Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Yazmak; Kelimelerle Aşk! // Feryal Tilmaç





Yazmak kendinden yeni yeni benler var edebilmektir. Yazmak; bir hücrenden başlayıp, yavaşça, sabırla, zamanın tadını çıkararak tüm bedenini, ruhunu sarip sarmalayan elle tutulabilir bir yalnizliga sığınmak. Bir şiir kurmak, dikenli tellerle örmektir ruhunun etrafını.
Fazlasını taşıyamadığında, kol kola girmiş düşünceler, düş parçaları, anı kırıntıları, imkansız hissedişler gelip takılsın bu paslı dikenlere ve daha fazla örselemesinler diye!

Bir öykü yazmak belki de dikenli tellerle çevirmekle yetinmemektir benini. Duvarlar örülmeli, aşılamayacak duvarlar. Paylaşmak değil daha da yalıtmaktır kendini aslında yazanın istediği. Bir evren yaratıyorsun kurallarını kendinin koyduğu. Hikayeler üst üste yığıldıkça kurduğun kalenin duvarları sağlamlaşıyor, ruhuna yeni dehlizler ekliyorsun. Bu kale çepeçevre bir hendekle sarılmalı belki de, kanının dolaştığı su yerine ve timsahlar değil kelimeler yüzmeli içinde. Yaklaşanı yutacak,salt yalnızlığını her tecavüzden koruyacak sivri dişleriyle!!

Daha ileri gidilmeli. Yalnızlığın işi ağırdan almakla tanımlayacak kendini. Sürekli girip çıktığın bölük pörçük, eksik, yarım, küçük dünyalar yetmez. Öyle bir evren kurmalısın ki senden başka her şey dışında kalmalı. Bir roman yazmak en alasından ağırdan almaktır zamanı. Cümleler birbirine ulandıkça kaleyi çevreleyen hendek
kendini genişletecek, kanın seyrelip, tuzlu boz bulanık bir suya dönüşecek önce, sonra bir adanın üstüne çekildiğinizi fark edeceksin. Sen, ışıklı ekran, birleşip beyazı gösteren milyonlarca zerre, sevgili harflerin, azalmasın diye tırnaklarınla kazıdığın cephaneliğin. Sözcükler! Yazdıkça kıyıdan uzaklaşacaksın. Hayaller,
düşler, manasız üzülüşler kıyıda yan yana dizilmiş adanı gözetleyecekler. Tek kurtuluşunun yeni cümleler kurmak olduğunu bileceksin. Merceğin ucundaki ikiye bölünmüş görüntünü yitirmelerini ancak böyle sağlayabilirsin. Hiçliğin ortasında bir adadır yazmak,mesafeyi ancak kelimelerinle koruyabilirsin. Yeni yeni cümleler,
virgüller, noktalar, soru işaretleri. Bir önceki paragrafın sonuna iki de ünlem koymuşsun. Yersizmiş ne gam! Çoğaldıkça semboller içindeki çığlığı zincirleyip kağıtlara yapıştırırsın.
Su gitgide açılırsa şaşırma. Hikayelerini tam olarak boşalttığında kristal,berraklığına ulaşacak zihnin ve deniz mavi. İçinde yüzen balıkların renklerinden büyüleneceksin. Her biri başka bir hikaye getirecek küçücük ağızlarında, yakalayabildiklerini temize çekeceksin.

Yazmak yalnızlığını besleyip büyütecek, yalnızlığın yazını. Kelimelerin terliksi hayvanlar gibi bölünerek çoğalacak, gün geçmeyecek ki kuvvetlenmesin zırhın. Yazmak insanın kendi dünyasını kurmasıymış şu koskocaman evrende bileceksin. Kaleni korumak senin elinde! Artık uzanamayacakları kadar uzaktasın, tam tutmak istediğinde kaybolan o el şimdi boşlukta sallanıyor. Tutmaya kalkışmazsan kendi sonsuzuna kadar sürdürecek bekleyişini biliyorsun. Uzanmamak için yazmalısın, hep ve daima daha çok.
Duymamak için kirleten sesleri, seçtiğin sağırlığına gömüleceksin. Yazmak kendi içinden gelen sesi dinlemektir sadece, balıkların ağzından hikayeler toplamak, savurmak hayatın orta yerine. Bir kağıt, bir kalem! Denizin, adan, kalen. Hendekler, dikenli teller! Ruh yordamıyla aradığın kayıp cümlelerin.

Yazmak; kelimelerce aşk!


Feryal Tilmaç


İ R L A N D A İşi // Hakan İŞCEN



Kurban bu otelde rezervasyon yaptırmıştı. Şimdilik bunu sadece o biliyordu. Onun odasının manyetik kart anahtarı da cebinde olduğuna göre, huzur içinde arkasına yaslanıp, aromalı sigarasından derin bir nefes alabilirdi. Seviyordu bu köprüler ve kanallar şehrini; kimbilir kaçıncı gelişiydi. Burada kendini garip bir şekilde güvende hissediyordu. Kuşkusuz yıllar önce üniversiteyi bu şehirde okumasının ve o günlerin zihninde yer eden anılarının da bunda hatırı sayılır bir etkisi vardı. Hele şimdi yeni yıl için tüm mağazalar, köprüler, meydanlar renkli ışıklarla ve çiçeklerle süslenmiş, şehir makyajını tazelemiş eski bir sevgili edasıyla ona yeniden kucak açmıştı. Özel terzisinin elinden çıkma takım elbisesinin içinde, otel lobisinde müzik dinleyen, orta yaşı geçkin bu şık adamın böyle bir şeyi yapacağından kimse şüphe edemezdi. En başta da, elindeki konyağı yudumlarken karşı köşede onu davetkâr bakışlarla süzen şu alımlı genç bayan…Uyku mahmurluğundaki o yarı aralık gözlere aldırmadı; iç disiplinine her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardı. İşin başarısızlığa uğramaması için bu çok önemliydi.
Bu sefer başaracaktı. Kapana kıstırmıştı; daha önce -iki kez- olduğu gibi kaçmasına izin vermeyecekti. Bu, onun için artık hayati bir öncelik kazanmıştı. Belki de bu nedenle diğerlerinden farklı olarak, bu son işini sırf zevk olsun diye yapacaktı. Burada bitmeliydi. Kesin ve pürüzsüz. Son birkaç yıldır içindeki burgaç derinleşmiş, tam anlamıyla ‘ huysuz bir adam ’ olmuştu. Hele o duyduğu suçluluk hissi, göğüs kafesinde zehirli bir kemirgen besler gibi onu iyiden iyiye rahatsız eder hale gelmişti. Uykuları o bilindik yüzlerle tam bir kâbusa dönüşüyordu. Onun rüyalarında diğer insanlardan farklı olarak herkes tanıdıktı. Yaşam ve ölüme dair tüm sırları, beyninin lopları arasında taşıyan bir ‘ Son Bakış’ koleksiyoncusuydu. Sürekli olarak izleniyor paranoyasında olmak ise izlenmekten çok daha fazla bunaltıcıydı. Bunca zamandır bin bir emekle ördüğü benliğinin granit katmanlarında duygusal gedikler açılmaya başlamıştı. Gücünü kaybettikçe insan sadece refleksleriyle yaşıyordu. Oysa o bugüne dek hep bilgi ve sezgilerine güvenmişti. Bu lobinin dört çıkışının bulunduğunu bilmesi, Noel Baba kılığındaki piyanistin solak olduğunu ve çaprazında oturan adamın, arkasındaki orta yaşlı süslü sarışını takip eden -muhtemelen kocası tarafından tutulmuş- polislikten emekli bir dedektif olduğunu fark etmesi de tamamen deneyimlerinden kaynaklanıyordu.
Ama artık istem dışı bu algılamalardan ve kaçıp kovalamalardan yorulmuştu. Elindeki konyak kadehi ile hâlâ kendisini süzmekte olan genç kadının iç çamaşır giymeyi pek sevmediği açıkça belliydi. Onun, zengin otel müşterilerini avlayan bir profesyonel olduğunu anlamak için ise, kendisininki gibi özel bir geçmişe ihtiyaç yoktu. Gücünü ve zaaflarını hep kontrol etmişti. Hayatın en sıradan reflekslerinden biri de aşktı. O, mesleği gereği ruhunu buna asla hazırlamamıştı. Aşk zayıflıktı. Algıları sıfırlayan bir beyin karartmasıydı. Bunu son olarak bir kez daha denemiş, ama artık kimseye âşık olamayacağını kesinkes anlamıştı. Hiçbir zaman ikinci hayatı olmayacaktı; bu anlamda kaderi, karşısında ona bacaklarını cömertçe açan şu otel fahişesinden farklı değildi. Başka bir şehirde onu bekleyen kadın da unutacaktı sonunda; başka çaresi yoktu. Kadınlar zor affetseler de kolay unuturlardı. Nasılsa bu iş bittiğinde kendisine âşık olan kadına ait hiçbir şey hatırlamayacaktı.

Genelde kurbanlarını tanımak istemezler; bu rüyaların kâbusa dönüşmemesi için pratik bir önlemdir. Oysa tanımayınca her şey daha zor olur. O ilkelerine her zaman bağlıydı. Mesleğinde sivrilmesinde kuşkusuz bunun ayrı bir önemi vardı. Avını bu kez her zamankinden çok daha iyi tanıyordu. Dersini iyi çalışmıştı. Geçmişi, serveti, merakları…hatta gelecekte işleyeceği günahları konusunda bile bilgi sahibiydi. Tüm bu ayrıntılar için yeteri kadar zamanı olmuştu. Aldığı notları her zaman yaptığı gibi küçük siyah defterine kaydetmişti. Şu an için artık bir ayrıntı olarak görünse de, ona hazırladığı sonu, kurban gerçekten hak etmişti.
Geriye kalan tek soru, ‘neyle’ ve ‘nasıl’ yapacağı idi. Tabanca, otel odasında kesinlikle uygun değildi; hem içeri sokması da sorun olabilirdi. Filmlerdeki o meşhur banyo sahnesi aklına geldi; sok küvete, bitir işini !...Şimdiye dek hiç denememişti ama yüzlerce böyle cinayet vardı. Failleri hep yakalanmış olsa da sonuçta onlar filmdi. Hem o filmlerde, baş aktör genelde yakışıklı ve gözü pek polis müfettişi olur, katil de ne kadar zeki görünürse görünsün eninde sonunda kendini ele verecek bir ipucunu, mutlaka cinayet mahallinde bırakacak sapıklardan seçilirdi. Belki bazı sapkın eğilimleri olduğu söylenebilirdi ama kesinlikle aptal değildi. Önemli olan hangi Peter’ın görevlendirileceği idi…Eğer komiser rolü, Peter Falk yerine Peter Sellers ’a verilirse şansı oldukça artabilirdi. Gülümsedi. Yine de küvetten vazgeçti. Stili değildi. Fazla silik ve denenmiş bir yöntem olduğunu düşündü. Daha yaratıcı bir şey bulmalı; kusursuz bir görünüm sunmalıydı. Kurban, her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğünden ve başka seçeneği kalmadığından emin olarak direnmeden teslim olmalı; odada en ufak bir mücadele izine rastlanmamalıydı. Şehrin köprü altlarında veya pahalı döşenmiş post-modern dairelerinde sık sık menekşe renkli cesetler bulan buruşuk pardösülüler ve onların bulduklarını, mayonezli tavuklu sandviçlerini yerken kesip biçen adli patologlar bile, gördükleri ‘iş’ karşısında çenelerini hafifçe kaşırken, aynı şeyi söylemeliydi:
‘ Hayranlık uyandıracak kadar saygıdeğer !…’

***

Bıçak !...Eskiden beri severdi bıçağı. Çocukken ilk çakısını bildiği her şeyi ona öğreten amcası hediye etmişti. Sapı nasıl da parlıyordu; midye kabuklarının sedefi, güneşte nasıl parlarsa; öyle ! Ya ilk gençliğinin unutulmaz Sürmene Sustalısı ?...Tüm arkadaşları hayrandı ona. Sapın ucundaki metal yaya dokunduğunda: Çıt ! Sapın içinden keskin uçlu çelik namlu hızla fırlıyordu. Yukarı mahalle ile eski kömür deposunda kapıştıkları gece düşürmüş, kırık burnundan damlayan kana aldırmaksızın gün ışıyana dek aramıştı…Vücudundaki tek iz, yine bir çeliğin öpücüğüydü; sol memesinin başını da uçuran. Bir kadın için döktüğü ve akıttığı son kan…Bir daha hiç kapışmadı aşk için; gizli bir anlaşma yapmış gibi kendi yollarına gittiler.
Evet, en sadık çocukluk arkadaşıyla halledecekti. Yıllar sonra yine ona son kez işi düşmüştü. Yaratıcı olması gerekiyorsa tek bir çizikle direk şah damarını hedef almalıydı. Sessiz ve acısız. Acısız olması yaranın namusuydu. Bu denli yarıklar öldürücü olmasına rağmen sıcağı sıcağına hissedilmezler pek. Bıçak iyi kullanılmışsa acıdan önce ölüm gelir. Bıçağın asaleti de bundandır ! Acemilik kaldırmaz. Hele kararsızlık asla !…
Bilene yakışır sadece; diğerlerinin üstüne bulaşır.
Kurbanın nefesini hissedecek kadar yaklaşmak gerekir. Asıl bunun için bıçakla yapacaktı; çünkü o anın hazzını en küçük ayrıntısına kadar yaşamak, onun tüm tepkilerini, yüzündeki en küçük sinirsel gerilmeyi saniye saniye hissetmek istiyordu. Bu işte suç ortağı olacak o keskin dilli dostu da en az kendisi kadar kusursuz olmalıydı. El yapımı, usta tezgâhından çıkma...Sanatkârı, alacağı canla günahkâr bir ruhu özgürleştireceğini düşünerek sap demirini eğelemiş, bir gün deleceği deriyi ve kâğıt gibi keseceği damarı düşleyerek çeliğine su vermiş olmalıydı. Ancak ve ancak böyle bir bıçak sapından kavrayandan çok, ölenin dostu olabilirdi. İşçiliğinin kusursuzluğu kurbanının bir an önce canını almakla eşdeğerdi çünkü.
En fazla yedi santim…en çok on saniye. Neyin, nasıl olduğunun algılanmasına bile fırsat vermeyen bıçağın bahşettiği ihtişam, cesaret ve saygı ise, bahşedilenin ödülü acısız ve erken ölümdü !
İhtişam; Bıçağın ipince çizgisiyle yeteneği ve yaşamı kutsadığı en zarif ölüm !
Cesaret; Bıçağın korkuyla hazzı göz göze koyarak, dehşete meydan okuması !
Saygı; Bıçağın katile de kurbana da verdiği beş bin yıllık onur !
Karanlıkta kahpece ışıldayan bıçak ise soysuzluktur; bir gün mutlaka sapından kavrayanın sırtına saplanır !

***

Onu tanıdıkları için bıçağı otele sokmak hiç sorun olmamıştı. Sadece otel güvenlik görevlisinin önüne koyduğu kâğıtları imzalamış, bıçağın sertifikasının kopyasını vermesi yeterli olmuştu. Adam odaya özel kasa bile önermişti. Ne hoş ! Bıçak da bir sanat eseriydi. Gerçek bir antika. İrlandalı ustası muhteşem bir iş çıkarmıştı. Üç yüz yirmi yıllık o kadim keskinliği test etmek, onu hem heyecanlandırıyor hem ürpertiyordu. Elinde koyu lacivert kadife bir kutuyla sekizinci katta asansörden indi. 802-840 sol taraf…
…..838….836….834...
Köşeyi dönünce kat görevlisiyle burun buruna geldi :
“ Mutlu yıllar efendim. ”
“ Mutlu yıllar…”
Adam, münasebetsiz erken bir kutlama için odalardan birine şampanya yetiştirmeye çalışıyordu. Yüzündeki anlamlı tebessüme, abartılı telaşına ve şişenin üzerindeki ucuz etikete bakılırsa odadaki hediye paketinin içinde lobideki profesyonellerden biri vardı.
828…826…
Koridor şimdi bomboştu.
818…816….814…
806’nın önünde durdu. Bekledi. Odadan çıt çıkmıyordu. Tüm iç seslerini susturdu. Cebindeki kartı çıkarıp kilitten geçirdi. Kırmızı ! ‘ Hay Allah !…’ Sakin olmalıydı. Derin bir nefes aldı. Bir daha !...Bu kez daha yavaş geçirdi : işte, o minik yeşil ışık ! Yavaşça içeri süzüldü. Bir an kapıya baktı; çıkıp gidebilir, bir daha bu odayı hiç anımsamadan yaşamına devam edebilirdi. Ama onu bu anılarının şehrine, bu odaya dek sürükleyen huzursuzluk, buradan gitmesine de engel oldu. Hem çıkıp gitse bile o garip iç bunaltısı, peşi sıra gelmeyecek miydi ? Paltosunu çıkardı, yatağa attı. Kadife kutuyu açtı; bıçağın çeliği odanın solgun ışığında dahi göz kamaştırıyordu. Bara özel konuklar için konan şişeden iki parmak Gentleman Jack koydu. İri bir yudum aldı. Salondaki masaya oturdu. Çekmeceyi çekti, mektupluğu çıkardı…kısa bir not yazdı. Masanın üzerinde güzel bir kadın fotoğrafı vardı. Sarı saçlarını iki yandan toplamış, kurbanın beline sarılarak başını omzuna yaslamıştı. Sevgiyle gülümsüyordu.
Soyundu; başlangıçta ‘işi’ burada halletmeyi düşündüğü küvete girdi. Suyu açtı, ılıştırdı. Viskini küvette yudumlamaya devam etti. Havluyu sıcak suya tutup suyunu süzdü; yüzüne örttü. Bir süre öylece durdu. Gözlerini yummuş, yüzünden bedenine yayılan sıcaklığın keyfini çıkarıyordu. Oracıkta, işi tamamlamak için bir kez daha kalmaya ikna etti kendini. Açıkçası fazla çaba harcamadı bunun için. Bu gece bitmeli ve bir an önce özgür kalmalıydı. Günlerdir bu an’ı bekliyordu. Zihninde kimbilir kaç kez sahne sahne canlandırmış, inceden inceye planlamıştı. Kurbanın dolabını açtı; İtalyan yaka, manşetli, beyaz, ipek bir gömlek seçti. Açık füme, duble paça İngiliz gabardin bir pantolon, lacivert, çift yırtmaç kaşmir bir ceket…Aynaya baktı; her şeye rağmen hâlâ formundaydı. Gözlerinin kenarındaki çizgilere ve kırlaşmış saçlarına rağmen bu asık yüzlü bakışlarıyla moda dergilerindeki mankenlerden hiçbir farkı yoktu. Yangın dedektörünü sigara paketinin jelatin kılıfıyla örtüp kendine ait ne kadar belge ve fotoğraf varsa -o sarışın kadınınki de- hepsini küvetin içinde yaktı. Artık hazırdı. Viskisini tazeleyip camın önündeki geniş deri koltuğa kuruldu; yanındaki sehpada İrlandalı suç ortağı parıldayarak göz kırpıyordu. Fildişi sapında İrlanda’nın arması olan ‘Lir’ kabartması açık seçik görülüyordu. Namlusu on beş-yirmi santim kadar vardı. Bileziğin dibindeki çelik üstünde ‘L.A’ harfleri okunuyordu. Ustasının veya adına yapıldığı ilk sahibinin ismi diye açıklamıştı antikacı. Bıçağın ucuna dek boydan boya derin bir kan oluğu uzanıyordu. Çeliğin iki yanı da çok keskindi. Dükkânda elini bıçağın sırtında gezdirirken farkında olmadan parmağını kesmişti. Antikacının meraklı bakışlarına karşın parmağını alelacele mendiliyle sararken, cam rafın üzerindeki bu görkemli sivriliği pazarlık yapmadan alıp çıkmıştı. Bu doğru bıçaktı ! Ve şimdiden vefalı bir dost !
Ay ışığının altında, karşı kıyıdaki saray kulelerinin siluetleri gökyüzünü dört bir yandan hançerliyor, bu yaralardan sızan mavilik nehre damlayarak onu gümüşi bir köprüye dönüştürüyordu. Köprünün pırıltılı, oynak taşlarının üzerinden kayan gölgeler halinde, hâlâ tek tük mavnalar geçiyordu. Bu beyaz ve soğuk gecede belki de gemiler duruyor; nehir altlarından esrarengiz bir yere doğru akıyordu. Saatine baktı; sabırsızlanmıştı. Koridordan bir kadının isterik kahkahası duyuldu. Ve kalabalık gülüşmeler…Dikkat kesildi: üç erkek, iki kadın…Yaşları kesinlikle kırkın üstünde ! Gürültülü konuşma ve kıkırdayışlar geldikleri gibi yavaş yavaş uzaklaştı. Her dakika ayrı bir riskti. Beklenmedik bir şey olup, bütün bu hazırlıklar boşa çıkabilirdi. Elini çabuk tutmalıydı. Son yudumu aldı. Zaman gelmişti. Kalktı; muhteşem manzaralı süit odadaki müzik setine, kurbanın köşede duran kahverengi nubuk çantasından aldığı o CD’yi koydu. Bıçağın lekesiz çelik aynasında kendini son kez seyretti. Şehir de onun gibi aynı titizlikle hazırlanıyordu.
Ve nehir son gümüşüne dek akmaya devam etti. Biraz önce üç yüz yirmi yıllık ‘ İrlanda işi ’ antika bir bıçağın özgür kıldığı o koyu kırmızı sıvının, İtalyan yaka beyaz gömleğe süzülerek aktığı gibi. Tek ve usta bir hamleyle oturduğu yerde şah damarını koparmayı başarmıştı.
Beyaz gömlekteki hâle gittikçe büyürken şehrin bütün saatleri gece yarısının gonklarını çılgınca çalmaya başladı ve aynı anda meydanlardan renkli havai fişekleri gökyüzüne yükseldi. Ama en renklileri bile ayın seviyesine yükseldiğinde saydam bir acizliğe bürünüyordu. Renkler, damarın çeperini son kez yalayarak, özgürlüğe oluk oluk akan kızıllık gibi ayın izin verdiği kadar seçiliyordu. Odanın içinde şimdi sadece Shirley Bassey ’ in karşısına çıkan tüm yüzeyleri okşayıp eriten sesi vardı:
‘ Killing Me Softly ! ’
Salondaki masanın üstünde ise şu kısa not :
“ Sahip olduğum bir yüz veya isim yok. Anlamsızım. Karşımdaki o gümüşi köprüden yürüyerek gidiyorum. Bu bir yengi veya bozgun değil…Sadece…tanıdık bir müşteri tarafından parası peşin ödenmiş, kusursuz…son bir iş…
Hepimiz birbirimizin ölümünden sorumluyuz ”

Hakan IŞCEN





Türkiye'de SOKAK SANATI







Sokak Sanatı” kitabı Şubat ayında Artes Yayınları’ndan çıktı.
Şinasi Güneş’in hazırladığı yayın Sokak Sanatı üzerine derinlikli çalışmaların yapılabilmesi için bir başlangıç oluşturuyor. Türkiye’de Sokak Sanatı üzerine ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Bir nevi Türkiye Sokak Sanatı tarihi... Makaleler ve imaj üzerine yazılar ile Sokak Sanatı’nın kavramsal açıdan sorgulanmasına çalışıldığı, yazıcılar ile yapılan röportajların ağırlıkta olduğu bir çalışma.
Kitapta yer alan yazıcılardan bazıları “Turbo”, “Cins”, “Tab”, “Keos”, “Mccroy”, “Gas”, “Osman”, “FlyPropaganda”...
Bu yayın bir yazıcının diliyle “İnsanlar sıcak yataklarında yatarken adını, soğuk kaldırımlara yazan” tüm sokak sanatı yazıcılarına ithaf edilmiştir.

Sokak Sanatı
(“Sokak Sanatı”adı kitabı derleyen ve yazan “Şinasi Güneş” ile “Böcek” arasında yapılan röportajın dökümüdür.)

Şubat ayında “Sokak Sanatı” adlı bir kitap çıkardınız. Bu kitabı yaratma fikri nasıl doğdu?

Plastik sanatlar ortamındaki yayın yetersizliği yüzünden bir dizi yayın hazırlama düşüncesi belirdi bende. Öncelikle bunlar alternatif sanat disiplinleri ile ilgili olmalıydı. Türkiye’de yeterince tanınmayan ve yapılmayan konular üzerine bir yayın oluşturma düşüncesini benimsedim. Bu dizi ile ilgili olarak ilk üç yayını, “New York ve Sakız” (Video sanatı ile ilgili) kitabı, “Sokak Sanatı” ve “Posta Sanatı” kitabı olarak belirledim. Nitekim “Sokak Sanatı” kitabı çıkmış olan 2. yayınım.

Sokak Sanatı ile ilgili alakanız nasıl başladı?

Sokak Sanatı’na aslında bir nevi güncel sanat camiasındaki kuruluk yüzünden alternatif sanat arayışlarımın yansıması sonucu yöneldim.
Cihangir’de uzun yıllardır bir atölyem bulunmakta idi. Son zamanlarda atölyemin bulunduğu sokaktan dışarı çıktığımda birçok stensil ile karşılaşmaya başladım. Cihangir’in çehresi birkaç yıldır Sokak Sanatı uygulamaları ile birlikte oldukça değişti. Dolayısıyla duvarlarda gördüğüm birbirinden ilginç bu çalışmalar aradığım elektriklenmeyi bende oluşturdu. Önceleri eBenzin güncel sanat e-zini’nde Sokak Sanatı’na yer verdim. (www.ebenzin.com) Ardından uzun bir süre dâhilinde Sokak Sanatı uygulamalarını fotoğrafladım. Bir blog oluşturdum. (www.streetartfromturkey.blogspot.com)
Tabii ki daha çok Beyoğlu ve çevresi ağırlıklı olmak üzere... Ardından mevcut fotoğraflar beni belge oluşturma mantığına itti. Bir kitap oluşturma fikrine...

Sizce Türkiye de Sokak Sanatı adına bir kitap yazılacak noktaya gelindi mi?
Son beş yıldır Türkiye de Sokak Sanatı uygulamaları oldukça yoğunlaştı. Hip hop kültürünün yansımalarını her yerde görmek mümkün. Gençlerdeki bu ilgi ve alaka da bu somut ürünlerin belgelenmesinin gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Ki bu konuda yurtdışında oldukça fazla yayın mevcut. Bizde yaşanırlılık olmasına rağmen yayın olmaması, başlı başına bir handikaptı.

Bu kitabı oluştururken fikir aşamasından basım aşamasına kadar nasıl bir yol izlediniz?

Türkiye de Sokak Sanatı’nın bir nevi tarihini oluşturacak bir yayın olmasına dikkat ettim. Çünkü bu yayın Sokak Sanatı üzerine ilk kitap idi. Kitabın hazırlık aşamasına geçmeden önce Sokak Sanatı yazıcıları ile görüşmeler yapıldı. Benim için en önemli şey objektif, direkt olarak gerçek anlamda sokak yazıcılarını ifade eden onların belirleyici olduğu, tarafsız bir yayın çıkarmaktı ki sanıyorum bunuda başardım. Kitapta yazıcıların dertlerini iyi ifade edebilmelerini sağlamak amacıyla röportajlara ağırlık verildi. Geçmişte konu ile ilgili olarak yeterli envanter olmadığı için ilk bilgilere ulaşılmaya çalışıldı ve bir Türkiye Sokak Sanatı Tarihi oluşturuldu. İşin teknik boyutu bir yana makaleler ve imaj üzerine yazılar ile Sokak Sanatı’nın kavramsal açıdan sorgulanmasına çalışıldı.

Kitap çıktıktan sonra ilgi düzeyi ne derece de olur? Bu konuda bir öngörünüz var mı?

Kitabın öncelikle büyük ölçekte gençleri kucaklayacığına inanıyorum. Kendilerini yansıtan bir yayın bulacaklar. Bir başucu kitabı olacağına ve bu konuda bir milat oluşturacağını düşünüyorum.

Bu kitapla beraber kamuoyunda sizce neler değişir?

Geçmişte sokak sanatı çalışmaları kamuoyu tarafından siyasi bir sembol olarak ya da satanizm ürünü olarak algılanıyordu. Günümüzde ise bu bakış açısı büyük ölçekte kırıldı. Bu kitap kamuoyunu bir nebzede olsa bilgilendirecektir. Sosyolojik açıdan alternatif gençliğin sesinin kamuoyu tarafından duyulmasını sağlayacaktır. Alternatif bir kültürün çığlığı olacağı için uzun vadede etkileri ağırlığı hissedilecek bir yayın.

Sokak Sanatı adlı bu kitap, Türk Sokak Sanatı Tarihi’nde belgesel niteliğinde bir eser ve kalıcılık taşıyacak. Sizce kitabın içeriği bu ağırlığı kaldıracak boyutta mı?

Kesinlikle taşıyacak nitelikte. Zengin bir içerik var. Bu kitap bir iddia taşımak amacıyla üretilmedi ama zamanlaması itibariyle kendiliğinden bir iddianın içine düştü. Bu nedenle dikkati çekmesi kaçınılmaz. Alternatif bir zümreye seslendiği için farklı eleştirilerinde gelmesi doğal olacaktır. Her eleştiri bizim için bir kazançtır. Bu konuda yapılan çalışmalar yakın tarihin ürünleri. Dolayısıyla bu uygulamalar ve bunları gerçekleştiren yazıcılar ile direkt olarak kontağa geçilebildiği için mevcut olan doğru bilgiye ulaşmak yerinde ve zamanında mümkün oldu.
Ve de geniş bir perspektiften bu konu ilgili olarak Türkiye’de yapılmış her şey mercek altına alındı. Bu süreç izlenirken sokak sanatçılarının kendi kendilerini yansıtmaları sağlandı. Zaten bu yayın, gücünü samimiyetinden alıyor
.


Şiirsel imgelerin geçişimsizliği ve sonrası..// Argos




Geçtiğimiz zaman diliminde defter’de şiir üzerine kaleme alınan bazı yazılarda belirli açıları gözetleyerek eleştirel bakış denemeleri yapıldı. Şiirsel imgelerin geçişimsizliği üzerine de birkaç yazı çıkmıştı defter’de. Özellikle defterden bir dostun bu konu hakkında sergilediği bakış açısı çağdaş eleştiriye denk gelmesi açısından önemliydi. İmgelerin geçişimsizliği üzerine kurulan bir çatı her zaman yağmur ve rüzgara karşı daha sağlıklı gibi geliyor bana.
Bugün şiirsel imgelerin betimsel olmadığı, göndermeleri değil oluşturdukları söz zinciri düzeyinde, kendi edebilikleri çerçevesinde okunması gerektiği kabul ediliyor. Şiirsel imge bir söz bileşmesidir, nesneler bileşmesi değil, ve bir “işe yaramaz”. Daha açıkcası böylesine bir bileşimi duyumsal terimlere çevirmek pek yararlı olmayabilir.
Peki, şiirde “fantastik durum” diye bir şey var mı?
Fantastik ne zaman ortaya çıkar?
Ya da ne zaman çıkmaz? Eğer bir metni okurken her türlü temsili dışlarsak ve her tümceyi kendi başına anlamsal bir bileşimolarak algılarsak fantastik asla ortya çıkmaz.
Fantastik yalnızca kurmaca biçiminde varolabilir.
Şiirde fantastik öğe aramak, çölde su aramaya benzer. Fantastik şiir antolojilerini itinayla çöp sepetine atın lütfen. İfade etmeliyim ki son dönemlerde ciddi bir gecikmeyle de olsa bir zaman defter’de S“Gotik Roman” tartışması ilgimi çekmeye başladı.
Tıpkı bir dönem “şenlikli muhalefet” hakkındaki yazıları gibi. Sonra içten içe bir tuhaf hissedişin girdabına tutundu zihnim. Ülkemizde bu konular hakkında (genel) ve de Roman sorunları (özel) çevresinde çeyrek tur atmayan kimi düş fakirlerinin Roman yazmaya kalkışmaları gibi. Hem kimileri inanılmaz biçimde fantastik ürün vermeden dem vuruyorlar!
Anlamakta güçlük çekiyorum bu arkadaşların neredeyse tümü hangi farklılığı “olağandan farklı” veya “olağandışı” ne yaratıyorlar ki fantastik oluyorlar? Conradas ve Sperlich’in dertleri neydi ki bu alanda onca dirsek çürüttüler? “Fantasy” nedir onlara göre?
Örneğin Kafka mekanlarında bu “gerçeği” rahatlıkla savunabilirsiniz çünkü daha ilk yapıtlarında ve ilk mekan tasarımlarında, kurgusunda bu yönelim göze çarpar.
Hatta onun bütün yapıtlarında ve bu yapıtlarda betimlenen mekanların hemen hemen hepsinde, şu ya da bu ölçüde görülen çok genel ve yaygın bir özelliktir şu dikkat çektiğim nokta.
Böyle, “olağandan farklılık” açısından bakıldığında, kanatlı meleklerin, üç başlı, dokuz başlı canavar yaratıkların, gerçeküstücü ressam Rene Margritte’in boşlukta duran kaya parçalarının, başka bir gerçeküstücü ressam Giorgio de Chirico’nun ıssız, çarpık boyutlu yapıtlarının, meydanlarının, Afrika toplumlarının dinsel törenlerdeki danslarının ve yüzlerine taktıkları maskelerin (hiç değilse bizler için) fantastik şeyler oldukları söylenebilir.
Çin Seddi’nden Artemis Tapınaşına ve Nemrut dağı eteklerindeki devasa heykellere kadar eski dünyanın yapıtları, Reims Katedralinin, Kamboçya’da Kimmer’lerden kalma Angkor Vat tapınağının, hiç bir mimari eğitim görmemiş olan bir postacının (F.Cheval)Fransa’da,Hauterives’de 1879dan 1912ye kadar 33 yıl çalışarak inşa ettiği “Palais Ideal”inin, Ledoux’un Mendelsohn’nun, Buruno Taut’un, ve daha başka ünlülerin çizim veyapıtlarının, bu arada Wright’ın Guggenheim müzesinin bile fantastik mimarinin örneklerinden olduğu söylenebilir.
Yazınsal mimari mekanların en fantastik örneklerini, korkuyu işleyen yapıtlarda ve bilim-kurgu romanlarında buluyoruz.
Bizler her ne kadar gizemli desenler de oluştursak, bir ayrıntıyı asla gözden kaçırmamalıyız.
Bu tarz üretimlerin barındırdığı determinizmi unutmamalıyız.
Pandeterminizmden söz ediyorum: Her şeyin tam anlamıyla bir nedeni olmalıdır, olağandan farklı ve doğaüstü de olsa!
Konuyu (olağandan farklı sorunuyla ilintili olarak)şiire bağladığımızda, durum değişmez.Yeni kuşak şiir(birçok genç ve orta yaş kuşağı kalemi diyebileceğimiz) ve öykü, roman yazarlarımızın belirgin bir kesimi sıradanlığın merdivenini sessiz, sedasız – gösterişsi, her türlü çığırtkanlık, boş şişirtmeler ve kentlerin billboardlarından uzaklarda devireli çok oldu. Basmakalıp düşüncelere biçim verme işlevi her zamanki gibi yine umut ve heyecan dalgasının karşısında yer edinen felçli zihniyetlere, ekranların 3 dakikalık kahramanlarına kalacak. Dikkat edin sihirsiz tv kutusu- ekranı ve onlar için dizi yazarlığına soyunan kalemlerimizin sadece edebi dilleri değil, topyekun bakış açıları onarılmaz biçimde devasa gedikler vermeye başladı. Kullandıkları dil-üslup artık günlük geçiştirmelerin sefaleti ve yüzeyselliğinde biçimleniyor. Esef verici bir durumla karşı karşıya olduğumuzu pek az kimse fark ediyor. Ama korkarım bir gün birileri bu ağır ve dehşet bilançoyu ortaya çıkarttığında çok geç olmaz!(ben yine de uyarayım, kendinizi bu rezalete daha fazla bulaştırmayın ve adamayın, toplumun her geçen gün biraz daha kültür yoksunu ve pembe roman ucuzluğuna kaymasına “siz” tanıdık isimler vesile olmayın).

Yine umutlar, yeni heyecanlar ..o çöldeki vahalarımız.
Umut ve heyecan! Evet, bu sürecin işleyişinin önünde artık ne o eski alışık köhne, güç, iktidar meraklısı odaklar dayanabilir, ne de buz kesmiş hecelerin bu sürece müdahale etmelerine bir kez daha fırsat verilecek. Siyanur kuyularının rüzgarı bu kez çok sert esiyor. Onca direncin, şair intiharlarının, gönüllü gidişlerin bir bedeli, muhasebesi olmalıydı. Şiirinin dizesine gömülen onca pak kalem, onca “şiir şehidini” yenilgiye uğramış bir kılıç sanmak yanılgıların en büyüğü olur, çünkü her türlü karanlığına karşı kendi uçlarını bir kez daha yaratıyorlar, adeta sözsel bütünün soluk alan en görkemli imgesi olup çıkıyorlar.
Unutmayacağım hiç kimseyi hele ki "şiir şehitlerimizi"..
* * *

Ve “içeriden” edindiğim güzel haber:
Kirpi Şiir adım adım yaklaşıyor..
Yangın yerine yağan yağmur gibi.
Cenk Koyuncu’nun yüce anısına defter içinden arkadaşlarımız çıkartacaklar dergiyi, yarım kalan notalara bir nağme daha eklemek niyetiyle.

“Kıtaları ve yüzleri” bekliyor olacağız,
evet, Borges’in dediği gibi: kapı mutlaka bulur bizi..( kapı kavramı hakkında duyabileceğimiz en derin tasavvufi yaklaşımlarından birisine işaret eder Borges).

düşünüz bol olsun;

Argos


Leonardo Da Vinci'nin Parmak İzleri Bulundu..// Borges Defteri




Kehanet ustası, üstelik pek tekin olmayan ürkütücü “kehanetler” biçiminde “bilmeceler”(enigmi) icat ettiği bilinen Leonardo Da Vinci’yi yaşadığı zaman diliminden günümüze doğru sadece yapıtlarıyla değil, el yazmaları, desenleri, tuttuğu kısa notlarla ve başka “araç”- “gereçlerle” tanıma, bilme, öğrenme deneyselliğindedir sanat tarihi ekseni.
Leonardo da Vinci’nin doğa bilimlerinde dahiyane gözlemler yapmadığı ve tasarımlar geliştirmediği bir alan yoktur. Yeniçağ biliminin eşiğinde, döneminin en seçkin bilgelerinden biriydi.
Leonardo her ne kadar mekanik, anatomi, hidrodinamik vb..etütleri üzerinde yaşamı boyunca düşünmüşse de, geriye sadece belirli bir düzene sokulmayan binlerce not ve pek çok mekanizma ile aletin sonuçlarını, etkilerini açıklayan, canlandıran çizimler bırakmıştır.Leonardo’nun, adeta bulgusal ve bugüne kadar pek az anlaşılmış olan, ama dar yöntemsel anlamda bilimsellikle ortak bir yan bulunmayan düşünme tarzının başlıca özelliği tamamlanmamışlıktı…
Bu bağlamda onun “bilimsel-sanatsal” uzlaşımcılığından ve de “ampirizm”inden söz edilmektedir sık sık… Şimdilerde ise Leonardo çok farklı bir heyecan dalgasıyla yeniden gündemde…
Son dönemlerde biyokimya, nano teknoloji ve sanat el ele vererek sanat tarihinin bilinmeyenlerini teker teker ortaya çıkarıyorlar. Araştırmaların ulaşacağı safhalar ve sonuçları hayal sınırlarını zorlayacak türdendir. Leonardo Da Vinci’nin parmak izlerinin ardından tesadüf sonucu bulunacak herhangi bir saç telinden elde edilecek genetik kodlarıyla beraber işlerin başka bir doğrultuda gelişeceği ihtimaller dahilindedir. Birkaç yıl öncesine kadar fantastik yaklaşımlar olarak adlandırabileceğimiz “girişimler” şimdilerde “hayat” buluyorlar. Van Gogh’un yeni bulunan ve bir yapıtının kalın renk (alt) katmanında kendini koruyan “genç kadın” figürünün bulunmasından sonra kim bilir sanat tarihin hangi dengeleri sarsılmaya adaydır.
İtalya’nın Chieti Üniversitesinden(Università G. d'Annunzio - Chieti e Pescara) bir grup bilim adamı Leonardo Da Vinci’nin parmak izlerini nihayet saptadılar, proje için 3 sene emek sarf edilmiş, tam 3oo adet (farklı yapıt ve belgede) Leonardo Da Vinci parmak izi ortaya çıkarılmış. İlginç olan nokta şu ki bulunan Da Vinci parmak izlerinin barındırdığı garip kodlar, alışkanlıklar, rutin hayata dair verdiği ip uçlarını barındırıyor olmasıdır.
Anlaşılan o ki Leonardo “genelde” çalışırken yemek yiyormuş, bazı izlerde yemek artıkları ve kan lekesinin bulunması, veya bir önceki gecenin yemeğinden atıkların olması araştırma ekibini oldukça şaşırtmış, bu bulgularda önemli olan şey onun beslenme biçiminden tutun hayata bakışına, sürekli bir araştırma içerisinde bulunması ve araştırırken desen kalemini yanından ayırmamasından tutun yaşamına dair bilinmedik birçok noktayı aydınlatıyor olmasıdır.
Araştırmayı yürüten ekipten İtalyan Kaspo’nun aktardığı bilgilere bakılırsa Chieti Üniversitesi sanat tarihi ve Antropoloji merkezindeki araştırmacıların zihnini başka bir soru kendine meşgul etmişe benziyor; o da “Acaba Leonardo’nun annesi Arap mıydı?” sorusudur! Soruyu sorduran “sebep-sonuçlar” ise yine parmak izlerinde bulunan yemek atıkları ve beslenme tarzından tutun diğer ayrıntılarda saklı.
Bu soruları, sonuçları, şüpheleri dile getirenlerin ise İtalya’nın saygın bilmesel çevreleri olması “işi” daha da ilginç kılıyor. İleriki zaman diliminde muhtemelen çok ilginç Leonardo Da Vinci tartışmalarına ve araştırma sonuçlarına tanıklık edeceğiz..

Ülkemizde daha primitif dönem sanatçılarımızın bıraktıkları izler hakkında “elle tutulur” bir bilgiye, belgeye, araştırmaya sahip değilken, kültürel zeminin başka düzlemlerinde kültürel çılgınlık rüzgarını beklemek de neyin nesi acaba?
O çılgınlıklar galiba Yüz yılda bir kapıyı tıklatır.
70.000 kil tabletin dili (Urartu, Asur, Sümer-dönemi) bir kişinin insanüstü gayreti ve ancak zihninde ateşlenen sonsuz bir aşkın gücüyle çözülüyor olmasına da şaşırmaya devam edecek kimi kesimler... Ortadoğu coğrafyası, yakın bölgemiz öyle kolay kolay bir ikinci Muazzez İlmiye ÇIĞ hocayı göremez! Sormamız gereken soru şudur: o kuşağın bilimsel fitilini hangi heyecanlar ateşlemişti?
Üç kuruşluk “Marshal yardımı” uğruna Amerika’ya köy enstitülerini kapatma sözü verilmesi ne kadar akla yatkın bir girişimdi? O enstitüler ki, Prof.Dr.Mustafa Aslıer gibi çok değerli hocaları, sanatçıları yetiştirmişti...Marshal yardımı kapsamında Türkiye’ye ulaşan ilk paketlerdeki ayakkabıların kauçuk tabanlarında Roosvelt ve Churcill adlarını(Marka olarak) görmek o gün vicdanımızı pek sızlatmamıştı…
Bilime, kültüre ne kadar pay ayırıyorsak her alanda o kadar sonuç alacağız.
Yeryüzü kültür zenginliğine imza atan o unutulmaz kültür süvarileri bir zamanlar bu coğrafyadan yeryüzünü selamladılar, izleri hala ayağımızı bastığımız topraklarımızdadır…elimizin altındaki “mozaiğin” görkemli görüntüsü durduk yerde onları izleyen, dokunanları sermest etmiyor, var çok sebebi..
Sahi Leonardo Da Vinci’nin birde “İstanbul Düşleri” vardı değil mi?
İstanbul için tasarladığı köprünün yanında, görkemli bir değirmen tasarımı ve 30 yıl boyunca Leonardo’nun yanından hiç ayrılmayan öğrencisi Salai ile beraber İstanbul peyzajları, portreler, desenler çizmek düşü vardı…Ama ne yazık ki artık Bellini’yi ağırlayan sanat dostu Fatih Sultan Mehmed çoktan yeryüzünü terk etmişti, Leonardo’nun İstanbul düşleri ondan(Fatih) sonra tahta oturan Bayazid için bir şey ifade etmiyordu… bu nedenle Leonardo'nun İstanbul yolculuk programı ve tüm tasarıları saraydan geri döner..
Leonardo hala duyduğu, okuduğu Fatih döneminin sarhoşluğundaydı, oysa
Fatih’in Bellini ile çarşı pazarı gezme döneminin hayali ve Sultanın Bellini’yi “Belloş” diye seslendiği samimiyetin rüyası onun göçüyle birlikte saraydan çok uzaklaşmıştı..
Sonuçta, kaybeden şehri İstanbul olmuş o dönemlerde… çünkü Leonardo en az 18 ay İstanbul’da kalmayı, üretmeyi planlıyor(muş) fır dönen zihninde...

Borges Defteri

Bir Leonardo Da Vinci Kehaneti:

"Ey Liman kentleri, sakinlerinizin sımsıkı bağlandığını, hem kadınların hem de erkeklerin dilimizi anlamayan yabancılar tarafından kalın iplerle sımsıkı bağlandıklarını görüyorum! Sizler yitirilen özgürlükten dolayı duyduğunuz acıları sadece figan ederek, iç çekerek ve birbirinize şikayet ederek giderebilirsiniz, çünkü
sizleri bağlayanlar nasıl dilinizi anlamıyorlarsa, sizler de onları anlamayacaksınız
."(Leonardo da Vinci, Tagebücher und Aufzeichungen,Leipzig 1953,s 856)-Çev. B.D


3 Şiir: Ela Dincer, Dilek Değerli, Nefise Pınar


defterin özel notu:
her üç değerli kalemimize güzel paylaşımları için
defter okurları adına teşekkür ediyoruz..
defter'de sadece "iyi" şiirleri okursunuz, titiz
bir seçimle...//defter


Meydan Sokağı

El yordamı ıslıklarla fırlıyoruz
ölümüne atlıyoruz kürsülerin üzerinden
geçiriyoruz tırnakları zembereği boş pankartlara
şafak yok!
Yeni düşlerle yürüyor yeni öyküler.


Akışsız bir hırıltı sırtüstü yatmış kuyu
suyu ıskalayan çeliksin boğuluyorsun
kedi boğazında ahı mor salkım
dişleri dökülüyor ahşabın,

-say ki ateşle çevrelenmiş in
akrep gibi kendini sokuyorsun-

varlıklar adını alıyor varlıklardan
sebepsiz edepsizlik salınan güzelliğin
hani şöyle bir omuz olsa çıplak bir omuz
bir trenin terkinde sabahı uykusuz.


İştahla basıyor ayaklarım yere
kaygan zeminde ufalanıyor ilk soluk
ilham perilerinin fısıltısı dönüyor havada
kocaman bir yoklama defteri gökyüzü
göz kırpıyor yıldızlı satırlarda ihanet
birazdan yağmur iner
gezmeye çıkmış gibi davranır iri damlalar
yüz ağartan bu ağıl bu ağır kahır
bu kanlı fasıl bu görgüsü kıt ışık
gözlerim şimdi büsbütün açık
allanıp yapraklanınca içim
gösterişe kalkar koynumda deniz atları
koyup gider sıcağımı
kanar kıskanç ilk yaz, kanar gelincikler
dalgalanır kuzgun tüyler, kanatlanır öfke
bir cam güzeli bilirim lacivertte kayan bir hisse
uyur uyanır alnında açar her gece
yak yelkene can veren rüzgarı
unutulur tasalar gün yükselince

kayalarında yeşerir mezarım
yeni sürgün fışkırır zeytinden
bir kuş ağzını çalkalar denizi görmeden
gayri resmi yangınlarda çarpar alıcı yürek
yerin yüzünü biçer döverken devlet

Şiir:Nefise Pınar


* * *


Şiir Düşü

Yalnız sözcüklerin sağanağında
uzandım
su üstündeki yaprak hafifliğinde
kımıltılı gecenin solgun renklerine.
Örtündüm
göğün sessizliğini
göğü olmayan bir bulut üşümesinde.
Bir ay şarkısı çalınırken
yıldızların kuytu köşelerinde
dokundum karanlığın tenine
yorgun bir rüzgârın dumansı eliyle.
Kıpırdadı düşlerim
sahipsiz bir imgenin içinde,
bu ne uyku, ne ölüm,
ne de kendinden geçişti,
zamanın boğulduğu
derin karanlığın sonsuzluğunda
sözün asıldığı saydam bir bulut,
ağaçların uçtuğu yeşil bir boşluktu.
Ölümlü bir günün ışığında
dirildi zaman
dipsiz bir sözcük uçurumunda,
uyandı düşlerim
eski ıssız ovamda.
Geriye kalan
karanlığın ördüğü şiir.

Şiir: Dilek Değerli


* * *


ADSIZ

söz dilenmeyi bana mahrem eden dilim
söyle
şimdi ben neyim.
yada yazsam ya da yerine
yağmur taşını anlatır gibi mi olurum.
bir ahlakçı değilim ben
neye inanırım da
ıslatır içimi gök. onu söyle!

şimdi neyim ben
gerçekliğinden şüphe duyulan soyut bir hırs!
suya atılan taşın dibe vurduğu.

biriken ve dağılan
düstursuz bir çığ:
daldaki dikeni soymaktan yürüyen.

inandırmam kimseyi
yerlerin ve göklerin
ve bütün zamanların
ve inanılacak bütün sefilliklerin
dili yok.
kör olurum varsa…
gözlerime sürme çekti baktığım yerlere sınır olsun için. gök.
bunu unuturum.
unutur gibi yaparım bakmayı da.
ama ben
inanın
manolyalardan
nilüferlerden
ve erguvanlar
biri birine karışan bütün zamanlardan
ve kendimden
geçtim!
terledim ve yoruldum.
yüzümde gezindim bir sandal gibi. gölün yüzünü çizen.
bir söz aradım ki
dil kanasın için elden vaz geçtim!
“kürekleri çekmenin” en şehvetli zamanıydı. inanın.
bütün çiçek adlarından ve kokulardan
geçtim: inanmayan ben. hiçbir güzelliğe.

dilimdeki kızgın boşluk’suya bak:
şimdi nasılım?
değişime zorlanan bir eskici gibi geçtim kendimden
kendimi kendimle takas edebildim. başka değil.
söyle: şimdi nasılım?
suya bak. bir çöl biriktikçe birikti.
vahalar kendini gerçek sandı. ben
dikeni soğuttum tenimde
derimdeki sıyrıklardan bildim: niyetim hayra yoruldu.
oysa kötü bir irindim.
kum fırtınaları için bir üfledim ki hırsımdan
kanayan ney için ağladım günlerce
derimi sıyırıp çıkamadım içimden!

inandırmalı mıyım bunu söze’
bir soysuzum işte:
döne döne kanattım içimi
yarayı dişledim kanırta kanırta
bir söz aradım kan içinde. kan için yazılmamış.
iyi biriymişim gibi yaptım:
kuş besledim örneğin. ölü kuşlar.
uçmak için göğe bırakılmış nefes
gibi olan kuşlar.
ki inandırmam artık bunu söze:
gidip vurmuş
kendini
bir güvercin sanmış. inanın./

söyle artık benim ser sefil aklım.
bir ahlakçı değilim ben.
bütün çıplak şairlerle seviştim. hadi şiire soyun.
ilkin dilimi sömür. zamanı soy üzerimden.
bütün ölülerden nefret et.
çiçek adlarını unut: bir irin gibi fışkırdığında
derimden.

ah benim sefil aklım
bir de söyle
ben neredeyim!

Şiir: Ela Dincer
(kayıp zamanlarımın tesellisi deftere selam ile...)




Mathilda...Sen Anlat!..// Sufi.




I.

Mathilda: “Yaşam denilen şey sadece çocukken mi bunca kötü,
yoksa her zaman mı böyle
?
Leon: “Hayır, her zaman böyledir!”

Leon filminden aklımda kalan bu diyalogu ara sıra anımsarım. İçinden bin bir sıkıntıyla geçtiğim dönemlerde nedense bu sesi sık sık duyar olurum. Bilinç ve duyarlılığı bastıran tuhaf diyaloglardandır. Adeta ‘korkutabiliyorum artık geceyi’ diyebilmenin kendisidir.
Bir elimizde çığırından çıkmış zaman, ötekisinde ise Simonov’un “bekle beni” olarak bildiğim o insani dizeleriyle bir yerlerde hep ama hep bekliyoruz, yaşamın kıyısında mı? (belki).
“Geleceğim bekle beni / Bütün gücünle bekle / Soluk sıkıntılarla ağırlaşan / Yağmurlar içinde bekle beni / Karlar tozlarken bekle / Ortalık ağarırken bekle / Kimseler beklemezken bekle/ Bekle beni geleceğim.”
İnsanın bütün ömrü boyunca olmasa da yaşamının belli bir kesitinde, bir yerlerde “bekleyenin” olması kutsanılacak bir şeydir. Bu “bekle” sözcüğü içimize sinsice sızan yabancılaşmaya da bir yanıttır. Muğlak bir başkaldırıdır.
Cemal Süreyya’nın “Şu senin bulutsu sesin var ya / Uçtan uca ters yüz ediyor geceyi” dizelerindeki “bulutsu ses”leri duymayalı kaç zaman oldu? Anımsıyor musunuz?
Çığırından çıkmış zaman dedim, evet, kimileri buna “post-devrimci” kuşağın postmodern kuğuları + kedileri de diyorlar, ya da kentlerin kuru gürültülü yalnızlığında tümden vazgeçtikleri “iflah olmaz tutkular” ve bir türlü anlayamadıkları şey: kendi var oluşları ve neden, ne için “burada” oldukları “sorunu”. İnsan bilgisinin en yüksek ilkesi sayılan salt appereception’un transcendental biriliği yani nesnel deneyimin ve bilginin zorunlu koşuludur. Kendinin bilincinde olan bir öznenin, kendisine verilen şeylerin bilincinde olması gerektiğini her zaman kavrayabilir mi? Düşünmenin, en çetin ruh halinde bile düşünebilmenin “ben”i ile tasarımların çok çeşitliliği arasındaki ilişkiden söz ediyorum.
Doğruluk araştırması diyorum, doğru önermenin araştırılması durumuna geldiğinde, düşünce tasarımı da mantıksal bir dolayım aracılığıyla bilinebilir. İnsan denilen “varlığın” sırrına yolculuk da böyle başlar. Tıpkı o bilinmez denizin sırrını Rumi misali çözebilmenin huzuru gibi:
“Denizin sırrını
Yüksek sesle haykırdım
Tıpkı kıyıya atılmış bir bulut gibi
Uyudum ve artık duruldum”.
Uyudum…ve artık duruldum, duruldum..(tıpkı Lorca’nın düşü gibi: “ağzına sızıyor yağmur, her şeyi bitti işte..uy, uç, dinlen”..)
Görüldüğü gibi, burada bir felsefi tartışmaya yol açabilecek dilsel çıkış, içeriksel söz kipindeki önermenin, biçimsel kipe çevrilmesiyle açıklık kazanmış. Farklı simge öbeklerinin nelere işaret edebileceğinin kabiliyetidir. “Uyudum ve artık duruldum” gibi analitik bir önerme her var oluşun haddi değil. Ölüm kavramını, tıpkı yaşamın kendisi gibi kurcalamak gerekiyor.

II.

Olasılıklar, sonlu sayıda gözlemin olanaksızlığına bağlı olarak gelir soframıza konar, buna en az onlarca kez tanık oldum. Felsefenin bir öğretiler bütünü değil, bir etkinlik olduğunu düşünenlerdim. Anlamı aydınlatmayan hiçbir mum benim hanemi de aydınlatamaz dedim ve inandım. Oysa bizler hala ve her yerde, her koşulda Walt Whitman’ın “ Güneş senin üstünden el çekmedikçe, bil ki el çekmem senden/ çağlamaktan bıkmadıkça/ ağaçlar senin için uğuldamayı/ bil ki senin için çağlayacak/ senin için uğuldayacak sözlerim” dizlerindeki ısrarı arıyoruz.
Uzun zaman tedavi gördüğüm hastanenin koridorunda aynı yoldan geçtiğimiz genç bir Portekizli hasta kadına okudum bu dizeleri. Yüzünü dizlerine dayamıştı o an, sadece saçlarını görebiliyordum, bu hiç hesapta olmayan karşılaşmayı düşünerek ve konuşmanın devamını getirmesini beklemeden ayağa kalkıp, masanın üzerindeki kitabımı alarak pencereye doğru gittim. Durumu benden çok ağırdı o genç kadının, o gece içimde galiba acıyı da yenilgiyi de kabullenmelisin artık dedim, sonrası malum..
Şimdi isterse “yaşam denilen şey” olanca hızıyla hep “kötü” yüzünü göstersin bana, size hepimize...
Gözyaşı şişesinin temiz toprak-çamur kokan atölyelerden çıkalı nerdeyse 3000 yıl geçti, yeter ki yaşam hep içimizde küllensin, sunduğu, sunacağı ne varsa tümüyle beraber kabulümüzdür, onu dönüştürmeyi, verimli, üretken kılmayı bilen yürek için acı da olumsuzlukları karşılamada bir tür siper olur.
Bu durumda hepimiz “sen” diye hitap ettiğimiz ve içtenliğimizle seslendiğimiz o meçhul kimseye sarılır dururuz benliğimizde, soyut, tanımlardan yoksun bir varlık olsa bile. Tıpkı Atilla İlhan’ın sarıldığı ve “sen” diye tanımladığı “düş tarlasının” yalnız soyut abidesine doğru aktardığı sözleri gibi:
“Seni hatırladıkça bir kadeh Armagnac içerim/ Armaganc demek iki damla gözyaşı demekmiş/ demek ki seni hatırladıkça iki damla gözyaşı içerim”..

İnsani, insansal içtenliğinize, özlemle.
“Yaşanacak” “yaşanmaya” değer bir hayat vardır elbet..hissemize düşen kadar.
Benim hissem bu kadardı, beden ne ki? Ruhun basit biçimi.
Yeter ki kapı menteşelerimiz gıcırdamasın, gelirken ve de “giderken”..
Kalbin mutluluğu sizinle olsun,
‘Kalbin mutluluğu, insanın kendi içinde suçlayacak bir şey bulamamasından kaynaklanır’ derler.. erdemin yüce ve gerçek kazancı kalbinizin mutluluğuyla süslensin daima, gerisini? Beklemeli.

Selam
Muhabbetle,
Hu.

Sufi.


BORGES "gözlerini" Anlatıyor!..// Çev.Borges Defteri



BORGES “gözlerini” anlatıyor!
(ilk kez sadece defterde)
Söyleşiyi gerçekleştiren: Rita Gibret-söyleşi tarihi 1968
Çeviri; Borges Defteri


Latin Amerika edebiyatını önemli yazarlarını derinlemesine irdeleyen ünlü edebiyat eleştirmeni Rita Gibret, Borges’e bir soru yöneltir:
-“Gözlerinizi kaybetmek yaşamınızı nasıl etkiledi?”
Borges ilk kez bu denli duyarlı bir konuyu söyleşi masasına taşıdığı için Rita’ya teşekkür eder ve içtenlikle yanıtlar:

-“Baba tarafından gözlerini kaybeden beşinci veya altıncı kuşaktan birisi olarak, kendi baba ve baba-annemin körlüğüne tanıklık ettim. Hiçbir zaman öyle şahane bir görme duyusuna sahip olmadım ve nasıl bir geleceğin beni beklediği konusunda az çok bir fikrim vardı. Babam kendi körlüğüne teslimiyet içinde sadece bir sene dayanabildi ve o süre içinde babamı takdir ettim. Belki de böylesine bir direnç körlere özgü bir şeydir. Çabuk incinme ve asabiyetin sağırlara özgü bir şey olması gibi. Görme özürlü bir insan çevresindeki insanların sıcaklığını hissedebilir..halk nezdinde görme özürlülerle ilgili yaratılmak istenen mizahi durumların tümü geçersizdir. Gözlerimin geçirdiği cerrahi müdahale sayısını ben bile unuttum. Sadece şunu anımsıyorum 1955 yılında zamanın “devrimci hükümeti” beni Milli Kütüphane’nin başına getirdiğinde artık kitap okuyamıyordum.
İşte tam da o dönemlerde “ Bağışlar” şiirini kaleme aldım ve orada şunu dedim: “ Tanrı, görkemli şuh gözlerle, kitapları ve karanlığa bana bağışladı”. Burada yani şiirimde Milli Kütüphanede bulunan 800.000 cilt kitaptan söz ettim ve işte tam da o dönemlerde zifiri karanlıkla fazla bir mesafe kalmamıştı aramda.
Ama bu süreç çok da acıklı olmadı, çünkü akşam karanlığı birden bire çökmez!
Bir dönem sadece büyük harflerle basılmış kitapları okuyabiliyordum, bir dönem sonra sadece başlıkları ve kenar notları okuyabildim, bir aşamadan sonra artık okuyamaz oldum.
Gece karanlığı beni kendinde usulca boğdu, üstelik beni fazla üzmeden, incitmeden bunu yaptı. Şimdilerde ise çok az görebiliyorum, şu an yüzünüzü tam olarak göremiyorum. Biliyorum, hiç görmemekle, azıcık görmek arasında çok fark var…ben karanlığa tutsak değilim, kent caddelerinde gezebiliyorum,
-İster Cambridge olsun ister Buenos Aires de-en azından özgür olma vehmiyle gönlümü hoş tutmaya çalışıyorum. Elbet ki yardım almaksızın caddeden geçemiyorum, New England ve Buenos Aires halkı çok sevecen ve edepli oldukları için beni kaldırımda gördüklerinde gönüllü olarak yardımıma koşuyorlar.
Kesin olan bir şey var ki, gözlerimden yoksun kalmak yapıtlarımı da etkiliyor. Asla roman yazmadım, çünkü biliyorum romanın okur nezdinde bir sürekliliği-sürükleyici durumu var , onun için bu durum yazar içinde geçerli olduğu için roman yazma sevdamdan şimdilik vaz geçtim, öte yandan öyküyü tek solukta okuyorsunuz, Poe’nin dediği gibi “ uzun şiir adında bir şeyimiz yok”. Poe sadece kısa şiirler yazdı. Yazdıklarım için aşırı titiz olduğum için, öykü yazarlığını bıraktım, yeniden klasik şiir biçimine döndüm. Buna Gazel biçimi de denilebilir. Gazeller zihinde taşınabilir şeylerdir. Kent ortasında gezerken kendimle beraber yine bir gazeli zihnimde dolaştırabiliyorum, sonra onu beynimde ciladan geçiriyorum. Uzun ve düz bir yazıya aynı işlem (ezbere) zihinde uygulanamaz.
Milonga için de birçok şiirler yazdım(Folklorik şiirler) keza Fable üslubunda kısa parçalar da yazdım.
Bunların tamamı bir sayfayı geçmezler.Bu tarz işleri zihinde çok rahat depolayarak daha sonra üzerinde çalışılabilir.
Bir başka noktayı daha ilave etmek istiyorum(körler için geçerli olan), zamanın çok farklı biçimdeki akışıdır. Bir zamanlar yarım saatlik bir tren yolculuğu bana çok uzun gelirdi, o yarım saati mutlaka okumakla doldurmam gerekiyordu; şimdilerde ise yaşamımın uzun geçen o yalnızlık saatlerine alıştım.
Düşüncemi uzun saatler farklı konulara odaklıyorum, insan bu durumda belki de sadece “var olduğu” için kendini hoşnut tutmalı ve varlığını zamanın akışına bırakmalıdır.
Eskisinden daha sakin, daha dingin bir ruh haliyle düşünme fırsatım oluyor, bu yüzden sanki hafıza kapasitem arttı. Belki de eskiden dilediğim zaman bir kitabı geri dönerek okuyabilme durumu zihnimi tembelleştirmişti. Şimdilerde çevremde bulunan birisi bana bir şeyler okuduğu zaman o sayfaları tekrarlatma olanağım artık yok. Yüksek sesle okunan sayfaları daha dikkatli ve o an o sese yoğunlaşarak dinliyorum. Bir zamanlar hafızam “görsel” temelliydi, şimdilerde ise “işitsel”..şimdilerde kilimimi çok farklı yöntemlerle sudan çekip çıkartıyorum.( Borges burada yaşadığı zorluklara işaret ediyor). İyi bir hafızaya sahip olduğumu düşünüyorum, 1955 yılından itibaren, yani artık okuyamadığım dönemlerden itibaren çok eski zamanlarda kullanılan İngilizce dilini öğrenmeye başladım. Öğrenmekle kalmadım, üniversite öğrencilerine bu alanda seminerler verdim.
Bir keresinde onlardan günümüz İngilizcesinde “th” sesini veren iki “Rounic” harfini kara tahtada çizmelerini istedim.(Rounic: Germenler ve İskandinavların üçüncü yüzyılda kullandıkları harflere verilen ad olarak bilinir../ defter).

Ben yüzlerce çok eski Anglosakson şiirini ezbere bilirim, ama bu eski şiirlerin yazıldığı o eski harfleri görme şansım hiç olmadı, ta ki öğrencilerime o kara tahtada büyük, çok büyük boyutta çizdiriğim güne kadar, şimdi o harfler hakkında az, çok bir fikrim var.

Türkçe Çevirisi: Borges Defteri


HD-Gizemli Şeyler...// Çev. Dilek Değerli






Amerikalı imgeci şairlerden H.D. (Hilda Doolittle) şiirlerinden seçip çevirdiğim, AŞK YAMACINDAKİ ATEŞ adlı kitap Artshop Yayınlarından çıktı. Kitaptan bir şiiri defter okurlarıyla paylaşıyorum..// Dilek Değerli

Gizemli Şeyler

Rönesans koroları
Karanlık
günler geçiyor
ve yaklaşıyor daha karanlık olanları;
karanlık bu yanda
karanlık orada yukarıda,
korkutuyor ruhu
dimdik
üç kez-cezalandırılmış
bir avuç mızraklı adam
yığınının karaltısı gibi;
düşman bu yanda
düşman, bir parçası sanki
bayırın,
dağ-doruğunun
ve bayır-altının;
gizem öncesi hiçlik,
hiçlik geçiyor,
yalnızca boşluk,
ölüm tehlikesi,
terör,
sel,
deprem,
şiddetli hastalık;
sonra karışıklık içindeki ses,
o hafif soluk
anlatıyor geçen kışın
bir mayıs çiçeği gibi.
( Pythian* yayı ile öldüren
Delphi’ye ait başbelası)
bir çiçek,
kısık ses,
açığa vuruyor
tüm kutsallığı
“sessiz olan
huzur” ile.

II

Bir asa
bir çiçek-sapı
ve bir mızrak,
bir çiçek öldürebilir kışı,
o zaman bu, az bulunur
büyücü
sihirbaz
ve baş-imgedir;
bir çiçek öldürebilir kışı
ve ölümle tanışabilir
öyleyse bu
gider ve geri döner
ölür
ve kutsamak için gelir
yeniden,
yeniden;
bir asa ve bir çiçek
yenilmiş ve güçsüz olana
candan bir
koruyucu;
evet
yenildim,
hangi yıldızın yakın olduğuna bakıyorum;
evet,
zayıfım,
gör
ne büyülü zırhtır ki
örtüyor, düşüncenin dişlisini yıkan,
üstünden atan
korkusuz aklı.
bak, buradakinin nasıl bir zekâ
nasıl bir incelik
nasıl bir mizah
ve nasıl bir ışık olduğuna;
gör
ben bittim
ne aşık ve ne de sevgili,
ateşin içindeki bir ses,
o hafif soluk
yalancı çıkarır
dehşet ve umutsuzluğumuzu
“işte
buradayım.”


III

“Yıkmak için değil,
hayır, yalnızca kutsamak için
Adonis’i
ölüyken
yeniden canlandıran
çiçeği;
bak,
bak
zambaklar
nasılda büyüyorlar,
bak ne kadar çekici
bak ne kadar saf bir kırmızı,
(öyleyse aşk öldü)
bak zambaklar
kanadı
aşk için;
ne imparator ne de hükümdar,
hiçbiri hak edemez,
böylesi görkemi;
kral hiçbir zaman övünemez
çok güzel bir giysiyle
çayırın
ve dağ zambaklarının
ev sahibi kadar.”

IV

“Yıkmak için değil
hayır, yalnızca kutsamak için
Aşk yamacında
doğan
her ateşi;
yıkmak için değil
yalnızca yeniden yakarmak
ve yeni baştan adlandırmak için
her çiçeği
yılanı
ve arıyı
ve kuşu;
bak,
işte
benekli yılan
ne kadar da akıllı;
bak kumru,
serçe,
babanız dışında
biri bile ölmez;
tuzak kurar insan
ve emrediyor okun fırlatılmasını,
titreyen yeni tüylenmiş kuşların
yanından geçerken
anne-kuşu tuzağa düşürüyor insan.
onları terk ederek
açlıktan ölmeye;
hiçbir insan
hiçbir insan,
hiçbir insan
her zaman korkamaz
öyle ki bu biri
güzel havayı savurarak
kurban kuş tarafından yakalanıyor
öyle ki bu, onun vahşi-orman çıkmazında,
vurulandır
öyle ki bu, vahşi-orman tuzağında
ezilip ölüyor
ben
ve babam
ilgileniyoruz.

V

“Yıkmak için değil
hayır ama yalnızca kutsamak için
coşkusunu,
tüm eski gizemli şeylerin;
bak ölüler kayıp,
çimen uzanıyor
çiğnenmiş
ve kirli
ve sırılsıklam;
bak,
bak,
bak
çimen küçümsüyor
karın, çamurun ve yağmurun
deresini;
çimen,
çimen
yükseliyor
çiçek-tomurcuğuyla;
tahıl
parlak mızrak-kafasını kaldırıyor
güneşe yeniden;
bak,
bak
ölü artık ölü değil,
tahıl altın rengidir
yaprak
sap
ve tohum içindedir;
gizemli şeyler
çimende
ve yağmurdadır.”

VI

“Gizemli şeyler kalır,
koruyorum tohum zamanının
güneşin ve yağmurun
benzer döngüsünü;
Demeter* çimende,
çoğaltıyorum
canlandırıyor ve kutsuyorum
asmadaki Iacchus*’u;
yasaya sadığım,
gizemli gerçeği koruyorum,
bunların ilki
yaşayanı, ölü olarak adlandırmaktır;
ben kırmızı şarap ve ekmeğim.
yasayı koruyorum,
gizemli gerçeğe sadığım
asmayım ben,
dallarım, sen
ve yine sensin.”

Çeviren; Dilek Değerli



*Pythian;Eski Yunanistan’da Delphi tapınağı tanrısı Apollon’a ait.
* Demeter; büyük Olympia tanrıçası. Ziraat, tahıl, ekmek tanrıçası.* Iacchus; Yunan mitolojisinde yarı tanrı. Demeter tanrıçasının hizmetlisi, refakatçisi.



Kültür Vahaları...// Hakan İşcen



Ritsos demiş ki; 'Yazdıklarımızı okuyanlar, bu da bir şey mi?.. Biz de yazarız böylesini diyecekler.. . e, bizim de istediğimiz bu zaten!'
Yazan yazsın, çizen çizsin. Ama mektepli ama alaylı, ama atölyeli ama atölyesiz.Bilal Bey'in yazdıklarında konu yazan kişinin yazar olma sürecinde karşılaştığı yoz ilişkiler ve iç çatışkıları ise, yaptığı kimi imlemeler üzülerek belirteyim ki, amacını aşmış görünüyor.Yetmiş milyon insanın yaşadığı ama dergilerin iki ayda bir 2.000'ni (yazıyla sadece ikibin) devirip yaşamaya çalıştığı bir ülkede sanat atölyelerini marangozhane görme lüksümüz var mı?
Bilal Bey'in tırnak içine aldığı 'atölyeler' konusundaki sözlerine benden çok Sinan Çolpan alındı. O kim mi?.. Yazdığım tamamı hayal ürünü(bunu açıklamaktan bir kez daha utanıyorum), uydurmaca, kaydırmaca kitabın karakterlerinden biri olan yaratıcı yazarlık kursu hocası Sinan Çolpan. Ben onun 'yalancısıyım' :
“Öncelikle burada yapmayı amaçladığımız şey, bir yabancı dil kursundan daha farklı. Bu mekânı, yazarlığı öğreneceğiniz bir kurs değil, yazmayı deneyimleyeceğ iniz bir atölye olarak görürseniz, size daha faydalı olacağına inanıyorum. Bu bağlamda beni de ‘Hoca’ yerine sadece ‘Yazan - okuyan bir insan’ olarak algılarsanız birbirimizi daha fazla zenginleştirebiliriz . Yazmak konusunda, belki sizden daha deneyimliyim o kadar…
Yazmanın beslendiği en derin iki kaynak, okumak ve yaşamaktır!.. Yaşamak deyince, bu odada bulunanlardan kimin daha deneyimli olduğunu belki bilemeyiz. Ama asıl önemli olan, yaşamla ilgili gözlemlerimizden yazınsal malzemeleri süzecek duyarlılığı göstermektir. Yaratıcı Yazarlık, kurmaca bir dünya yaratmaktır. Kurmaca bir dünya yaratmak da bir sanattır! Sanatın kendisi değil ama, yöntemleri öğretilebilir… Deneyimler paylaşılabilir, belli kabul görmüş kurallar, sınanmış teknikler aktarılabilir. Burada, bunu yapmaya çalışacağız. Bence, hiçbirimiz doğuştan seçilmiş özel kişiler değiliz…
(...)
Ama bununla birlikte, yaratıcılık konusunda, doğduğu kasabadan hiç dışarıya çıkmayarak yine orada ölen, ‘Herkesin kendi içinde bütün sanatsal yetileri bir çekirdek halinde barındırdığını’ söyleyen Kant’a da, pek katılamıyorum doğrusu... Kuşkusuz, ben de onun gibi üstümüzdeki bu yıldızlı gökyüzüne hayranlık duyuyorum. Ama haddimizi de bilelim; yaratıcılık dediğimiz o Tanrısal yanımız, kişinin içsel labirentlerindeki gizlerle, biricik özel tarihiyle, hayatı kendine has yorumlamasını sağlayan kültür genleriyle de ilgilidir. Bunun için, bu atölyeden çıkan insanların hangisinin ‘Yaratıcı Yazar’ olacağını şimdiden bilemeyiz…
Yaratıcılık konusunda, kendi başınıza çıkacağınız bir iç yolculuğun size sadece malzemesi sunulabilir; fazla bir şey beklemeyin!. . Bu malzeme, okyanus aşmak için yapabileceğiniz bir saldan fazlasını size sağlamayacaktı r. Bununla birlikte, yıllar önce yaptığı bir salla okyanusa açılan Norveçli maceraperest bir denizciyi (Thor Heyerdahl) anımsıyorum. Teknenizin ismi Kon-Tiki, ya da Ra… Papirüsten veya balsa ağacından yapılmış… Önemli değil! Aslolan, cesaretle bu düş denizine açılmak; ve peşinden gidilecek size ait bir düşünüzün olmasıdır. Sıklıkla söylendiği gibi amaç, varacağınız yer değil; yolculuğun kendisi… Size, bu yolculuk öncesi vereceğim tek ipucu, burada öğrendiğiniz her şeyi, bir an önce unutmanızdır!..”

Yine ben:
Son yirmi yılda yaşanan inanılmaz teknolojik gelişmeye koşut olarak bu coğrafyanın insanı söz toplumundan yazı toplumuna dönüşme sürecini hâlâ tamamlamaya çalışıyor. Diğer taraftan evrensel boyutta da insan, birey olma mücadelesini sürdürürken, ayrıksı bırakılma tehditlerine, sanal kafesler içine sokulma çabalarına karşı amansız bir direniş gösteriyor. Burada Kafkaesk bir refleks ile bireyin kendini yazıyla veya sanatla ifade etmesi kaçınılmaz bir zorunluluk. Özellikle bu dönemde, insanın çevresinde olup bitenleri yorumlayabilmek ve bu baş döndürücü değişimlerin olumsuz yansımalarından korunmak açısından yazınsal kurmacanın her zamankinden çok daha fazla önem kazandığına inanıyorum. Mantar gibi yayılan yaratıcı yazarlık kursları ve sanat atölyeleri bunun en güzel kanıtı. Tüm bu faaliyetleri yapay ve paracı bir trend olarak görürsek hata ederiz. Bu atölyeler, günümüzün hoyrat yaşam şartlarına karşı ortaya çıkan kültür vahaları. Bu vahaların geniş kültür havzalarına dönüşmesi öncelikle onları "ti" ye almamakla bizim elimizde.

Hakan İşcen



Olağan ve Trajik // Cenk Koyuncu(1967-2006)



Yıllardan geçip silkeleyince takvimi,
zor zaman! Gün sarhoş bulutların sahibi
ne kalmış geriye?
Birkaç eşya ile kırık anı.
Elenmiş bir bir ne varsa,
bir elyazması birkaç biblo, üç beş defter, beş on kitap
nesi var ki Şair'in? Hepsi bu olanı.
Elden geçmiştir kütüphane, dostlar da almıştır
bir-iki tane. Benden çalınan ne varsa duvarınızda
gurur tablosu. Bölünmeden paylaşıyorum soyadımı.
Saygısı kalmamış insan olanın, yitmiş eşya
zehir zemberek attım içime, dilde ecza
ben de unuturum dört mevsimden kalanı.
Köşede bırakıyorum yitik yılları şemsiyesiz
saptığım yüze denk düşmesin yüzünüz
ben bıraktım siz de var saymayın o adamı!


Herşeyim var benim, kurduk yıktığınız viranı...


Şiir: Cenk Koyuncu


NASIL YAZAR-ŞAİR OLUNUR..// Bilal Kayabay




Önce bir "atölye" ye gideceksin, rendeden, küştereden geçecek, törpüleneceksin.
Ustan seni şöyle bir okşayacak; bakalım ele dokunan bir yerlerin kalmış mı? Pürüzlerin giderilmiş;
kaymak gibi olmuş musun. İcazet lütfedildi. Şimdi sarıl yazmaya. Eski yazmalarını onarmayı unutma.

Yetmez.
Ustanın da desteğiyle, salınacaksın, irili ufaklı tüm dergilere.Dergiciler dünyanın merkezidir.
Yeni bir rende-küştere işleminden geçeceksin. Alınmak gücenmek yok. Nazlanmak, nasıl olur demek yok.
Ne isterse "he" diyecek, egosunu tatmin edeceksin.
Omurgalı olur, dik durur eyvallah etmezsen, dergilerinde yer vermez; bundan da zavallı bir doyuma
Ulaşırlar.
Her nimetin bir külfeti olacak. Ürünün görününce dergi sayfalarında, değdiğini düşüneceksin
verdiklerine. Sen de tatmin olacaksın. Al gülüm ver gülüm.

Yetmez.
Ürünler üzerine ahkam kesenler vardır. - Bir rivayete göre, ‘eleştirmenlermiş’ - Onları "tatmin etmek"
daha da zordur. Amanı zamanı yok. Hoş görünüp, hoş tutacak, gönlünü kazanacaksın. Döşenecek üstüne,
döktürecek dilince.
Kıskananlar çıkacak, kimi öyle kimi böyle diyecek. Alınmaca kırılmaca yok bunda. Sen işine bakacaksın.

Yetmez.
Sıra geldi yayıncıya. Dosyanı koltuklayıp çalacaksın kapısını. Onun da istekleri olacak, insanına,
kişisine, cinsine göre. Önce uyuşup anlaşacaksın. Sonra basacaksın parayı. Bastırmazsan, basmazlar. Bunu iyi
bileceksin.

Yetmez.
Bir biçimde, yazılı-görsel medyada yer kapmış birilerini kafalayacak, iyi ilişkiler geliştireceksin. Elbette
Bedelleri vardır. Ödeyeceksin. Ödeyeceksin ki oralarda görünüp, ünleneceksin. Gerçekte değerinin ne olduğu
Dert değil. Değer biçenlerin gerçek değerlerinin ne olduğu da fark etmez. Değil mi ki onlar köşe tutmuşlar.
Değil mi ki ağzı açık bir toplum, onların ağızlarına bakıyor. Bırak onlar seni de pazarlasınlar.

Yetmez.
Yazar örgütlerine yanaşacak, yöneticilerine rampa yapacaksın. Sularınca akıp, gönüllerini hoş tuta-
caksın. Seçimlerde “delegeleri” olduğuna inandıracaksın. Yönetimin bir ucuna yapışmaya bakacaksın. Sana
uygun “münhal” bir kadro bulunamazsa, kadrodakilere her anlamda “biat” ettiğini gösterceksin. Böylece, etkinliklerde çıkınındakileri sergileyecek, bir yerlerde gezinecek, masalarda yer tutacaksın.
Eee artık epeyce bir şey oldun. Düne kadar, sevgi, saygı gösterdiğin(!), yakınında olmak için kıvrandığın birileri var ya hani; onlara mesafeli durup, çapraz bakacaksın. Ama, ötekilerin görmediği bir yerlerde, onlara da
beğenilerini, sevgilerini, dürüstlüklerine, yazdıklarına hayranlığını itiraf edeceksin. Böylelikle, hem bir yerlerinde
sıkışıp kalmış “insan” yanın tatmin olur hem de yarın ipler onun eline geçebilir.

Yetmez.
Celal Vardar’ın: “suya dokunmazmış / sabuna dokunmazmış / pise bak” dizelerine hiç bakmayacak;
suya sabuna dokunmayacak; kerameti kendinden menkul satırlar-dizeler döktüreceksin. Yenilikler yaratıyorum
diye, eskimeyen eskilerin ve de dilin ırzına geçeceksin şehvetle. Çekinme, “kerameti kendinden menkuller”den
övgüler alacaksın. Yeter ki “emir komuta zincirinde” yaz azimle.

Ya daaa…
Bütün bunları, beninin ve elinin tersiyle ittirip bir tarafa, “sen” olacaksın. Rendecin, küşterecin sen olacaksın.Kendinle yarışacak, kendini yoracak, kendini aşacaksın. Biriktirip birikip, kendinden, kendini taşacaksın.
Kendi evrenini kurup, oradan bütün evrene insan insan bakacaksın.
Sonraaa…
Sonrası zaman işi. Yargılama işini, yargıları şaşmayan, zaman denen yargıca bırakacaksın.

“İçimdeki çığlık düşse yakamdan
Devekuşu olup yazmayacağım
Yazanları tanıdım üşüdü yazmalarım”

Hadi şimdi yoluna. Kolay gelsin.
Bilal KAYABAY (Şubat 09)


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***