiba Mimar Sinan’da tiyatro okuyordu. Sonradan ünlendiği kadar ünlenmeyi, o zamanlar hayal bile edemiyordu. Sırtının yarısına kadar uzanan saçlarıyla dikildiği yerde, geçerken uzun farları yakıp ona bakmayan kadın ya da genç kız yok gibiydi. Nejat’ın bizim tezgâha geldiği gün, hatun müşterilerin aldığı beyaz ve pembe dizilerden cironto rekoru kırmamızı, ortağım “Yavlum Mitat” kendi hüneri sayıyor, giydiği “Diyarbakırlı memleket aşörtmenlerinin uğurlu geldiğini” zannediyordu. Memleketi Diyarbakır’dan “heeer gün” akın akın gelen misafirlerinden biri getirmişti o siyah beyaz “aşörtmenleri”. Diğer Kürtlerin, “malumundan” dolayı Galatasaraylığına inat, Beşiktaşlıydı...

 

Cahiline “Beyaz dizilerin ilk aşkları, pembe dizilerin de evlenip boşandıktan sonra, ikinci aşkında nihayet aradığını bulanları anlattığını” ayaküstü, mızraklı ilmihal gibi açıklamaya başladığında hemen engel olup, sevgili velinimetimizi Nejat’la baş başa bırakmak için, “Yavlum Mitat’ı” çekip kolundan uzaklaştırmak da bana düşüyordu. “Araya girme lan manyak! Bırak Nejat ilgilensin!”...

 

Yakışıklıydı ama şımarık, yılışık ve zampara değildi. Ya da şımarık, yılışık olmaması hariç, ben öyle zannediyordum. Yalnız Nejat tezgâha geldiği gün nerden peydah olduğu bilinmeyen bir adamın yanımıza gelmesi tuhaftı. Nejat tezgâhta olduğu zaman, saatlerce kar kış demeden, uyuz it gibi bizimle beraber ceket gömlek titreyerek yanımızda dikiliyor, daha çok da Nejat’la sohbet etmeye çalışıyor, bu meşguliyet hem onun işini, hem de bizim işimizi kalp sektesine uğratıyordu. Arada bir birileri gelip çağırdığında, “Geliyorum!” demesi, bizi umutlandırıyor, ama bir türlü gidemiyordu. Sonunda Nejat pes edip gidince, o da son “geliyorum!”a uyup kayboluyordu ortalıktan. Yavlum Mitat da, günün birinde bulaşır ve iş atarsa, nerede ve nasıl döveceğini tasarlıyor, planlar yapıyordu. Aslında, “Olur mu oğlum öyle şey!” diye karşı çıkmam gerekirken, sadece Nejat’ı görünce değil, tezgâha bir yakışılı delikanlı düşmeye görsün hemen damladığından, bakışları ve kırıtıp göz süzerek olur olmaz yerlere sokuşturduğu cümleleriyle zaten binbir nazla kitap alan gençleri de kalp sektesine uğratıp kaçırdığından, sessiz kalma hakkımı kullanmama neden oluyordu... Ortada bakışlardan ve araya sokuşturulan nazik cümlelerden gayrı suçlu olmadığı için de, çaresizdik... “Bedi” zevklere suç icat eden bir babayiğit çıkıp da, “Göz süzerek bakmak ve baktığını emeller bombardımanına tutmak, üç günden yedi güne hapis cezası ve şu kadar para cezası...” falan dese bu,  her ay en az bir kere gönüllü hapse de girebilirdi. Mapusanedeki gençler, dışardakiler kadar nazlı da değildir herhalde...

 

Bizim Yavlum Mitat Kürt olduğundan, aklına doğal olarak ilk kırmızı geliyor, kuracağı pusuda yüzünü kırmızı bir eşarpla kapatması gerektiğini de söylüyordu. Zaten bir sürü, boynuna bağladığı kırmızı eşarbı da vardı. “Oğlum bu semtte senden başka kırmızı eşarbı olan mı var, valla hemen tanır” deyince, bana hak verip bu kez sarıda karar kılıyordu. Ona da bir mazeret bulsam, mesela “İçi görünür lan torba, sarı olur mu? Sen hiç sarı maskeli kovboy gördün mü?” falan desem, eminim yeşile döner fikri. Dördüncü renk yok!.. Bunlar da Nijeryalılar gibi. Sarı, kırmızı, yeşil dışında renkkörü. Bir ara, bir Nijeryalıyı sarı, kırmızı, yeşil kıyafettlerle hava alanında gören polisler, zenciliğini unutarak PKK’lı diye tutuklayınca rezil oldulardı. Bereket Yavlum Mitat üçünü birden üstünde taşımayacak kadar deneyimli ve tedbirliydi. Vakti zamanında Kenan Paşa, hangi aklıevvele uyduysa, bunların adlarını dillerini durduk yerde yasaklayıp, yaşı genç olanları da “Netekim bunlar heeep PKK’lı!” diye sopanın altına yıktırdığından, tutuklatıp işkencelerde telef ettiğinden, bizim Yavlum Mitat’ın da yediği sopalar “Maveraünnehir”e çift gidiş geliş köprü olacak kadar çoğaldığından, kaçmış oralardan. 1984 baharında bu koca şehre gelip, İstanbul tepelerinde bula bula beni buldu... Ara sıra içince yediği dayakları anımsar, “Bu Kâinat Paşa’yı mahkemeye vereceğim!” diye tuttururdu. “Oğlum, akıllı ol! Yediğin dayaklar yetmedi mi? Yine sopanın altına yıkılmak mı istiyorsun? Bırak, Allahından bulsun, inme insin, yüz yirmi yaşından önce ölmesin. Son yirmi yılını da altını üstünü ıslatarak, Clay gibi titreye titreye geçirsin” deyince gülümser, anlattıklarım ona mantıklı gelirdi. “Yüz yirmi yaşına kadar yaşar di mi?” diye sorunca da “Yaşar, yaşar. Bir ibret abidesi gibi yaşar” diye yanıtlar ve daha çok rahatlatırdım onu.

 

Allah’ın Nijeryalısı nereden bilsin Türk polisinin hallerini...

 

Geçenlerde Almanya’ya giderken havaalanında, önümdekinin nüfüs kâğıdındaki doğum yeri hanesinde Batman’ı gören polis, bilgisayardan medet umdu önce; uğraştı durdu klavyeyle. Sırtımda dolu içiyle canımı çıkaran koca sırt çantası, bekle babam bekle. Hayır sinirden yere indirip, ardım sıra köpek ölüsü gibi sürüklemeyi de akıl edemedim o an, sonra uçakta anımsayıp gülümsedim. Umduğu bilgisayardan çıkmayınca bu kez başladı sorular sormaya. Ben de homurdanıyorum ya “dikine taktığı yok!” Adam da nasıl sarışın ve mavi gözlü Batmanlıysa, işte öyle. Ben sebebini düşünerek vakit geçirmeye çalışırken adam sonunda patladı, “Batman’da sadece senin aradıkların yaşamıyor, benim atalarım Kafkas göçmeni ve Çerkez. Bana inanmıyorsan, içerde Çerkezce bilen polis varsa çağır da rahatla!” deyince, polis de sırıtarak o saniye verdi pasaportu geri ve üstelik, “Buyur geç, hayırlı yolculuklar!” dedi. Hadi bakalım, buyrun cenaze namazına!.. Laf sokuşturmazsam ölürüm. Üstelik de havadan uçarak sokuşturmazsam hep ölürüm. “Ben emekli olmadan önce İçişleri Bakanlığı’nda çalışırken, bilgisayardan kesin bir bilgi çıkmadığında doğum yeri neresi olursa olsun, vatandaş rahatsız edilmeyecek diye bir genelge vardı. Sen yenisin galiba?” diye reklamlardaki gibi söyleyip, bir de yukardan aşağıya “mok koklar gibi bakınca” düzeltti oturuşunu. Çıtı da çıkmadı...

 

Bakalım ne zaman kurtulacaklar bu triplerden? Zaten hepsi bu yeni polis yasasına alınıyor. Yakaladıkları karakollarda misafir gibi oturunca; dayağı basıp, sorgulayamayıp, yargılayamayıp elleri kolları yeni yasayla bağlanınca, bizim polislerde moral mi kalır?

 

Yine dağıldım, bilyalar gibi...

 

Sinan, Nejat, Ferruh; biz onlara tezgâh yerimizi bıraktığımızda aynı evde kömün yaşıyorlardı. Aradan on beş yıl geçti, aynı evde komün yaşıyorlar. Hâlâ ortakalaşa kazanıp, ortaklaşa harcıyorlar. Gerçekten imrenilecek bir dostlukları var.

 

Geçen zamanda Galatasaray Lisesi’nin yanındaki sokakta açtıkları kitapçı dükkânına gittiydim. Yarım saat içinde önce Tokat’tan, sonra Manisa’dan, onun peşi sıra Niğde’den gelen kızlar Nejat’ı soruyorlar, Sinan da, “Buraya ne zaman geleceği belli olmaz” diye yanıtlayınca, moralleri tarumar çıkıp gidiyorlardı. En son gelen Kahramanmaraşlı dayanıklı çıktı, Sinan’ın klasikleşmiş yanıtına aldırmadı bile. Direndi. Yanında “Amcaoğlumla geldim” dediği bekçisi de vardı. Çok güzel bir kızdı. Kuzgun siyah saçları omuzlarından, boynundan görünen pembe beyaz teni üstüne dökülüyordu. Kara iri; Türkan Şoray gibi inek gözlüydü. Bakmaya kıyılmayan, doyulmayanlardan. Heyecandan yaprak gibi titriyor, Sinan’a “Ne oluuur, ta Maraş’tan geldim, bir telefon ediverseniiiz, çok görmek istiyorum, ne oluur!” diye yalvarıyor, heyecandan Maraş’ın “Kahraman’nını” bile unutuyor; Sinan’ın “Valla bir şey diyemem, buraya ne zaman geleceği belli olmaz, zararlı diye cep telefonu da kullanmaz.” yanıtına direnip duruyordu. Sonunda sinirlendirdi Sinan’ı. “Yahu sizde hiç akıl fikir denen şeyden bir gram bulunmaz mı kızım? Artist göreceğim diye ta kalkıp Maraş’tan buralara mı gelinir? Nejat bu, çekimlereden başını kaldırıp çocuk helaya zor gidiyor. Sütüdyolarda yatıp kalkıyor, nerede olduğunu nerden bileyim!” diye cırıldattı bile. Hayranlık denen şeyi bilmediğinden, ben hemen karıştım lafa, “Hayranlık başkadır oğlum, sen pek bilmezsin böyle şeyleri. Bak ben bile Nejat’ı göreyim diye ta Almanya’dan kalktım geldim” diye, Sinan bana şaşkın bakarken verdim ara gazını. Sonra da belki bir şeyler içip, cirontoya katkıda bulunurlar diye, kitabevinin altındaki kafe barlarına yolladım kızla bekçisini, “Şansınız varsa birkaç saat içinde buraya gelir, nasıl olsa bir işiniz yok, oturun kafede.” Önerim mantıklı geldi. İndiler aşağıya. Sonrasında Sinan’a sorduğumda gece ikiye kadar beklemişler. Kız esnemelerine dayanamayıp, üstelik sinirlenip “Gidelim!” deyince gitmişler. Kızlar için bazen uyku, hayranlığın bile önüne geçebilir...

 

İşte böyle bir şey oldu Nejat. Bu kadar hayrana taş olsa dayanmaz...


g.e.ç ...// Sufi.




Rüzgarın hafızasında kayıp bir dal,

ve soru-safsata dolu bir dil olsam.

Ya da ney sesiyle uyanmak!

Gecenin geç, dikenli tarlasına.

 

gülün artık adı yok!..

 Sufi.


Bukowski



Bukowski'nin gözyaşları,
nereye, hangi gölete süzülür?

"İnsanlar yorgun,
hayat tarafından cezalandırılmış,
ya sevgiyle ya da sevgisizlikle
sakatlanmış.
.." / Bukowski


video


GECEDE AYAK SESLERİ...// Mahmud Derviş



 
Her zaman

            Ayak seslerini duyarız gecede yaklaşan,

Ve kapı sırra kadem basar odamızdan,

Her zaman,

Bulutlar gibi süzülüp giden.

 

Her gece yatağından

Senin mavi gölgen mi onu uzaklara götüren?

Senin gözlerin ülkelerdir ve ayak sesleri geliyor,

Sardı bedenimi kolların

Ayak sesleri, ayak sesleri

Ah Şahrazad

Gölgeler niçin kurtuluşumu resmeder?

Gelir ayak sesleri girmez içeri.

Bir ağaç ol,

Görebileyim gölgeni.

Bir ay ol,

Görebileyim gölgeni.

Bir hançer ol,

Görebileyim gölgeni gölgemde,

Küller içinde bir gül.

Her zaman,

Ayak seslerini duyarım gecede yaklaşan,

Ve sen yerim olursun sürgündeki,

Zindanım olursun.

Öldürmeye çalış beni

İlk ve son olsun

Yaklaşan ayak seslerinle

Öldürme beni.
 
Şiir: Mahmud Derviş

Çev.Tavus Hüsameddin
 


KILIÇ YARASI // G.CAPRONI




 
 

KILIÇ  YARASI // G.CAPRONI

Her şeyden korkmak

Her cam kadehi bilmek

Ve bilinmeyeni kavrayamamanın umutsuzluğu

Günbatımı hüznünde, el titrer, ıstıraplıdır,

Ve de sızıyla yudumlamak ne imkansızdır!

Şiir: G. Caproni
Çev. Poetic Mind


ÇOBAN MASALI // AHMET ULUÇAY



 
ÇOBAN MASALI // AHMET ULUÇAY *


Ben "Gazete atın! Gazete atın" diye koşup bağırmadım
Trenler geçmezdi buralardan
Damı delik okullarda yağmur, defterime damlardı
Dünyanın ucu çevre dağların bittiği yerde sanırdım
Ne umutlarım, ne uzak düşlerim vardı


Oysu sen: yüksek, sıcak apartmanlarda
Koltuğuna uzanıp, dersine çalışırdın
Alis'ler, Haydi'ler, Kirpitçi Kız'lar dostlarında senin
Düşlerinde onlarla sarmaş dolaş
Uyuyakalırdın


Büyüdün, gitti o çizgi kahramanlar
Yerlerini bir çoban çocuğu aldı
Bilmediğin bir dünyaydı o uzak dünya
Ve onun seni saran, seni büyüleyen hikayesi
Ne şiirlerde, ne romanlarda vardı
Düşlerinde, çokuzaklarda, bir vadiye
Biteviye
Kar yağardı
Kurt ulumaları yankılanırdı gecenin içinden
Çıngıraklar susmuş, kaval ses vermez
Gece uzun, sabaha çok, köy uzak


O küçük çoban kulübesinde
Korkusundan ağlardı
Yalnız, uzak mı uzak, mavi gözlü bir kentte
Sıcak odasında uyanan kız
Düşlerinde avuçlarına lapı çobanın üşümüş ellerini
Isınsın diyo hohladı
Ah onun seni saran, seni büyüleyen hikayesi
Ne şiirlerde ne romanlarda vardı


O küçük kız, ah o küçük kız
O küçük yüreğiyle karları eriten kız
Deniz kıysı bir kentte, sıcak odasına
Karlı dağları, çoban ateşleri getiren kız
O güzel rüyayı sürdürmek için
Yüreğine vatan olan dağları görmek için
Her sabah pencerelere koşardı


Bir gemi kalkardı limandan
Bir tren, bir uçak kalkardı
Kıtalar kapı komşuydu ses hızıyla
İnsanlık, uzayın kapıladını zorlardı
Bir küçük kız vardı, bir büyük kentte
O uzak, o masal köylere uçsun diye
Yüreğine kanat takardı
Uçumaz, düşerdi yürek
Bütün bunlar gerçek
Çoban masaldı.

 

* defterin notu:

Ahmet Uluçay’ın “ÇOBAN MASALI” şiiri ilk kez İkindi Yazıları dergisinin Nisan 1992 tarihli ve 116'ıncı sayısında yayınlandı. “İyi film” ve  “Sıkı Sinema” izleyicileri Ahmet Uluçay’ı hep kısa filmleri ve uzun metrajlı ve sinema tarihimizin kalıcı ve unutulmaz yapıtı “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”’la anımsarlar, oysa Ahmet Uluçay tıpkı Tarkovsky-Pasolini ve Kirarostami gibi Sinekadını   hep içinden akıttığı şiir nehirleriyle besledi.  Şiirlerini kitaplaştıramadı, “Bozkırda Deniz Kabuğu” film çekimlerine başladığı ve son noktayı koyamadığı bu önemli projesi gibi… “Hasta Çocukların Duası” başlıklı şiirinde yazdığı gibi, onu hep “kırlangıç sesleriyle” anmak gerek…

 Benim gökyüzümde kuşlar

 Kanat çırpmıyor artık

Lacivert gecelerim

 Suya düşen kıvılcımlar gibi

 Söndü yıldızlarımız

Siz, ulaşılmayan gene de benim olan

Uzak dağ başları

Pencerem sislere açılıyor hep

Nerede kaldınız…


ECE AYHAN // Reha Mağden




 
Reha Mağden’in 2005 yılında kaleme aldığı “Ece Ayhan” başlıklı  yazısı. 2006 yılında kaybettiğimiz Reha Mağden’i özlemle anarak. / b.d

 

Ali Ünsal Bayraktar, benim gençlik arkadaşımdır. "Hüseyin’le beni esrar içerken Küçük Otel’de bastılar" diye yazmıştır. "Bir ben varım, bir de Hüseyin" gibi sözler sarf etmiştir. "Hüseyin’i anlamadılar" gibi laşar etmiştir. Ali. Deniz şehrinin çocuğu olmasına rağmen yüzmeyi bilmezdi. Anasının   diktiği donla denize beline kadar girer hamsi ayıklar, sonra kıyıya çıkar, hamsileri ızgara eder, birlikte yerdik.  O kıyı sohbetlerinde varoluşculuk ve Ece Ayhan’ı ondan öğrendim. Yüzmeyi bilmeyen çocuk neler bilmiyordu ki… Ali’yle en çok üç gün beraber olabiliriz. Sonra kavga ederiz. Ben onun mekanındaysam o beni kovar, o benim mekanımdaysa ben onu döverim. Ama şimdi bana sorun: Hayatta en sevdiğin arkadaşın kim? ‘Ali’ derim.

Bir gün Ece Ayhan’ı ona emanet ettim. Foça’da oturuyordu Ali ve Ece Amca'mın sakin bir yere ihtiyacı vardı. Aslında birbirlerine benzerlerdi; mesela ikisinin de otobüs bileti ve telefon jetonundan başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ‘garip’ bir doymuşluğu vardı. Ama birbirlerini sevmediler.

Ben Ece Amca’yı Foça’ya gelmeden önce epeyce dolaştırmıştım; Ordu’ya, köye, yaylaya götürmüştüm. Memnun kalmıştı. "Buranın kadınları ne kadar sert konuşuyorlar" diye övgüyle konuşmuştu. Yaylanın çok uzak bir obasında kalmıştık mesela. Palaska Yüksel, Ceketsiz Taylan, cip şoförü ama arkadaş (Allah rahmet eylesin) harcıalem Erol. Biz yaylada o küçük kulübede Ece Amca hariç, rakı, esrar ne bulursak içerdik. Sohbet çok derindi ama. Ece Amca o sıralar hepimizi seviyordu; her sabah cipin aynasında traş olurdu. Biz onun bu medeni halini çok severdik… Giyinmesine kuşanmasına pek dikkat etmezdi ama. Ceketinin altına bir eşofman üstü giydiği zaman, "Bu de ne Ece Amca" diye sorardım, "Sana ne" derdi.

Aslında kayınvalidemle anlaşmıştık. Onun Gerze’de çok güzel Ece Amca’yı rahat ettirecek bir evi vardı. Soba yakacak, yemek yapacak kadın da ayarlamıştık. Ama önce Ordu’yu, sonra da Foça’yı gördükten sonra oradan vazgeçti. Foça’ya yerleşmeye karar verdi. Güzel bir pansiyon bulduk. Daktilosu, bir küçük valiz eşyası, en önemlisi bir kaç defteri vardı, içinde neler neler olan… O zamanlar bir dergide çalışıyordum. Benden Ece Ayhan röportajı istediler. Açtım telefon, randevu aldım. Gittiğimde her şeyini pansiyona bırakıp kaçmıştı. Susurluk olayı tazeydi; kendisinin de hedef olduğunu düşünüyor ve hedef aracı olarak benim kullanıldığıma vehmediyordu. Sonradan öğrendim. Ama kaçtığı yerde onu buldum. Mülkiyeliler Birliği’nin lokalinde eski tanışlarıyla oturuyordu. Beni görünce, o zamanki İzmir valisi, mülkiyeden arkadaşı birini çağırmak için bağırmaya başladı. O akşam onunla bu gerginliğe rağmen, oturduk, yumuşadık, ertesi gün için randevu aldım. Çok yağmur vardı; öyle hatırlıyorum ki şemsiyesiz geldi. Benim de yoktu. Konak Meydanı’ndaki heykelin dibinde buluşacaktı k. Sırılsıklam geldi, ben de öyleydim.

Şartı fotoğraf çekilmemesiydi. Çok gürültülü bir kafeteryada konuştuk. Bana bu konuşma arasında -her şeye rağmen sevgisini açıkladı; şeref duyarım… Bir baktım uzaktan hiç tanımadığım bir çocuk fotoğraşarımızı çekiyor, ödüm koptu ‘Reha bana komplo kurmuş’ diye düşünecek diye… Ama onu görmedi. Ama ben o gürültü arasında bazı şeyleri teypten yanlış duymuşum. Sonradan öğrendim ki bana gücenmiş. Sonra benim çalıştığım yerlere aleyhimde mektuplar yolladı. Ama hepimiz, “Ece Ayhan için helal olsun” dedik. Sonradan onu yakından tanıyan birinden duydum ki, “sevdikleri kişilerden nefret edermiş.” Al bir şeref daha… Ece Ayhan, -kendi hafsalam içinde abartmıyorum Türkiye’nin en önemli şairi demiyorum bilgesidir… Onu ne çok severdim; benim konuşmamamdan şikayet ederdi, halbuki bu kadar geveze olan ben onu dinlerdim… Ordu’da da onu çok sevdiler biliyor musunuz? Ece Ayhan diye birini kimse bilmiyordu ki; ama onu çok sevdiler…Her neyse her neyse…Sonradan onu Foça’ya yerleştirdik, dedim ya…. Her şeyini bırakıp gitti. İtiraf edeyim ki, ben de onun orada kalış masrafını düzenli karşılayamadım; bilmiyorum ama onu sıkıştırdılar mı acaba? Yıllar yıllar geçti. Bir gün birileri bana Ece Ayhan’la, şu ‘nehir röportajı’ türünden bir şeyler önerdi. Oluşacak kitap, mesele dört yüz sayfadan az olmayacaktı. Önce Çanakkale’den aradım; oradan Ahmet Piriştina’nın aracılığıyla, hiç bir sigortası olmamasına rağmen bir huzurevine yerleştirildiğini öğrendim. Orayı aradım. Karşıma adı kendisi gibi ‘Ece’ olan yeğeni çıktı. Amcamın bacısının oğluymuş. Kimsenin sahip çıkmadığı amcama, adını abisinin adı koyan bacısı sahip çıkıyormuş meğerse. Hakkını yemeyelim, oğlu, cenazesine gelmiş, masraşarı karşılamış, hatta galiba bir mezar taşı da yaptırmış. Her neyse her neyse…Genç Ece bana dedi ki: "Yapı Kredi paramızı kesti abi. Burada çorbamızı içiyoruz ama benim sigara alacak bile param yok. Dayım bir şey isterse ona da alamıyorum."Bu durumu tanıdığım bir gazeteye bildirdim. Yapı Kredi’den mi korktular bilemem ben, ama bu kadar önemli bir haberi görmediler. Ece Ayhan’ın bütün kitapları orada yeniden basılıyordu. Ha, çok mu satıyordu, hayır. Ama bu başka bir şey değil mi? Hiç unutmam, Ece Ayhan bir gün bana demişti ki, "İsviçre’deki tedavi masraşarı mı Ecevit ve birkaç dostum karşıladı." Laf uzuyor farkındayım, bağışlayın. Gene yıllar yıllar sonra, Ece Ayhan’ın kaldığı pansiyona bir dostum gitti. Onun orada olduğunu öğrendiğimde, "Sorar mısın," dedim "Ece Ayhan’ın eşyaları ne oldu?"Pansiyonun sahibi cevap vermiş: "Daktilosunu gazetecilik tahsili yapan bir kıza verdik, gerisini çöpe attık." Meşin bir çanta içinde iki üç parça giysi ve bilemedin en fazla iki "Ece Ayhan Defteri…" Çöpe gidenlerden söz ediyorum size. Pansiyonun parasını gönderemediğim için oldu bunlar.Ali, hani yukarıda sözünü ettiğim, iki kadeh rakı parasına kıyamayıp onları oradan almadı. Foça’da sınıf arkadaşı bir kadın, Ali’nin teyzesiydi, Ece Amca ona telefon etmiş, küçük mülkünü istemiş, o da aldırmamış. Size günlerce namustan, sözden, ahlaktan bahsettim. Bu günah nasıl kaldırılır? Bu harmanda fındık kaldırırken hata yapan Aybastılı bir ameleyi azarlamaya benzemez ki! Temiz olan insanlar yazsın. Kendimi temiz sanırdım. Artık namusuma dokunmadan bir şeyler yapmaya çalışırım. Namusuna çok güvendiğim insanlara, pırıl pırıl gençlere, yıpranmamış ihtiyarlara söz vererek. Belki orada ben de ‘arındığımı’ sanarak bir şeyler yazarım. Hem yazı, biraz kandırma biraz kanma değil midir ki? Ali mi? Hala otobüs bileti ve telefon jetonu için çalışıyor. Ece Amca’dan farkı masraf kalemine rakı eklemesi…/
REHA MAĞDEN 


Kayıp Söz / A.Klonaris / Çev. Doruk Satenay




Kayıp Söz

Bu kez seni canlı ve coşkulu istiyorum

Ne rüyada, ne mecaz aleminde

Yorgun olsan da, gelmen, yanımda olman  yeterlidir,

Yaşlı Cafe’de karşımda oturarak

Düşünde güldüğün gibi gülmeyerek

Ve herhangi bir aşığın bakışını fırlatmayarak,  

Sandalyeni bana yaklaştırmanı,

Kafanı  ve tüm yorgunluğunu omzuma dayamanı istiyorum

Bana, “seni seviyorum”  yerine:

“seni kaybettim, neredesin?” demeni istiyorum.

Şiir: A. Klonaris

Yunanca aslından çeviri: Doruk Satenay

 


Kafka / Çev.Poetic Mind



 
“ Nasıl oluyor da sen hala benden korkmuyor, tiksinmiyor, uzaklaşmıyorsun, ya da buna benzer bir duyguya kapılmıyorsun Milena? Gücün ve ciddiyetinin derin boyutu nerelere varıyor? Ben sana veya bir başkasına “içimde nelerin döndüğünü” açıklayamam. Kendime anlatamadığım şeyi bir başkasına nasıl anlatabilirim? Aslında sorun bu  değil, bu konu çok açık ki: benim çevremde insani bir yaşam olanağı mevcuttur değil. Sen bunu görüyorsun, ama inanmak istemiyorsun. Bana doğru gelirsen büsbütün dibe vuracaksın. Bunu biliyor musun? Aşk, benim gözümde , içimde döndürdüğüm  ve sen olan hançerden ibarettir.” – Kafka / Çev.Poetic Mind

 


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***