Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Neye benzer benzemezliğimiz..// Salih Aydemir




küçük ayrıntılar masalında gerçeğin düştüğü bir kaldırım
bu kaldırımda onlarca yüz yüzlerce ses var
her el kendi parmaklarını sıkar her adım kendi yolunu
tüketir karanlığında


küçük ayrıntılar masalında sözün düştüğü bir yüz
bu yüzde onlarca toz binlerce kir var
her göz kendi sinirlerini tutar her yaş içini
eritir uykularında




küçük ayrıntılar masalında aklın düştüğü bir gerçek
bu gerçekte sözlerce gölge sözcüklerle hayal var
her ışık kendi gölgesini tutar her kan damarını
eskitir akışında


küçük ayrıntılar masalında dudakların üşüdüğü bir sıcaklık
bu sıcaklıkta tonlarca kar dağlarla bakış var
her taş kendi kumunu sıkar her su toprağını
değiştirir renginde


küçük ayrıntılar masalında bedenlerin ıslandığı bir mevsim
bu mevsimde kilometrelerce kumaş iplerle desen var
her ahşap kendi kurdunu yapar her moloz çöplüğünü
çoğaltır ağırlığınca


küçük ayrıntılar masalında insanların sustuğu bir ev
bu evlerde odalarca masalar kapılarla boşluk var
her zil kendi sesini vurur her anahtar kilidini
yoklar açarlığınca


küçük ayrıntılar masalında uykulara dalarım
kaldığım yerden
susarım


felsefenin taşı şiirin suyu olur, güne hazırlanırım

Salih Aydemir









Estetik Etiktir..// Süha Tuğtepe



Şair Süha Tuğtepe’yi 3. göç yıl dönümünde özlemle anarak, defter arşivine emanet ettiği ve hiçbir yerde yayınlanmayan(ilk kez sadece borges defteri’nde yayınlanıyor) “Estetik Etiktir” yazısını tüm Süha Tuğtepe dostlarına, okurlarına gökkubede hoş seda olarak sunuyoruz../
borges defteri





“Estetik Etiktir” dediydi bir zamanlar Can Yücel. Ortalıkta epey tartışıldıktan sonra, “İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düşünür, nasıl düşünürse öyle yaşar.” mealinin, bu “estetik, etiktir”e pek yakıştığını söyleyenler de olmuştu.
Can Baba “has komünist” olmaya çalışanları sever, onlara “Sana acıyorsam anam avradım olsun çocuk!” diye şiirler bile yazdıydı.
Eşber Yağmurdereli, “ Beni terörist ilan edip, yargılayıp, hapse koyan devletin başına geçip, körüm diye beni affetmeye kalkan bir cumhurbaşkanının affını kabul edemem. İyi bir komünist, terörist olarak ilan edilip hapishanelere doldurulan devrimcilerin tamamının af edildiği bir noktada böyle bir affı kabul edebilir.” diye Turgut Özal’ın affını reddedince, Can Baba onun göğsüne başını yaslayarak, fotoğraflar çektirmiş, şiirler yazmıştı.
Böyle durumlarda çok laf icap etmez, örnek yeterince anlatır her şeyi. İşte Can Baba’nın “Estetik etiktir.” dediği şey, yukarıdaki örnekte hissedilendir.
Ortalıkta “Sevgi her şeydir, insanlar birbirini severse, her şey düzelir, dünya güzelleşir.” diye çırpınanlar elbette varlar. Lakin sevmenin ölçüleri var, koşulları var. Kimsenin kalbi çöp kutusu değil. Sevme eylemini başlatan şeyin içinde, “seçicilik” de elbette var. Sevmenin de, sevmemenin de kuşkusuz kendine özgü koşulları, kalbi çöp kutusu olmaktan çıkarıyor. Bunu da herkes bilmiyor; hele “Sevgi her şeydir. İnsanlar birbirini severse her şey düzelir.” diyenler hiç bilmiyor… Sevmek de, sevmemek de koşulsuz olduğunda tuhaf duruyorlar. Hiçbir koşulu olmadan herkesi seven, daima sırıtan mutlu deliler yok değil… Hiçbir koşulu olmadan herkesten nefret eden Neronlar da yeryüzünde her daim bulunur.


Yine uçtuk nerden nereye.


Bir konu benim gibi sözün arkasını tutamayan zalimin eline düşünce, böyle oluyor işte. Can Baba “Sen beyin mamcıklaması olmuşsun!” derdi böyle durumlarda.
“Bu zararlı höcreler,
Yazık,

Benimle birlikte ölecekler!” dediği höcrelerin zararlısı da, yararlısı da eksilerek, beden denen kalburdan düşerek önce bu hale sokup, yetinmeyip can kuşunu uçuruveriyor, insan denen mahlukatın.
Yine de “etik olan estetik”, Can Yücel’in “Amentüsü”.
Cemal Süreya ona “Zekanın iyi niyeti” derdi. Zekanın iyi şiiri demedi. Belki de ince bir eleştiriyi arz etti… Cemal Aga bu, dediğinin birçok anlamı olmazsa onu “demeden” saymazdı. Abdülkadir Bulut için de “Kasabalı Lorka!” derdi. “Oğlum kurtul artık şu kasabadan, içine düştüğün şehre bir bak !” der gibi eleştiriyor mu, yoksa övüyor mu pek bilinmezdi.


Bir gün, akşam üstü vakti, güzel bir şairenin “Boncuk” veya “Damla” gibi adları olan yayınevlerinden birinin yayınlayacağı şiir kitabı hakkında, arka kapağa konacak övücü bir yazıyı döktürürken, Cağaloğlu tepesindeki Gazeteciler Cemiyeti Lokalinde denk düşmüş, bu tarihi olaya tanık olmuştuk. Şaire, “Erişir menzil-i maksuduna aheste giden!” timsali, meramına kavuştuktan sonra, barda bekleyen zıpkın gibi bir delikanlının refakatinde, tüymüştü. Cemal Baba hüzünlenmiş, rakının kaşına gözüne vurmaya devam ederken ben de o sıralar hapiste açlık grevindeki Nevzat Çelik’e, “grev kırıcılığı” yapmak için edebiyat aleminden toplamaya çalıştığım imzalardan birini üstada attırma emelindeydim. Yanımda bayan gazetecilerden, eli ayağı düzgün bir arkadaşım da olduğundan ve büyük şair ile kendisini oracıkta tanıştırıp, ikimiz birden masaya çöktüğümüzden; benden dolayı değilse bile Cemal Agam gayet mutlu olmuş ve dilekçeyi de okumadan imzalayıvermişti. Gazeteci bayan arkadaş da, sanki öğretmişim gibi “Cemal Abi, gerçekten güzel miydi şairenin şiirleri?” diye damardan girmişti lönk diye konuya. “Görmedin mi, içine deniz düşmüş yalı penceresi gibi kocaman gözleri vardı. Bizimkiler sıçan gözü gibi. Böyle kocaman yalı pencereleri gibi ve içine deniz düşmüş gözler elbette herkesten daha iyi görür ve daha güzel şiirler yazar.” dediydi.


Gazeteci bayan arkadaşı bilmem ama ben hissettim o akşam üstü; Cemal Agam’ın övgüsü ile yergisi koyun koyunaydı.


Cemal Üstad’ın “etik olan estetiği”, içine deniz düşmüş kocaman bir yalı penceresi gibi gözleriyle şiirlerinde endam eden kadınlar mıdır, bilinmez. Lakin şiirlerinde hep hissedilir. Bazen üstadı kışkırttığı gibi, okuru da kışkırtır; bazen de üstadı hüzünlendirdiği gibi okur denen “lazımlığı” da hüzünlendirir. Aksi taktirde “Ölümü bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi.” gibi dizeler yazılabilir mi?


İzmir çukurunda sahibi Cenap kardeşimizin “Miko’nun Yeri” müşterilerin ise “Niko’nun Yeri” dediği bir meyhanesi vardır. Can Baba sağlığında İzmir çukuruna düştüğünde, Pakistan’da yatsı namazı okunup, güneş Ege’nin sularına yüz sürdüğünde, işte buraya düşer, masalardan birine lököşe taşı gibi çöker, “şarabın gazabından küllühüm korkmadan” dem tutar idi. Bunu bildikleri gibi, kadir de bilen İzmirliler, işte bu meyhanenin kapı önüne bir Can Baba heykeli oturtmaya karar verip oturturlarken, ben de İzmir çukurunda gezinmekteydim. Duyunca gittim. Üstatların yanı sıra, yazmada ve okumada ne kadar şiir yeteneği fukarası varsa, hepimiz oradaydık. Hatta bazıları konuşma yaparken, diğer bazısı, “Bunun ne işi var kürsüde. Can Yücel’i görse mertek sanırdı. Bu ne zaman Can Baba’nın arkadaşı olmuş ki?” diye konuşma yapanlar arasında ayırımcılık bile yapıyordu. Can Yücel’in masasını sorup, ayırtmak isteyen hayranı bayana Cenap içinden “fesüphanallahlar, neüzübillahlar” çekse de, “müşteridir, ne yapsa yeridir” atalar sözünü hiç unutmadan, “Onun belli masası yoktu hanımefendi, boş bulduğu yere çökerdi.” diye, mızraklı ilmihal gibi açıklamalarda bulunurken, tören bitmiş, Can Baba kitlesi dağılmaya başlamıştı. Ortalık tenhalaşınca büstün sağından baktım, kesmedi solundan baktım; dayanamadım bir de önden göz kırptımsa da, içime sinmedi. Can Baba’dan daha çok Fatih’e benziyordu. Belki de otuzlu yaşlarda böyle görünüyordu, ben nereden bileyim. Güler Hanım’ın çıtı çıkmadığına göre, kuşkusuz öyledir. Yine dayanamayıp, kaidesinin üstüne, büstün çene altı hizasına tükenmez kalemle “Estetik etiktir.” diye yazıverdim.


Süha Tuğtepe


“Hazirandan Ölmek Zor..” // Fatih Yavuz Çiçek



İnsanın varoluşuyla birlikte gerek kendini, gerekse yaşadığı dünyayı, etrafında olup bitenleri anlaması, bedensel varlığını sürdürme çabası hiç kuşkusuz ruhunda var olan yaşama bilincinin ışığıdır. Her insan için dünyevî yaşamdan kopuş olarak adlandırılan yok oluş süreci, yani tensel varlığın sonlu olma durumu ise ilk insanlardan günümüze kadar kabullenilmesi zor bir realite olarak tarih boyunca canlılığını korumuş, insanoğlu ölüm karşısında duygularını yazılı, sözlü anlatımın dışında birbirinden farklı tutum ve davranışların sergilendiği geleneksel matem âdetleriyle de ifade etmiştir. Ölüm acısı karşısında her toplumun kendine has tavırları olduğu gibi, tüm insanlık için ortak olan tavırlar da vardır. Örneğin insanoğlunun ölüm karşısında sergilediği en temel davranış ağlamak ve başına toprak saçmak olmuştur. Nitekim tarihte bilinen en eski epik şiir olarak bilinen Homeros’un “İlyada”sında Akhilleus’un, çok sevdiği arkadaşı Patroklos’un ölümü üzerine ağlayarak kendisini yerden yere attığı ve deniz kıyısında kendinden geçmiş bir hâlde iki eliyle yerden toprak alarak başına döktüğü anlatılır. Yine 10. Osmanlı Padişahı Kanunî’nin ölümünü duyan askerlerin başlarına toprak saçtıklarını da tarihi kayıtlardan biliyoruz. Bunlardan başka; sevilen birinin ölümü üzerine yaka yırtmak, elbiseyi ters giymek, siyah veya gök renkli elbiseler giymek, başa giyilen külahı vs.yi yere vurmak, saç kesmek veya yolmak, taş vs. ile kendine vurarak döğünmek gibi âdetlerin çeşitli yazılı kaynaklara ve ebedî eserlere yansıdığı görülür. İnsanlığın bu en çetin kavramı olan ölüm, “Ölmeden önce ölünüz” kutsî hadisinin işaret ettiği varoluşun bu tasavvufî izahı ile estetik bir anlam kazanır, bu anlamın yorumları retorik aracılığıyla ifade edilir. Sözgelimi, “Ölürse tenler ölür canlar ölesi değil” ya da “Şeb-i Arus” söylemine dönüşür, ölüm korku olmaktan çıkar. Bu arada Varoluşçuluk felsefesinin çözemediği bu denklemi tasavvuf çözmüş müdür? sorusuna cevap bulmak gerekir:“Yunus’a göre bütün varoluşun sırrı ve anlamı ölüm duygusu ve olgusunda yatmaktadır. Bunun için, Yunus, ölümü, J.P.Sartre ve diğer ateist varoluşçuların aksine, her şeyin kendisiyle son bulacağı kötü kader veya inanç olan bir son olarak görmüyor. Varoluşçulara göre, insanın bütün ıstıraplarının ve tasalarının kaynağı ölüm olduğu halde, Yunus için ölüm mutluluğun tâ kendisidir. Yunus ve varoluşçular ölümün insana özünü kazandırdığı görüşünde birleşirlerse de, ölümle kazanılan özün tabiatında ayrılırlar. Yunus’a göre ölüm insana optimist (iyimser) bir öz kazandırdığı halde, özellikle ateist varoluşçulara göre, pesimist (karamsar) bir öz kazandırmaktadır. Bu bakımdan da, Yunus için hayat ne kadar anlamlıysa, varoluşçular için de o kadar anlamsızdır.” Tasavvuf düşünürlerine göre ölüm, bir bitiş, sona eriş değildir, ölümsüzlüğün açıldığı ilk kapıdır; vuslatın ilk gecesi Mevlana’nın “Şeb-i Arus” deyimiyle Düğün Gecesi’dir. Aslında ölüm ten içindir, canlar asla ölmez. Şüphesiz Yunus’un “olası degül” redifinin mutlaklık taşıyan söyleminde, özne’si “mana eri”, yani varlığın özünü, cevherini kavrayan âşıktır. Âşık olmak ise, insanın nefsini öldürerek dünyevî tutkulardan uzaklaşması, yani ölmeden önce ölmesi ile mümkündür. Böylece nefsini öldüren insan, Tanrı aşkına kavuşur, fenâfillah denilen Tanrı varlığında yok olur. Ölüm maddî ten’e aittir ve Tanrı’ya ait olan ruhun bedendeki formu olan “can” asla ölmez.





“Hazirandan Ölmek Zor” Fakat Kelebek Kıvamında Yaşamaktır Aslolan




sokaktayım
 gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”


Yakın dönem Türk şiirinin Toplumcu-Gerçekçi şairlerinden Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “1963'lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976'larda şiire. Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. "El elden üstündür, taa arşa kadar" demiş eskiler.” diyerek anlattığı “Haziranda Ölmek Zor” isimli şiiri 60’lı yılların zorlu siyasi koşullarından, toplumsal olaylara değin yaşanmışlıkların anlatıldığı ve Nâzım Hikmet’in vefatı karşısında o dönemde yürekte hissedilen yoğun duyguların destansı bileşkesidir. Şair bir yerde yaşam çemberinin son aşaması olan ölümün geri döndürülemez gerçekliğini “haziranda ölmek zor” dizesiyle anlamlandırır ki bu dize okurlara hayatın sınırlılığını ve ölümün soğuk yüzüyle mevsimlerin en güzelinde yüzleşmenin acısını duyumsatır. Çünkü Haziran ilkyazdır. Gülten Akın’ın “ah kimselerin vakti yok/durup ince şeyleri anlamaya” dediği, insanın içinde yaşama sevincini uyandıran nice inceliklerin bulunduğu, fıkır fıkır canlı ve yaşamaya doyulmayan bir aydır. Goethe’nin “Yaşamaya zaman ayırın, zira zaman bunun için yaratılmıştır” sözünü anımsayalım. Kış bitmiş, ağaçlar çiçeklenmiş, maviyle yeşil kol kola sarmaş dolaş birbirine karışmış, kıyı kesimlerinde denizden iyot kokuları hissedilmeye başlamış, havalar iyice ısınmıştır. Böyle bir zamanda yaşamayı kim istemez. Nitekim Mehmet Akif Ersoy’un da “Bir ebedî sel ki zamandır adı/Haydi katıl sen de o coşkun sele” diye ifade ettiği zaman dilimi belki de işte Hazirandaki bu zamandır. İlkyazın şairle, şiirle aynı koordinatlarda buluştuğu, zariflik ve inceliğin kelebek kıvamında yaşandığı düzlemin adıdır Haziran. Fakat ölüm; yaşamaya hangi zamanı ayırırsak ayıralım söz ve mekân dinlemiyor. Genç, yaşlı, zengin, yoksul, şair, yazar diyerek kimseye ayırım yapmıyor. Edebiyat ajandalara baktığımızda Ahmed Arif, Ahmet Haşim, Ahmet Muhip Dıranas, Alâeddin Özdenören, Cahit Irgat, Cahit Kulebi, Cahit Zarifoğlu, Hasan İzzet Dinamo, İlhami Çiçek, Nâzım Hikmet, Tahsin Saraç’ın Haziran’da vefat eden şairler olduğunu görüyor. Bu isimlerin hepsinin de Türk şiirinde ayrı bir yeri olduğu kuşkusuzdur ancak bir dönem memleketim Kırıkkale’de, 1978-1980 yılları arasında üç yıl Edebiyat Öğretmenliği yapan İlhami Çiçek’i ayrıca anmadan geçmek istemiyorum.İlhami Çiçek hayatı kelebek kıvamında yaşayan şairlerdendir. Kısa süren ömrüne “Satranç Dersleri” isimli unutulmaz ve kült olmuş bir şiir kitabı sığdıran Çiçek için Nuri Pakdil’in ifade ettiği “Şiir Sandığı” tespiti çok doğru bir değerlendirmedir. İlhami Çiçek; tarih bilinciyle yaşadığı çağdan kuşkuludur, hüzünlüdür ve her usta şair gibi ince ruhludur. Çünkü “Sığ ve anlamsız ilişkilerden sürekli rahatsızlık duyar.” Satranç Dersleri isimli uzun şiirin VII. Bölümünde “o yıllar bir ressam tanırdım/gök çizemezdi/yüksek evler yapardı yitik kadın yüzleri” diyerek başladığı dizelerde doğayı ve insan hayatını betimlerken, kelimelerle âdeta empresyonist bir tablo çizer.
Yayımlanmamış söyleşisinde şöyle der “Şiirin insana ulaşması, onu kalbinden kavraması da buna bağlı. Yoksa kör olur gözleri şiirin. Bir yaşantıdır, ‘bir ince akım’ı yaşamlaştırmanın uzun serüvenidir şiir. Bir ’akım’; yüzeye pek yansımayan derinlerden süren bir dalga; insanı yakan, estiren, kıpırdatan bir şey… Nuri Pakdil şöyle der Biat II’ de: “Şiir ancak ‘tarihi yonta yonta’ bir akımı geçirmeye başlar. Bunu yapmak istedim ben de, ‘Satranç Dersleri’ dizi şiirinde.” İlhami Çiçek belirttiği ince akımı “doğru akıma”, hatta doğru akımın içinde yonttuğu bilinçle II. Yeniye alternatif olacak bir şiir geliştirmeyi başarmış, son yüzyılın en iyi şairlerinden biri olmuştur.
Haziran da ölmek mi zor? Yaşamak mı? Bu sorunun yanıtını Cemal Süreya’nın “Her ölüm erkendir” dizesiyle örtüştürerek son sözü yine İlhami Çiçek’e bırakalım.


Sabır olmasaydı yeryüzünde bir gün kalınabilir miydi”?
Ya da,
“İnsan azar azar kopmuştur




Fatih Yavuz Çiçek


Kaynaklar :


*Haziranda Ölmek Zor/Hasan Hüseyin Korkmazgil
Ölüme Karşı Tavır Almanın Estetiği/Prof Dr. İlhan Genç
Acıyı Bal Eylemek. Türk Edebiyatında Mersiye/Prof. Dr. Mustafa İsen
Göğekin İlhami Çiçek’in Anısına/Hüseyin Cahid Doğan






PEN Türkiye Uluslararası Öykü Ödülü Etiyopyalı yazar Aschalew Kebede'ye



2012 PEN Türkiye Uluslararası Öykü Ödülü'nü Etiyopyalı yazar Aschalew Kebede'ye sunduğumuzu açıklamaktan kıvanç duyuyoruz. 29 Haziran 1971'de doğan Aschalew Kebede öykü, roman ve makale yazarı; Almancadan öyküler çevirileri yapıyor, seminerler veriyor. Kebede eserleri için şükran ifadesi olduğunu belirttiğimiz ödül ile ilgili iletimize karşılık şöyle yazdı: "Bu ödülü almak benim için büyük bir şeref ve mutluluk. Kültürümde şöyle bir deyiş var: 'İnsan, en çok, çocuğu hararetle selamlanınca sevinir.' Dünyada daha iyi bir şey var mı? Size teşekkür ederim, PEN Türkiye."
İnsanlığın ortak atalarının 3 milyon yıl önce Etiyopya'da bulunduğuna dair veriler var. Ayrıca 4500 yıl önce hazırlanan ve sonra geliştirilen Etiyopya alfabesi dünyanın en eski alfabelerinden. 82 milyon nüfuslu bu federal cumhuriyette 83 dil ve 200 lehçe konuşuluyor. ("Habeşistan" kelimesi "Köleler Ülkesi" demek olduğundan kullanılmıyor.) Başkent Addis Ababa'nın resmî dil Amharca'daki anlamı "Yeni Çiçek". Etiyopya PEN Merkezi 2008'de PEN Bogota Kongresi'nde doğdu -Temsilciler Meclisi tarafından resmen onaylandı. Edebiyat ve ifade özgürlüğü alanlarında pek çok zorluğa rağmen örnek çalışmalar yapıyor, ülkedeki bütün dillerdeki edebî eserlerin dünyaya tanıtılmasını amaçlıyor.
Pazarlama kaygı ve öncelikleri bazı nitelikli edebî eserlerin okurla buluşmasına engel olabiliyor. PEN Türkiye Merkezi olarak bu tür ödüllerin daha âdil bir edebiyat dünyasına yol açacağını umuyoruz.
Prof. Dr. Aysu Erden başkanlığındaki Çeviri ve Dil Hakları Komitesi'nin ön araştırması ve Etiyopya PEN Yönetim Kurulu'nun katkısıyla yaptığımız seçimin Etiyopya edebiyatının Türkiye'de ve gezegenin başka yerlerinde daha iyi tanınması ve PEN merkezleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi bakımından yararlı olmasını dileriz. Nitekim Etiyopya PEN Başkanı Solomon Hailemariam Dede Korkut adına sunulan bu ödülün PEN merkezlerinin dayanışmasını güçlendirici bulduğunu belirtti. Laik ve demokratik bir dünyada özgür edebiyat dileğimizle.


PEN Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu


Suskun Tresa..// A. Ahıska



“Eğer istemek için bir “şey” varsa

 Özlem için de bir şey var
Eğer özlem için bir “şey” varsa
Anımsamak için de bir şey var
Eğer anımsadığın bir şey varsa
Özlemek için bir “şey” yok demek
Eğer özlem için bir şey yoksa
İstemeye yönelik hiçbir şeyin yok artık..”


Şiir: Vera Pavlova
Rusça'dan Çev. A.Ahıska






Avrupa kupası bugünlerde spor dünyasının birinci gündem maddesidir, ben futbolu sadece Arjantin Milli takımının ruhunda sevdim, Avrupa takımları ilgimi çekmedi, çekmez, kaldı ki dört yılda bir izlerim olan biteni. Bugünlerde yine böyle bir gündemin arasında Polonya adını sık duymaya başladık. Bu yazıyı bana yazdıran şey spor merakı değil, hele ki artık devasa bir endüstriye dönüşmüş bir alanla ne ilgim olabilir ki? Benim için bir ülke adı neyi, hangi göndermeleri çağrıştırıyorsa ona bakarım. Gördüğünüz fotoğraf Tresa adlı , 8 yaşındaki Polonyalı kız çocuğunun fotoğrafıdır. 1949 yılında çekilmiş. Birileri ondan yıkıcı savaş öncesinde yaşadığı evi çizmesini ister, zihninde ne kaldıysa onu aktarması gerekiyor, kim, nasıl böyle bir şey ister veya istemiş olabilir ki ? Bu konu bana göre tartışmaya değer, çünkü böylesine dehşet bir faciayı ve travmayı bu küçük kızın zihninde tekrar kurcalamanın boyutu önemlidir. Bana sorarsanız eğer, facia hep ellerde görüler, gözler unutur derim. Şu Fotoğraf, belki de sanat tarihinde “facia” sözcüğünü tanımlayacak ender işlerden biridir. Onca film, belge, fotoğraf ve II.Dünya Savaşı faciası, geride kalanlar, arşivler, öyküler, romanlar, şiirler, şunlar, bunlar, hiçbirisi Tresa’nın yaşadığı evi ona anımsatamaz. Onun zihnindeki “yaşadığı ev” işte bu birbirine geçmiş çizgiler, dehşet bir düğümler yumağı, içinden çıkılamaz bir “durum”. Facianın çizgeleri, sınırlarıdır gördüğümüz çizimler. Yüzündeki şaşkınlık ve hayret sanki “pardon kim, ne için çekiyor fotoğrafımı” der gibi. Bilmiyorum, belki bugün birisi benden kendi yaşadığın evi çiz derse, işte Tresa’nın eliyle çizerdim belki de, çünkü içinde yaşadığımız “devran” da öyle iç açıcı “şeyler” barındırmıyor. Kusurlu bir çağda, tümden kusurlu yaşam koşullarında Avrupa yine hop oturuyor hop kalkıyor bugünlerde. Tresa o gecikmiş  vicdanı  mı geri çağırıyor? Hiç sanmıyorum, bu kadar facia ve trajediyi iliklerinde yaşamış bir Avrupa hala Sam Amcanın perişan kuyruğudur ve Ortadoğu halklarına Tresa travması yaşatmada hep ön saflarda koşuyorlar. Öyle her facia bir öncekini terbiye eder diye de bir absürt durum yok. Ben sadece şu fotoğrafa ve küçük, masum Tresa’nın ürkek yüzüne baktıkça kalbimin keder bahçesi olduğuyla kalıyorum. Suskun Tresa.


A. Ahıska


"SON KİŞOT" UN ANISINA../ Poetic Mind



Ne şiirinin arkasında ne de önünde yer edindi , o şiirin ta kendisi idi! Yeryüzü şiir atlasında kimi şairler vardır ki hep böyle anılacaklar. Kısa bir yaşam ve doludizgin ve sonsuz bir şiir evrenini içinde barındıran şair. Dünsüz, yarınsız, hatta “bugünsüz” yaşamak her varoluşun haddi değil, ancak onun gibi bir söz seyyahı yüzünü çirkin devrana çevirerek “katlimize sebep suçumuz” diyebilirdi. Aşkı bir “yüz kitabı” olarak algılamak ona göre bir hesap meselesi de değildi, sevdiği kadının(Rodos) ardından sadece 9 ay yaşayabildi ki son 3-4 ayı ağır hastalık ve derin bir yalnızlık, kimsesizlikle geçti, elinden tuttuğu, kapısına koştuğu, sağlığında dergisinde şiir yayınlatmak için cümle eyyam yok olmuş, buhar olmuştu bir anda, Antalya’daki tek dostu ve sırdaşı onun yanındaydı. Olmayan bir maddi varlığın tamamı nasıl şiire yatırılır sorusunun da yanıtı onunla beraber gitti. Lambasında asılı Aurelia yarası ve imgelerin Azrail’i sürgün zevk, gülen gözlerinde yıldız şöleni ve gitmeye hazır bir çift kanat, yine kan at olan şiirin titreşen zihninde. Son Kişot şiir dergisinin son sayısını koşar adım ve kan ter içinde dağıtım noktalarına yetiştirirken o garip akşam üstü bu sözler dökülmüştü dudağından: “Kanayan şiir mi? Yoksa bu çağ mı? Ben hiç mi hiç yabancısı olmadığım bu notaları ezberden biliyorum”.. ve her ne kadar “Buradayım şimdi; ahh, sözüm söz! Bu son!

-Söz size!” desen bile, işte yine hasret ve yine senin ve Rodos’un prıl prıl gözleri ışıldıyor yakınlardan-uzaklardan. Senden sonra seni anmak ve adının önünde bir saygı halesi olarak yaratılan “Kirpi Şiir Dergisi” altı kez gökyüzünü selamladı, umarız ki yolculuğu tamamen kesintiye uğramaz ve devam eder..


POETIC MIND


UTANGAÇ KALBİM / Cenk Koyuncu


O. Alkaya'ya


Bak bu gece bitmezse ölüm gelir uçurumun başına
yürek söken heybetli edasıyla şu utangaç kalbimde
aşklarımı bahane edemem, aşklarım adamcasına
sözüm geçmez artık içimden gideni götüren Azrail'e Dünyalının işi ölümlü olmak, zaman nedensiz bir bahane
suça çekiliyor gel-gitim, kendine doğru ve içeriye tırmanıyor
devrimlerden silkindi arkadaşlarım artık sosyalizm şahane
bir bir kırıldı eski umutlar ; şimdi herkes şiirden saklanıyor!


Atlaslar değişti, atlasım postal izleriyle dolu bir Anadolu
kıvrıldım dizlerime doğru yeni bir ses için inledim
sessiz herkesin devrimi kimsesizdi, orada yalnız kaldı insanoğlu
kahraman kalktı sözlüklerden, sahi çok özledim neredesiniz?


.Altı-yedi Eylül'dü, Orhan'ı aradım ; ağlıyordu!...




HEPİNİZ BANA YABANCISINIZ.. // Bayram Balcı




KAFKA'DAN MEKTUPLAR

HEPİNİZ BANA YABANCISINIZ...



Kafka, benim en ZAYIF yanımdır. Şu koca İstanbul şehrinde kendimi sıkıştırılmış, dışlanmış ve acılı olarak duyumsamamın elbette derinlerde kalmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir gücü vardır.



Kafka, kendine yönelik yoğun gözlemleri sonucu, ZAYIF yanını yazınsal gücünün temel kaynağı olarak saptamıştı. Geçen hafta Prag'dan postaya verdiği üçüncü mektubunda -ki bu sabah okula gitmek üzere evden çıktığımda posta kutumda buldum- şöyle yazıyordu; "Bildiğim kadarıyla, yaşam için gerekli koşulların hiçbirini beraberimde getirmiş değilim. Yalnızca insana özgü genel zayıflığın taşıyıcısıyım. Bu zayıflık sayesinde yaşadığım dönemin bana zaten çok yakın olan, savaşmak değil belli ölçüde temsil etmek hakkına sahip bulunduğum olumsuz yanını olanca gücümle özümsedim. Gerek kapsamı dar olan olumlu'daki, gerekse artık olumlu'ya dönüşmenin sınırına varacak boyutlar almış olumsuz'daki payı, kalıtım yoluyla elde etmiş değilim..."


Kafka'nın ZAYIFLIĞI, mutlak bir savunmasızlık, en ufak baskı karşısında yenik düşme korkusudur; ardından, gün ışığının görülebileceği incecik bir zar gibidir, bu korku... "Bu testi daha suyoluna varmazdan önce kırılmıştı..." diye yazması, benim İstanbul kentindeki mutlak savunmasızlığımı ve korkumu da yansıtıyor adeta.


Kafka'nın bir sarmaşık gibi uzamış olan hasta bedeni, herhangi bir 'aşırılık' karşısında sürekli savunma konumundadır. Bu savunma durumu, varlığını sürdürme içgüdüsüdür. Ki ben de her zaman şehre -İstanbul'a- indiğimde, kendimi hep içgüdüsel olarak bir savunma durumunda yakalıyorum. Belki bu İstanbul'a karşı, kendi varlığımı sürdürme içgüdüsüdür. Şehir, tüm karmaşıklıklarıyla yok edici bir cenderedir çünkü. Korkutucu devasalığı İstanbul'un her türlü özveriyi bir zayıflığa dönüştürüyor ve kolay harcanıyor insan.


Kafka, kendisi konusunda tutumlu ve esirgeyici davranmıştır hep. Gücünü düşünülemeyecek kadar çok aştığını sezdiği zamanlarda her şeyden özveride bulunmuştur. Onun güvenlik altında olmaya ve ana kucağına duyduğu özlem, bedeninin zayıflığından kaynaklanır. İstanbul karşısında insanın ne kadar zayıf olduğunu sezgisel olarak kavradığımdan, Kafka gibi ana kucağına değil belki ama, alkolün kucağına attım kendimi. Ama Kafka'nın yazınsal üretime olan tutkusu bedeninin zayıflığından daha güçlüdür. Benimse alkol tutkum şehre karşı zayıflığımdan daha güçlü.


Kafka şöyle diyor mektubunda; "Yazma eyleminin, yaradılışımın en verimli yönü olduğu ortaya çıktığında, tüm gücüm bu noktada odaklaştı ve cinselliğin zevklerine, yemeye, içmeye, felsefi düşünmeye, özellikle müziğe yönelir tüm yeteneklerimi ortada bıraktı. Bu yanlarımın tümünde zayıf düştüm. Bu da zorunluydu, çünkü sahip olduğum tek, tek güçler bir bütün olarak o denli azdı ki, ancak hepsi bir araya geldiklerinde yazma amacına biraz olsun hizmet edebilirdi..."

Üniversiteye başladığım yıllarda yazar olmak hayalleri kuruyordum. Edebiyat Fakültesi'ni kazanmama babam pek sevinmemişti ama, benim içim içime sığmıyordu. Babam ise, kendisinin dekanlık yaptığı üniversitede okuyacak olmamdan avuntu duyuyordu tabii ki. Yıllar, tatlı hayallerimi tersine çevirecek acımasızlıkla akıp gitti işte. Bir yazar olamadım ama, üniversitede bölüm başkanıydım. Acı ile bağırarak savurdum mektubu odanın ortasına.


Kafka'nın bu denli duyarlı olan organizması, trajik kararlar verebilecek kadar da güçlüdür ve karmaşalıkla örgülenmiş hayatın baskısı karşısında insan her zaman trajik kararlar vermekle yüz yüze kalıyor. Peki ya ben? Hep kaçtım. Artık her gün bir jilet yarası çiziktirsem de İstanbul'un bileklerine, biliyorum nafile bir çaba benimkisi...


Dün derste yaratıcı yazarlık ile ilgili konuşurken, beni bile şaşırtan şu cümleler döküldü dilimden; "Çoğu yazar, çalışma sürecini, aşırı enerji harcamaktan kaçınarak, her gün belli bir bölüm tamamlayabilecekleri bir akışa dönüştürebiliyor; başka bazı yazarlar ise ancak iç gerilimlerini bir doruk noktasına vardırarak, her türlü ölçünün dışına çıktıklarında üretebiliyorlar... İç gerilimin doruk noktasına ulaşması, her türlü ölçünün dışına çıkmak; o yazarı hep anlaşılmaz kılmıştır." Yaşadığımız çağda ve bu ülkenin bu zorba kentinde -İstanbul'da- genel geçer insan ilişkileri ölçüsünde bu anlaşılmaz kılınma zorunlu bir yalnızlığı da peşi sıra sürükleyip, kapıma dayıyor işte. Sonuçta insan ilişkileri zayıf ya da hemen her gün karşılaştığım bir eleştiri olarak, insanlarla ilişki kurmakta başarısız olduğum şeklinde anlaşılıyor bende ki, iç gerilimin bu doruk noktası.


Kafka da iç gerilimi doruk noktasına ulaştığında yazabilen bir yazardır. Bu yüzden bir kez daha odanın ortasına savurdum mektubuna dönüyorum: "...Örneğin Yargı adlı öykümü akşamın onu, sabahın altısı arasında bir solukta yazdım. Öykünün önümde gelişmesi, bir suda ilerler gibi ilerleyişim, hem korkunç bir çaba, hem de mutluluk. Bu gece sırtımda bir kaç kez ağırlığını taşıdım... İnsan ancak böyle yazabilir, bedenini ve ruhunu bu denli bütünüyle adadığında..."


Ah... sevgili dostum Kafka, kim anlar, senin bir solukta yazmandaki, gizli erdemleri. Bir suda ilerlemek gibi harcadığın korkunç çaban, sonunda seni, insansızlığa sürüklüyor işte. "Coşku anını ne denli özlersem özleyeyim, o an karşısında özlemden çok korku duyuyorum..." Ama işte yukarda mektuptan aldığım satırlardan da anlaşılacağı gibi, Kafka, ancak böyle korkulu anlarında yazabiliyor. O an gelip çattığında dağarcığı o denli zenginleşiyor ki, özveride bulunmak zorunda kalıyor. Yani kendi deyimiyle önündeki akıntıdan bir şeyleri gözü kapalı alıyor, öyle önüne ne gelirse, el attıkça, o zaman bu aldıklarını düşünerek yazmaya başlayınca eski dağarcığı zenginliğini yansıtmaya yetmiyor, bu nedenle kötü ve insanı tedirgin edici bir nitelik alıyor varlığı. Kafka, yazın çalışmalarının bedelini dayanılması neredeyse olanaksız baş ağrılarıyla, uykusuzluk, bitkinlik ve kendini yıkıma götürmekle ödüyor. "Yapamıyorum, kendi yaşamımın saldırısına, kendi kişiliğimden kaynaklanan istemlere yaşın ve zamanın uykusuzluğa, deliliğin sınırına varmaya dayanamıyorum..." Evet, Kafka bütün bunları yalnız başına taşıyabilecek güçte olan biri değildi. Hem ben kendimden biliyorum; ya da kaç kişi hayatın saldırısına ve kendi istemlerine karşın deliliğin sınırlarında dolaşmaya dayanabilir ki...
Ama, yazmanın dışında yararlı hiçbir şey öğrenmemiş oluşu ve -buna bağlı olarak- kendini bedensel bakımdan da yıkıma sürükleyişinin ardında bir amaç yatıyordu elbette. Yılların akışı içinde benim de kendimi Kafka gibi sistemli biçimde yıkıma götürmüş oluşum, gerçekten şaşırtıcı; her şey bir barajın ağırdan çöküşü gibi sanki. Ama tümüyle amaçlı bir eylem var ortada. Kafka da yaşamın ve her türlü kişisel mutluluğun karşısında seçimini bilinçli olarak sanata ve kendini yıkıma götürmekten yana yaptı. Dehasına uygun yazabilmek için gerilimli konumu gereksinmesi, büyük olasılıkla Kafka'nın yazarlığın doruklarına çıkmasına sebep oldu.
Kafka hemen her mektubunda olduğu gibi bu sabahki mektubunda da yine kendine yönelik acımalarla, yakınmalarla, zayıflığın kendisine acı çektirmesinden söz ediyor. Ama onun bütün bu yakınmalarının ardından bir yaşam dolusu kahramanlık, vurgulanan yetersizliğin ardında ise yıkıntılar, sanat yapıtına kaynaklık etsin diye kendini yıkıma götürmüş bir insanın büyüklüğü gizli.
Kafka, toplumdaki çürümenin, günün bürokratında yarının saldırganının ve celladının tohumlarını gördü ve yıkımın kokusunu aldı. Çünkü onun bireysel konumu ile toplumsal konumu arasındaki koşutluk ve toplumdaki olumsuzluk, belirgin biçimde ortada görülüyor. Onun en temel yaşantısı YABANCILIK, dışlanmışlık, kendi kendine sürgün edilmişlik. Benim bu İstanbul kentindeki durumumu da ortaya koyuyor. Gunther Anders, Kafka ile ilgili bir çalışmasında şöyle diyor: "Kafka bir Yahudi olarak tümüyle Hıristiyan dünyasının insanı değildi. Yahudiliğini umursayan -ki gerçekte umursamıyordu- bir Yahudi olarak tümüyle Yahudilerden sayılmazdı. Almanca konuşan biri olarak tam anlamı ile Çek insanı değildir. Almanca konuşan bir Yahudi olması nedeniyle tam anlamıyla Bohemyalı bir Alman olduğu da söylemezdi. Bohemyalı olması, tam anlamıyla Avusturyalı olmasını önlüyordu. Sosyal sigorta memuru olarak (da) tam burjuva değildi. Bir burjuva ailesinin oğlu olarak tümüyle emekçi sınıfına (da) girmiyordu; ama büro insanı da değildi, çünkü yazar olduğunu duyumsuyordu. Gel gelelim bir yazar da değildi, çünkü gücünü ailesi uğruna harcıyordu. Oysa aile çevresinde de bir yabancı gibi yaşıyordu."


Okul biter bitmez annem ve babam bana evlenmem konusunda baskı yapmaya başlamıştı. Sonunda annemin beğendiği ve kolejden beri birlikte okuduğumuz Aylin ile evlendim; Aylin'in ailesi ile benim ailem arasında yıllardır devam eden bir dostluk olduğu için de evlenmemize kimse itiraz etmedi. Evlilik törenimiz ise oldukça görkemli olmuştu diyebilirim. Balayına Paris'e gitmiştik; ama ben nedense daha ilk günlerde Aylin ile hayata çok başka noktalardan baktığımızı anlamıştım ve bir hafta kaldığımız Paris'ten sonra gittiğimiz Arjantin'de Boines Aires'te dolaşırken tesadüfen aldığım bir Borges kitabının daha ilk sayfalarında; anladım ki; evlilik bana göre değildi. Şimdi anneme öyle çok kızıyorum ki; beni Aylin ile evlenmeye zorladığı için. Her ikimizin de hayatını zehir ettin anne. Kafka annesine "hepiniz bana yabancısınız" diye yazmıştı bir keresinde. Şimdi ailemin neden bana yabancı olduğunu daha iyi anlıyorum. Evet anne; Hepiniz bana yabancısınız.

Bayram Balcı



IV. Şiirler: Langroodi..// Çev. Poetic Mind & B.D



I.



Geç geldin ey Musa
Mucizeler devri sona erdi
Bastonunu Charlie Chaplin’e hediye et ki
biraz gülelim.




II.


Rüzgar esintisiyle gittin
Sevinçliydiniz
Hem sen
hem:
Tesadüfen ağaç dallarının
gölgesi arasından geçen o
muğlak avcı.




III.


Ölüm işaret ederek sadece sorar:
Hangisi?
Ve biz şaşkınca, lal, birbirimizin yüzüne bakar dururuz
Sorar: hangisi?
Ve alır sizi bir küfenin içine koyar,
Uzaklaşır.,




IV.


Ne toplantılar,
Ne ödüller
Ne de senin diline şifa veren o kutsal ad
tümü yararsız,
sonunda ölüm gelir
çünkü onun tüm bilgisi:
Senin adından ibarettir.


Şiirler: Langroodi
Türkçe çev: Poetic Mind & B.D






Bizim Tarihimiz içinde ağlayan bir çayır..// Aytuna Tosunoğlu


Defter yazarlarından Aytuna Tosunoğlu, Teo Angelopulos'un yönettiği ve senaryosunu Guerra ve Markaris'le ortaklaşa kaleme aldığı "Ağlayan Çayır" üzerine bir değerlendirme yazısı, Borges Defteri e*mag: 3. sayısının içeriğini oluşturuyor:


e*mag no: 3 Download link:
  Borges Defteri E-Mag'ı:(Ağlayan Çayır../ Aytuna Tosunoğlu) okuyucunuza veya arşivinize 1 dakikadan kısa bir sürede indirebilirsiniz.
Link:
(ağlayan çayır) Download By MediaFire 250 kbps-1MB


YAŞAM BİLGİSİ Şiirleri..// Naime Erlaçin



Yazarken bilgi kavramıyla iç içeydik hep. Sıkça ondan söz ediyor, bir referans noktası gibi bilgiden hareket ediyor ve her zaman bilgiye geri dönüyorduk. Özellikle şiir bilgisi vazgeçilmezdi. Sonra düşünmeye başladım. Duygusuz bilgi ne denli eksikse bilgisiz duygu da o denli eksikti. Yalnızca şiir bilgisiyle değil, yaşam bilgisiyle de yazıyorduk. Bilgiyi duyguyla kucaklıyor; onunla kâh yüzleşiyor, kâh kendi poetik dilimizle açımlamaya çalışıyor, hatta akıl odalarımızda biriken bilgiyi yeri geldiğinde sorguluyor, bazen öfkeleniyor, isyanımızı haykırıyor, böylece şiirde kendiliğimizi oluşturuyorduk



O halde şiir bilgisi aynı zamanda yaşam bilgisiydi.
Diğer bir deyişle, yaşamdan süzülendi.
Bu dosya işte bu farkındalığın ürünüdür.




KİMLİK BİLGİSİ


kimliği lağvedilmiş
sömürgede dolaştık biraz






gidilmeyen yollar
geri dönülmeyenler
kafa karıştırır hep


gittik işte!


adı konulmamış şiirlerden
adını yitirmişlere


kendine çekilmek mi bu
kendinden çekilmek mi?


nereden bilecektik ki uzardı boyumuz
adımızı bulurduk
toza bulandıkça yolumuz






SOKAK BİLGİSİ


bir çılgının spermiyle
döllendiğini sanıyor şair


hikâye
Beckettvari ironi


tene dokunan çığlık
ne çok benziyor
martı sesine!


Bunuel kadınları
pazara çıkmış diyorlar
gerçeği anlatıyor sarsıcı tezgâh
dünya mutant
dünya Pinochet


‘ben bir başkasıdır’ diyordu şair
metelik atıyor şimdi
sokak aralarında
etten ete


ayrı düştüğünü varsayıyor kendinden
unuttuğunu
hayata su vermeyi


ne desek yalan biraz
ne desek
ters yönde aklımız


insana dair bir manga ağıt geçiyor bu sokaktan






ÖFKE BİLGİSİ

siz
karanfili bile yersiniz
kedinize katık ederek!


isyankâr dilimin koyaklarında
delik açtım kalbime
bir oyuk


öfkemi döktüm içeri


anarşist söylemlerle dağlandınız
anlamadınız
hem de hiç


çoklu yüzünüzde yırtıldı
bekâret zarınız


sınırımızdan sinsice sızan
suçunu kusarken yutmakta olan
ayıptınız


us’la mitos arası lâkin
bir bilgiyle ağırlandınız
bağışlandınız


lanet olsun!
öyle sandınız




NÂR BİLGİSİ (GÖKNÂR)






buradan
hep giyinik geçti zaman


göz bağı
diz bağı
ve nasırlı elleriyle


havada
bir gölge oyunu
hangi saydam koyaklara
bıraktı yağmurunu bilmem


kim tutardı şemsiyeyi
yoktuk orada!


vergisi ödenmiş rüyalarla
bilinmeze doğru yürümek
çözmekti geçmişin buzunu
geleceği ısıtsın diye


sırtı üşürdü hızlı gidenin
kan bağıyla semirtti dayancını
sayıma girmedi kanadı kırık kuşlar
koca bir dağ
çıplak ve öksüz şimdi

zaman
kök dedi nâr'a
biz gök


üvez asmayı seçti
biz amber kokusunu
günlük ağacında






ÖLÜM BİLGİSİ


hayatı kılıçtan geçiren biri
ehramların ışıkla söz kestiğini
unutur defterinde


işte acının döllendiği devasa yıkım
işte yarı diri olarak
atladığımız çukur


kimin cesedi uzun ömürlü
kim dik durur rüzgâra karşı
o kalır geride


özden savrulan ateşle ağırlanır
iç güveyliği ile halleşen imge




yerin kalbinde gizli
kirli-temiz elleri hayatın
yürek ister
yaşayan bir ölüye dokunmak
sınanır papirüs etten sıyrıldığı gün
sınanır şairin vurulduğu yerde
şakımakta olan anlak


doğmayanlar
ve hiç ölmeyenler kentinde
defnedilmiş bir tabutu izinsiz açar gibi






GİZİLGÜÇ BİLGİSİ


bir çift kanat
işaret düşürsün bana


diri saatlerde
biraz gölge meselâ


aklımın kapısını çalan güneş
uyanık zamanlar
bilge taşlar
çocuklarını yutan rüzgâr ey!
dişidir dünya


gökyüzü
her yerde kuşların


burada da…


Naime ERLAÇİN






















Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***