Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



HAV(V)A..// ULUS FATİH



Kelâmın ve zamanın, düşünsel eskizlerle yeryüzünü yarattığı çağlarda, dizdarlar ve Allahüekber dağları vardı... Edimlerimiz unutulanın anımsanmasıdır. Günlerce Once meydanında seni bekler, İsa yıldızı ve badem dalı baharların, kırmızı manolyaların avuntusuyla yaşardık. Sonra ilk göz görür, ilk el tutardı. Onlar, hipokampüs ve amigdale, neşe ve etkinlikle yaratılanı, ilkinsi olanı sevdiler… Üç varsa, iki geçerliydi! Ve öngörülerle kesinleme oluşturamaz ama kesinlemelerle öngörüler yaratabilirdik. Zapata, reform için Diaz’a başvurduğunda aldığı yanıt sen kimsin olmuştu, erk el değiştirdiğinde, Zapata’nın köylülere ilk yanıtı, sen kimsin oldu… Karanlık ışığın gizil yüzüdür, cetveller ve pergellerle oyulmuş mağaralarda yaşıyoruz. Fellini siklameni, Paolo menekşesi ve meleğim şeytan söylemi, lazer ışınlarıyla yanan kuşlar ve parçalanan uçak imgesi, anlağımızı darmadağın ediyor.

Güneşin dudağını yılan soktu ve Neptün aşkıyla tanrının sırtını sıvazlayan melek söz kuşunu gene çağırdı ve turuncu töresine gem vururken çiçek gene açıldı… Tavus kuyruğundan yayılan kıvılcımlar, aşkın kinetiği, kanon ve metron, Urartu ve Tuşba, Menua su kanalı, Hendra ve Sars virüsü Toscana ovalarına yayılıyordu. Türeyimsel kuşun bıraktığı nişasta paresi, yağışın etkisiyle oluşan iletkenlik, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nı paralize ediyor. İnsanlar aynalarda kardeşini gördüğünü sanıyor ve kendisini onun adıyla anıyor. Lokal sideral zamana kıstırılmışız... Dostlar, Mevlana’ya giderken yolumu kaybettim, ilk karşıma çıkan kişiye oraya nasıl gidebilirim dedim, şuradan giderek, yüzünü ona dön, o sana gelecektir dedi. Şiir gibi aşkta tanımsızdı. Ve çok sonra bir Moritanya magistresi bildim; suda dalmıyorsam, biri beni seviyor demektir. Ve Kırmızı ve Siyah Stendhal’dir. Kaotiğin şatafatı, ölü toprağı, para ve parti ve tröstlerin buyruğunda ölüp gideceğiz. Hepimiz birer gölgeyiz teyzeciğim, öteki gölgelerin düşlerini kopyalayan. Luristan yöresine gidişimiz, normalist tavırlar ve mekanistik gerçeklerin esiriyiz. Yürekten öpmeler nedir ki...

Yaşam o denli soyutlaşacak, iletişim o denli gelişecek ki, bugünün fantastik ya da fütürist dediğimiz şiiri, geleceğin toplumcu gerçekçi şiiri sayılacak. Ve şiir gerçekte; sonsuzluğa yakarıdır, bunun içindir ki, biz ona yaklaştıkça o bizden uzaklaşır. Bristol takviminde buğz edilen burçlar, zarif bir bıkkınlıkla makyaj yapan kadın, eril yorgunluklar, ölümü öldürdüğümüz gün, gergedan yumurtası, Partenon’un ağırbaşlı çizgilerine zarar veren otlar, duyaç ve algıç. Ve boğaların geçit törenini aydınlatan bu güneş, zamanında Girit sokaklarında boğaları küfre buladıkları için ölüme mahkum olan insanların geçit törenini de gördü!..


Öldü ve kadınlar mezarlığına gömüldü. Çünkü dedi Rab; Siz onu yaşarken ayırmıştınız!.. Avrobesk şiirlerimiz, Leyla’nın Eva olduğu, batı/nî ağlatılara döndü, seksen şiiri seksek şiiri oldu vesselam ya da filan feşmekan. Peçeli devrimci Marcos’a neden yüzünü sakladığını sorduğumda devrim başarıya ulaştığında önderini mitleştirip, tanrısallaştırıyorlar ve toplum hemen eski kast sistemine dönerek; gene ölü atı kırbaçlıyor, bu işi başardığımda ben gene eskisi gibi marangozluk, ayakkabı tamirciliği veya fırın işçiliği yapmaya devam edeceğim ama devrimin kalıcı olmasını istiyorum artık demişti…Yanıtı yeterli miydi bilemem ama… Adı ve yüzü olmayan bir devrimciydi o... Bir gün dağlarda benim burada ne işim var diye bir pişmanlık duyduğunda, kayan bir yıldızın gökyüzünde bıraktığı incecik izi görmüş ve işte o zaman aydınlandım, bildiler ki; yeryüzünde küçücük bir iz bırakmak için buradayım dediği söylenmiştir. Kayan bir yıldızın gökyüzünde bıraktığı iz gibi, yaşamda bir iz bırakmak mottosu işte… Rodrigo’nun gitar konçertosu, bir bardak çay, bir de…

(ama işte neredeyse akraba çıkacağız! Okulun hangisi, okurken herhalde işe girmeyi düşündün, seni anlayabiliyorum... Sen de yalnız yaşadığın için anlayabiliyorsundur, şimdi pişmanlıkların bir yararı yok, yaşam asla yinelenip, kopyalanmayan bir şey, yaşanıyor ve geçiyor, sanatçı ruhlu insanlar, iç hesaplaşmaları ve alınganlıkları sürekli yaşayabiliyor, güçlü ve çatışkan bir dilin var, ekinin gizlendiği... Yaşam günlük hayhuyun dışında gerçekte çok güzel, günlük sıkıntılara yenilirsek, hele senin yaşında... Senin tepkini bile veremeyen niceleri var, şiir gibi, yaşamın son estetine ulaşmak için yola çıkmış, kendini en güzel biçimde çoğaltmak için mutluluklar, derinlikler, anlamlar üretmek üzere varoluşunla -tatlı, hırçın ve yer yer acımasız bir kavgaya girmişsin- deyimi hoş gör ama ayrıcalıklı olduğunu bil, yaşama senin kazandıracaklarının ayrıksı ve eşsiz yanlarını görmeleri ve onları sunabilmek adına, bütün bunların olabileceğini düşün, yoksa sen bu düşüncelere kapılmasaydın…Sanatın ruhsal şiddetlerle sarmalanmış koridorlarında koşabilmek, kendisini sükun ve sükut denizlerinin huzur dolu akışına terk etmeye benzemez… Bütün bunların bir serüvenin parçası olduğunu düşünerek, güçlü olmalısın! Yoksa sıradanlığın kollarında munis bir hayat sürmek ve öylesine yaşayıp gitmek ne kolay, sen bunu ister miydin, sen tam böyle olacaksın ki, sen olasın ve bizler ona içten içe bir hayranlık duyarken, kendi anlamsızlığımızın içinde her bir şeyi tüketip giderken, o özgün, kendi başına bambaşka şeylerin ve yaşanmamış, söylenmemişlerin peşinde koşan ve bir demir kelebek olan sana özencimizi bir kez bile dışa vuramadan, hiçliğin içinde savrulup gideceğiz. Biliyor musun, yol bu nedenle ikiye ayrılıyor, senin kanına seçtiğin yolun ateşi düşmüş, artık kurtulamazsın, ateş yakıcıdır ve bu tür insanlar ne yazık ki, ancak küllerinden doğuyor…)

Kendisini müjdeleyen parapsikolojik şiir, parasosyolojik, paraastrolojik…Uyku satıcılarına bakarak; ’Ren çağında leoparlar esnerdi, iman çıkarıcıları, ölmüşler için uyku uyuğuyla birlikte, bir gün uzayın derinliklerine savrulup gideceğiz dedi’. Kulaklarımız kurtların akrabası olduğumuzu söyler. Yağmur meleklerin yedi renkli kuşağı için ağlar. Sadaka bekleyenin avucuna ilk parayı kendisi koyar ve yenilenler yazık ki cellat parasını da öder. Ateşin açlığını ve susuzluğunu gördüm, yürekli kişi kaplanın kuyruğuna basan değil, av için o ölümcül anı bekleyen kişidir der. Çatıdaki balık, denizin dibindeki kartaldan daha iyi görür. Göz ısırmaz, tırnak çiğnemez, diş görmez, taç giyense sokağı süpüremez, Hangi kültür barbarlıktan kök salmaz ki, Kumran İncili bağıt yoksa, zinada yoktur diyor. Yılangillerden maymunun, sırt tüyleri başına doğru, insanınki ayaklarına doğru uzar. Taupe-grillon adlı köstebek (bir kürek darbesiyle!) ikiye bölündüğünde üst tarafı alt tarafını yemeye başlar. Göçleri sırasında Amerikan güvercini öylesine kalabalıktır ki ortalığı karanlık basar. Güneş karardığında, başıboş dağ hayvanları tehlike saçar. Zaman sürekli kendini öldürmektedir. Ölümsüz Venüs’ün yalnızca ağzı bile modacılara karşı utku kazanmaya yeterlidir. Atlas ve Tullia ve Tarencia kızlarımın adıydı. Cugnot’nun buharlı otomobil tasarımı vardı ve yıl 1769’du, acaba Osmanlı nasıldı o sıralar. Öngörüler elimizdeki bilgilere göre yapılır, bilim ise elimizdeki bilgilerin yanlışlanıp, geçersiz kılınmasıyla ilerler. Diyor ki, tehlikelidir öngörüler. Geçenlerde bir bahçıvan yanına bir yardımcı almış, sonrası bir gün ben gidiyorum, şu çiçeklerle bu ağacı budar mısın demiş, döndüğünde yardımcısı nasıl buldun budama tarzımı, en çokta ağaca özenip, bezendim işimi yaparken diye sormuş, bahçıvan yanıt olarak iyi güzelde, ‘Ağaç nerede’ demiş!.. Başka bir meselde, dünyanın en iyisi olmak isteyen şaire, yaşlı ustası, o zaman şimdiye dek yazılmış tüm şiirleri okumalısın demiş. Şair günün birinde okuduğunu ve belleğinin şiirlerle dolduğunu söylemiş. Usta, şimdiyse tüm okuduklarını unutmalı ve artık yazmaya da başlamalısın diye eklemiş…

Kardeşlerim, bizler; ağırsı ton, çaçaron, metalik su, bu çiftlikte Gogol var mı, Çiçero’n, geçmiş ve gelecek, şimdi ve dün; bi/linç, kan ve hakan sorgusuyla; Marangoz’un, Eskimo’nun, Şintoizm’in izindeyiz!..

Ve sonsuzca kaotiğiz.

Gautama!

Biz kimiz, biz kimiz, biz kimiz?..

ULUS FATİH


ÖTEKİ DENEYİMİ OLARAK EDEBİYAT // Özcan Doğan


Image and video hosting by TinyPic

Sanatsal bir etkinlik olarak edebiyat, ben ve öteki arasında bir geçişim sistemi şeklinde tanımlanabilir. Bu sistem, bir metinde sembolik bir devinim sergileyen ötekide barınan bir olasılık üzerinden kendini var eder. Bu süreçte, bir okur olarak ben, edebi etkinliği koşullandıran, bu etkinliği karşılayan, anlamlandıran, yazma eylemini edebiyata ve yazı yazan kişiyi yazara dönüştüren bir etken olarak ortaya çıkar. Ben, öteki üzerinden metne yansır ve okuma eylemiyle bu yansımayı keşfetmeye çalışan bir okura dönüşür.

Yazma etkinliğinde devreye giren ilk unsur, söylem-dışı alanda bulunan içeriktir. İçerik yazıyı önceller ve yazı bu içeriğe yönelik bir temsiliyet sistemi olarak ortaya çıkar. Yazar bir iletim etkeni olarak devreye girer ve bu sisteme işlerlik kazandırır. Yazarın söylem-dışı olarak bulunan içeriğe verdiği tepkiler bağlamında yazı denilen ürün oluşur; bu süreçte yazar, söz konusu içeriği spekülatif düzlemde yorumlayıp kendi düşünce aynası üzerinden yansıtarak söylem alanına taşır.

Yazar ortaya çıkan yazı kadarıyla vardır; ve yorum alanı bu varlığa dahildir. Bu açıdan bakıldığında, yazıyı var eden içeriğin niteliği yazarı “şekillendirir” yani içeriğe karşı verdiği tepkiler onun yazarlığını belirler. Yazarlık niteliği, onun bedeninde provoke edilen tepkilerle kendini var eden yazının söylem-dışı olarak bulunan içeriği temsil etme düzeyi ve biçimiyle doğru orantılıdır. Ancak, henüz okurun olmadığı bu edebiyat-öncesi evrede yazı, kendi üzerine dönen bir etkinliktir; dolayısıyla burada edebiyattan ziyade, salt bir yazma eylemi söz konusudur. Ve okurun devreye girmesiyle, yani yazar ve okur ikilisinin kaçınılmaz karşılaşmasıyladır ki, yazma eylemi edebiyata dönüşür. O halde, böyle bir dönüşüm için, gerçek ya da gizil bir okurun varlığı kaçınılmazdır. Okurun varolma biçimiyse, onun, bir metinde kendini okuma isteği veya beklentisiyle belirlenir.

Edebiyat bir ötekilik deneyimidir. Ben, oluşturulan metinler aracılığıyla kendi potansiyelini okur. Bu gizil okuma sembolik bir öteki ya da ötekiler üzerinden gerçekleşir. Zira birer olasılık olarak bütün ötekiler, gizil olarak benin bedeninde yer ederler; ben bütün ötekileri kendi içinde taşır. Bu durumda öteki, ben için yalnızca bir olasılık haline gelir. Olası bütün eylemler onun bedeninde gizil olarak kodlanmıştır. Edebiyat, bu gizilliğin okurun gözünde sembolik olarak gerçekliğe dönüştüğü alandır.

Okurun ilişkilendiği her bir edebi metinde, öteki olgusal bir varlık olarak mevcuttur. Bu açıdan bakıldığında, her edebiyat metni gizil olarak belirli bir beni yani şu veya bu okuru temsil etme olasılığını içinde barındırır. Kişiyi bir okur haline getiren şey, onun bu olasılığı yakalama beklentisidir. Okur, niteliği ne olursa olsun beklediği karşılığı bulabildiği yani tatmin olduğu ölçüde metinle özdeşleşir; aksi durumda, aradığını bulamayan okur tatminsizliğini ilan eder ve metinden uzaklaşır. Okurun beklentisinin yanında ve ona karşılık olarak, yazar da öteki üzerinden okura yönelir; kurgusal olarak oluşturduğu sembolik yapı aracılığıyla gizil bir okura seslenir. Beklenti ve yönelim birbiriyle örtüştüğündeyse, kendini okuma gerçekleşir.

Okur bir metinde kendi izini farklı şekillerde sürebilir. Bunu yaparken, doğrudan doğruya kendi gerçekliğini veya gerçeksiliğini okuyabilir ya da öteki üzerinden kendini bir olasılık olarak sunabilir. Okuma deneyimi içerisinde birbirinden farklı kimliklerle yaşar, kılıktan kılığa girer ve kendisine en uygun giysiyi bulana dek metnin içinde dolaşır durur: Okurun potansiyeli onun olmak istediği şeydir aynı zamanda. Fakat okurun metinde kendini okuma biçimi sadece duygu, düşünce ya da genel olarak kişilik düzeyinde özdeşleşme veya benzeşmeyle sınırlı değildir. Onaylamadığı bir karakter ya da bir olay üzerinden de kendini keşfedebilir. Bir kişilik ya da bir durumla kendi gerçekliği arasında oluşan karşıtlık, kendi kişisel tutumunun bir yönü olarak ortaya çıkabilir. Böylelikle okur, sembolik olarak inşa edilen bir öteki üzerinden, yokluk kipinde kendi potansiyel-olmayışına tanıklık eder. Bu onun olamayacağı kişiliktir. Okur, yaptığı her bir olumsuzlamada ayrı bir kendi-olmayışı deneyimler. Bunun yanında okur, geliştirdiği yansız bir tutumla, her seferinde ayrı bir öteki-oluşu gözlemler ve böylelikle ötekiye dair yorum alanı genişler.

Bunun da ötesinde, olgusal olarak öteki, açık veya gizil bir biçimde beni karşılayan bir öteki-kişi ile sınırlı değildir. Okuma eylemi, ötekiyi dolayımlayan bir nesneye, bir olgu ya da olaya yönelebilir. Ancak, bu dolayımın art alanında kristalleşen bir ben şu veya bu şekilde söz konusu olduğundan, bu gerçekleşme biçimi de ben-ve-öteki şeklindeki temsiliyet alanına dahildir. Dolayısıyla okur, şu veya bu şekilde, bu temsiliyet alanında kodlanan beni çekip çıkarma olanağını elinde bulundurur.

Hiç kuşkusuz, bir metnin içeriği okurun temel yönelmişliğini oluşturur. Bununla birlikte, okur bu içeriğe belirli bir üslup üzerinden ulaşır. Yazarın üslubu okurun doğrudan doğruya kendini ya da bir öteki olarak kendi potansiyelini okuma biçimini belirler. Güzel ve etkileyici bir anlatım, okurun kendini okuma beklentisine karşılık ararken elde ettiği tatmini estetize eder. Bu etki okurun kendi beğeni dağarcığını şekillendirmesine katkıda bulunur, ki bu da yine onun potansiyelidir. Böylelikle, içeriğin yanında, oluşturulan metin salt bir sanatsal ürün olarak da okur için değer kazanır. Okur kendi-olmayışa tanıklık ederken ya da salt öteki-oluşu gözlemlerken de aynı durum geçerlidir. Sonuç olarak okur, yaşadığı deneyim ister olumlayıcı ister olumsuzlayıcı düzeyde olsun, ötekiye dair sembolik bir sunum üzerinden kendi sempati dünyasında yeni boyutlar keşfeder ya da bunu geliştirme olanağına sahip olur.

ÖZCAN DOĞAN




3 Şiir...




Yeminler Ediyor

Yemin ediyor daha temiz bir yaşam kuracağına.
Ama gelince gece kendi öğütleriyle,
uzlaşmalarıyla, sözleşmeleriyle,
gövdenin diriliğini de getirince gece
titreyerek arzudan gerisin geri dönüyor
bitkin ve yenik aynı ölümcül eğlencelere.

Kavafis
Çev. Barış Pirhasan


* * *

HIRKA

Harikulade kelimesi unutulmuştu ve onun
Yavaş yavaş kımıldıyordu ayak uçları
Tam ekseninde bir adam bağırıyordu ensesinde ve
Gece elbette
Tüm gerçekliğiyle ağır ağır asılıyordu
Bir ceza davası ve cezayı tanımlayan iktidar vardı
Şiir öldürülmüştü
Katil davayı yürütendi ve gece
Hep geceydi
Gündüze izin verilmeyen zamanlardı bunlar
Ve birden kocaman adımlarıyla gülümseyen o tanrı çıktı ortaya
Kimse inanmazdı ona ve gülümsediği yerde açan çiçeklere
O baktı sadece tüm kötülüğe ve kendisine inanacak bir el buldu
Saklı karanlıktan o eli tuttu
Gök yüzü
Ve karanlık
Bir dil öğrendi
insan
Aşağıya indi
Bir uçurum açıldı
hakikatten

Leon Felipe

* * *

Geldin..

Geldin
gözlerinle yangın yerine
döndürüp geceyi,
mermerin havuza sızan gözyaşı ile avunan
bu kehribar- kaplı yaşlı yüreği.
Geldin,
yok ederek sözcükleri,
duraksamadan ve dilsiz bir çığlığa
eşlik-eden gövdenin anısıyla çoğaltarak
sessizliği.
artık teni başka bir nesne ile yalnızca
tek bir sözcük birleştirebilir.
ya da başka bir sen.

Şafak Çubkuçu


EDEBİYATIN YÜZÜMÜZE TUTTUĞU AYNA // Melek Ekim Yıldız




Bir Milan Kundera romanında, “edebiyat yüzümüze ayna tutuyor” diye başlayan cümlenin, “sandığımız kadar çirkin değiliz” biçiminde devam ettiğini okuduğumda, “öyle mi?” diye düşündüm. Ayna metaforu hoştu, itirazı önleyen bir iddialılığı da vardı üstüne üstlük. Sanırım sorunum cümlenin devamı ile ilgiliydi: sandığımız kadar çirkin değiliz! Bu cümleyi her düşündüğümde, neresinden bakarsam bakayım, birazcık çirkiniz gibi geliyordu bana oysa. Hatta bazı bazı çok çirkiniz. Edebiyatı iç dökme aracına dönüştürdüğümüzden; ona çömlekçinin mavisine baktığı gibi bakmaya başladığımızdan bu yana giderek çirkinleşiyoruz.

Rivayettir; bir çömlekçi çömleklerimi maviye boyarmış da bitmiş mavisi ve mavisini alacağı ülkede savaş varmış. Gidemezsin, demişler o ülkede savaş var. Adam anlamamış ve demiş ki, savaşın benim mavimle ne ilgisi var? O çömlekçiye çok benziyoruz artık.

Biz var olana doğup, gördüğümüzü hayatın olası tek gerçeği olarak kabul ettikçe de benzemeye devam edeceğiz. Bu yüzden, yalnız kendi tonunu dışa vuran maviliğin peşinden koştukça; edebiyatı bir iç dökme mekanizması olarak kullanmaya devam ettikçe çok daha çirkin olacağız, birer ucubeye dönüşene dek. Kendini dar alanlara sıkıştırmış ucubeler olacağız.

Artık bilmeliyiz ki, savaş mavimizle ilgili. Bir diyeceğim var, dinle beni:

Var oluş, kendini oluşturabilme / yaratabilme, kendini tanımladığın zeminde oluşturduğun yan yana getirdiğin sözcüklerdi. Bu zemin ve sözcüklerin ne kadar güçlü ise o kadar güçlü; ne kadar ince ve duyarlıysa sen de o kadar oluyordun. İnsan parmağının ucunda bitmez iken, parmağının ucunda başlıyordu.

Kabaca ifadelendirirsek, değişim ve kullanım değeri olarak ikiye ayırdığımız değer ayrışması vardı ( böyle bir dünyaya doğmuştuk). Değişim değeri tüm sahip olduğumuz kavramların içini boşaltıyordu, yalnızca kavramların değil insanın içini boşaltıyordu, çünkü insan sahip olduğu dildi. Dil insanı oluşturuyordu. İçi boşaltılan ilişkiler ve insanlarda, hiçbir sözcük anlamını bulamıyor, artık sahip olmadığımız “ neden”imizle yaşamaya mahkum ediliyorduk.

Özel ilişkiler artık çok daha önemliydi. İçi boşaltılmış değerlerin sahası alanına gelen kamuya karşılık, insan değerlerinin yaratılıp anlamlı olduğu yer sadece dostluk ve aşk oluyordu: insanın “ kendi” gibi olup, kendini ortaya çıkarabildiği dar alanlar!

Demem o ki, hayatlarımız gibi söylemimizi de yazını da o dar alanlara sıkıştırdık. Yaşamın, içinde bulunduğumuz ve değiştirebildiğimiz gerçeklik olduğunu unutup; onu maruz kaldığımız zorunluluklar olarak başlayarak gerçekte dil’siz kaldığımızı görmek istemedik ve önümüze çektiğimiz kağıtlara dar alanlarımızı resmetmenin ötesine geçemedik.
Edebiyatın güzelleyen aynasını yalnızca kendi yüzümüze tutarak süslendiğimizi sandık. Bizi sadece bize güzel gösteren aynalara sığındık. Tam da bu yüzden, iç dökme edebiyatının yazının her yerine sinmesi hiç de tesadüf değil.

Dar alanlardan çıkmanın yolu, belki de içi boşaltılmış sözcükleri reddetmektir. Bu bile kendi zeminimiz üzerinde durmanın başlangıcı olabilir.

Aksi halde çirkiniz, çok çirkiniz.

Melek Ekim Yıldız


Edebiyat ve Laiklik // Leon Felipe



Virchow otopsilerinde ruhu bulamadı ama seküler toplumun en dirilerinden teki olan biz necip edebiyat milleti tepelerde ruhumuzu bulalı çok oluyor. Nasıl bir ruhsa bu! Hep uçuşmakta ve rüzgarı bile bir bayrakla sahiplenebilmekte.
Zamanın ruhundan hariç tutunursak bir direğe bu elbette bayrak direği olacak ve bayrak bize ruhların o vaat edilen cennete uçuşlarını anımsatmak için direğin tepesinde en ufak bir meltemde bile kıpırdansın diye nedense hep atlastan veya pahallı bir kumaş olan ipekten imal edilecek ki henüz uçuşmayan ama vaktinin geleceğini bilen bu nedenle bir şey arayan ruhlarımızı, mezara girmemiş beyinciklerimizi arayışlarla meşgul etsin ve bir başlangıçla bir de sonun olabileceğinin işaretini alnımıza damgalasın. Ne bayrak ama! Ne ruh! Ah bu haz sadece biz Türklere bahş edilmemiştir: Ruslar, Amerikalılar, İtalyanlar vesaire…Bu dünyada ruhunu arayan toplumun sadece biz olduğunu kim söyleyebilir! Bayrak, vatan, millet on binlerce yıldır insanın kendini ötekinden ayırt etmesini sağlamıştır. Bir tür sekülerizm işte, eski ama tumturaklı. Peki bu laiklik bilmecesinde içteki aykırılık tek ve aynı bayrağın toparladığı ruhların arasında nasıl olur da devam eder? Daha öznel yapmalıyım bunu. Kadınlar ve erkekler! Bir laiklik karmaşasıdır aslında. Yüzeyden bakarsan bu aptal dünyada solucanlar ve bok böcekleri arasında da bir tür seküler sorunlar yaşanır. Aynı topraktalar. Fakat ben işin bu faslında değilim en azından sorunu hayvanbilimcilerin ele almasını tercih ederim. Benim derdim edebiyat basitçe söylersek de kadınlar olmalı aslında ya neyse bu da benim şahsi görüşüm ve aslında edebiyatın her harfinde bir kadın izi vardır. Tabi olarak ben bu tip nedenlerden dolayı kadınların ruhunun değil ruhlarının olduğuna inanan salak sepet insanlardan tekiyimdir. Buna inanç dersek eğer, seküler toplumlarda; hele bizim ki gibi şehirli çağdaş kadına inanılan, ihtiyaç hissedilenlerde esefle kınanabilir görüşüm ama kadına pek muteber etmeyen hordalarda da hiç hoş karşılanmaz. Onlara kalsa kadının ruhu yoktur. Varsa da beş para etmez. Her neyse…Onlar tanrıya havale zaten.
Seküler bir toplum, dindarların kendileri için en önemli saydıkları düş ve düşüncelerle ilgilenmez gözükür. Bas baya ilgilidir oysa. Tam da buna kafiyeli olarak dindarlar da hesapta seküler toplumun kurallarını dışlar ve umursamaz gözükürler. Koca bir yalan daha. İşleri güçleri önemsemektir onların. Bu ayrıntı hastalık hastalıklarından dolayı iki tarafta ihtiyaç duydukları ve duymadıkları müesseselere çok fazla anlam yüklerler. Bu yüklemeler bir teori, bir parti, davranış kalıbı halini alır. Mütecavizleşir, umursamazlaşır, saldırganlaşır, pasifleşir, kudurur, sünepeleşir; rutine iner ama hep farklı tanımlamalar ama aynı tavırlarla gittikçe bozulur. Çürümeden önce bir bir duraksarve tabi bu anlamsız, gerçeküstü davranış bozukluklarından kaynaklanan teorilerinin, pratiklerinin ve ulu pratisyenlerinin temelinde birbirlerine karşı duydukları sempati yatmakta olduklarını fark ederek entelijensiya yaratılır. Duygu bombardımanı saplantıya evrilir. Devrilir, devinimlenir. Bilinçaltı bir saplantı filan da değildir üstelik bu duygulanımları. Tam zıttına aşikar: Bilinç üstü kendini yitiriş ve kazanış, var ediş amacıdır tüm marazi hareketlenmelerinin sebebi: Gözükmek isterler. Tanımlamaktan çok tanımlanmaya yönelik bu korkutucu arzunun bastırılmasını da sapıkça bir dürtüyle beklemekte ve hatta ummaktadırlar. Yakalanmak istediği, vicdan azabı çektiğinden durdurulmaya ihtiyaç duyan çok zeki bir seri katilin delil bırakması gibidir. Ama ne olursa olsun aynı David Fincher’ın pek sevilen Seven filminde olduğu gibi bir teorileri vardır. Ve tabi iş bunu pratik kılmaya geldiğinde, yaptıkları zalimliklerin yerini amaçlarının yüceliği ve davalarının haklılığı ve en sonunda da mazlumlukları, tarih karşısında haklı çıkacaklarına dair tuhaf tutkuları alacaktır.
Bu tutkular kasabadan başlar. İsterseniz Meksika’yı seçin, ya da Katolik başka bir ülkeyi veya Ortodoks balkanları, Arapları, Türkleri veya da Japonları illa bu sekülerlik durumunun baş yeri kasaba, kıçıysa şehirdir. Fakat eninde sonunda ikisi, baş ve kıç bir noktada buluşurlar. İç çizgisel bu akrep ve yelkovan halleri onları zamanın oklarının hedefi haline getirmiş, numaralandırmıştır. Kasabalının kendini Türkiye’de modern kılabilmek için batılıları taklit ettiği, şu meşhur Sakallı Celal hadisesi, Orhan Pamuk’un Darvinoğulları diye bahsettiği hani veya aynı Sakallı Celal’in , M.Cevdet Anday’ın Raziye’sindeki akıllı doğulu çıkmazı batıda da kendini Hermann Hesse’de, Musil’de veya Naipaul da gösterir ki onlarda daha çoktur bu paradoks. Hindistan üstüne herhalde yüz bin adet edebi edep altı, üstü metin vardır anglo sakson edebiyatının ulviyetle ilintili. ( Bombay’da geçen bir roman yazan sıkı bir edebiyatçımızın olmadığını çakan kişilerden birinin pamuk adam olması muteber tabi.) Ne de olsa batılılar gözükür olmayı daha da içten bir saplantıyla isteyen daha seküler toplumlardır. Zıtlıklardan faydalanmayı beceren bu insanların bize öğretecekleri çok şey vardır elbette fakat bir kasaba buna engel olur. Bu bizim kasabamızdır ve neyse ki yerindedir hala da batılılardan öğrenmek yerine, yanılarak, korkarak ve de tabi bol bol yanarak hadisenin ne kadar eğlenceli ve kabus olduğunu öğreniyoruz. Bir önceki paragraf bütünüyle gerçekten kaçmak üzerine yazılmıştır diyebilir miyiz şimdi? Ya da gözükebilmek için? Tanımlanmak arzusuyla yanıp tutuştuğundan yazar küçük zerreciklerini çok ağır bulduğundan, narsisizmin kasvetli anılarına ihtiyaç duyduğundan bir seküler havasına bürünerek mi yazmıştır bunları? Hayır elbette. Yanıtın “asla evet” olmayacağı ikilikli geceler çoktur ve geceler gündüzlerden çabuk ölür.
Edebiyatta laiklik? Elif Şafak örneğinde olduğu gibi zıtlıklardan bir sempati kurmak ve Mevlana’yı baya baya meta yapmak, bunu satmak ve aslında koca kitapta hiçbir şey söylememek seküler bir toplum dışında nerede olabilirdi ki? Türbanlı bir kız okuyor ve mayosuyla kumsalda oturmuş çıplakça bir kadının ellerinden kumsala kaymış pembe kapaklı bir roman . Örtünmeyle giyinmenin birbirine bu denli yakın olduğu, birbirlerinden beslendikleri bir dönemde edebiyatımızda her zamanki gibi bunu sadece faydacılıkla, biçimlendirmeden kullanmanın tembel hali ne ki? Nedim Gürsel’in deneyerek mahkemelik olduğu ve bunu Paris’te cafelerde sohbet ederken yinelediğini durup durup, düşünürsek aslında gözükürlüğün İhsan Oktay Anar’da gözükmezliğe neden kaydığını daha rahat çözeriz herhal!
Bizim edebiyatımızda din ancak İsa adıyla yer almıştır. Kimse muamma dememiştir. (S.A.V) yazmadan bir Muhammed yazmak tuhaf kaçar, günah olurdu elbette. “Hz.” Takısı her zaman tüm peygamberlerin önüne gelmeli midir? Hazret saymadığım bir sürü peygamber varsa ne olacak? Hıristiyanların sürekli “St.” Takısı da böyle bir sekülerlik işler. Aziz bir şey bir şey… Aziz saymadığım bir sürü aziz varsa ne olacak? Kendi kendime sorduğumda bunu, bunun yanıtı bile zıtlığın içindeki faydacılık, ötekinden beslenerek hızlandırılan sağlıksız bir kendini yitiriş, bambaşka biri olma isteğinin taaa! Dibi işte. Mesel ya da mesele de bu zati. Ben illa devletin ulu liderini ya da peygamberin sevgili tanrısının adının ilk harflerini bilgisayarda otomatik olarak yazmaya koşullandırılmışım. Hadi ama şimdi! Bi deneyelim bakalım Allah, otuz defa deneseniz de değişmeyecek. Ya da bi de buradan Atatürk, ah yine aynı! Bu ne renkli bir ilkokul beslenme kutusu hali böyle. Başka şeyleri deneyelim adonay, god, jesus, rab, metin, hayır bunlarda her hangi bir problem yok. Seküler toplumların birbirlerine saygı duymak zorunluluğunu hissettikleri ortak bir devasa delilik kökenli ‘cinnetvari’ söz, isim,tanım önemli sadece. İşletim sistemi nasıl olursa olsun ama kelimenin herhangi bir yerinde Mustafa yazdığınız anda işe yine dahil olur veya hızlandıralım, Muhammed ama kalkıp kemal yazsam ya da obama veya ali veya deneyin işte. Özel isimlerin toplum içinde ortak önem taşıması yalçın küçükle ilintili olmadı hiç. Mevzu nefretin ortak bir öğe olarak toplum tarafından pay edilmesi böylece ayrıklığın bütüne hizmet edebilmesinin kolaylaştırılabilmesi, kitlelerin kendilerini tanımlamaları. Başka bir şey değil.
Bazıları kutsal kitapların özellikle incilin iyi bir edebi metin kuranınsa fevkalade şiirler olduğuna kanaat etmiştir. Tabi Kenan Kainat da bunlardan biriydi ve zamanında elinde kuranıyla dolaştı. Elinde kırbacıyla dolaşanlar daha çoktur ayrı mesele ama bunların diğerinden farkı yoktur işte ve edebiyatımız da bundan baya nemalanıyor. Ciddi dindar kitapların, romanların ne kadar sattığını biliyorsunuzdur. Eh en çok kitap o civarlarda satılıyorsa; çünkü televizyon genelde halen günahtır tarikatlarda muhtemelen ve titrek bir mum ışığı insanı kendinden alır götürür ve yine kendini bir kitapla tanımlamasını, gözükür kılmasını sağlar. Alın işte akrepler ve yelkovanlar iç çizgisel serüvenlerinde sayfa numarası da alabiliyorlar üstlerine.
Nuri Bilge Ceylan’ın kasabası da böyledir aslında. “Yalnız ve….” Unuttum ne dediğini ama orada yalnız kelimesiyle işaret ettiği kendisini görünür kılma, başkası tarafından tanımlanma ihtiyacından başka bir şey değildi. Ya da pamuk adamın asil adamlar meclisinde kibarca yirmi derece öne eğilirken tek elini göbeğine diğer elini kıçına dayayarak kasabayla şehir arasındaki ilişkiyi açıkça ilan etmesi ve Nobel parasını
( ki al bak Allahın işine bu Nobel tek başına yazıldığında ilk harf kocaman oluyor) aslında dünyanın İstanbul gibi en büyük baş-kıç müessesi olan nüvyork da yemesi de yine kendini tanımlanmış, gözükür etmiş olmaktan; tanımlandığına dair biraz budalaca güveninden ötürü sekülerliğe yaptığı ve militarizmden uzaklaştığı bir seyahatti.
Sekülerlik kelimesi, laiklikten iyi.
Tanımlanmak yerine gözükmez kalmak ve kendini bilmek daha iyi yoksa bir bakarsınız dünyanın en kaba saba yalancı adamlarıyla beraber “biz haberi Türkçe veriyoruz” gazetesinde aşk yazıları yazarsınız.
Sonuçta Türk Edebiyatında Laik ve Dindar adam arasındaki münakaşa ummandır ve baya baya bundan her iki tarafta karlı çıkmış ve haliyle iki yüzlü bir toplumun yaratılmasına yardımcı olmuştur.
Ve tabi bu iki yüzlü toplum bir kitap kapağının arasında sıkışan sayfalar gibidir; çünkü okuyucu, kari; dine inanmış tek tanrılı kitapların mümin tapınıcısından farklı olarak kitabı beğenmek yahut nefret etmek hakkına sahiptir. Bu hak ona yazar tarafından bahşedilmiş değildir. Yayımcı ona kitabın kapağını allayarak pullayarak önemli ve değerli bir yazıtmışçasına sunarsa okur harikulade bir gerçekle yüzleşeceğini umar ve bu da onu etkiler kısaca ambalaj bayanlar baylar! Ve ambalajın en iyileri de Şafak kitabında olduğunca erkekler için farklı kapak tasarımı kadınlar için pembe olarak çağımızın ticari mükemmeliyetince karşımıza pek laik çıkıyor işte alın size laiklik ve edebiyat.


Leon Felipe


SİVİL SÖZLÜK TANITIM YAZISI



SİVİL SÖZLÜK TANITIM YAZISI

Sivil Sözlük, benzerlerinden farklı olarak, kendisine edebiyat, felsefe, bilim ve sanatın diğer dallarını seçmiş ve bu alanlarda üretim yapan bir platformdur. Gerek özgün şiir çevirileri, gerek üyelerinin üretimleri gerekse de, dünya edebiyatı, bilim ve felsefesi üzerine bilgilendirme ve değerlendirme yazılarıyla farkını ortaya koymaktadır. Manifestosu da aşağıdaki gibidir:

Sivil Sözlük, Söyleyecek sözü olduğu halde bu güne kadar söyleyememiş, susturulmuş, korkmuş ama bilen, bildiğinin arkasında durabilen, tartışmanın üslup gereklerini yerine getirebilen, cümle avcılığı yapmayan, çabuk sinirlenen ya da hiç sinirlenmeyen, sinirlenip çabuk dinginleşen, film çeken/izleyen, kitap okuyan/yazan, resim yapan, fotoğraf çeken, heykel yapan, tiyatroyla didinen, dünyayı felsefenin diliyle anlayan/anlamaya çalışan/anlamak isteyen, hayata dair duruşu/bakışı olan ötekidir. ve kısaca ötekinin diliyle buradakine sesleniştir. baskı altına almak ya da baskıyı doğal sürece eş tutmak bu sözlüğün işi değildir. çelme takmayı sevmez, takmaya kalkanı hiç sevmez.
birlikte üretmek, paylaşmak esastır. aynılık çarkına dişli olanların kerpeteniyiz efendim.sivil, sivilin haldaşıdır, sivilliğin tanımı yeniden anlamını bulana kadar bir sivil yazar bir diğer sivil yazarın el feneridir ve üstelik yolu bildiğimizi hiç söylemedik çünkü yol biziz. bu sözlüğe konu olacak her türlü birikim eksikliğimize delil olacaktır.
koca koca kelimelerimiz ve hiçlik bilgimizle inat etmeye geldik. farkı anlatmak diye bir derdimiz yok, çünkü farkı anlamak için burada yazmak şarttır gibi bir bilgeliğe de açığız. yani sivil sözlük kendini bilir,kendini bilmez, akıllıdır, delidir, yoktur çoktur. inat cümlesi ile sizi selamlarız: varız.

http://sivilsozluk.com/


Bizim gibi düşünenleri yanında görmekten keyif duyacaktır.


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***