Defter/ Yazar Aytuna Tosunoğlu-'Müseccel Marka' kitabının yazarı, borges defteri okurları için hazırladı bu yazıyı, tarihimizin bir dönemine denk gelen somut bir olguyu irdeliyor. Yazıda kullandığımız fotoğraf yine Aytuna dostmuzun deklanşöründendir. Sinema üzerine yaptığı eğitimden dolayı yazının akışındaki duyarlılık ve barındırdığı disiplin dikkat çekicidir. //defter.OSMANLI TARIHINDE SEVIMSIZ BIR GERÇEK:
KARYAĞDI BAYIRI’NDA CELLÂT KABRISTANI
YA DA
CELLÂTLAR HIÇ YAŞAMADI MI?
“CELLAT NESI?... VALLAHI DUYMADIM..”
“Elli dört yıldır buradayım, valla öyle bir yer duymadım”; dedi, Hasan Bey. Eyüp sırtlarında sonradan tapusunu aldığı ev ve işyerinin üç tarafı Osmanlı döneminden kalma mezar taşları ile çevrili yerinde 54 yıldır yaşamasına rağmen. Torunları mezarların arasında ellerinde çomaklar, koşturuyordu. Mezarlıkta görevli bir başkası, “Bayırda (Karyağdı Bayırı) bir kaç taş kalmıştı ama şimdi onlar da yoktur” diyerek hevesimi kırmaya çalıştı. Oysa Karyağdı Tekkesi olarak bilinen yörede ve tarihi kahvehanenin hemen altındaki dik bayırda Osmanlı döneminde lanetli olduğuna inanılan cellât kabristanından geriye birkaç mezar kaldığını biliyordum.
DUASIZ MEZARLAR
Eyüp sırtlarına komşu tepeler ve Haliç’in dip yöresi sanayileşme tarzından dolayı çekiciliğini çoktan kaybetti. Yine de yazar Pierre Loti’nin gittiğine inanılan tarihi kahvehaneden bakıldığında iyi bir İstanbul manzarası seyretmek hala mümkün. İstanbul’un hemen her köşesindeki tarihi güzellikleri anlatmaya meraklı yazar Loti, kahvesini yudumlarken manzaraya bakıp, önündeki kâğıda bir şeyler karalar; “Haliç’in nihayetinde Eyüp’ün muazzam peyzajı... Çok eski ağaçlardan oluşan bir ormandan, mermer beyazlığı ile çıkan kutsal cami ve sonra belirsiz renkler taşıyan ve içine mermer parçaları serpilmiş geniş mezarlıklar ile gerçek bir ölüm şehri...” [1]
Her kültürün ayrıca bir “ölüm kültürü” var. İslam, hayat ve ölümü birbirinden kesin çizgilerle ayırmamaya çalışan bir anlayış geliştirmiştir. Ölen insan toprağa yani başlangıç noktasına geri döner. Bu dönüşü güçleştirmemek için direkt olarak toprağa konur insan bedeni. Bizim mezarlıklarımız genelde karmakarışık, bakımsız yerlerdir. Taşlar üst üste devrilmiştir, dar geçitleri ot bürümüştür. Bu hava, mezarlığın her türlüsünün zorunlu olarak akla getirdiği ölüm kavramına bir doğallık kazandırır.
Osmanlı tebaası olan tüm cemaatlerin İstanbul’da ayrı mezarlıkları bulunur. Her birinin görünümleri farklıdır ve ilk bakışta birbirinden ayırt edilir. Yahudi mezarlarının başlık taşında altı köşeli yıldız, Hıristiyanlarda istavroz (Ermeni ve Rumların, Katoliklerin, Protestanların değişik şekillerde) bulunur. Osmanlı mezarlıkları ise her biri birer sanat eseri olan başlıklarla doludur. Ulemanın, yeniçerinin, sadrazamın, kaptanıderyanın sarıkları başka başkadır. Mezarlara girdiğinizde kimin Bektaşi, kimin Mevlevi olduğu anlaşılır. İsimleri, doğum değilse bile ölüm tarihleri ve istinasız her birinde kitabeleri bulunur. Genellikle de mezarda yatan için Fatiha Suresi okunması yazar bu kitabelerde. Fatiha Suresi özet olarak şöyle der; “... Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna; dosdoğru giden yola ilet bizi Allahım.”[2]
Cellâtlar bu duayı hak edememiştir. Onların mezar taşlarında ne bir isim, ne bir şekil, ne bir resim, ne de bir satır yazı bulunur.
Gömüldükleri yerde sadece bir taş dikilidir.
Toprağın altında yatan kişi kimdir, ne zaman doğmuş, ne zaman ölmüştür, hangi aileye mensuptur anlaşılmaz. Sadece yaklaşık yarım metre eninde, iki-iki buçuk metre boyunda bir küfeki taşı vardır; hepsi o kadar. Mezarlık Osmanlı İstanbul’unun en uç noktasında, yani Karyağdı Bayırı'nda kurulmuştur. Cellâtlık mesleğini icra edenlerle aynı yere gömülmek belli ki İstanbul halkına istenir bir şey gibi görünmemiş. O yüzden seslerin bittiği, ıssızlığın başladığı noktaya gömülmüşler.
Kuşkusuz Karyağdı Bayırı, 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar kentten oldukça uzak ve ıssız bir yerdi. İstanbul’a ilk karın oraya yağdığı, son karın da oradan kalktığı söylenir. Sağlıklarında devletin bitişiğinde, saltanatın hemen yanı başında yer alan cellâtlar ölünce buraya adeta sürgün edilir. Hiç doğmamış gibi isimsiz, hiç yaşamamış gibi biçimsizce gömülür, yok sayılırlar. Cellât Mezarlığı geçen yüzyıllar içinde nüfusun artmasıyla birlikte Eyüp Mezarlığı ile birleşir. Tarihi Eyüp mezarlığını dev servi ağaçları çevreler. Servinin dalları ve yaprakları yayvan olmadığı için kökleri derine doğru inip mezarları bozmaz. Ağaçların toprağa soluk aldırdığı, bunun da ölülere hava aldırdığı yolunda bilinçaltı bir eğilimimiz[3] olabilir mi acaba? Cellâtlar da diğerleriyle birlikte “adeta nefes alıyor” dersek yanlış mı yapmış oluruz?
GÜZEL VE ÇIRKIN
Cellâtların hangi şartlarda ve nasıl geleceği bilinmez. Kimi zaman ihanete gün doğarken, kimi zaman şeref ve ahlaka akşam karanlığı çöktüğünde gelirler. Sessiz ve kararlıdırlar. Padişah ve sadrazam ve paşa ve kaymakam ve asker ve eşkıya ve düşman ve hatta dost olabilirler. Resmi tarih sayfalarında cellâtların ve kurbanlarının yer almadığını hepimiz biliyoruz. Gayri resmi tarih anlayışı ise “olguya” farklı yaklaşabilmek, ince ayrıntıları görmeye çalışmaktan ibarettir. Geçmişi doğruları ile söyleyemiyorsak, geleceğe nasıl ulaşacağız?
Geçmişimiz güzel olduğu kadar da çirkindir. Yanlışları ve doğruları, iyileri ve kötüleri vardır. Lakabı “Muhteşem” de olsa hiç kimse mükemmel değildir. Piri Reis’in boynunu vurduran Kanuni Sultan Süleyman’dan başkası değildi. Boynu vurulduğu sırada zaten 85 yaşında[4] olan Piri Reis’in en az padişahı kadar seçkin ve değerli olduğunu bilmekle beraber dünyanın bu en seçkin denizcisinin bir cellâdın elinde değil de eceliyle gitmesi doğru olmaz mıydı? Olayın haklı ya da haksız yanını tartışmayı bir kenara koysak bile, dünyaca ünlü bir denizcinin katlini ifade etmekten kaçındık. İstenileni var saymak, istenilmeyeni yok görmek ya da kişisel tercihleri tarih adı altında ön plana çıkarmakla her şeyi bütün çıplaklığı ile anlatamadık. Üçü de (Kanuni Sultan Süleyman, cellât ve Piri Reis) bizim insanımızdı ve koşullar ikisini birbirine düşürse de, diğeri emir üzerine can alsa da tarihin doğruluğu kabul edilmeliydi. Susmak, görmemezlikten gelmek kolay olanıydı. Bu yüzden tarihi de cellât gibi isimsiz taş altına gömmüş olduk.
OSMANLI RESMI CELLÂT KURULUŞU
Bütün kademelerinde organize olmuş koskoca bir imparatorluğun tabi ki bir cellâtbaşı idaresinde, sayıları devrine göre değişen cellâtlardan oluşmuş bir resmi cellât teşkilatı olacaktı. Resmi tarih bu cellâtların saray himayesinde yaşadığına dair herhangi bir bilgi vermez. Prof.Dr.Ahmet Mumcu ise Osmanlı döneminde cellatların saltanatın hemen bitişiğinde yaşamlarını sürdürdüklerini yazar.[5] Araştırmacı/Yazar Ali Yıldırım, Osmanlı cellatları için “Hepsi de aslen Kıpti idi”[6] der. Oysa Kıpti, Mısır halkından olan kimseler için söylenir. Yanlış bilinen açıklaması ise Çingene demektir. Ali Yıldırım’ın bu ifadesini Osmanlı cellâtlarının Çingenelerden seçildiği şeklinde almak durumundayım.
Cellatbaşı ve cellâtlar Bostancıbaşı’na bağlıdır. İdam hükmü padişah tarafından Bostancıbaşı’na verilir, eğer öldürülecek kişi yüksek makamdan birisi ise (örn: vezir, veziri azam, hekim, kadı gibi) idamda Bostancıbaşı mutlaka bulunur, hükmü de cellatbaşı “el becerisine” en çok güvendiği bir ya da iki cellât ile infaz eder. Bostancıbaşı makamı sarayın en büyük makamlarından biridir. Bu makamı işgal eden kişinin bir diğer görevi, emrindeki Bostancı neferleriyle sarayın ve padişahın şahsını korumak, İstanbul’un Boğaziçi ile beraber bütün sahillerinin ve limanlarının güvenliğine bakmaktır.
BOSTANCI FIRINI
Topkapı Sarayının “Birinci Avlu” adıyla bilinen geniş avlusuna Bab-ı Hümayun kapısından girilir. Burası Osmanlı döneminde halka açık, geniş bir alandır. Avluda saray fırınları, darphane, muhafız alayı, odun depoları ve aşağıdaki düzlüklerde özel sebze bahçeleri yer alırdı.[7]. Bu araştırmanın ister istemez konularından biri olan Bostancı fırınının yanındaki küçük bir hapishaneden bahsetmek gereklidir (günümüzde bina kapalı tutuluyor, ziyaretçi sokulmuyor). Burada kimi sanıklara infaz öncesi işkence yapılır ve bu işkencehane fırının hemen arkasında yer aldığı için yine fırın denirdi. “Fırına götürün” demek işkence veya idam emri demekti.[8] İdam edilecek kişiler haklarındaki ferman çıkana kadar Bostancıbaşı tarafından tutuklanmış olarak “fırında” beklerdi. Resmi olmayan tarih Bostancıbaşı hapsinden sağ kurtulanların pek az olduğuna işaret eder.[9] Usule uygun olarak bir devlet adamı idama mahkûm olunca padişahın ölüm fermanı kendisine bizzat Bostancıbaşı tarafından eteği öpülerek saygı gösterilerek okunup, teselli dolu sözlerle cellâda teslim edilir.
CELLÂT ÇEŞMESI (ya da SIYASET ÇEŞMESI)
Birinci avludan Bab-üs Selam kapısına (orta kapı) gelinceye kadar sağ bahçe duvarı boyunca gidildiğinde günümüze ulaşmış ama ağaçlar arasında dikkat çekmemesi için özen gösterilen bir çeşme durur. Osmanlı cellâtlarının izini sürerken bu çeşmeye uğramamak doğru olmazdı. Çeşme Bab-üs Selam kapısına yani Orta Kapı’ya çok yakındır. Rehberler Odasına kayıtlı Mahir Tunç’un (Arapça rehberi) anlattıklarını teyid edecek bir bilgi ile karşılaşmamakla beraber söylediklerini buraya alıyorum: “Evet, böyle bir çeşme var. Ama 18. yüzyılda devrin padişahı çeşmenin kötü ününden ötürü çeşmeyi yıktırır, çevresini düzelttirir. O tarihlerde Alman paşa ziyarete gelecektir, o yüzden de çeşmeyi baştan yaptırır. Yani günümüze kalan Cellât Çeşmesi değildir” diyor, Mahir Tunç.[10] Diğer taraftan bana adını vermeyecek kadar sinirlenen başka bir rehber bey adeta suratıma bağırıyor; “Yok öyle bir şey. Size okuttular mı öyle bir şey? Demek ki yok öyle bir şey!” diyor, sinirle sırtını dönüp uzaklaşıyor.
Prof.Dr.Ahmet Mumcu, Topkapı Sarayı’ndaki bu çeşmeden bahsederken adının Cellat Çeşmesi olduğunu yazıyor. Sultan tarafından suçlu ilan edilenlerin kellesi bu çeşmenin önündeki bir kütükte kesilir, cellât kanlı ellerini bu çeşmede yıkarmış. İnfazların hepsi İstanbul’da yapılmıyordu elbet. Taşrada da iş alan cellât görevini yerine getirdikten hemen sonra suçlunun başını kesip içi bal doldurulmuş kıl torbaya koyar ve yola çıkarmış. İstanbul’a döndüğünde vakit geçirmeden “emaneti” önce Cellât Çeşmesi’ne götürür, torbadan çıkartır, çeşmede güzelce yıkar sonra padişaha götürürmüş.
Siyaset ile katliam yetkisi tek bir kişinin yani sultanın elinde toplandığı için bu çeşmeye ‘‘Siyaset Çeşmesi’’ denilmiş. Cellâtlar, padişahın uyuduğu sarayın, hemen yüz metre ilerisindeki bu çeşmenin arkasında ikamet edermiş.[11]
MESLEĞIN ÜNLÜSÜ: KARA ALI
Resmi olmayan tarihe göre Cellât Çeşmesi Kara Ali’den daha ünlü bir cellât görmemiştir. Çeşme ve orta kapı (Bab’üs Selam) nice infaza şahit olur ama anlatılanlara bakılırsa cellât Kara Ali’nin yeri ayrıdır. “Kara Ali sanatıyla iftihar ederdi. Bir elinde balta, öbür elinde ölüme mahkûm başı tıraşlı, kavuğu yuvarlanmış, makamından düşmüş, mühürü elinden alınmış, uzun sakalı ve sararmış yüzüyle vezirleri ve defterdarları Yedikule’ye veya Siyaset Çeşmesi’nin önüne sürüklediği zaman övünülecek bir iş gördüğüne inanırdı. Etrafına bakmaz, avını öldürmekten büyük bir zevk duyardı.”[12]
Evliya Çelebi ise şöyle yazar; “ Kara Ali geçiyordu. Bazuları sıvamıştı. Kılıcı belinde bağlıydı. Ucu aşıklı ve yağlı kementler kemerinde asılıydı. İşkence aletlerinden kerpeten, burgu, çivi, demirkıl, deriyüzentraş, el ve ayak kırmaya mahsus baltalar iki yanında takılıydı.”[13] Evliya Çelebi’nin bu tarifine göre Kara Ali gerçek anlamda yürüyen bir ölüm makinesi. Meşhur gezginin satırlarından anlaşılacağı gibi cellâtlar sadece infazla yükümlü değildi. İşkence yapmaya da yetkiliydiler. Kara Ali sadece işinin ehli olmakla kalmamış. Hakkında yazılanlar işini seven, görevine sadık bir portre de çizmiyor mu? Evliya Çelebi’nin yazdığı önemli notlardan biri de Kara Ali’nin yalnız olmadığı ve sayısı yirmiyi bulan yardımcıya sahip olduğudur. Evliya Çelebi derki; “20 muavini yalın kılıç yanından yürüyordu. Ama neuzibillah(*) hiçbirinin yüzünde nur yoktu.”[14] Elbette Kara Ali cellât doğmamıştı. Sadece Osmanlı döneminin değil, cumhuriyet Türkiye’sinin cellâtlarının da bir öyküsü vardı.
Yoksa öyküler hep birbirine mi benziyordu?
Cellat Kara Ali’nin cellatlığa ilk adımı devşirme işinden sorumlu Yeniçeri Ağası’nın Divan-i Humayun’a(**) başvurmasıyla atılır. 1600’lerin ilk çeyreğidir. Yeniçeri Ağası Ocağa alınacak tam 10 bin devşirme için Devşirme Fermanı’nın devrin padişahı 4.Murat tarafından yayınlanması devamında Osmanlı’nın dört bir yanına çocuk toplaması için atlı birlikler çıkarttırır. Beylerbeyi, sancak beyleri ve kadılar çok çocuklu Hıristiyan ailelerinden bir çocuğu Yeniçeri Ocağı’nda “yetiştirmek” üzere alırlar. Tüm bu karmaşanın ortasında Çingene Ali tek başına ve çaresizdir. Hikâye bu ya; devşirme memurlarından biri Çingene Ali’nin elinden tutar ve toplanan diğer çocukların yanına götürür. Devşirme amaçlı toplanan bu çocuklar Türk, Kürt, Çingene, Acem, Rus, Yahudi ve Gürcü olmayan ailelerden, yani “asillerin” erkek çocukları arasından alınmıştır. Çocukların sağlam ve yakışıklı olması birinci şarttır. 14 yaşındaki Çingene Ali sağlamdır ama kapkara teni ve yüzündeki sert ifadesiyle bir devşirme olarak Yeniçeri Ocağında yeri olmayacaktır. Yine de devletin temsil edildiği resmi dairelerden birinde önce İslam dini kabul ettirilir ve sağlık kontrolünden geçirilir. Gösterişli değildir ama sarayda hizmetli olacakların arasına konulur. Kararı çoktan verilmiştir; o bir cellât olacaktır. Tabi ki bu karar kendisine söylenmez, önce. Topkapı Sarayı’na getirilir ve Bostan Ağası’nın gözetimine verilir ve hafif hafif cellât yamağı olarak çalıştırılmaya başlanır. Çingene Ali’nin ruhsal gelişiminin ne yönde olabileceğine dair fikir yürütmek zor olmasa gerek. Ona yalnız adam öldürmek değil; insanların nasıl konuşturulacağı, nasıl işkence yapılacağı da öğretilir. Bu arada ona bir isim de bulunur: Kara Ali.
Yıllar içinde korkusuzluğu ve merhametsizliği ile diğer cellâtlardan daha farklı bir yere konulan Kara Ali, 4. Murat ve Sultan İbrahim devirlerinde vezirlerden, devlet adamlarından pek çok kimsenin kafasını kesmiş. Devrin padişahından gördüğü iltifat ise “Bre kâfir!” şeklinde azarlama ya da “Eti Kara Ali’ye teslim” gibi güven ifadesi olmuş.
1630’dan 1650’ye kadar sarayda hizmet veren Kara Ali Osmanlı İmparatorluğu’nun pek çok döneminde yaşanmış bir başka “tuhaflık” yaşayacak ve o güne kadar “Bana şunun kellesini getir” diye buyuran padişahı Sultan İbrahim’in de cellâdı olacaktır. İkilemde kalır, Kara Ali. Sultan İbrahim’in öldürüleceğini anlar ve gözden kaybolur. Bir süre ortalıkta görünmez. Görevin saraydaki diğer cellâtlar tarafından yerine getirileceğini düşünür. Ancak Sadrazam onu yakalatır ve “Bre mel’un ne kaçarsın, çabuk işini gör” diye haykırır. Kapatıldığı hücreden “Benim ekmeğimi yiyenlerden bana acıyan yok mu?” diye bağıran Sultan Ibrahim’i Kara Ali boğar. [15]-[16]
Cellât Kara Ali’nin ölüm nedeniyle ilgili herhangi bir kayıt yoktur. Sadece öldüğü yıl 1664 olarak belirtilmiştir. Yattığı yer Karyağdı bayırındaki cellât kabristanıdır. Büyük ihtimal mezar taşı çoktan yok olmuştur, az ihtimal kalan 2-3 küfeki taşından biridir. Hangisi doğrudur, bilemeyiz. Belki de Kara Ali hiç yaşamamıştır...
Osmanlı Atasözü der ki; “Hükmü sultan olmaz ise, gelmez hata cellâttan.”
ÖLÜM CEZASINDA SALTANAT KANUNLARI
Osmanlı’da hangi suçlara ölüm cezası veriliyordu? Suçlular makam ayırımı güdülmeden aynı yöntemle mi infaz ediliyordu? Tüm bu sorulara cevap aradıktan sonra ortaya idam cezasının vahşi dünyasının tablosu çıkacaktır, kuşkusuz.
Osmanlı İmparatorluğu’nda hangi suçlara ölüm cezası verileceği konusu iki kaynaktan beslenir. Birincisi Kur’an’dır ve Allaha karşı işlenen suçlar için uygulanır, ikincisi ise padişahın kendi yetkisine dayanarak koyduğu kanunların uygulamasıdır. Osmanlı’da tahta geçen hiç bir padişah için otorite kısıtlayıcı bir düzenleme olmamış. Herhangi bir kimse için; “Katledilsin” diye buyurdu mu, iş bitiyor. Bu uygulamada çoğu zaman öldürme fiilinin cinayet mi, bir suçun cezasının infazı mı olduğunu ayırt etmek mümkün olmuyor. Suçun kanuniliği çoğu yerde kayboluyor, yasallık anlamında bile bir hakkaniyetten söz edilemiyor. Bu araştırmanın konusu idam cezasının tarihsel evrimi ya da gelişim aşamalarının irdelenmesi olmadığı için salt olgunun kendisine bakmak hedeflenmiştir.
Padişahın kanun koyma yetkisi vardır ve sınırsızdır. Padişah mutlak yetkisine dayanarak koyduğu kurallara uymayanlara ölüm cezası verirken sırf canı istediği için “suç işleme tehlikesi gördüğünü iddia ettiği kişileri” de bu cezaya çarptırmıştır. Bu cezayı uygulama yetkisi yani keyfe keder idam ettirme yetkisi padişahın yanı sıra sınırlandırılmış da olsa Sadrazam’a, Kaptan-ı Derya’ya, Kaymakam’a, sefer halindeki görevli vezirlere de verilmiştir.[17] ve [18]
MAKAMINA GÖRE INFAZ
Saraydan çıkan infaz emri; eğer infaz sarayın içinde olacaksa bostancıbaşıya, saray veya İstanbul dışında olacaksa kapıcıbaşına verilir. Bu kişiler infaz emrinin uygulanmasını gözetirler. Herkes büyük bir gizlilik içinde hareket ederek emrin yerine getirilmesi için infaz yerine ulaşır. Hakkında infaz kararı verilen mahkûmun durumdan haberdar olmaması, kaçmaması, hilelere başvurmasının önlenmesi için ölüm habercileri yani cellâtlar, ellerini çabuk tutarlar ve uzatmadan infazı “suçlunun” bulunduğu yerde gerçekleştiriverirler.
Padişahın verdiği ölüm emirleri yerine getirilirken mahkûmun makamına, kimliğine göre bir usul uygulanır. Tüm sadrazam, ulema, kaymakam, hekim gibi yüksek mevkilere sahip “mahkûmlar” kan dökmeme kuralına uygun olarak infaz edilirler yani boğulurlar. İşin daha da trajik yanı; padişah kendisi için ölüm fermanı çıkartmaz ama sıra kendisine geldiyse yüksek seviyeli memur itibarı görür ve cellâdı tarafından boğulur. İbret ve inandırıcılık için ölümden sonra baş kesme işlemi yapılabilir. Bu kesme işlemi için adına “şifre” denen gayet keskin ve kullanırken yetenek isteyen özel bir ustura kullanılır.
Askerlere dair ölüm cezasının infazı ise genellikle boğmak ve sonrasında denize atmak biçiminde infaz edilir. Cesedin denize atılmasına özel bir önem verirler çünkü ceset kaybedilmelidir böylelikle başka askerlerin galeyana gelmesine izin verilmez. Siyasi mahkûmlar yağlı kementle boğulur ve başları “şifre” ile kesilir. İbret için ya Birinci Avlu’daki ibret taşının üstünde (günümüzde yerinde yok), ya da Birinci Avlu’ya girişi sağlayan Bab-ı Hümayun’un önünde sergilenir. Sergileme emri de padişaha aittir. Emir çıktıktan sonra Sadrazamların ve her derecede yüksek memurların kesilmiş başları Orta Kapı’nın (Bab’üs Selam) yanındaki mermer sütun grubunda gümüş tepsi içinde sergilenir.[20]
Bazı kaynaklar kesik başların Bab-ı Hümayun’un önüne atıldığını yazar.[21] Bazı kaynaklar ise kapının sağ ve sol duvarlarındaki çıkıntılara kesik kafaların yerleştirildiğini, halk için sergilendiğini yazar. Bugün Bab-ı Hümayun’un girişinde böylesi bir işlemin yapıldığına dair kanıt yoktur, kapı yanındaki duvarlar düzdür. Orta derecede rütbeli kişilerin kesik başları tahta bir tepsi içinde yine Bab-ı Hümayun’un önünde sergilenir. Küçük rütbeliler ise rütbeleri gereği tepsiye konulmayıp yerde sergilenir. Kimi zaman, sözgelimi bir isyan bastırıldıktan sonra ele geçirilen asilerin başları belli zaman aralıklarıyla kesilir. Böylece Bab-ı Hümayun’un önünde her gün onlarca kesik baş sergilenir; kapı önü “başsız” kalmaz. [22]
Osmanlı hanedanı kudretini kesik başlarla perçinledi adeta. Bu uygulamaya kelle fetişizmi demek de mümkün olabilir mi? Kötü ama gerçek.
CELLÂT MAAŞLARI
Osmanlı’da zaten yemek ve barınak ihtiyaçları saray tarafından karşılanan cellâtlar için (Topkapı Sarayı Hamcılar Ocağı denen saray kayıkçılarının koğuşlarının yanında tahsis edilmiş yerdeydiler) icra ettikleri meslek gereği bağlanan herhangi bir ödenek ya da maaş kaydı yoktur. Onun yerine tarihe Cellât Mezadı olarak geçmiş, kendi içinde kuralları olan bir ticaret vardır. Sistem basittir. Kurban cellâda teslim edilince elbiseleri ve üzerinden çıkanlar (para kesesi, yüzük, saat, kemer vb) cellâdın olur. Diğer cellâtların da ganimetleri bir yerde toplanır ve yılda bir ya da iki kez düzenlenen mezatlarda halka satılır. Satıştan elde edilen para yine ortak bir yerde toplanır ve cellât sayısına eşit miktarda bölünür.
Mezatlara genellikle değerli eşyalar konur ve eşyaların tamamı siyaseten katledilen soylular ya da devletin üst düzey memurlarının olur. Bu mezatlardan alınan eşyaların uğursuzluk getireceğine inanıldığından ancak “cesaret” sahipleri mal satın alır. Peçevili İbrahim Efendi cellât mezadı ile ilgili ilginç bir söylemde bulunur; “...Bazı devlet adamları, zenginler, cellâdın pençesi yakalarına yapışmadan üzerlerindeki kürkleri, keseler dolusu altınları çıkarırlar, “beni anar, Fatiha okursun” diye hediye bile ederlerdi.”[23] ve [24]
Osmanlı, hanedan tarafından haklı/haksız nedenlerle gerçekleştirilen cinayetleriyle kendini geçerli kılmaya çalışırken, doğal olarak bir kesim de batıla yönelecektir. Haksız, kötü ve çirkin bir dünyanın ortasında din ve padişah adına yürütülen bu düzen doğal olarak batıl inançların çoğalmasına neden olacaktır. İdam cezaları Cumhuriyet dönemi Türkiye’sine kadar ibret için halkın önünde yapılmaya, kafa kesilmeye, sokaklarda dolaştırılmaya devam eder. Cumhuriyet’in kurulma aşaması ve sonrasındaki ölüm cezaları ve uygulayıcıları başka bir araştırmanın konusudur ve en az Osmanlı Cellât Teşkilatı kadar ilginç ve irdelenmesi gereken olaylarla doludur.
Osmanlı döneminin sonlarında Sultanahmet Meydanı’nda kurulan sehpalar boş kalmaz. Şafak zamanı canları alınan suçlular, günün ilk ışıklarıyla aydınlanıp, kentin kalbi sayılan meydanda halka teşhir edilir. Hanedan artık Topkapı Sarayı’nda yaşamıyordur. Devlet işleri Bab-ı Ali denen hükümet binasında görülür ve yine binanın önündeki kısa sütunların üzerinde siyaseten katledilenlerin kesik başları sergilenir. Sultan Abdülmecit’in 1826 yılında Osmanlı Cellât Teşkilatı’nı kapatmasından sonra alınan tüm idam kararları parayla tutulan cellâtlara yaptırılmaya başlanır. Bunun için yine Çingeneler seçilir. Yeni kurulan Cellâtlar Ocağı’na Çingeneler devşirme olarak alındığı için bir tür gelenek devam eder. Cumhuriyet döneminde de Osmanlı’nın bu geleneğine sadık kalınır.
BATI’DAN BİR ÖRNEK
İster istemez bir karşılaştırma yapmak durumundayız. Cellâtlık mesleği Osmanlı İmparatorluğu’na özgü bir meslek dalı olmadı. Batıdaki imparatorluklar da benzer “fetiş” ve kötülüklerle doludur. Engizisyon mahkemeleri, giyotinin icadı (üstelik onu icat eden bir doktordu) ortaçağ Avrupa’sının barbarlığına ya da her ulus için geçerli olan “siyasi delirium”una örnektir.
Burada vurgulanmak istenen, bizde kötü şartların sonucunda adeta “yaratılan” cellâtlar dönemleri boyunca iktidarlarının süresi belli olmayan “keyfini” sürer. O keyif ne ise; yine de aile kuramazlar, nesillerini sürdüremezler, yalnız oldukları için kendi gibi cellât olanlardan başkalarıyla herhangi bir insani ilişkiye giremezler. Birçoğu içki ve afyon bağımlısıdır. Öldüklerinde ise adeta aşağılanarak isimsiz mezarlara gömülürler. Beddua dışında bir dua da almazlar. 1877 yılı Amerika’sında Baltimor doğumlu cellât Fred nasıl cellât olduğunu anlatırken Osmanlı Cellât Teşkilatı’na bağlı cellâtlar adına da konuşmuş olamaz mı? 1880’lerde şöyle der Fred; “Cellât deyince herkes benden kaçıyor ve herkes bana soğuk muamele ediyor. Nevyorkta yerleşmek istediğim zaman birkaç tane ev sahibi cellât olduğumu öğrenince kapılarını yüzüme kapadılar. Birçok kimseler mesleğimi öğrenince bana el vermek istemediler. Hayatımın 30 senesi ıstırap dinlemekle, facialı sahneler yaşamakla geçti. Şimdi de adeta cemiyet tarafından aforoz edilmiş bulunuyorum..”[25]
Fred’in yaşadığı 19.yüzyıl Amerika’sı Osmanlı’ya göre daha tertiplidir. Devlet, gazete ilanıyla cellât alır. İlan aynen şunları söyler;
160 dolar aylıkla cellât aranıyor. İstenen vasıflar:
Heyecanlı olmıyacak,
Ağzı sıkı olacak,
Merhametli olmıyacak,
Kanunun hükümlerini anlıyacak kadar bilgi sahibi olacak,
Kötü hali olmıyacak,
Böyle zahmetli bir mesleğin icaplarına uymasını bilecek.[26]
Fred kendi yazdığı anılarında kadınlardan nefret ettiğini ve hiç evlenmediğini söyler. Cellâtlık zannettiği kadar kolay çıkmaz. Önce bir süre ceza hukuku dersi verir, Amerikan Devleti. Ardından Fizyoloji hocası koca bir cilt kitapla ölümün çeşitlerini öğretir. Sıra staja gelmiştir, 3 ay kadar çeşitli eyaletleri dolaşıp infazları izler. Döndüğünde kendine güveni tamdır ve tam 30 yıl bu mesleği icra eder. Emekli olur, kazancıyla ev alır, yalnız ölür, mezarı nerededir bilinmez.
Cumhuriyet döneminin Istiklal Mahkemelerinde “vatana olan bağlılık ateşiyle” sayısı 1000’i bulan “suçlu”yu asmış Manastırlı Ali (sonrasında kendisine Kara Ali dedirtir) 1926 yılında İzmir Suikastı sanığı 13 kişiyi tek gecede İzmir, Kemeraltı semtinde halkın göreceği yerlere kurulmuş idam sehpalarında asar ve devlet tarafından kendisine verileceği vaat edilen ücretini alamaz. Sonunda Mustafa Kemal Atatürk’e utana-sıkıla bir mektup yazarda parasını ancak alır.[27]
ÖTEKİ
“Isa çarmıha gerilirken çivilerini biz yaptık. İşte bu yüzden lanetlendi ırkımız. Göçeriz konamayız. Bir vatan bulamayız. Çimmeye dere durur, su içmeye kaynak kurur der Çingene ataları. Bu lanetten kurtulmak için dans edin, müzik üretin diye akıl verir halklarına..”[28]
Çingeneler kimsenin anlamaya çalışmadığı, çoğunluğun hayatındaki “ötekiler”dir. Onlar reddedilir ama içlerindeki bitip tükenmek bilmeyen yaşama sevinci en büyük hazineleridir. Kim bilir –bu araştırmada anılanların dışında- ne çok kavram girmiştir Çingenelerin dağarcığına. Kim bilir ne kadar çok şeye tanık olmuşlardır tarih boyunca. Onlar yüzyıllar boyu sürekli gezen, kendilerine özgü kültürlerine sımsıkı sarılan bir dünyanın insanları oldular.
Cellâtlık tarih boyunca Çingenelere yakıştırılır. Açlığın ve sefaletin ortasından alınan Çingeneler cellât olarak yetiştirilir. Böylesi bir seçimin ya da seçimsizliğin nedeni ise hiçbir zaman, hiçbir şeye ve hiçbir kimseye ihtiyacı olmayan, bağlanamayan, sevmeyen, sevilmeyen insanlar olarak görülmeleri. Öç alma ve intikam duygularının aracı olmuşlar mı demeliyiz, yoksa bunca dışlanmışlık karşısında cellâtlık mesleği onların intikamı mıdır?
SONUÇ
Bu araştırmaya kaynak oluşturan eserlerin tarihçi yazarları ortak bir görüş içindeler ve Karyağdı bayırındaki cellât mezarlığını dünya tarihinin en önemli abidelerinden biri olarak görüyorlar. Tekfur Sarayı Bizans, Topkapı Sarayı Osmanlı tarihi için ne denli önemliyse Cellât Mezarlığı hem Osmanlı hem de dünya tarihi açısından o kadar kıymetli bir tarihsel miras olarak algılanıyor. Bu mezarlık tamamen ortadan kalkarsa Osmanlı'nın siyasal tarihinin kanıtlarından biri yok olacak deniyor.
Son 30 yıl içinde cellât mezarları yerinden sökülmüş ve boşaltılan alanlara başkaları gömülmüş. Şimdilerde günümüze gelebilmiş bir kaç cellât mezar taşının hemen bitişiğinde, kitabesinde ‘‘Küçücük bir kuş idim / Uçtum Yuvamdan / Genç yaşta ayırdı felek beni anamdan babamdan’’ ibaresi yer alan bir kız çocuğunun kabrini görmek mümkün. Bu ülkenin toprakları tezatlığın her türlüsünü sergiliyor, asırlardır. Bir yanda kaderin ellerine teslim edilmiş ruhlarımız, diğer yanda kaderini bizlerin çizdiği ve hoyrat davrandığımız kendi insanlarımız.
Ölüm cezası ceza hukukunun ve toplumsal hayatın en çok tartışılan, üzerinde önemle durulan ve bu araştırma ile sadece kısa bir döneminin özeti sunulabilen tarihselliğe sahip bir olgudur. Ölüm cezası, en ince detaylarına kadar tasarlanmış, cinayetten daha korkunç bir cinayet örneğidir. Hiç bir “cani”, kolektif bir biçimde planlayarak, inceden inceye düşünerek, kurbanına kurtuluş hakkı tanımayarak ve kurbanına önceden onu öldüreceğini haber vererek bir cinayet işleyemez.
Ölüm cezasını 21. yüzyılda savunanlar tezlerini “idam cezasının caydırıcılığı” üzerine kurmaktadır. Yani idam cezası suç işlemeyi önlemektedir ve suç işleyecekler üzerinde caydırıcı bir etki yapmaktadır. Ne var ki, bu görüşün temel iddiası tarihsel olarak kanıtlanabilmiş değildir. Osmanlı tarihine baktığımız zaman cezanın amacı nedir sorusunun cevabını almak mümkün olmuyor. Faile bir bedel ödetmek midir? Suç işleyen kişiyi yeniden kazanmak mıdır? Osmanlı’da cezanın, iktidar üzerinden yönetilenlere bir mesaj vermek için uygulandığı aşikâr. Ölüm cezası insanı yok ederek, ceza olmaktan çıkıp bir öç almaya dönüşmüş.
Çelişki ise ölüm kararını veren iktidarın bu “kötü işi” yani öç almayı, kendisi yapmayıp, toplum tarafından hor görülen bir ırktan oluşturduğu son derece organize olmuş birliğin içinden seçtiği kişi veya kişilere yaptırıyor olmasıdır. Belki de Tolstoy’un dediği gibidir özetimiz; “Dünyada savaş, egemen kurumlar tarafından değil, ancak savaştan mağdur olanlarca durdurulabilir. Onlar en doğal olanı yapacak ve emirlere uymaya son vereceklerdir.”[29]
Aytuna Tosunoğlu
________________________________________
[1] Eser Tutel. Haliç, Dünya Yayıncılık, Istanbul 2000, S:70
[2] Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk. Kur’an’I Kerim Türkçe Çevirisi, Sayfa:16, 5.Sure: Fatiha Suresi. Yeni Boyut Yayınevi, 1998, Istanbul
[3] Murat Belge. Istanbul Gezi Rehberi. Tarih Vakfı, Türk Yayınları, 5. Basım 1997, Sayfa:199
[4] Ergun Hiçyılmaz. Cellatları Da Asarlar. Altın Kitaplar, 1994.
[5] Prof.Dr.Ahmet Mumcu. Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara 1985.
[6] Ali Yıldırım. Bir Celladın Anıları, Italik Kitaplar Yayınevi, 2. Basım, 2000, s:61
[7] www.istanbul.gov.tr: T.C. Istanbul Valiliği Resmi Web Sayfası, Topkapı Sarayı
[8] Ali Yıldırım. Bir Celladın Anıları, Italik Kitaplar Yayınevi, 2. Basım, 2000, s:61
[9] Muhammed Pamuk. Ölümün Soğuk Elçisi: Cellat, Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2003.
[10] Araştırmacının 11 Ocak 2006 tarihli Topkapı Sarayı ziyareti sırasında, Rehber Mahir Tunç’un anlattıklarıdır.
[11] Prof.Dr.Ahmet Mumcu. Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara 1985.
[12] Ergun Hiçyılmaz. Cellatları Da Asarlar. Altın Kitaplar, 1994, S:20.
[13] Muhammed Pamuk. Ölümün Soğuk Elçisi: Cellat, Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2003, S:113.
[14] A.g.e. S:115
* Neuzibillah (Anlamı): 1.Allaha sığınırım. 2.Allah korusun. Osmanlıca-Türkçe Sözlük, Aydın Kitabevi, 22.Baskı, 2005.
** Divan-ı Hümayun: Halkın dava ve şikâyetlerinin dinlenip hallolunduğu, devlet işlerinin görüldüğü padişah huzuru. Katılanlar: Sadrazam, şeyhülislam, kazaskerler, defterdarlar, yüksek seviyeli bürokratlar vs.
[15] Muhammed Pamuk. Ölümün Soğuk Elçisi: Cellat, Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2003, S:124
[16] Reşad Ekrem Koçu. Tarihimizde Garip Vakalar, Doğan Kitap, Istanbul 2003, S:36
* Sadd (Anlamı): Kapayan, örten, engel olan. Osmanlıca-Türkçe Sözlük, Aydın Kitabevi, 22.Baskı, 2005.
[17] Ali Prof.Dr.Ahmet Mumcu. Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara 1985.
[18] Ali Yıldırım. Bir Celladın Anıları, Italik Kitaplar Yayınevi, 2. Basım, 2000.
[19] A.g.e, S:56
[20] Reşat Ekrem Koçu. Tarihimizde Garip Vakalar, Doğan Kitap, 2003.
[21] A.g.e.
[22] Muhammed Pamuk. Ölümün Soğuk Elçisi: Cellat, Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2003, S:105
[23] Reşat Ekrem Koçu. Tarihimizde Garip Vakalar, Doğan Kitap, 2003.
[24] A.g.e.
[25] Meşhur Amerikan Celladı Fred. Bir Celladın Hatıraları, Türkçeye Çeviren: Cemil Mahir, Meraklı Kitaplar Serisi, Güven Basımevi, Istanbul 1955.
[26] A.g.e.
[27] Muhammed Pamuk. Ölümün Soğuk Elçisi: Cellat, Yeditepe Yayınevi, Istanbul 2003, S:233
[28] A.g.e., S:138
[29] Tolstoy. Bilgelik Takvimi, Kaknüs Yayınları, 2.Baskı 2003, S:81