Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



EDEBİ ENGİZİSYONLAR..// SÜHA TUĞTEPE



Şair-Yazar Süha Tuğtepe’yi birinci göç yıldönümünde özlemle, sevgiyle anıyoruz..akan zamanın her anına sinen güzel dostluğunun anıları, sıcak ve samimi tavırlarını asla unutmayacağız.. geride bıraktığı boşluk şiirin sınırlarını zorlayacak türdendi bizler için.., yazdığı şiirlerini, uzun-kısa deneysel yazılarını ilkin bizimle paylaşan ve defter arşivine emanet eden Süha Tuğtepe’nin geride bıraktığı edebi mirasının bir an önce gün ışığına çıkarılmasından ve yayınlanmasından yanayız..bütün o geriye kalanlar onun
türlü zorluklara ve yurdundan uzak bir ortama göğüs gererek oluşturduğu kitaplarıdır.. “taş gibi, şişe gibi kayıtsız”(S.T) kalamadığımıza göre, aşk mutemetlerinin yine onun deyimiyle “sıradan” olmadığını kabullenmek istiyoruz..
“iyi şairin” yüce anısının önünde saygıyla eğilerek,
ölümünden kısa süre önce defter arşivine emanet ettiği elemeklerinden (4 yazı ve yayınlanmamış şiirleri) bir deneysel yazısını ilk kez defter’de yayınlıyoruz..onu seven bütün dostlara bir Süha armağanı olarak olsun istedik. Fonda dinlediğiniz müzikleri ilk kez defterden dinlemişti sevgili Süha ve bizlere çok sevdiğini not düşmüştü bu dokunaklı doğu ezgilerini onun için, severleri için yayınlıyoruz..(radio poem'den roxsane'ye teşekkürlerimizi sunuyoruz..)

Şiir bahçesinde uyu ey sürgün mozaik, şair..
Saygıyla,

Borges Defteri

* * *



EDEBİ ENGİZİSYONLAR..

Edebiyat aleminin Engizisyon Mahkemesi şefi gibi heybetli, yapan, yakan, yıkan eleştiri uzmanlarına her daim gereksinimi vardır. Çünkü bu alan bizim gibi “teorik” eğitim almış, boşta gezenleri mebzul miktarda var olan memleketlerde, eline geçirdiği üç-beş kitabı okuduktan sonra, “Lan bunu ben de yazarım!” fikrine gark olup, enteresan sandığı bol acılı ve kavuşulmaz aşklı hayat numunelerinden esinlenip, kalemi kaptığı gibi aklına geleni döşenip, “boş vakitlerini değerlendirerek” yazdıklarını edebiyat zanneden heveslilerle, ancak böyle Engizisyon Mahkemesi Şefi gibi eleştirmenler baş edebilir.

Hele bir de prof.luktan emekli olmuş, beyni sislere gark oldukça, “Gönlümce” diye bir nam altında değerli aşk şiirlerini, öykülerini, hayatının romanını bir arada 60-70 sayfaya sığdırıp; sünnetinden giren, evlilik ve çoğalan çocuklarla devam eden, prof. takkeli ve cüppeli olanların altın yaldız çerçevelendiği fotoğraflara ilaveten kapak resmini ve düzenlemesini de, zaten taa orta mektepte hocalarının resme olan yeteneğini keşfetmelerine rağmen, çocuklarını büyütmekten ve memlekete hayırlı birer evlat halinde yetiştirmekten ve dahi onları yontulmuş, zımparalanmış; el acıtmayan bir odun kıvamında, bir baltaya sap olana dek tornalamaktan vakit bulamayan, ama artık bu yeteneğini ortaya çıkarma fırsatı olan karısının çizdiğini de iç kapağa yazdıktan sonra, kitabı basarak “malı” ortaya çıkardığında, koca prof.un bu ürünü elbette eleştirmen eleştirisi gerektirir. Memleketin ahalisi, “Sen yoksun, halim harap” mealinde döktürüp, aşk ateşi ve ızdırabı ile inleyen, lakin kavuşamayan; dişisi önünden alınmış erkek eşek misali anıran ürünleri okuyunca, “Koskoca prof. oturup böyle yazdıysa, doğrusu da budur. Şiir, roman, öykü aha da böyle yazılır, resim de böyle yapılır” diye ona iman etmesinin önüne ancak Engizisyon Mahkemesi şefi gibi heybetli, satır elde bir uzman eleştirmen geçebilir. Gayrısı çaresizdir.

Ben, “Lan oğlum bu Yahya Kemal’i övüp duruyorlar. Bir kelimesini bile anlamadım. Bu Ümit Yaşar ondan daha büyük bir şair valla!” diyenine bile rastladım. Hele emekli, “resim ve el işi, ev işi” hocalarının manzara, natürmont, portre; sulu, kuru, yağlı boyalı eski evler ve sokaklarını (Bu sulu-kuru yanlış anlaşılmasın, kastedilen tek kağatlının üstüne, ara gazı diye içilen bira gibi değil.) sergiledikleri sergilere gidip, resim üstüne değerli fikirlerini dinleyince, geriye kalan ressamların iler tutar yanı mı kalır… Ben bu elişi, evişi resim hocalarının, “Şimdi ne anlatıyo bu? Böyle kargacık, burgacık renkleri salla savur, olsun sana resim!” diye, has ressamlara; hatta Picasso, Miro, Dali gibilerine isyan edenine de rastladım. Bunlara da Engizisyon Mahkemesi Şefi gibi, şöyle yandan yandan bir nazar deydiresiye, 212 kemiğini birden titretecek bir eleştirmen, acilen gerekmektedir.

Bir de mankenlikten, artistlikten, basından, televizyonda sunuculuktan, sosyeteden, futboldan ünlenip roman, öykü, şiir yazanlar da var. Bunlar da memleketin doğu ve güney doğu cenahındansa Ahmet Arif, Hasan Hüseyin; batı cenahındansa Orhan Veli, Ümit Yaşar; Attila İlhan; biraz solcuysa Nazım Hikmet’e özenerek şiirler yazmaktan geri durmuyorlar. İçlerinde öyleleri var ki, çıkıp TV’ye, sesini acıklılaştırarak okuyunca, her cümlenin dize olduğunu zannediyor. Bu mahlukatın yaptığı edebi tahribat da, vatan hainliği düzeyindedir ki; Engizisyon gerektirir.

Böyle bir eleştirmen ancak gazetedeki köşesi, heybeti, bilgisi, duayenliği, ünü ve de satırı ele aldığında duruşu ile dizleri titrettiğinde etkili olabilir. Hele ekstradan bir de profluğu varsa, çifte kavrulmuş olur ki; kallavi fincan içine, köpüğü kudurmuş kahve gibi yakışır …

Mesela Hıncal Uluç bu işi hakkıyla yerine getirebilir. Onu dinlemeyen futbolculara, hakemlere, yöneticilere, teknik direktörlere gözlerini devirerek, aynada uzun yıllar talim ettiği kehkehlerini öttürerek akıllar verse, bunları kitaplar dolusu, gazetesinin köşesinde yazsa da, gelecekte bunların hiçbiri anımsanmaz. Ama eleştirmenliğe soyunursa, yüzyıl sonra bile Nurullah Ataç gibi dolaşır dillerde. Aynı durum Selahattin Duman kardeş için de geçerlidir. Şimdi yazdıklarının hangisi o ölünce yaşar? Hiçbiri. Halbuki edebiyata ve hatta eleştiriye, mizaha kafayı taksa, memleket belki de yeni bir Aziz Nesin’e kavuşur.

Azeri Türkçe’sinde gayet temiz anlam içeren “taşak” sözcüğünün Anadolu Türkçe’sindeki hınzır meali ile iştigal ettiğimi zannedenler, “fena” yanılıyorlar. Gayet ciddiyim.

Bir gün bir yerlerden Engizisyon Mahkemesi şefi gibi bir eleştirmen elinde satır, balta ortalığa daldığında çok sevineceğim.

“Sen niye bu işe soyunmuyorsun?” diyene de yanıtım hazır. “Ne gazetelerden birinde köşem var, ne de prof. denen mahlukat arasında namım; beni kim dinler. Rahmetli Hitler sağ olsa, sabun yapmaya bile tenezzül etmezdi. Hatta 1978 yılında Ankara’nın Bahçelievler’inde önümü kesen Türkeş’in ırkçı tosuncukları “Faşist misin, gomonist misin?” diye sorunca, ceket yakalarında kocaman kurt rozetleri olmasa da, pirlerinin marka yaptığı “gomonist” telafuzundan dolayı onları hemen tanıdığımdan, korkudan elim ayağım titrer halde, “Ağebey ben anlamam öyle şeylerden, ben muhasebeciyim ağabey!” falan diye, bizim Cidece’ de “golez” denen it yavrusu gibi vıyıkladıydım. İçlerinden en yapılısı, “Lan bu hüşkenin her tarafı gomonist olsa ne olur? Hadi yürüyün, gidelim, gardaş.” deyince, gittilerdi. O zaman öğrendim “hüşke” denen şeyin benim gibi ufak-tefeklere layık görüldüğünü. Süprüntü; işe yaramayan yaprak, ot, çalı-çırpı, saman, kağıt parçası, taş, toprak karışımı demekmiş… Eh, fena değil, uyar.

İşte bu nedenle benden eleştirmen olmaz.

Ne gazetede köşe, ne heybet, ne de serde profluk var… Kim dinler beni?

Şairlerin içinde bir tek şair-sunucu Sunay Akın’dan umutluydum. Proflukta namı yoksa da, basında ve TV.lerde var. Endam dersen heybetli; lakin oyuncakcı çıktı. Halkım böyle bir türlü büyüyemeyeni sever, dinler de; lakin peşinden gitmez. Zaten Sunay’ın eline satır, balta verseniz onları sallayarak, “Böyle şiir mi yazılır!” diye şarlamasının ardı sıra, anında satır ile baltanın tarihini, Baltacı Mehmet Paşa’dan girip, Dördüncü Murat Han Hazretlerinin baş aşçısı Satırlı Takuyiddin Efendi’nin, satır altına yatırdığı süt-kuzusu etini hünerli vuruşlar, savurmalar, sallamalar eşliğinde, pestil edip, sinirciklerini dahi bir güzel ayıkladıktan sonra yeşil kişniş ve kış armudu ile gark eyleyip, ve dahi içine bal damlatıp nasıl “mar-u ziya” denen lezzet yumağı haline sokup, hanın sofrasına nazlı bir cariye gibi oturttuğunu anlatır. Bununla da kalmaz oyuncak müzesindeki küçük bakırcıklardan bir sofra takımını da göstererek, “İşte bu oyuncak sofra takımı da o vakitler prenseslerin oyuncaklarındandı. Mar-u ziya bunun büyükleri içine konur ve sofraya oturtulurdu.” diye, sanki o vakitler hayattaymış gibi anlatır ki; millet şiir eleştirisini unuttuğundan mada, şaka yaptığını sanır ve güler geçer.

İşte bu türden nedenlerden dolayı asra damgasını vuracak eli baltalılı-satırlı eleştirmenin şairan içinden çıkacağına hiç inanmamaktayım.

Bir Ara Prof. Adnan Benk hayli umutlandırmıştı beni, lakin geç kaldı ve erken öldü. Ömrü yetmedi… Sonra Yeşil Giresunlu, Galatasaraylı Fethi Naci Baba tek adayımdı, lakin takviye gerekiyordu. Yıllardır gazetelerden birinde köşe vermediler, ününü pekiştirmediler ve gerekli takviyeyi yapmadılar. Eskiden böyle bir gereksinim yokmuş, ama son otuz yıldır var. Artık tirajlı bir gazetede köşen yoksa, asra damgayı vuracak bir eleştirmen olman da zor. Hatta yazdığın kitapları bile yayınlatman zor. Bu da insanı isteksiz yapar; çalışma, üretme şevkini kırar…

Kaptan Swing adlı resimli romanı yıllarca Fransızca’dan çeviren, Galatasaray mektebi şaadetnameli ve aynı anda Yeşil Giresunlu rahmetli Ali Avni Öneş, İtalyanları dahi kıskandıracak bir hızla, kelimeleri ard arda sıralayarak, “Nurullah Ataç, Mehmet Fuat, bizim Fethi Naci aynı anda şair de olsaydı, eleştirmen nah olurlardı!” derdi. “Aslında memleketin satır elde, en iyi eleştirmeni olmaya aday bizim Çetin (Atlan) idi. O da taktı politikaya, tren kaçtı. Halbuki ondan Engizisyon Mahkemesi şefi gibi bir eleştirmen olurdu ki, memlekete çok faydası dokunurdu.” diye de ilave etmiş, benim de satır elde bir eleştirmenin ortaya çıkmasını beklememe neden olmuştu. Kardeşi Mustafa Öneş’in de, ablalarının elinde büyüdüğünden yumuşadığını, bu nedenle akıllı olmasına rağmen kıyıcı asla olamayacağını, kıyıcı olmayanın da, asla ses getiren bir eleştirmen olamayacağını; alınır, kırılır diye yüzüne değil de, Mustafa’ya bunu söylemememizi sıkı sıkıya tembihledikten sonra, bizim gibilere söylerdi.

“Bu işler, o işlerle uyuşmuyor demek ki. Yani hem şair hem eleştirmen olunmuyor.”

Hay babana rahmet, bu yazı da konup daldan dala, bitti nihayet. Belki meramını hissettirmiştir.

Buraya kadar sabrı olana, rahmetli Ali Avni Öneş “bitti” mealinde Almanca, “Am Ende!” derdi.. Niye Fransızca demezdi, onu ben bilemem, Ali Baba’nın huyunu bildiğimden de asla sormadım; yoksa iki gün iki gece makineli tüfek gibi konuşarak anlatır ki; dinleyenin iflahı kesilir, aklı şaşar… Sağ olsaydı, “Denemesi bedava!” derdim…

Toprağın “bal” olsun Ali Baba!

SÜHA TUĞTEPE





Platon’un Cini * // Salih Aydemir



--- insan insanın içine düşse yapacağı iş kendine bakmaktır, değil mi?
--- elbette
--- öyleyse biz de kendimize bakmaya başlayalım, belki bir defter bir kalem bizi yüzüne alır, beklenmedik bir susma biçimiyle işin içinden çıkarız.
(sokrates’e gönderme)
ya sözler bireyi yaratır ya da bireyin varlık nedeni sessizliktir…
çağımızın giderek azalan akılcı ekseni karşısında yaşananlara daha imgesel yaklaşmak ve bu yaklaşımı alışkanlık hale getirmek zorunda mıyız?
düşüncenin/düşünmenin yöntemi gözden geçirilmeli mi?
dilin geçmişi nasıl hesaba katılmalı?
dil ve düşünce nerede ve hangi zamanla düşlenmeli?
dili düşün sınırında mı yoksa düşü dilin sınırında mı arayacağız?
ya da
--- ey platon neden şiirle uğraşmadın?
ya da
sokrates’in savunmasında “sokrates’i bir cin uyarır, kısıtlar ve kışkırtır” dersin…
ksenephon’a göre de, bir şeyi yapması için ona emir verildiğini ve sokrates’i sürüklediğini, kışkırttığını konuşursun…
platon’a karşı duyduğum orta yaş tepkimden dolayı ilk gençlik şiirlerim de dahil şiirle yeryüzünün (varlığın)döndüğüne inanıyorum…
sokrates’in tıpkı onun düşünsel kariyerine kattığı “kendiliğinden güzel” neyse
aklın ve duygunun imgesel yalınlığı da odur…


*platon sokrates’in öğrencisi olabilmek bütün şiirlerini yaktı. demiştim.

şiir ya da şairlik düşünsel kariyerin başlangıcı olamaz…
şiir ya da şairlik tahmin edilen, edildiği zannedilen, ettiği/edildiği yerin de başlangıcı olmadığı gibi…
şiir, platon için metafizik(dinsel) bir değerdi…
ve o yüzden baş edemediği hocası ve şiirle boşluklarını doldurdu…


1.**
Yıldızlara bak yıldızım;
Ah gökyüzü olaydım da
sana binlerce gözle bakaydım.

7.
Elma veriyorum sana, eğer beni istersen kabul et
ve kızlığını ver bana.
Yok eğer geri çevireceksen, olsun,
onu görmen için tutuyorum;
nasıl da geçiyor gençlik.

10.
Altını bulan adam, ipten vazgeçer.
Altını kaybeder ve bulamazsa,
İpi bulur ve ucunda sallanır.

16.
Bazıları Musaların dokuz tane olduklarını söylüyorlar:
Yanlış.
Lesbos’lu Sapho da var, onuncu.

Q-51.
Yaşam her şeyi getirecek: Sonsuz zaman
iyi bilir değiştirmeyi;
isimleri, kaderi ve görüntüleri;
doğayı da değiştirir.

VIII.
Yol kenarında ceviz ağacı: Çocuklar
taşlarına hedef ederek
diktler beni ıssızlığa.
Şimdi dallarım kırıldı.
Filizlenmiş dallarım da budandı.
Yağmur gibi taş yağıyor
Meyvelerim lanetli artık.
Ben kadersiz ceviz ağacı büyüdüm
ve hak ettim ziyan olmayı.

**Öteki yayınevi: mayıs 2000 / Hazırlayan: Kostas TOPOUZİS
Yunancadan çeviren: K. Cüneyt Çetinkaya

bu şiirler platon’un… ve onun ilk gençlik çağlarının şiirleri… idealist doğası bir şair için ironik değildir… çünkü kendinde olan “sokrates’in şiirselliğine adanmıştır…
platon’u şiirleştirense gençliği…
estetiğin sınırlarını sınırdan yana koyan deha, sokrates olmak için tanrısal değerler yarattı…
– ki sokrates devlette görev almak ya da yurttaş olmak istemeyen, caddelerde ve sokaklarda bir korsan gibi yaşamaktan zevk alan biri gibi ve her şeyden daha önemlisi hayatının yüklemi olmayan biri -
sokrates, öznelliğin dürtüsünü verdi: kierkegaard’ın deyimiyle bir ebeydi…
bireyin entelektüel doğum yapmasına yardımcı olan ve tözcülüğün göbek bağını kesen bir ebe…


platon, sözcüklerin fenomenliğini kabul edebilseydi insanın zayıf yönlerinin akla doğru bir şekilde vurulduğu zaman -tıpkı bir annenin içindeki çocuğu doğmaya hazır hali gibi- ortaya çıkmaya kendindeki güçlü yanlarından daha doğal bir zorunlulukla geçerlilik kazanabilirdi…


platon, sokrates çemberine ait bir metafizikçi…
kant’ın “belirleyici nedenlerinden bağımsız olma idesinin” nietzsche’deki rüzgarla çatışması gibi…
sokratesteki metafizik, hiçlik anlatıma dönük,
platondaki metafizik, pazar sessizliği…

sokrates, hiçbir şey bilmeyen gibi davranan ve ders alma görüntüsü içinde başkalarına ders veren bir ironist…
platon, sokrates’in öğrencisi olmadan önce her şeyi bilen gibi davranan şair ve ders verme görüntüsünde olan mistik…
aralarındaki çatışma estetik bir yüktür…
sokrates “ben” olmayı başardı… (ben, sokrates’in cinidir.)
platon “öteki” olmayı logaritmanın basamakları saydı…(haz, uyumdur; uyumun bozulduğu yerde acı meydana gelir.)

saysaydı
her sözcük
her dize şiirin örneğini sunardı…
Salih Aydemir


Nedensiz, Sorgusuz..// J.L. BORGES



A.Osvaldo: Sevgili Borges senin şiirini, o çok sevdiğim şiirini Emanuel Swdenborg’in (İsveçli filozof 1688-1772)yüce anısına ithafen okudum.

Borges: İşte, sana anlattıklarımın şiirsel biçiminden söz ediyorsun.

A.Osvaldo: Kütüphanenizde Swdenborgh’e ait bir yığın kitap gördüm. Sanki onun değişik dönemlerini çağrıştırıyorlardı.

Borges: Evet. Sanırım ilk kez Buenos Aires’te okumuştum onu. Daha sonra Everymans Library kitapevi dört kitabını bastı. Bunlar arasında “Son Hakemlik-ya da Kıyamet Günü” kitabı da vardı. Daha sonra Swdenborgh kitaplarından bir tanesi için bir ön söz yazdım. Bu yazı giriş yazıları toplu kitabımda da yayınlandı. Şimdi dilersen söz konusu şiiri bir daha oku. Dinliyorum.
(Osvaldo-Borges buluşmalarından /1984/ Buenos Aires)

Herkesin üzerinde hareket ediyordu,
ve insanlar arasında herkesten uzak bir yerde
meleklerin rumuz adını fısıldıyordu.
Yeryüzü gözlerinin göremediğini
ve yanık trigonometriyi
ve tanrı labirentiyle beraber o cehennemi lezzetlerin kesif girdabını görüyordu.

zafer ve cehennem kapısının yerini
mitolojik anlatılarda olduğunu
ve bir Yunanlı gibi, yiten zamanı,
sonsuzluğun aynası olarak biliyordu.

O,
nihai kaderini
kuru, çorak Latin
çölüne emanet olarak bıraktı..
nedensiz
sorgusuz.

Şiir:J.L. Borges
Çev. Sufi ve Hamuş


Haddini aşan keder üstüne..// Leon Felipe



'' Bir adam, duru denebilecek tek bir düşünceyi zihninden bile geçiremeden hayatının son gününe dek paradokslar bataklığında debelenebilir'' ..
Demişti Salman, şeytani ayetler yazarı bu lafı Floransa Büyücüsü kitabında araya sıkıştırmış; bir yazar için pek makbul tümce. Sufi gırla lafa girince ben uzun vakit sustum. Ölümden kalımdan bahsetmek zaten pek hoşuma gider malum. Lakin su aralar ne dirinin ne benim gibi gençken ''Halik'' takma adına kavuşmuşa budalaca ki budalanın teki olduğumu çoktandır biliyorum, her neyse karışmak istemiyorum son uç itibarıyla olasılıklara. Ama sanırım çoktan bir karış kelimeyi yan yana dizdim.
Ah ne ki yazmak için huzur gerekir ama bende buna zerre rastlanmaz.
küçük harfle huzur.
Bu da yok.
Yaşamı ben oldum olası iki adım sonra bitecek yarım yapalak bir köprü gibi görmüşümdür. Bu köprüyü yapanın sülalesine çok sövdüğümden her hal insani yanım beş para etmez. Ama kötü yanım çok para eder. Bundan oluyor yoksulluk işte.

Sadece yokluk nedenlerini araştırsam altın külçelerini taşımış kadırgaların tarihin öte yanından bu bu başına veya farklısı; bedelin ufak bir kısmını karşılayacağını görürüz. Gılgamış destanından okutmazlar lisede bilirim. Yoklukla varlık arasında kalmaktır mesele. Harbiden gitmek o kadar dert değildir. Kalmak keza. Arada sallanmaksa Boşlukta Sallanan Adam olmaktır ki adam kırk sene önce yazmış Chicago diye kefere şehrinde mevzuyu. Roman başka şehirde geçer ayrı. Ölüm de öyledir. Başka bir şehirde geçer. Her roman iyi biter öte yandan. Okuyan sırtını yaslar evvela. Bitirmenin rehaveti çöker omuzlarına. Ne öğrendiğine okuduğundan gelince, bize ne! Ama iste bu bize ne hikayesi bastan beri gerçeğin yerine istediğini sokuşturup duruyor.
Sufi haklıydı sözünde: “Toplumu kıvançlı kılmak adına bir sürü iş yapılır alemi cihanda.” Mutlak-i azamlar bilirler mallarını. Mal derken kul olmayı iş haline getirmiş avanak sürüsünden bahsediyorum. Ben tanrının kuluyum diye ortalıkta aval aval gezen hordadan. Ne ki onların dirisi Tarik Gunersel'in '' Boburlenis'' le anlattığı Tekasur suresini: ( çok şeyi var diye ovunur kimi / saygın ölmüşlerle böbürlenmek için mi mezar / er geç anlar / istese görürdü önceden / azgın ateşi -acı veren / sorguda başlar dövünmesi / bitmiştir övünmesi ) okumamıştır okumaz okursa da olay çıkartır 'helak ederim' diye.
Şimdi pat diye konuyu değiştirmeli. Bu hükümet vermedi mi mayın temizleme işini israiloğullarına? Bu hükümet hükümranlığını Gül ile ilan etmedi mi? Rektörler yerine komedyenler atamadı mı? Her ne ise onların yaşamaktan anladığı bu dünya gözünde benim için habbe değil. Eh buradan baktığımda ise sırtımda koca kefen taşırım ya o da polyesterden. Artık pamuklu kumaş zor bulunuyor aklınızda olsun. Eskiler savaş var diye kefeni önceden alırlarmış. Bir bildikleri vardı elbette.
Haliyle ben samimiyete daha çok değer veriyorum. Bunca yıl kaç kez ölümden döndüm. Sormayın bile. Sadece üç kez uçak kazası geçirdim ki birisinde tekerler açılmadı. Sağlık sorunlarından demlenmemeli lakin ben bu gece demlenirim. Ayrı husus. Sathiyatı sofiyane baki serde. Hem muğan hazretleri bekler. Pir olanı. Heveslisi değil.


hürmet.

LEON FELİPE


İzlerin sildiği köprü izleri...// Ela Dincer



“…yazmak talihi aramaktır, talih yazıyı aramaktır. Görünmez bir sınır çizgisinde önceden izi varsa talih de vardır…” /m.blanchot



diş izi


acının yokluğu, boşuna’lığın varlığına gönderir.

tüm yoklukları yok sayan bir dil yokluğunda, kaygısızca 'her şeyi yazabilir' olmakla övünen acı: oysa boşunalığın ilham alanı-dır.





//

yaşamak için iyi bahanedir sabah.
değilse boynu kıldan incedir gecenin.

ey şiir
acıya yataklık et kırılsın kemikleri düş’ün.
söküldüm tutturulmuş iğreti yerlerimden
sallanıp duruyorum koptu kopacak sabrımda
dudağına iliştir: çiçek sapıdır diye bu hayat
kökünü zorlayan.

senin bütün biçimlerin mubahtır bana. bozgun gibi
gireyim sınırlarından ve çıkayım dirilerek kendimden.

eski sokaklar dolaşıyorum. yorgunluğuma bahane sabahlar
her adımda toplu kalabalık ağıtları
serçe parmağım kadar kalıyorum. uçup gitmek gerek ya…adım mı
benim adım yok. varsa seninle başlayan bir gecenin sonunda
kanatlanır her yanım. taşa kesmiş zamandan
taş sokaklara akmanın verdiği erime duygusu.
bir inip bir çıkıyorum boynunu. ey şiir
kadınlığıma yataklık et. ya bul ağzımı ya söyle
nerede dudakların.
çok içlendirme beni ölümsüz değilim
olacaksan sen ol:
-kudurmuş yanlarımın diş izi
-kopmuş çiçeğin sapı

(ol’manın tek boyutlu evrenidir gece. unutma.
öl’mekse bizden ötede bir yüz.
bul ağzımı. yaşamak için bahane değilsin ey)

hissederek dokundum ben bütün günlere
kanlı ve sırılsıklam kalktım sofrasından
delik deşik bir gövdeden ne sızarsa öyle sızdım
başka. hep başka güne. tan kızıllığında renk değiştirdim.
anlatamam kaç kere yılan edasında sıyrıldım kendimden
taş sokaklarda izlerimi aradım sürünerek. ama hep
suyun şekil verdiği dönemeçlere vardım: “saf, sınırsız, kahraman”
dokunduğumda keskindiler. boynumu uzattım
yaladım. kalp atışının kaybolan tadı vardı ritminde
fakat ben kendimden sıyrılmanın coşkusunda
dönüp baktım ardıma. ardımda ölü ol’muş yatmaktaydım. saçlarım
kimsenin cesaret edemediği uzun ve kanlı bi’savaş.
adım yoktu. rengim tan kızıllığında tanrını susturdu
ey şiir: konuş benimle. ölümlü bedenimi soy yeniden
ve yıkayıp pakla gecene hazırla beni
bul ağzımı da belirsin diş izlerin ya da kaybolsun sesim
benden ötede bir yüz dalgınlığında.

hala anlamadın mı:
yaşamak için bahaneleri unut
içinde eriyip gittiğim dudağından ver
illa vereceksen!




sudan köprü


artık ne idiysek o olmamaya doğru bir yolculuk… kendi yazgısından kaçabilen yol, yolcunun diş izlerini geriye doğru çeken bir direnişe hazırlanır… geçmişten geleceğe doğru bir şimdisizlik bulaşmıştır yüzlere.

ve mut: en çılgın baştan çıkarıcı’sıdır, sessizliği keşfedenin... hep bir ses yokluğuna doğru…


//

(uyumadığım gecelerin bütünlüğüdür: harf)

sadece yağmur sesi kalacak. söz.
sırtından atlayacağım büyük büyük yaşamakların
otomobiller. trenler. uçaklar yakacağım. evler bombalayacağım.
fabrika şartellerini indireceğim keskin ahkamların üstüne
mağazaları soyacağım. pazar yerlerini yerle bir edip
yağmur sesine yer açacağım. söz.

bu sırılsıklam
bu içimize yağan
bu yerle gök arasında sudan köprü
bu her basamakta hırçın yitme isteği
bu ses
kimyasını zorlayan olacak yer açtığım boşluğun

söz sana: sözlerin bedeni ile çarpışan
yoğunlaşarak ufkunu şaşıran bulutun
ekseni etrafında dönecek dünya bundan sonra

(gece anadilim olacak belki:
ben ki pıhtılaşmış hece
söz olup akmalıyım kan niyetine
kestiğim sesimden)

dil ucumda eşiğini atlayan söz
alfabenin bütün harflerini tutsak edecek çalımlı yüzüme
bulanık ağzıma berrak bir öpüş açısı verecek:

sana eğimli.

söz!


Ela Dincer


( "öteye adım"layan defterin ayak izleri için...)


GAZZE II // Ahmet Ada



Ya siz diyorum virgülden vazgeçer miydiniz
Kısacık bir cümleyken ömrünüz
Yok hayır diyor yerinde kullanılırsa
Bir virgül yıkar Gazze’deki duvarları

Hayfa Tel-Aviv Kudüs Gazze tamam peki
Ayrılmayın diyor sizi özgürlüğe bağlıyorum
Ya evet diyorum Gazze’de özgürlük
Doğru fırlatılan bir sapan taşıdır

Ah, Gazze, yüzkarası yeni Berlin duvarı
Demek sizdiniz duvarların kalkması için arayan
Yıkılmalı diyorum silah tüccarlarının kalesi
Ya evet menekşeyi tanımalı çocuklar

Ya siz diyorum nasıl anlatacaksınız çocuklara
Köşe başlarını tutan keskin nişancıları
Her gün cinayet işleniyor sokaklarda
Gönül çelen bir yönü kalmıyor
Ne menekşenin ne leylakların


AHMET ADA




KRİPTO..// ULUS FATİH



‘Nötrinonun sabahı / proton aydınlığı yayıyor cumaya / göz kırpıyor fener! / Ulysses’çe çınlıyor ortalık… / Su içen tanrıların tazıları / kucaklıyor kuarkları!.. / Sararan gözlerin sarısı, demiryol / geçiyor dekovil sessizliği bükerek. / Elektronik orağı baştanrının / biçiyor otları. / Tepegöz ağlıyor tepede / nicedir…’


Yüz yıl sonra insanlar solumayacak!.. Metalik gözleriyle, el ve ayakları parlak birer çubuk olan Erkufo, yanındaki Dişufo’ya böyle söylüyordu. Su yılanı yılından tam üçbin yıl önceki bir masalcık: Adem’in biri Kapadokia’da, Kaisera adlı kasabanın taşlı yollarından birinde yürürken beşgen bir kutu bulmuş, tırnağıyla açmaya çalışırken, kutu elinden fırlayıp taşlara çarparak açılmış ve içinden kırmızı pullu, uzun bir yılan çıkmış. Yılan, adama beni sonsuz tutsaklıktan kurtardın ama tıynetim gereği armağanım seni zehirlemek olacak demiş. Kaiseralı, sabırlı ol, yolumuza çıkan üç yaratığa soralım, onlarda uygun derlerse yap yapacağını deyip düşmüşler yola, önlerine ilk olarak bir akarsu çıkmış, ey belleksiz yaratık, ey akarca, sen ne dersin bu mesele diye sormuşlar ki su; evet, zehirle ademoğlunu, onların us dedikleri kör bir değnektir ve öyle nankörlerdir ki, bağrımda yunup arınarak pirüpak olurlarda, tam işlerini bitirip gidecekken, yüzümün ortasına, hak deyip ‘Tû!’ diye tükürürler, ceza yerindedir diye yanıtlamış. Yürürken, bu kez dişi bir kaz çıkmış önlerine, kaz haklısın demiş yılana, bunlar vahşidir, havada uçsan, denizde yüzsen, karada koşsan, gene de acımayıp avlarlar bizi, zehirlemelisin demiş. Derken son bir umut tilki çıkmış karşılarına, tilki soruyu duymazdan gelip, imrenircesine yılanın bu küçük kutuya nasıl sığabildiğini sormuş, yılanda başlamış becerilerini saymaya ve sonunda bundan daha küçük kutulara bile sığabilirim diyerek bitirmiş sözlerini. Tilki de, yüce dostum hele bir gir de şu kutuya, becerine bir tanık olalım diyerek yılanı kışkırtmış, yılanda kıvrıla büküle başlamış kutunun içine çöreklenmeye ve girer girmez, tilki aniden kutuyu kapatarak, oradan geçen dereye fırlatmış ve adama dönüp: Nankörlerden kurtulmak için onlar gibi davranmak gerekir demiş!..


Yazacağı uzun öykünün girişini okuyan Taler, Almuso’ya sarılarak uzay boşluğunda hareketsiz gibi duran aracından dışarı baktı, sayısız ateş böceğinin ışıldadığı büyüleyici karanlıkta, içinde bulunduğu görkemli yalnızlıktan ürpererek titredi ve eğer yıldızlar birer gözse, benim gözlerim de birer yıldız olmalı diye düşündü. Ama ‘Yalnızlık Çağları’nda yıldızlar ne kadar uzak ve uzay ne kadar da sonsuzdu!... Uzayın ve evrenin oluşum teorileri çoktan kanıtlanmış birer formüllere dönüştüğü için korkusuzca ayakta duruyor ve içiçe boşlukların helezonik havasını soluyarak yine de duygulanmaktan kendini alamıyordu. Evrenin oluşum bulamacı: Ateş böceği teorisiydi. Bir güneş, çevrenindeki diğer güneşleri çekerek güçleniyor ve kozmik gübre ile ışınladığı parçaları geri tepkimeyle salarak gölge yaşamlar oluşturuyordu. Yaşam zincirleme bir reaksiyonun değişkenler demetiydi. Reaksiyonun belli anlarında değişik türde yaşam biçimleri oluşabiliyordu, birbirlerini algılayamayan milyonlarca yaşam... Reaksiyondaki bir anın diğer bir anı algılayabilmesi için zaman boyutunun eşdeğer yani aynı olması gerekiyordu ki bu olanaksızdı. Bunun için herhangi bir yaşam, kendisinin dışında bir yaşam biçimini algılayamaz, bilir ama göremez ve ancak kendini üreterek başka yaşamlar oluşturabilirdi.


Güneş+İdi=Yaşam, bu oluşumun aritmetiğiydi. İdi (İde) her defasında başka bir şey olduğu için, onların karşılaşması olanaksız, algılaması ise daha bir olanaksızdı. Bu bakımdan her yaşam ancak kendisiyle karşılaşabilir ve oda ancak bir kopya veya ikiz olabilirdi. Ayrıcı İdi’nin ne olduğu çözümlenebilseydi, onun kendisi olunabileceği için, yaşamın gizi de belki öğrenilebilirdi ama sonraki töz, maddenin ilk haline dönüşümünün olanaksızlığı nedeniyle hiç bir zaman önceki olamıyordu. Olabilseydi başlangıç ne sorusu, artık soru olmaktan çıkacaktı, bu yüzden işin felsefesiyle yetiniliyordu, oda her başlangıcın, başka bir başlangıcın sonu sayılmasıyla geçmişinde sonsuz olduğuydu.


Kimilerine göre şimdi, sonsuz bir geçmişin, sonsuzdaki bir geleceği, sonsuz bir geleceğin, sonsuzdaki bir geçmişi sayılacağı için hepsinden daha ilginç ve çözülmeye değer bulunabiliyordu, yani evrendeki herhangi bir an sonsuz bir geçmiş ya da sonsuz bir geleceğin ilkini sayılarak en az ötekiler kadar bilinmeyen, gizemli bir şey kabul ediliyordu. Yine de yaratılışın ve yazgının başlangıcı, bir tetikleme ve elektrikleme olarak görülüyordu. Manyetik rüzgarlar, kuantum çalkantıları, kozmik toplar oluşturuyor, kozmik toplarda bildiğimiz lahana bahçelerine dönüşüyordu. Herhangi bir kuşun gözlerinde bile evrenin oluşumunu görebilirdiniz. Özellikle ölmekte olan bir kuşun gözlerinde evrensel oluşum anı yineleniyor, saydam perdenin içinde, evrenin oluşumu, -duyan- gözler için sergilenebiliyordu. Bir dizi dönüşüm, başkalaşım, yok oluşumdan sonra yine kozmik rüzgarlara dönüşüyordu yaşam.


Hep varız, yoksa nasıl varolabiliriz ki, boşluk kendini üretir, yokluk, yokluk tanımaz. Evrensel gecede, kozmik karanlıkta, yaşam, evrenin bir yüzü, öteki yüzü de; karşı yaşamdı ve bir yarış içindeydiler, varlık, yok oluşu bir gün ortadan kaldırdığında, yokluğun -yok oluşun- gerçekte bir tür varoluş olduğunu anlayacak, yok oluşta yine varlığı kemirerek bir gün silip gittiğinde, artık varlığın bir tür yok oluş olduğunu anlayacaktı. Diyelim ki, sonuçta bir tür yokluğuz. Tüm bunlara ne gerek var diye de düşünebiliriz, varız ve hiç bir şey gerekmiyor. Bir kere varlık kadar yoklukta gereksizdir, algılama biçimimiz bu bizim.



Neden varız sorusu bir anı işaret ediyor, varlık anın yalnızca bir parçası, soru neden varız değil, neler olmakta (oluyor) biçiminde sorulmalı, neden varız sorusu bizi dar bir alana hapsetmektedir. Algılama biçimimiz değişseydi bile, gene bunları sorabilirdik, şu var; bu soru Judas gibi iki yüzlü, varlığın arka yüzü yokluk, yokluğun arka yüzü de varlık, görme, varolanı algılama beynimizde gerçekleşiyor, körlük ya da görme diye bir şey yok, algı kapılarının farklılığı var. Beynimiz var oldukça bir biçimde görecektik, gözde, bu biçim odaklanıyor, göz başka bir şey olsaydı, olmasaydı, görü fizik değiştirecekti; solucanın kör olduğunu söyleyebilir miyiz.


Varlık, yokluğun bir türevi mi? İnsanın olmadığını düşünelim, soru olmasın, bizim için yokluk bu işte. Varlık soru, yokluk bu sorunun karşıtı... Hiçlikte bir tür varlık, sonsuz yokluktan ne anlaşılıyor, anlamsız bir boşluk, peki boşluk neden var, boşluk yokluk demek mi, öyle olsaydı biz yokluğu, boş bir hiçlik biçiminde algılayamazdık.

Yokluğun biçimi olur mu... O zaman geriye bir şey kalıyor: Biçim! Varlık ve yokluk bir tür biçim. Gerçek olan, biçim. Görmeyen köstebeğin varlığı, direysel güvenliği herhangi bir insandan hiçte aşağı değil. Çünkü varolmak için yok oluyoruz. Sonuçta varlık dediğimiz şey bir tür dirim. Dokunulabilirlik, algılanabilirlik. Peki, bilinç olmasa yokluk mu olacak, birde şu söylenebilir mi: Sonsuz yokluk yoktur. Şey, varolmak zorunda olan yokluktur. Yokluk, varolmak zorunda olan bir varlık. Ve şey; varolmak zorunluluğudur. Hiçliğin kendisi bile, hiçliğin kendisini barındırdığına göre, onun hiç bir şey olmadığı söylenemez. Bir söz var, doğa boşluktan nefret eder. Gerçel soru: Dönüşüm neden... Niçin ve nasıl biçimleniyoruz. Yokluğun amorf, yani biçimsizlik veya hiç, hiç bir şey olduğu düşünülürse, o, neden bir biçime sahip oluyor, örneğin bir ‘nokta’ neden patlıyor, gülde bir sabah patlıyor, bigbang doğada da var, tohum patlıyor, magma patlıyor, cenin patlıyor. Bir sığmazlık var, biçim arayışı...

Sonuç: Yokluk yok. Varlık, yokluğun biçimlenmiş dönüsü, gerçek yokluk olanaksız, yokluk belki de yokluk nedir diye sorulamamasıdır, oysa biz sorabiliyoruz.


Şu ki, varlıkların dilinin olmayışı, neden varım diye soramayışları tuhaf, en görkemli karadelik, usa sığmıyor ama, neden varım diye soramıyor, korkunç bir alçakgönüllülük var bunda, doğada öyle. Tanrı yoksa bir ‘karadönü’mü diye düşünüyorum. Evrenlerin anası, bana bunca ışık yılı uzaktan dalgalar yayan varlığın gücü neredeyse sonsuz, ama bir sorusu yok... Öteki, yani ben, aya uzanabiliyorum, gücüm sınırlı, ama sorum var, soru sorabiliyorum. Ben bir ışık bileşeniyim. Işık tüm yanıtları biliyor, içinde barındırıyor, bende tüm soruları biliyorum, soruyu çözebildiğimde, soru olmaktan kurtulacağım, oda bir yanıt olmaktan kurtulacak, çünkü ben bir yanıt olacağım.


Soruyum ben, yanıt olduğumu kavrayamıyorum, algılayamıyorum, soru aşamasındayım ve soruyu da aşamıyorum, oysa yanıt olduğum gün, evrenin tüm soruları bende toplanacak ve bir yanıt olacaksa, o ben olacağım. Bu karanlık odada, ışığın gölgesinde, soru olmanın kozmik görkemini taşıyor, tanrıya ve evrene baş kaldırıyorum. O ise kızmıyor, küsmüyor, dahası duymuyor, çünkü o benim, ben yanıtım, yanıtın kendisiyim. O bunu biliyor, ama ben bilmiyorum. Yanıt benim ama, ben bir soruyum.


Evrenin çiçeklenmesi, yani insanı oluşturması, bu ikilemin doğmasına yol açmış. Tanrısal töz dünyayı ve insanları yaratmış. Ölüyoruz ve sonsuz evrenin varlığında, yokluk sorusunu artık soramıyorsunuz ve evren var. Çünkü yokluğu yaratan sensin, yokluğa, varlıkmış gibi biçim veren, onu karşına koyan sensin, oysa evren vardı, varoluşunun gerekçesi sensin ve evrenin kendisi, yokluğun kendisi, yokluk gördüğünüz evrenin ta kendisi, ölünce yokluğa karışıyorsun, evren oluyorsun, ama hiçlikten uzaksın, hiçlik senin soyutlaman, bir algılama biçimin, yokluk anlamsız, öyleyse nasıl içinden çıkılmaz, anlaşılmaz, kavranılmaz bulursun onu.


Bitin Söz: Büyük patlama yok, yokluk patlama öncesi, kavramsal varlık patlama sonrası, hepsi biçimsel bir değişiklik ama ‘kavramsalda olsa’ gerçek olan varlık. Yani varoluş. Bir tür yokluğun ta kendisi. Olanaksız olan hiçlik, ama savlar güçlendiğinde; yanlışlar çoğalıyor. Yokluk zamanın uzaması, varlık ise birime dönüşmesi, algılanır olması. Yokluk kaos, varlık kozmos. Yokluk diye bir varlık oldukça, yokluktan söz edemeyiz sonuç olarak. Ve sizler ölünce yok olacak, adınız unutulacak ve bir daha hiç gelemeyecek, dönemeyeceksiniz.

Ama ne mutlu ki ölümsüzsünüz ve hep var olacaksınız. Öyleyse, acınmak, hayıflanmak boşuna. Çünkü bir biçimi geçiştiriyorsunuz, bir yılan gibi deri değiştiriyorsunuz, evrensel saatin küçük bir diliminde, deniz feneri gibi ışıyorsunuz, ay ışığında planktonlar gibi parlıyorsunuz. O denli sıradan ve değer bilmezsiniz ki, bir tanrı bile çok size, üstüne üstlük ölümcülsünüz. Oysa ışık yayan bir cisim, minik-manik bir evren olarak çok şaşırtıcısınız. Bir evren modelisiniz, bir dininiz var ve ne yazık ki tanrı içinizde ve ne yazık ki prematüre bir bebek; primitif bir cesetsiniz. Keşke bu soruları bir güve sorsaydı bize. Yokluğunda varolma hakkı var, varlığın yok olma hakkı olduğu gibi. Varlık, yokluk bir düşünsü yöntem, yokluk varlık diye bir şey yok, öyleyse varlıkta yoklukta, yok = Aynı.


Son bir şey, yokluğun varlığa dönüşmesi -ilkin olarak- çok ilginç. Yokluk, varlığın soyut bir güzellemesidir. Saf estetiktir. Varlık pürüzdür, ilkel bir yokluktur, kaba, amorf ve eşitsizdir. Yokluk, sonsuz güzel, biçimli ve eşitçidir. Salt güzellik, sonsuzluktur yokluk. Biz, varlık olmak nedeniyle ilk basamaklarız. Yokluk mutluluktur. Varoluş sorunsalına yönelebilen bilinç yok olduğunda, varlık sorgulanamayacağına göre, varoluş soyut bir uslamlama ve indirgemedir diyebiliriz. Bu anlamda yok oluşta soyut bir paradokstur. Bir file niçin varız diye soramıyoruz, öyleyse varoluş sınırlı bir kavram. Biz bir kurguyuz, fil ise hiçliğin bir an’ı olarak daha saf. Öyleyse yokluğun yokluğuna gelebiliriz, yokluk ve varlık içiçe yani ikisi de var. Ama yok oldukları için. Yokluğu zorla yaratamayız ki, yaratırsanız o artık var demektir. Yokluk uydurma bir sözcük oyunu, neden olsun ki, düşlenebilen her şey bir varlık. Yokluk, varlığın anasıdır, kavranamayanın adıdır, bir tanrısı olmayacak denli sıradandır o. Ve ‘Çünkü yanılgıda tıpkı gerçeklik gibi usun kendisine aitken, göreceli us dışı ise, gerçeğin ve yanlışın ötesidir, yanılgı terimi ile onurlandırılamayacak bir saçmalıktır’ diye kozmikomikliğin nedenini açıkladı...


Erkufo, bizim düşüncelerimiz eninde sonunda, can sıkıcı bir yanılgıya dönüşüyor, onun için ölümlüyüz diyerek Dişufo’nun boynuna sarıldı ve ona polen kokulu bir kolye takarak, arkaik bir dille, ‘Thelis ena louloudi, ya tin aghapimeni sou’ dedi. ‘Sevgilin için bir çiçek ister misin?..’ Uzay boşluğundaki kuşlar, aracın penceresinden süzülerek geçiyorlardı. Yalnızca dönen bir hiçlikte, uçan kuşların varlığı, onları nasılda mutlu etmişti…



Bitti mi dedi Dişufo, Erkufo’ya, oda bitti dedi. Araçlarının gözetleme boşluğundan evrenler arası kozaya baktılar, larva yıldızlar, krizalitler, bebekler, ataparlar, dişiller, eriller, insansılar, uscul bir okyanus, besleyici bir plazma gibi serin-derin boşlukta yüzüyorlardı... Dişufo metalik gözlerinden süzülen bir damla yaşa engel olamayarak, söylediklerin öyle yetersiz, öyle kısıtlayıcı ve öyle komik ki, üstelik usanç yaratan çelişkiyle, ürkütücü yineleme sende de var dedi. Yine de yokluk diye bir şeyin olamayacağını ve kendi bilincinin de kısır bir döngüden başka bir şey barındıramayacağını düşünerek ağlamaya başladı...


Uzayın sonlu olduğunun anlaşılması üzüntülerini daha bir artırıyordu. Varlık, yokluk, atomlar, bileşenler, parçalanış, yokoluş, çözüm, çözümsüzlük tüm her şeyin, kaygılı, derin bir umu-umusuzluk çırpınışında tükendiğini düşünerek, boş gözlerle Erkufo’ya baktı, umut bir yöntem olabilir miydi. Şimdi bir larva yıldızın içinden geçiyorlardı, bir toz yığınıydı, ateş topuyken çözülmüş ve çökmüş, sonra bir toz yığınına dönüşerek, yoğunlaşmaya yüz tutmuş ve larva halini almaya başlamıştı. Üçyüz parsek ötede kurt deliği yöntemiyle evrenin 4. halkasını geçmişler ve 7 kat olduğunu tasımladıkları evrenin gerçekten de masallardaki gibi olabileceğini düşünmeye başlamışlardı. Dünyayı terk edeli neredeyse bin yıl olmuş ama uzay boşluğunda dolaşmak dışında, kendilerine benzer hiç bir uygarlıkla karşılaşmamanın üzüntüsü içinde 987 yıl geçirmişlerdi. Bu koskoca evrende, havlayan bir köpek, pire dolu bir maymun, kıvranan solucan ya da Willi Frich gibi bir babik oğlan daha yok muydu, varlık-yokluk ikilemi taşımadan; iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir insan...

Taler, 900 yıldır gözlem penceresinden bu soruya yanıt aramak için çalışmalar yapıyordu. Sonunda yerküreye dönecekler ve yapayalnız olduklarını, tüm bunların budalaca bir oyun, ahmakça bir aldatı olduğunu ya da alaycı bir kuşun ötüşmesinden başka bir şeye benzemediğini haykıracaklardı. Vega yılının Septum (Severus) ayında, evrenin sıcak su akıntıları içinde, bin yılın dolmasına 9 ay 10 gün 6 saat kala, uzaktan başıboş denilebilecek, tuhaf, eskil bir plaka, kozmik bir disk göründü. Çok hızlı hareket ediyordu, hemen peşine düştüler, tam 4,5 ay sürdü kovalamaca, korularda kanat süzen çalı horozu gibi kaçıyordu disk, uzun süre avlarının izini dahi göremediler, disk canlıymış gibi, yaklaştıkça hızlanıyor, uzaklaştıkça da yavaşlıyordu. Bu kaçıp kovalamaca, evrenin 5. Kat içlerine doğru sürüp gidiyordu ki, Erkufo, umutsuzluktan, yorgunluk ve siber bozunumu belirtileri göstermeye başladı. İşte metalsi kar yuğumlarının ölüm şarkısıdır ki bu, varlığın ve yokluğun onulmaz dehşeti, çılgın ve ürkütücü masallarıyla dolu gecenin belkemiğinde, gökadaların çarpışmasından oluşan, devasa yurtluklar, yörüngesiz, başıboş güneşlerden doğan helyum yuvaları ve körpe gezegenlerle, kara kıtalar ve binlerce, binlerce aylarla... Bitimsiz güzelliklerin, us uçuran barış şarkılarıyla sarhoş, sanal savaş için haykıran kalabalıkların, altınsı ordular ve pamuksu, ipek böceğiyle doldurulmuş bulutsuların... Tanrısal bir an bu, bu diskle karşılaşmamız kutsanmış bir sunu! İşte başka dünyaların, uzak uygarlıkların varoluşunun anıtsal imi, bir görkemli kanıt!..


Dişufo, titansı karışımsa, 5 milyon yılda çözünür dediği diski yakaladığında, gerçekten toz olup dökülüvermişti, ama yinede böyle bir çakışım için, evrensel bir muştunun kucaklayıcısı onlar olmuştu. Almuso küredeki evrensel almanağa adımızı yazdırdık ne mutlu dedi. Disk toz gibi döküldü ve içinden hologram gibi gene diske benzer sanal-saydam bir kutu, disk içinde bir disk daha göründü ki, havada asılı duruyordu. İletişim ağını kurmak zaman aldı, laboratuar incelemeleri aylarca sürdü ve Taler, raporunu güneş sistemindeki, tanrılı gezegenlerin üçüncüsüne bildirmek için düğmeye bastı.



Sanrılar butonundan çıkan raporda şunlar yazılıydı: 3 Bilyon yıllık acı bitti. Evrende yalnız değiliz. Başka uygarlıkların var olduğu kanıtlandı, büyük olasılıkla Berenis zamanında onlarla karşılaşmayı umuyoruz. Bir öngörü olarak, şimdiye dek katedilen yol kadar uzakta olabileceklerini formüle ettik. Diskte bulunan, sanal platin kutudaki verilerse şunlar: Sesli biçimler var, düzensiz bir takım bindirmelerle kotlama yapmaya çalışmışlar, son derece ilkel olabilirler, yok olma olasılıkları söz konusu olsa da, diskin elemanter gruptaki sıralaması bu olasılığı azaltıyor. Sesli biçimlerde, bizim ele geçirebildiğimiz tek algı biçimi, Ronuld Reagon çıkarımı oldu!.. Sesin aldığı biçim bu, diğerleri yüzbin yılda yayvanlaşıp, tahrip olmuş, yalnız bu, -Ronuld Aralığı- geçiş veriyor. Bir yıldız ulaşım formülü diye düşünüyoruz. Ama kendilerince pek önemli, gizil dünyalarında bizlere sunmayı düşündükleri melankolik bir imde olabilir.

Görev bitti.

...

Taler, Poler’in (Almuso şimdi Poler formatındaydı) yorulduğunu görünce öyküsünü okumayı bıraktı. Uzay boşluğunda düşündükleri, anında elektronik yazıya dönüşüyor ve birbirlerine okuyarak oyalanıyorlardı...

Az sonra Dişufo sıkıldığını ve kitapçığın içinden çıkarak, bir uzay yürüyüşü yapmalarını önerdi Erkufo’ya, o ise ‘Kum tadındaki yemişler / Flamalar gibi yayılmış / Çıplak ve kırılmaz bir sevi / Adı olmayan kuşlar / Ve orda içinde bir sünger taşın / Uyuyor tatlı Dişufom’ diye mırıldanıyordu.



Onlar, bundan sonraki yolculuklarında evrenin sınırlarına ulaşma ve araştırma görevlerini sürdürdüler. İkiyüzellibin yıl sonra öngörülemeyen bir şey dışında, gize ulaşmayı ve onu elde etmeyi başardılar!.. Ayrımında olmadan başlangıç noktasına dönmüşler ve aşağıda onları karşılamak için merak ve sabırsızlıkla bekleyen ‘kendilerini’ bulmuşlardı.

ULUS FATİH


Bir “ayna” daha..Doğan Ergül için..








Bir “tavır” olarak, yeni bir eleştirel bakış denemesi, doğal bir tavır olarak, ilk aşamada biçim, üslup ya da içerik sorunlarıyla uğraşmayacak,çünkü bu vurgular, ilk elden, okurun herhangi bir edebi yapıtı benimsemesini ve kavramasını değil, onun kağıt üstünde "gerçekten var" olmasını sağlamaya yöneliktir. Algısal yüklemler kadar “değer” ifade eden bir eksenden algısal olmayan yüklemlerin uygulanımlarını doğrulayabilmek ve bu sayede doğruyu yanlıştan(kime ve neye göre?) ayırabilmek için bütün bunlar gerekli midir?
Formların varoluşunu varsaymak, dili ve kullanımını olanaklı kılabilmek için zorunlu olan nedir? Belki içten içe doğru formlara duyulan ihtiyaçtır sorunun yanıtı, hem bilgi hem de varlık bakımından üstlendikleri rolle belirlenen bir yanıtlar sınırı da diyebiliriz.
En üretken dönemlerinde şiiri terk eden kalemlerimiz için, şiirleri için, daha son sözler söylenmedi, belki de onların saklı tuttukları şiir sihrinin özelliği budur. Kim bilir belki de hiç söylenmeyecek..
Bugün 2 Haziran genç yaşta yeryüzünü terk eden bir şairin göç yıl dönümüdür: Doğan Ergül!..
Bizler (hala ve hep) onun şiirini, dünyasını okurken, kağıt üzerindeki sözcüklerine değil, yaşamdaki sözcükler, ya da daha doğrusu zihnindeki, birbiriyle ilgili binlerce şeyin-sosyal, psikolojik, tarihsel, biyografik oluşturduğu girift bağlardaki o sır dolu coğrafyayı merak ediyoruz.
Sevinçle nefretin kol gezdiği, anti rasyonel, yer yer romantik, duygusal ama yine vahşet çığlığıyla süslü semender zaman diliminde, şiir yazmak, şiir okumak, şiiri sevmek, sairi unutmamak ve şu kendinden fazlasıyla emin olan zaman dilimini alt-üst edebilme deneyimi olabilir mi? belki...
Belki de hepimiz her gün, her an sezdirmeden bunu yapıyoruz.
Doğan Ergül genç yaşına rağmen, öyle bir çizik attı ki şu feleğin sevimsiz suratına
emin olun ki onun şiiri hep kalacak, hep okunacaktır..
Bir şair dost, çok iddialı bir söz etmişti, tartışılmaya değer mi değmez mi apayrı bir sorun, siz karar verin:
"100-150 yıl sonra bile Edip Cansever, Ece Ayhan şiiri kalır, diğerleri mi?-( ad verebilmem için biraz düşünmem gerek)-” diyordu, bu söz üzerine uzun uzun tartıştık, karşı geldik, ama onun da kendine göre (şaşırtıcı) gerekçeleri vardı. Oysa hiç düşünmeden hiç derin tefekkür ummanında boğulmadan bir yığın çok kıymetli şairimizin adını gönül rahatlığıyla biz verebiliriz. İyi işler, kalıcılığı yakalayan onca usta kalem bunca düşünmeyi gerektirmiyor(du). Bu “saplantılı” ruh hali hem şiire hem şaire zarar verir. Sonuçta iyi-kötü sınırları birbirini zorlamaya başlar ve neyin nerede yer alması sorunu uçar gider. Yaşadığı sürece tek bir şiir kitabı olmayan Özge Dirik şiirinin derinliğini kim inkar edebilir? Esas korkulan, korkulacak durum kitapsız şairlerdir, onlar ki hala bir yığın şiir nehrini süslüyorlar, besliyorlar. Bu topraklarda sayıları hiç az değil, servet-i fünun dönemi ve hatta daha öncesinde de onları “dekadanlar” olarak tanıdık bildik ve eski harflere meraklılar bilirler onların ne zehir sözcükler sarf ettiklerini ve biliyoruz kimin-kimlerin o kadim isimsiz(sadece müstear adları var çoğunun) nehirlerden (dekadanlardan) hala nasıl “beslediklerini”!..Onu da edebiyat tarihimiz bir gün yazar-mutlaka yazacak-emin olun!..ki bu güne kadar hiç dokunulmamış bir izlektir.
Şimdi, biz, Kant'ın o ünlü "Yaşamları en fazla değer taşıyanlar, ölümden en az korkanlardır" çıkarsamasından "yaşam" ve "şiir" sözcüklerini yan yana getirelim.
Doğan için ve daha nice değerli usta şairimiz hatta genç kalemlerimiz için yadsınmaz biçimde bu hakikat hep geçerli olacak.
Şair (Doğan Ergül) amma da denizi taş yağmuruna tutardı şiirinde, bir sebebi vardı!..
Evet,
Öyledir!
devranın, kainatın, (hatta varın dünya olarak adlandırın) çok berbat bir durumda olduğu görüşü tarihin ta kendisi kadar eski, uzun sevimsiz bir şikayettir…hoşnutluğu bulmaya yeminli kalbiniz durmasın, durmasın ki güzellikler hep çogalsın...
güzelliği(şiiri-şairi) hep anarak.

"Hadi çıkar bir ayna daha, kırık olsun bu kez Dogan" mı demiştik?
Şiiri, kişiliği önünde saygıyla, hürmetle eğilerek anıyoruz..





Aşağıdaki şiirini (zamana zamanı sordum hiç dedi) 16 mayıs 2005-saat 15:13’de ilk kez “defterle” paylaşmıştı..(defter mail arşivinde itinayla korunuyor)
Hemen ardından bir düzeltme yapmıştı-tümünü olduğu gibi yayınlıyoruz..

BORGES DEFTERİ / MODERASYON GRUBU

[BorgesDefteri] zamana zamanı sordum hiç dedi
Monday, May 16, 2005 3:13 PM
From:
"doðan ergül"
Add sender to Contacts
To:
BorgesDefteri@....
... deftere,... sevgiyle....

zamana zamanı sordum hiç dedi


bu denizler eğri bir akşamı aşk biliyor
alnımda elinin izi kalmış
sana ceplerimden aynalar çıkarıyorum
kara denizciler, ışıklı kayıklar, yeşil sular,
yosun...

güney napolide bir el gibisin
sesinde kırşehir türküleri kalmış
öyle iniyorsun kalbinin pisa’sına
eğik bir gölgenin gülümsemesi gibi
bir sokak şair oluyor
sen yüzüne bir poster yerleştiriyorsun
yırtık yerinden posterin
en mavisini buluyorum sesinin

burada merdivenler çıkıyor
her akşam liman işçileri
kahır onların akşamı ya
sen bir sızıyı çiziyorsun
tarihte bir heykelin eline!...

yürürken güneş kuşları kalkıyor kalbinden
neden sahipsiz bir beden olduğunu anlıyorsun
bakarken kar suyuna, çavlana, bahara...
ve jazz’da bir ceza buluyorsun
sese ve ışığa...

bir afgan ağacının gölgesi gibi
geçiyorsun içinden zamanın
buhurun içindeki buhuru gördün ya!...


Doğan Ergül


Re: [BorgesDefteri] dalgın ve ağrıyan
Monday, May 16, 2005 3:46 PM
,
From:
"doðan ergül"
Add sender to Contacts
To:
BorgesDefteri@...
'zamanı gördüm diyen üzünce' dizesi
'zamanı gördüm diyen üzünçe' şeklinde olacaktı...sevgiyle...doğan







Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***