Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



İSMET ÖZEL ‘İNTİHÂL’ ŞAİRİ Mİ? // Bayram Balcı


(defter not: Bayram Balcı'nın yazısını "İSMET ÖZEL ‘İNTİHÂL’ ŞAİRİ Mİ?"
(defter arşivinden) birçok okurun isteği üzerine daha rahat ve kolay okunması için tekrar ön sayfaya aldık..)


İSMET ÖZEL ‘İNTİHÂL’ ŞAİRİ Mİ?
Bayram Balcı


Türkçe şiirde 'intihâl' tartışmaları hep gündemde oldu. Bu tartışmaların en kapsamlı incelemesini Erdoğan Alkan, "Şiir Sanatı" adlı kitabında yapmıştı. Alkan'ın incelediği ve özellikle Fransızca bilen şairler arasında adı geçenlerin çoğu, şiir okurlarının aşina olduğu şairler. Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı Tarancı, Atilla İlhan, Cemal Süreya, İlhan Berk, gibi şairler Fransız şairlerden "çaldıkları" dizelerle anılan şairler oldular. Benzer tartışmaların son örnekleri arasında ise '97 yılının Evrensel Kültür Dergisi'nin sayı 63- 64'te Yılmaz Odabaşı ile Aydın Öztürk'ün "çalıntı" tartışması vardı. Ayrıca Edebiyat ve Eleştiri dergisinde Özdemir İnce ile Adalet Ağaoğlu arasında da benzer tartışmalar yaşandı.
Özel'deki 'İntihâl' Bulguları
1944 doğumlu İsmet Özel'in şiirinin ise, Rumen asıllı 1920 doğumlu Paul Celan'in dizelerinin bire bir kopyası olduğu tartışma götürmez bir gerçeklik. Celan'ın da Fransızca bilmesi ve sembolizmin şiire sağladığı olanaklardan yararlanşı, Özel'in Celan'den ne çok "etkilendiği"nin bir başka göstergesi. Ancak, ortak yanlarının sadece bunlar olup olmadığı dikkatli okurların gözlerinden kaçmayacak denli açık. Celan'in dünya şiirindeki yeri bilinmekte. Özel'in de bir dönem ve hâlâ coğu Türkçe yazan şair üzerindeki etkileri de sürmekte. Ancak Özel de, Paul Celan etkileşimlerinin bir yeri olduğu da gerçek. Adam yayınları'nca Türkçe'ye ilk olarak 1983'te çevrilen 'Bademlerden Say Beni', Kavram yayınları'nca da 1995 yılında basılan 'Şiirler'i ile İsmet Özel'in ilki 1966'da çıkan 'Erbain' adlı kitabı karşılaştırıldığında ortaya çıkacak olan benzerliklerin gerçeği gözler önüne seriyor. İsmet Özel, kimi şiirlerinde hemen hemen aynı dizeyi, aynı imgeyi ve aynı sesi kullanana bir şairdir. Aşağıdaki örnekler, Özel'in, Celan'dan nasıl "intihâl"lendiğini de ortaya koyuyor: "siyahtan daha siyahım, çırılçıplağım" P. Celan, B.S.B. syf. 18., "karaysam, öfkenin de payı vardır karalığımda" İsmet Ozel, Erbain, syf. 51, "Karanlık sözler ediyoruz birbirimize", P. Celan, Şiirler, syf. 46, Kavram Yay. "karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında" İsmet Özel, Erbain, syf. 49. "kara yapraklardan bir çelenk yapılmıştı" P. Celan, Şiirler, syf. 46, Kavram Yay. "benim yongalarımdan yapıldı bu celenkler", İsmet Özel, syf. 16. Erbain. Yukarıdaki örneklenen dizelerdeki ses ve dize kuruluşlarında benzerliğinin en çarpıcı örneklerinden biri de, "senin gözpınarında / ipini boğuyor işte / ipe çekilmiş biri" P. Celan, BSB; syf. 18, Adam Yay. İsmet Özel ise aynı sesi iki ayrı dizede tekrarlıyor. "senin gözyaşlarını heyecanla kapışır" Erbain, syf.57. ve "Çünkü üç gün beslendiler senin gözyaslarınla." Erbain, syf. 56.
Şiir Adları da Benziyor
Şüphesiz Ozel şiirinin Celan şiirine benzerliği yalnızca ses, imge ve dizeyle sınırlı kalmıyor, şiir adlarına kadar uzanıyor. Celan'in "Uzaklığa Övgü" (P. Celan, BSB, syf. 18 Adam Yay. ) adlı şiiri, Özel'de "Yıldızların Uzaklığına Övgü"ye dönüşüyor. (Erbain, syf.106) Özel, kimi şiirlerinde de Celan'in dizelerini kendi şiiri için yol açıcı olarak kullanıyor. "bembeyaz kesilmiş yumruklarımda / yeni bir beynin çiçekleri acmakta." Celan, Şiirler, syf. 110, Kavram Yay. "Itır kokan benim yumruklarımdır/ benim kavgamdır o aşk diye tanınan" Özel, Erbain, syf. 75. "senin göz pınarlarında volta atar / düşünü kurarım eşkıyalığın" Celan BSB, Adam yay, syf. 18. "Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin / üzgün, kara, ayaklanmaya hazır / ben yaralar kuşanıp katılırım onlara / onlara katılırım yedek mermi ve şarkılar olarak" Özel, Erbain, syf. 57, Çıdam Yay.
Yabancı Dil Bilmenin Avantajı
Türkiye'de şiir kendi öz kaynaklarindan kopup, farklı kaynaklara yönelince, toplumda yabancı dil bilenlerin azlığından da faydalanan kimi 'şairler' böylelikle kolay şiir yazma yolunu bulmuş oldular, Özel ve diğerleri gibi...
İsmet Özel'in "Erbain" adlı kitabındaki (ki bütün şiirlerinin yer aldığı bir toplu kitap) hemen tüm şiirlerinde Paul Celan'in şiirinin izlerine rastlamak mümkün. Anlaşılan, Adam ve Kavram yayınları Celan'in kitaplarını 1983 ve 1995 yıllarında Türkçe'ye çevirip yayayınlamasalardı, 1966 yılında yayınlanan Özel'in 'Erbain' adlı kitabında yer alan şiirindeki "intihâl" olduğunun farkına varmak da olası olmayacaktı. Özel'den 24 yaş daha büyük olan Celan, görülüyor ki, artık tek tük, yılda belki bir şiir yazan Özel'i çok içine çekecek kadar etkisi altına almış! Türkçe şiirdeki "çalıntı" şiir tartışması daha çok süreceğı benziyor.



Konuşmak Gereksiz..// Ömer Serdar


Image and video hosting by TinyPic


I+I Şiir



Nesne-Kıvılcım

Sözcükler bir nesneyi kuşatıyor odayı
adımlarken , göğsünden kanatlanarak “doğru-sözcüğe”
kilitlenen o yarı-erinçli acemi-tanrı tavırları
sözü önceleyen bir nesne-çığlığı belki bu belki de ruhunu
açığa çıkaran nesne-kılığında bir sözcüğün tini.
Peki hangi çağrışımı nasıl tetikliyor söz öncesi
nesne -kıvılcımı ve nasıl ateşliyor kalemi ilkin
Ve neden ?

Şafak Çubukçu

* * *

KÖR YÜRÜYÜŞ


körler ülkesinde
bir su yolunda
gözler
im
iz
kapalı
yürüyoruz
ucuca birleşik adımlar
ve gökyüzüne kalkan kuşlar:

“ardıardınaiçilmişbinsigaranınbirbirinedağlanışıgibi
körler alfabesiyle yazılmış bir şiirdi
büyük ve açık bir kalbe benzeyen
avuçlarımıza ilişti”

karanlığı kucaklamayı öğrendik böylece
kanatlandık yürüdükçe
seyirciler yok oldu hiç olmadıkları kadar
kulaklarımız da ceplerimizden çıkmış
tüm fısıltılar ve tıkırtılar yere atılmış
yürüdük kendimize

sonra açtık gözlerimizi gökyüzüne
dişlerimizi sıka sıka:

“Hürya!”

Zafer Yalçınpınar


Yol ve Sonsuzluk..// Naime Erlaçin



Yol ve Sonsuzluk
(Şiir - Resim İlişkisi)


Şair ressamlar, ressam şairler, şiir resimleyenler, resmi şiire dökenler sanat tarihi boyunca karşımıza çıkmışlardır. Oldukça eski bir gelenek olan ve çoğunlukla kutsal kitapların görsel anlatımına dönüşen metin resimleme, özellikle 19.YY’ da doruk noktasına ulaşmış ve 20.YY’da da devam etmiştir. (Örneğin Max Ernst – Paul Eluard ortak çalışmaları.) Bu demektir ki ressamlarla şairler çağlar boyu birlikte çalışmışlar ve ayrıca pek çok şair resimle, ressamlar şiirle ilgilenmiştir. Kısacası bu iki sanat dalının bir tür kan akrabalığı vardır.

Şiir ve resim zıt kutuplar gibi birbirini tamamlar. Öyle iki âşıktır ki bunlar, biri huylu diğeri huysuz; tuhaf bir şekilde aralarında uyum sağlamayı becerip birbirlerinden kopamazlar. Zıtlıktan anlaşılmaz bir büyü doğar. Hayatın sırrı büyük olasılıkla bu şifrede gizlidir, çünkü artı ve eksi kutuplar adeta bütünleşir ve kaynaşırlar. Bu yüzden ressamlarla şair ve hatta müzikçiler hep birbirine yakın durmuş, şairler şiirlerinin resmedilmesinden hoşnut olmuşlardır. Pek çok örnekte ise şair ve ressam aynı kişidir. Onlar, kutuplar arasındaki dengeyi kendi içlerinde kurmayı başarabilmiş kişilerdir. Öyle ki şiir ateşi yükseltirken, resim sağaltıcı olmuştur.

Konuya ilişkin birkaç örnek:

Michelangelo (XVI. YY), heykeltıraş, ressam, mimar, şair.
William Blake (1757 – 1827) kitap resimleyen bir şair/gravürcü.
Marc Chagall (1887–1985) resimleriyle ünlenmesine rağmen Yiddiş, Rusça ve Fransızca dillerinde şiirler yazmıştır ki ressamı genelde “şair” olarak tanımlar.
Şair Blaise Cendrars (1887 – 1961), Guillaume Apollinaire (1880 – 1918) ile sıkı dosttur.
Salvador Dali (1904 – 1989) ile yakın arkadaşlığını bildiğimiz Frederico Garcia Lorca (1898 –1936), aynı zamanda ressam, piyanist ve bestecidir.
Ressam Jack Butler Yeats ( 1871 – 1957) , şair/yazar William Butler Yeats’in (1865 – 1939) kardeşi ve portre ressamı John Butler’ın (1839 – 1922) oğludur
e.e .Cummings (1894 – 1962) desen ve resim çalışmalarıyla tanınır.
Victor Hugo ve Baudelaire de keza öyle…
Tıpkı Tevfik Fikret, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nâzım Hikmet, İlhan Berk, Oktay Rifat, Burhan Uygur, Metin Altıok, Cihat Burak, Metin Eloğlu, Abidin Dino, Turgay Gönenç, Muzaffer İlhan Erdost, Ömer Serdar, Necmi Zekâ, Komet ve burada sayamadığımız diğerleri gibi… Beyaz perdede adeta resim yapan ve resim eğitimi de almış olan ünlü sinemacı Andrei Tarkovski (1932 – 1986) tanınmış Rus şairi Arseni Tarkovski’nin oğludur. (1907 – 1989) Filmlerinde (örn. Ayna’da) şiirsel metinler yer alır. Ve Andrei şöyle der;

"Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, hakikatle olan ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara bütün hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir".

Yukarıda saydığım isimler sanat dallarının buluştuğu ortak bir arenada dans ediyor gibidirler. Çoğunda müzik de vardır.

***

Bu saptamalardan sonra, “şiir ve resim benim için nerede duruyor?” diye sordum kendime. Onlarla ilişkim, ilintim nasıldı? Her ikisine de ömrümün yaklaşık yarım yüzyılını vermiştim. Aralarında müthiş bir çekim, yadsınamaz bir akrabalık bulunduğunu biliyordum. Resim, birebir olmasa da, şiirimin içine daima girmişti. Müzik ve matematik onları izliyordu. Üstelik hem şiir, hem de resim felsefi bir zorunluluktu. Hayata sıkıca tutunmanın, onu anlamanın, varolmanın nedenleriydi. Bunlardan vazgeçmek, düşünce ve hayal dünyamın soluk alamaması demekti. Yine de böylesine birbirini tamamlayan iki sanat dalı bende farklı ruh halleri yaratıyordu. Şöyle ki, tuvalin başına geçtiğim anlarda daha huzurlu bir insan oluyor, beynimde canlandırdığım resmi önümdeki yüzeye aktarmak suretiyle giderek hafifliyordum. Doğum sancıları çekmiyordum, çünkü resim kafamda zaten başlarken bitmiş oluyordu. Diğer bir deyişle resim doğuma hep hazırdı. Dolayısıyla eskiz bile yapmaksızın hızla çalışıyordum. Resme kendiliğinden koşan bendim. O, sıcak havada sunulan serin ve ferahlatıcı bir içecek gibiydi. Hazırdı, kucaklayıcı ve sevgi doluydu. Mutluluk kaynağıydı… Şiir ise evrenin farklı bir boyutundan geliyordu. Çağıran kendisiydi. Ziyaret ya da programlama beklemiyor; olmadık zamanlarda, uygunlu-uygunsuz ortamlarda, gece gündüz demeden ortaya çıkıyor, kendini zorla yazdırıyor ve üstelik vedalaşmayı bilmiyordu. Bitse de ‘bittim’ demiyordu hiç. Dosyalarda aylarca, hatta bazen bir-iki yıl beklediği oluyordu. Doğması için sanki acı vermesi gerekiyordu, ya da diğer acılarla buluşması… Dip dalgalarını depreştiriyor, böylece kâğıda döktüğüm her dize kendimden bir ayrılığı anlatıyordu.

Bir çalışmamda şöyle demiştim:

aç kulaklarını Nâzım!
iyi dinle
mutsuzluğun resmini yapıyorum giderayak
Abidin’e söylemeyi sakın unutma!

meşum bir sessizlikte sevişen kelimeleri
odun niyetine yaktığım
sükûneti yitirmiş tımarhane aklımda...

(N.Erlaçin - ‘Adak Ağaçları Kızgın’dan – Şubat 2004)

Antik Yunan'ın tanınmış lirik şairi Simonides (MÖ. V. YY) “resim sanatı suskun bir şiir sanatı; şiir ise, konuşan bir resim sanatıdır.” derken pek de haksız değildi. Ayrıca anımsamak istediği nesnelerin imgelerini hayalinde kurmaktan söz ediyordu. Şair de anımsayarak, hayal kurarak ve duyumsayarak yazmaz mıydı zaten? Resmi konuşturan, resmi imgelere dönüştüren kişi değil miydi? Bir anlamda, gerçeği kâğıtta damıtıp yeniden oluşturarak üstü kapalı, örtülü bir resim yapmaktaydı.
***
Şiir bir zorunluluktu ve kafa karıştırsa da ondan uzak durmak gerçekten olanaksızdı. Bununla beraber son dokunuşlarla huzura kavuşmak için sabırla beklemek gerekiyordu. Üstelik ahşaba benzer bir şeydi. Durdukça yaşıyor, yaşlandıkça güzelleşiyor, serpilip gelişiyordu. Belki de sırf bu yüzden, ‘kitaplı’ biri olma kararını ancak yıllar sonra verebildim… Resimde ışığı kullanıyordum, diğeri ise karanlıktan geliyordu. F. H. Dağlarca’nın “benim güvercinim / ancak karanlıkta uçar” dizelerinde de işaret ettiği gibi (Kitap-lık, Ocak 2007, “Mavi Yük” şiirinden) , şiirde karanlık elzemdi. Resimde ruhumu iyimserlik sarıyordu, diğerinde yoruluyordum. Birisi cömert, diğeri kıskançtı. Birinde, ona doğru koşarken yakalanırdım, diğerinde kaçarken… Resim, tüm suskunluğuna rağmen, aydınlık bir yüzle çıkıyordu karşıma. Ruhumun ağırlığını alıp beni gülümsetirken, şiir şaşırtıcı bir biçimde karanlığa çekiyor, ruh diplerindeki tortuyu bulandırıyordu. Tortunun depreşmesi ise yepyeni acılar yüklenmek, kendimle yeniden buluşmak ve yeniden vedalaşmak demekti. Yaşamdaki tüm acıları sağaltmak; hiç değilse onlara tanıklık etmek aşkına yeni acılara gark olmaktı. Böylece karanlıkta dolaşırken sesin görünmez ışıltısına; karanlıkta saklı duran aydınlığa yakalanıyordum. Bir anlamda karanlık benim sesim oluyordu…

Şiir olmasa resim; resim olmasa şiir olur muydu, bilemiyorum. Belki de yaşamımdaki ana öğelerden biri eksik kalırdı, çünkü onlar birbirlerinin izdüşümüydü. Ancak zamansızlığın rolü ikisinde de büyüktü. Kimi zaman kâğıtta ya da tuvalde, kimi zaman bir kalemin veya klavyenin ucunda çıkıverirlerdi karşıma. Çıkmak demeyelim de, taşmak diyelim buna. Aniden gelivermek suretiyle zamanı durduran, zamanı delen ve zamanı belgeleyendi onlar. Ya da zamanın içinden ellerini uzatıp bana özel armağanlar sunan… “Şiirin görüntüsünü mü yapıyorum, yoksa görüntüyü sözcüklere mi döküyorum” diye hiç sorgulamadım kendimi. Düşüncede konaklayan bir ‘gezgin’ in, yerine göre dil, yerine göre renk ve desenlerde mola vermesiydi bu süreç. Ama hepsinden önemlisi yol ve yolculuktu beni çeken.

İki uğraş alanı da somuttan yola çıkıp soyuta varmanın; dağarcıkta birikenleri öznel bir potada eriterek, farklı bir boyuta ulaşmanın yollarıydı. Günlük yaşamın dışına taşarken, onun iç dünyada bıraktığı izlenimlerle bir ‘üst dil’ oluşturuyor; görünen (algılanan) gerçekten hareketle, simgesel nitelikte ‘ikincil’ bir sistem kurup, ‘görünmeyen’ ama yorumlamaya açık başka bir gerçeğe ulaşıyorlardı. ‘Düz’ anlamdan başlayıp derin, farklı ve çoğu kez de yapıtı kurgulayan kişinin kafasındaki ‘asıl’ anlama geçiyorlar ve ayrıca insanın yaratılış gününden beri biriktirmiş olduğu kültürel varlığın vazgeçilmez birer parçası olarak hayatiyetlerini sürdürüyorlardı. Temelde gözlem (bakmayı ve görmeyi bilmek), okuma ve öğrenme merakı (arayış), hayal kurma yeteneği, estetik bilinci ve kültürel donanım, ‘yığma’ değil ama ‘süzülmüş’ bilgiden yararlanmak (Ahmet İnam: “Şiir, Şiir, Şiir”), felsefi düşünce ve tuhaftır ama matematiksel tutkular yatıyordu. Örneğin resim yaparken aynı zamanda müzik dinliyor; notalarla fırçanın hareketleri arasında doğan ritmik ve matematiksel yapıdan yararlanıyor; şiir yazarken ise metin, renkler ve dilsel doku arasında bir bağ kuruyordum. Ana renkler dışında kalan tüm diğer renkleri sezgi gücü ile görebiliyordum. Kişisel kanaatime göre, her şiirin bir ana rengi vardı. Resim varlığını şiire böyle yansıtıyordu. Beynimde bir resme dönüşüp dönüşmemesi pek de önemli değildi. O renk, bazen karşıtlarıyla, bazen de tamamlayıcı renklerle birleşerek bir bütünlüğe, bedene, saydamlığa, saflığa kavuşuyor, böylece bilincin kendi oluşturduğu nesne ile ilişkiye geçmesini sağlayan yapıyı (noema) oluşturuyor, algılama ufkumu genişletiyordu.

Aslında sanat dallarını birbirinden ayırmak veya birini diğeriyle karşılaştırmak sanata genel bakışıma ters düşüyor. Hayata, insana, aşka, karmaşa ve kargaşaya dair söyleyecek sözümüz ve onlarla ilgili bir derdimiz varsa eğer, bunu bir biçimde dile getirirdik zaten. İlgi alanlarımız her ne ise, birbirleriyle etkileşim halinde bulunmaları doğaldı. Bu sayfalarda heykel ile mimarinin, tiyatroyla öykünün, dans ile şiirin, sinema ile resmin etkileşim serüvenini de konuşuyor olabilirdik. Ve sonuçta görürdük ki, insandan kaynaklanan, insanı ilgilendiren tüm sanatsal uğraş alanları birbirini yalnızca tamamlar. Kimi zaman iki eski dost sıcaklığında; kimi zaman sürekli didişmekte olan âşıklar gibi her buluşmadan bir şerare çıkararak… Bu yüzden ilgisiz herhangi bir ortamda karşımda bulduğum bitmemiş bir tuval veya bir masanın üzerinde açık duran herhangi bir şiir kitabı beni hiç şaşırtmamıştır. Çünkü sanat bütün mecralarda akmayı beceriyor ve sonuçta insanın içindekileri – yere, zamana ve diğer koşullara aldırmaksızın - bir biçimde dile getirebiliyordu.

Doğan, fışkıran ve taşan bir şeydi o. Yönlendirilmesi, yontulması, kısacası süzülüp damıtılması, biçimlendirilmesi insanın yeteneğine, donanımına ve beceri gücüne kalmıştı. İnsanoğlu ölümün mutlakıyetini bilirdi elbette. İmbiğinden süzdüğü sanat ise onun ölüme meydan okuyuşuydu. Dışarıdaki dünyanın soğuk gerçeklerince çalınan özgürlükleri yeniden kazanma yoluydu. Havı dökülen yaşam halısını onarma; bu yıpranmış dokuda gizli taze coşkuları keşfetme ve yapılan haksızlıklar karşısında insana düşen borcu geri ödeme yöntemiydi. Yaşam ve ölüm sarmalında, yaraya merhem olan vazgeçilmez otacıydı. Ölürken yaşamayı, son nefeste bile tekrar doğmayı bildirendi… Ama hepsinden önemlisi, her birimizin – şair, ressam, şu bu değil – birer öğrenci ve sürecin gerçek bir yol meselesi olduğunu kavramaktı. Serüvenin temel amacı, öğrendikçe ve yarattıkça henüz bilmediklerimizin ayırdına varmak, Baudelaire’ in de söylediği gibi, yalnızca “gitmek için gitmek”ti. Uzağa, uzağa, daima daha uzağa… Aslolan yola koyulmaktı. Her yolun bir rotası vardı ama sanat söz konusu olduğunda, ‘mesafe’ içeren uzaklıktan farklı olarak, ‘uzak’ kavramı devreye girer ve yolun sonu bilinmezdi. Bir yazısında şöyle diyordu Ayten Mutlu (“Oğuz Özdem Şiirinde ‘Uzak’…”, Ayrıntı, Şubat 2006. Sayı 44):

“Uzak… sonsuzluk kavramının insan zihnindeki izdüşümüdür ve sanat bu izdüşümün rahminden doğmuştur.”

Sanatın yolu demek ki yürüyerek uzuyordu ve biz o yola perçinlenmiştik. Sesimiz, rengimiz, ışığımız, karanlığımız, acı ve sevinçlerimizle sanatın potasında harmanlanıyor, sonunu göremediğimiz bu yolda köpürüyorduk ancak. Velhâsıl ne şairdik, ne ressam. Bir yolun yolcusuyduk, o kadar.
Yol ise sonsuzluk demekti.
Sonsuz gibi içinden çıkılmaz ve sürekliliği olan…
Sonsuz gibi, zamanın akışında herhangi bir kavşakta içine daldığımız, başlangıcı ve sonu olmayan…

Naime Erlaçin


Genç Yetenekler...// Ömer Cem-İsmet Tarık



ÖMER CEM

I.

PASLI DERİ

Gene peşimdeydiler, sanrı değildi bu
Umursamadığım anların dışında,
vazgeçmeden, ertelemeden, üşenmeden
titrerdi narin vücudum.
Beynime zerk eden zehir
orantısız davranmıyor muydu?
Sıkılganlık doruğa ulaştığında,
cesaret edemezdi beynim
komut dağıtmaya.
Reddedilen cismim
uzaklaşmıştı kendinden
Ve gene kasılıyordu;
Düş kırıklıklarımın silueti…

II.

ÖLÜMLÜ DOĞUM

İnanmadıklarına inanıyordular
Kirlenmesi çabuk oldu,
aşırı çabuk…
Üstünkörü sonlandılar,
Farkında mıydılar?
Tanrı çokça özgürleştirmemiş miydi onları?
Oysa sondan yaratılmışlardı.

Ölmeye gerek var mıydı?
Ölüydüler.
Doğmadı,
öldürüldüler.
Tanrı çekingen miydi?
(Ateizmde saçmalıktı...)
Ölüler düşünemezdiler!


III.


SONLUK

Ödünç verilmiş cennette miydiler?
Varımsandıklarını mı varsaymışlardı;
Oysa vaat edilen ayrıntı yoktu…
Yanılanlar, eksiktiler.
Ölülerdi ve yaşıyorlardı!
Belgisizdiler.
Tanrıdan korkmuşlardı.
Gereksizdi, saçmalıktı;
Ya da deneniyor muydu var dedikleri

* * *

İSMET TARIK


I.

HİÇ DEĞİŞMEMİŞ

Hiç değişmemiş…
Yine aynı sokaklardan geçtim,
Aynı evin önünde durdum
Baktığımda etrafıma o çam ağacını gördüm
Yalnızdı her zamanki yerinde
Nice sabahlar seyrettiğim o manzaraya baktım yine;
Mavi sulara, mavi sulara…
Ve o yokuştan aşağıya inerken
O eşsiz anılar canlandı gözümün önünde
Son bir kez baktım onlara belki de bir daha göremeyeceğim diye…


II.
IOANNES

Tarihçi Ioannes, imparator Manuel’e sonsuz hayranlık duyar,
hatta tapar, hiçbir zaman sözünden çıkmazmış.
Bu yüzden Manuel’e düşmanlık duyan, sonradan imparator olan
Kuzeni Andronikos Komnenos’un kin ve ihanet dolu davranışlarını
yazdığı gibi, Komnenos hanedanından sonra tahta geçecek olan
Angelos hanedanından, hiç de övgüyle söz etmemiş
ve bununla birlikte, Angelos soyunun atası olan Konstantinos Angelos’un
Normanlar karşısındaki yenilgisini, beceriksizlikle suçlamış ve
Manuel’in dostlarından bile olsa imparatora karşı çıktıklarında onları
haksız çıkarmaktan çekinmemiş (Aleksios Aksukhos gibi).
Çeşitli saray entrikalarında ve taht üzerinde oynanan
oyunlarda, her zaman Manuel’i haklı bulmuş.
Tıpkı kendisinden önce gelen saray tarihçileri gibi...






“DISCONNECT” iken bile “CONNECT” olmak...// Şenol Erdoğan



DISCONNECT” iken bile “CONNECT” olmak: İşte “ERECTUS” un problemi


(borges defteri-not: Türkiye'de "yeraltı edebiyat" kavramı, kaybedenler klübü, tutunamayanlar kavramıyla ilintili derinlikli bir zihinsel fırtına sayabileceğimiz Şenol Erdoğan'ın yazısı söz konusu koordinatların tarihini, süreçlerine dair işaret taşlarınının yerli yerine oturtulması açısından önemlidir ve bize öyle geliyor ki bu yazının varacağı nihai menzil bu yazıyla sınırlı kalmayacak, Şenol Erdoğan'ın bu yöndeki içtenlikli çabaları yeraltı sularını merak edenlere sağlam ve çok iyi bir yol kılavuzu olacağından kuşkumuz yok...)

Yanlış okunan tarih yanlış aktarılır, yanlış aktarılan tarih yanlış anlaşılır, yanlış anlaşılma yanlış aktarılır, zira en başında; tarihin yazılamamışlığının getirdiği problem yatmaktadır.

Türkçe diline “dışarıdan” giren ya da tam olarak giremeyen ama “içeride” olan birçok kelime, aktarılarda ve tanımlamalarda sorun yaratmış ve yaratmaya devam etmektedir. Yaşayan kültürün kültürsüzlük içinde doğmuşluğunun aczi bununla kardeştir ve yaşadıkları ensestte doğan çocuk içler acısı bir mutasyondur. Evet, 2010 yılına girmek üzere olduğumuz şu vakitlerde dahi: sub(alt), counter(karşı) iki farklı oluşumun neredeyse hep birbiri yerine kullanılması, aralarında 20 sene fark olmasına rağmen hip(ster) kökenli beat oluşumunun hippi(hippy) olarak kullanılması bir “çeviri” problemidir(elbette ki burada kullanılan çeviri kelimesinden kasıt bir metnin dilsel çevirisi değildir!). Kültürünü çeviremediğimiz ülkelerin bu çeviri/m hatasından kaynaklanan problemleri bizim bu ülkede ki yetersizliğimiz ile ilintilidir. Osman Çakmakçı bir yazısında Türkiye ’80 şiirinin tasfiyesi gerektiğini buyurduğunda kendisine verdiğim hakkın ötesine geçerek, şu zaman dilimine dek ortadaki hilkat garibesi mimarinin tamamen yıkılmasından ve ister kurumlarda ister bağımsız platformlarda bu kültürün en baştan dersmişçesine verilmesinden yanayım.

Ülkemize bir şeyler geç geldi, geç gelmekte ve hala ulaşamamakta, bu kült bir kitabın ya da mihenk taşı bir yazarın 44 sene sonra yayımlanması ya da bir terimin hala sınırlarımıza ulaşamaması ile de örneklenebilir. Web veri tabanını Türkçe olarak kullanabilen insan ile işine yarar hiçbir şey bulamadığından Türkçe kullanmaya tenezzül dahi etmeyen iki farklı insan tipinin yaşadığı bu topraklarda kültürel bir acı bu ikinci tip güruh için geçerlidir. Zira onun duyduğu acının özünde yaşadığı kültür bütünü içinde var edilmesi gereken ama edilememiş tümün sancısı vardır.
Barry Miles 1994 senesinde yazdığı bir makalesinde “dünyaya bir şey oldu, ne ya da neden tam olarak bilemiyorum ama, geçmiş değerlere bir geri dönüş, içten bir geri dönüş söz konusu” derken (Daha çok 1955 San Francisco’sunu kastederek) aynı tarihlerde Türkiye’de yayıncılık yaşamında bir hareketlenme, sokak oluşumlarında vücut bulmalar söz konusuydu, ülke ilk defa ciddi olarak beat edebiyatı ile tanışırken, Space Garden gibi yeraltı -dönemin tabiri ile rock mekanlarında; masaların üzerinde asit dropları ve marihuana tanecikleri legalmişçesine yuvarlanıyor, İstanbul merkezli konuşacak olursak: İTÜ arka bahçesi, Beyoğlu Abdullah Sokak’da gerçekten “okuyan”, “dinleyen”, “sevişen”, “başkaldıran” bir topluluk sessiz sedasız kendi baharını yaşıyordu. Yaşadı da. Bu dönem; kitap yayıncılığından, fanzin kültürüne, radyo programcılığından, punk bandların sahne almasına dek pop tabir ile “patladı”. 1996 senesinde insanlara coşmuş gibi gelse de 94 senesinde başlayan bu kıpırdanma aslında 98 de ilk durağanlaşmasını yaşamaya başlamıştı, ama bir yandan da Küçük İskender, Boris Vian kitaplarını 6.45 standında Küçük Boris olarak imzalıyor-evet insanlarda gelip imzalattı-, adını veremeyeceğim edebiyat duayenlerimiz adını veremeyeceğim yayınevlerinin kitap fuarı stantları altında ot içiyor ve aynı ad veremeyişle mekan tuvaletlerinde “özgür sex” yapılıyordu. Ben çok açık bir şekilde 94-96 arasında bar tuvaletlerinde bu kadar rahat sevişen ve tuvalete dahi gitmeden masa altlarına işeyen (bunun en iyi örnekleri Beyoğlu Hassictear Bar’da gözlenirdi) bir kuşak daha görmediğimi de eklemeliyim. Bu ölçü mü? Evet! Ölçü! Punk nasıl ki bir ölçü ise!
Ama bir hazımsızlığın varlığı söz konusu; dönemi yaşayan nüfus, içerde olduğundan bir takım jargonların yanlış oluşmaya başladığını ve bir karşı-kültür tarihinin yanlışlıklardan dolayı yazılamayacak oluşunu görememekte belki haklıydı, ama asıl mesele: dışarıdan bakan insanların: a-hiç bir şey görememeleri, b-çapraşık bir şekilde nitelendirme de bulunmaları ve hatta kendince kitaplar yazıp olan biteni anlatmaya-yorumlamaya çabalamalarıydı.

Tutunamayan kelimesinin bir yazara indirgendiği, “loser” kelimesinin Türkçeleştirme problemi, Kaybedenler Kulübü isimli radyo programlarıyla sadece çok eğlenen ve başka da bir amaçları olmayan insanlara çok fazla anlam yüklenmesi, ve sonra hayal kırıklığına uğranması mastürbasyonu tamamen bir yanlış algı yaşanmışlığıydı, yetersizlikti. Romantizm, prim yapmak, kaybetmek ve kapitalizm, bunlar bu ülkede hep iç içe geçtiler. Yurt dışında profesörlerin üzerine kitaplar yazdığı, araştırmacı gazetecilerin uğraşlar verdiği kavramlar ancak böyle zuhur ederdi bu ülkeye mi –yoksa zuhur da bir problem yoktu, misyon taşıyan insanlar ne yaptıklarını biliyorlardı da “alıcı” konumundaki kitlenin çoğunluğunda mıydı bu en baştan beri bahsettiğim eksik silsilesi, bence şık ikincisi.

Verilen yerin darlığında dolayı sanırım daha fazla yazmamam gerek ve belki de bir yazı dizisi ortaya koymak gerek(yoksa: yayıncısıyla, yazarıyla; “yeraltı nedir” sorusundan, 93 senesinin Gitanes punk kültürüne, 80 son çeyreği Sultanahmet-Üsküdar oluşumlarına değin girilecek-anlatılacak çok fazla şey var). Ben “pop” olan ile “gerçek” olan diyorum, burada kastım pop olanın gerçek olmayışı değil elbet, bu ülkede punk’ın ne yazık ki sadece bir müzik türü sanılması ve t-shirt piyasasıyla ilintili olması bir kültürle beslenmek yerine salt onun imajı ile yaşamaya kalkmanın hezeyanı… Nasıl ki Jack Kerouac, Herbert Huncke’nin “man im beat” ifadesindeki “ben *iki tutmuşum” sokak yaşamı gerçeğini, azizlik ile halelendirip ortaya çıkardığı akımla sokaktaki bu gerçek kültürün içindeki uhrevi yönü gördüyse –ki bu yıllar sonra kapitalist devasa yayın evlerince de farklı şekilde görülecek ve emilecekti- artık birilerinin kelime oyunlarından gençlik hazzı almayı bırakıp tutunmayan insanların nasıl sımsıkı yapıştıklarını değerlere, nasıl ürettiklerini, onları tüketen insanların bu noktada onları sıfatlandırma hakkı olmayıp kendilerini aynı çemberin içinde görmemeleri gerektiği de anlaşılabilir.


Şenol Erdoğan


Şahin Kaygun ve Sanat İnsanları..// Samih Rifat


Borges Defteri -Not:
Bu yazı, Samih Rifat ve Şahin Kaygun anısını tazeleyen bir arşiv yazısıdır, her ikisini özlemle anarak tekrar yayınlamayı, paylaşmayı uygun gördük..

Sanırım 1978 yılı başlarıydı. İstanbul’da, Bayındırlık Bakanlığı'nda mimar olarak çalışıyordum ve yaşamımı bütünüyle değiştirecek bir öneri almıştım. Kültür Bakanlığı'na geçmem ve yangından sonra yeniden açılma hazırlıkları içindeki İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nin yönetim kadrolarında görev almam isteniyordu. Bu konunun ayrıntılarını görüşmek üzere günün birinde kapısını vurup girdiğim merkez yöneticisi, karşısında oturan ve o güne dek adını çok duyduğum ama ilk kez karşılaştığım biriyle tanıştırdı beni: "Şahin Kaygun" dedi, "yakında aramıza katılacak ye birlikte güzel işler yapacağız. " Koyu çizgili bir takım elbise giymiş, çok zayıf, kıvır kıvır saçları, "keçi" türü bir sakalı olan) güleç yüzlü, genç bir adamdı karşımdaki. Daha bir iki sözcükte cin gibi zeki olduğu anlaşılıyor, çizgi dışı biriyle karşı karşıya olduğunuzu hemen hissettiriyordu size. Aynı günlerde AKM'de çalışmaya başladık; tanışıklığımız da çok kısa sürede yakın bir dostluğa dönüştü. Yine aynı dönemde aramıza katılan Zeynep Avcı'yla birlikte tam bir "üç kafadarlar" görüntüsüne bürünmüştük. Çok keyifli, heyecanlı ve sanırım oldukça üretken birkaç iş ayı yaşadık birlikte. Ama na yazık ki Kültür Bakanlığı'nın becerikli görevlileri (Ahmet Taner Kışlalı dönemiydi), Şahin'le Zeynep'i "istihdam" etmek için doğru dürüst bir yöntem bulamadılar ve bu iki değerli insan, çok uzun bir süre, beş kuruş para almadan çalıştılar AKM'de. Sorunun çözülmesinin olanaksız olduğunu anlayınca da, günün birinde vurdular kapıyı gittiler. Böylece Şahin'le ilk iş arkadaşlığımız bitiverdi; ama dostluğumuz, Şahin'in bu kez bu dünyadan kapıyı vurup gittiği güne kadar sürdü.
Şahin Kaygun'un "Sanat İnsanları"yla ilk karşılaşmam, işte bu tanışma günlerimize rastlar. O yıllarda Şahin, epeyce ünlenmiş bir fotoğrafçıydı. Bense tutkulu bir fotoğraf amatörüydüm ve birbirimizin dilinden, karşılıklı iyi anlıyorduk. AKM'nin açılışında yer alacak sergiler arasında onun da bir fotoğraf sergisinin açılması düşünülüyordu. Salt bir opera binasından çok bir kültür merkezi olarak örgütlenmeye çalışan AKM, tüm sanat dünyasına bir "hommage", bir saygı sunma biçimi olarak görüyordu bu sergiyi. Şahin'in o güne dek yayımlanan bir çok fotoğrafını görmüştüm. Özellikle de "Asker Fotoğrafları"nı çok özgün ve ilginç buluyordum; ama portrelerini hiç görmemiştim ve sergiyi merakla bekliyordum. Günün birinde, kolunun altında bir yüzlük 18x24 kutusuyla geldi merkeze. Sergisi bu kutudaydı (Yıllar sonra bir kez de evime gelmiş, "Sergim" diyerek elindeki sigara paketi büyüklüğündeki kutuyu göstermiş ve hepimizi şaşırtmıştı. Onca yankı uyandıran küçük polaroid'leriydi bunlar ve gerçekten de İzmir’e sergilemeye götürüyordu). Sarı kutu, meraklı bakışlar önünde küçük bir törenle açıldı; içinden o güne dek gördüğüm en ilginç portre çalışmalarından biri, ülkemizde şimdiye dek benzeri gerçekleştirilememiş bir sanatçı portreleri dizisi çıktı.
Atatürk Kültür Merkezi'nin yeniden açılış kutlamalarında bu sergiyi gezme mutluluğuna erişmiş kişiler dışında fotoğraf çevreleri, bu çalışmanın yalnızca bölük pörçük parçalarını görebilmişlerdir. Çalışma sözcüğünü, üstüne basarak kullanıyorum. Gerçekten de bütünlüğü çok öne çıkan, uzunca bir döneme yayılmasına karşılık belirli bir tutarlık çizgisinde gelişen bir çalışma, bir "etüd"dür Sanat İnsanları. Rastlantısal olarak bir araya gelmiş, orada burada, çeşitli zamanlarda çekilmiş, sonra da birleştirilmiş bir portreler dizisi olarak bakılamaz onlara; bakılmamalıdır. Fotoğrafın değerinin bilindiği ülkelerde bu tür çalışmalar , genellikle ısmarlanır fotoğrafçılara. Bedeli, masrafları ödenir. Sonuçları belli bir biçimde değerlendirilir. Sergiler, albümler yapılır. Örneğin Ara Güler'in "Yaratıcı Amerikalılar"ı bu türden ısmarlanmış bir çalışmadır. Kısa bir sürede, yoğun çalışmayla gerçekleştirilmiş ve amacına uygun bir biçimde değerlendirilmiştir. Buna karşılık Ara Güler, "çağını biçimlendiren insanlar'' olarak nitelediği bir dizi önemli insanın portrelerini, yıllar boyunca ve çoğu kez kendi olanaklarıyla gerçekleştirdi, ama bunları kalıcı bir biçimde bir araya getirme şansına (en azından bugüne dek) sahip olamadı. Şahin'in Sanat İnsanları da kimsenin istemediği bir işti. Genç bir fotoğrafçının, kendi kendine giriştiği, zahmetli, Şahin'in o günlerdeki kısıtlı olanaklarına göre de oldukça masraflı bir çabaydı. AKM'deki sergiden sonra Şahin bu çalışmayı kendi olanaklarıyla bir kitapçık haline getirmeyi düşündü ama parasal gücü yetmedi. Bir derginin, ek olarak verme tasarısı, ancak birkaç sayı sürebildi; sanırım derginin ömrü yetmedi. Ve bu ,diziden alınıp sağda solda sık sık kullanılan kimi portreler dışında Sanat İnsanları unutuldu gitti. Şahin Kaygun için Sanat İnsanları dizisi ne anlam taşıyordu? Bunu belirlemek çok da kolay değil. Bu konuda yazdığı şeyler var ve bunlardan bazı sonuçlar çıkarmamız olası. Sanırım sanat dünyamızı oluşturan insanlara karşı, azımsanmayacak bir yakınlık duyuyordu Şahin. Belgeci fotoğraf, yeğlediği, üstünde en çok durduğu fotoğraf türü olmasa da iş sanatçılara, uğraşlarında, dünyaya bakışlarında, çilelerinde, ''yabancı''lıklarında kendisiyle ortak çizgiler gördüğü insanlara gelince, bakışı değişiyordu sanki. Gerçi Şahin'in portrelerini, salt belgeci bir bakış açısının ürünleri saymak olanaksızdır. Plastik değerlere, siyah beyazın oyuncaklı istiflerine önem veren yanı, bu portrelerde de öne çıkmıştır hep. Ama konu, objektifinin karşısındaki insan, belki de başka hiç bir çalışmasında rastlamadığımız ölçüde önemlidir bu işte. Giderek çalışmada önemli saydığı bir sanatçının portresinin bulunmayışı, ciddi bir eksiklik haline geliyordu Şahin için. Günün birinde pat diye kalkıp başka bir kente gidiveriyordu; sırf önemli bir sanatçıyı bir köşede sıkıştırıp, portresini çekebilmek ve çalışmasının eksikliğini giderebilmek için. Bir kaç kez tanık oldum bu olaya. Belliydi ki tek tek fotoğrafların plastik değerleriyle uğraşan, hesaplaşan bu görüntü adamı, uğraşının ''panorama''sına da ciddi bir önem veriyor, belki de bu panoramadan, bu mozaikten başka anlamlar, başka açıklamalar bekliyordu.
İlginç olan başka bir nokta, Kaygun'un bir kişiyi bir kez fotoğrafladıktan sonra, bir anlamda unutmasıydı. Yakınındaki insanları defalarca fotoğraflamıştır ve bundan değişik zamanlarda, değişik ve çok hoş ürünler çıkmıştır ama ''sanat insanları''nı çoğunlukla yalnız bir kez fotoğraflamıştır Şahin. Ve bu insanlarla gerçekleştirdiği bu yol kesişmelerinden, tarihsel değer kazanan, görenlerin belleğinde yer eden, neredeyse ''anıtsal'' denebilecek tekil fotoğraflar kalmıştır geriye.
Portre, her zaman önemli bir fotoğraf türü, belki de en önemlisi olmuştur sanırım Şahin'in gözünde. Fotoğraf tekniklerini en uç noktalarına kadar zorlayan, her sergisinde, her çalışmasında değişik kapıları zorlayan bu yorulmaz deneyci, tüm bu çabalar boyunca ''klasik'' portreye olan ilgisini yitirmedi. Özellikle daha çok resim alanına giren işler yaptığı son yıllarda bile portreler çekmekten hiç vazgeçmedi. Bugün Sanat lnsanları'na yeni bir gözle baktığımda bu dizinin ilk günkü tazeliğini, diriliğini koruduğunu ve korumayı sürdüreceğini düşünüyorum. Balzac'ın ünlü düşüncesi ve korkusunda önemli bir gerçek payı var sanıyorum. Her portre çekiminde, konunun yaşamından bir şeyler çekip alınır ve fotoğraf kağıdının üstüne düşürülür. Ama bir şeyi atlamıştı büyük romancı. Söz konusu fotoğrafı çeken, Şahin Kaygun gibi biriyse, bir o kadar da fotoğrafçının benliğinden bir şeyler kağıda yansır. Kimi zaman, daha da fazlası. Kim bilir, belki de o ünlü söz doğrudur: hep kendi portresidir sanatçını.n gerçekleştirdiği. Ve bugün Sanat İnsanları'na uzun uzun, dikkatle bakarsanız, Şahin Kaygun'un güleç, akıllı, insanca duyarlı yüzlerinden birini, o ölümsüz meslektaşlarının yüzleri arasında yakalayabilirsiniz.

SAMİH RİFAT


RHEA’YA / R.W.Emerson // Çev. Volkan Hacıoğlu



RHEA’YA

Sen, sevgili arkadaş, avutan kardeş rikkatle
Dalkavukluklarla değil, fakat hakikatle,
Donuklaştırarak değil, fakat arındırarak
Yaktığın ışık, sabah’ın gözünü kamaştırarak.
Düştüm bahar dallarından,
Güzel kokulu ıssızlıklardan;—
Dinle bana ne dediğini kavak ağaçlarının
Ve usul usul mırıldanan suların.

Eğer aşkla yandıysa yüreğin;
Eğer karşılıksız kaldıysa sevgin;
Sakla anlatılmaz kederini bağrında,
İçin paramparça olsa da;
Kopmaya görsün aşk bir kez derinden
Vurulduğu yanlış yüreğin gözlerinden
Ve ikiye yırtıldığında tam ortadan
Çözülür mor ışıkların bağlarından;
Bir tanesi olsa da can sevgilisinin
Şeklini alan o ruh giydiği giysinin,
Verdiğin her cevapta bir cadı gibi görünürsün,
Değişmiş gözlerinde onun giderek küçülürsün;
En yumuşak yalvarışların çok cüretli gelir,
Yakarışları udunun sanki azarlar gibidir;
Ve hep en doğru yolu tutmuş olsan da,
Kaybolursun uzak ve geniş bir alanda.

Ancak yaptıklarını yap sen de
Tanrıların bulutsuz günlerinde;
Mademki eminsin bildiğinden,—
Unutsan da, tanrılara, güven,
Ama asla unutma buyruklarını,
Bu diyarın yasalarını yaptıklarını.
İzler onları herkes, onlar liderlik eder,
Bu böyle gelmiş, böyle gider.
Köre sağıra göz kulak olurlar,
Bunu demir harflerle yazarlar,
_Kim ki Küpid’in kadehinden içer nektarı_
_Belini doğrultamaz asla, baş aşağı düşer aşkı;_
Kim ki tanrıların ya da insanların sevgilisidir,
Aynı aşkla bir daha böyle sevilmeyecektir;
Sevgilisinin putuna tapınır
Kendini yerin dibine batırır.
Bir defa bir tanrıyı aldatmak mümkün müdür
Güzelliğiyle bir çocuğun ki ölümlüdür
Ve parlayan gençlik sevinç içinden,
Kaçamaz onun bilinçli dikkatinden
Aşkı asla karşılık bulamayacaktır.
Ve bilge Ölümsüz hesap soracaktır,—
İşi gücü budur, ona zevk verir yaptıkları
Gece gündüz demez kutsar yaratıkları;
Onu korumak için bütün kötülükler;
Görkem olur kucağından dökülürler;
Ender zenginlikleri bulmak için yağmalarlar yeryüzünü,
Ve gidip getirirler uzak yıldızları, süslemek için zülfünü:
Müzikle harmanlanır onun düşünceleri,
Ve göksel kuşkular getirir üzüntüleri:
Bilir onun büyük yüreği bütün zarafetleri
Bol bol bağışlar aşk içre o kral bütün iyilikleri
Diyerek, ‘Kulak ver! Toprak, Deniz, Hava!
Umutsuzluğumun bu olağanüstü anıtına
Diktim onu Hep-İyilik, Hep-Doğruluk adına.
Bencil bir iyilik için değil o ancak,
Benim sonsuz mutluluğumdan doğacak,
Her şeyden çok hor görülmesine rağmen,
Yoktur ondan daha çok süslerle bezenen.
Bu erdeni bir örnek olarak yarattım
Doğa’nın geniş krallıklarından çıkarttım,
Yepyeni soylar örnek alır onu bu sayede,
Yapılı vücutlarında, tertemiz yüzlerinde;
Yüceltmek insanı yeni mevkilere
Yüksek güçlere ve güzelliklere.
Rehine olur bütün bu armağanlar
Ben serbest kalırken onlar rehin alınırlar.
Kendine bak, Ey Evren!
Daha kötü değil, daha iyisin sen.’—
Ve o tanrı, varını yoğunu savurur,
Esaretinden sonsuza dek kurtulur.

RALPH WALDO EMERSON
Tercüme: 2009, Volkan Hacıoğlu



TO RHEA

Thee, dear friend, a brother soothes,
Not with flatteries, but truths,
Which tarnish not, but purify
To light which dims the morning's eye.
I have come from the spring-woods,
From the fragrant solitudes;—
Listen what the poplar-tree
And murmuring waters counselled me.

If with love thy heart has burned;
If thy love is unreturned;
Hide thy grief within thy breast,
Though it tear thee unexpressed;
For when love has once departed
From the eyes of the false-hearted,
And one by one has torn off quite
The bandages of purple light;
Though thou wert the loveliest
Form the soul had ever dressed,
Thou shalt seem, in each reply,
A vixen to his altered eye;
Thy softest pleadings seem too bold,
Thy praying lute will seem to scold;
Though thou kept the straightest road,
Yet thou errest far and broad.

But thou shalt do as do the gods
In their cloudless periods;
For of this lore be thou sure,—
Though thou forget, the gods, secure,
Forget never their command,
But make the statute of this land.
As they lead, so follow all,
Ever have done, ever shall.
Warning to the blind and deaf,
'T is written on the iron leaf,
_Who drinks of Cupid's nectar cup_
_Loveth downward, and not up;_
He who loves, of gods or men,
Shall not by the same be loved again;
His sweetheart's idolatry
Falls, in turn, a new degree.
When a god is once beguiled
By beauty of a mortal child
And by her radiant youth delighted,
He is not fooled, but warily knoweth
His love shall never be requited.
And thus the wise Immortal doeth,—
'T is his study and delight
To bless that creature day and night;
From all evils to defend her;
In her lap to pour all splendor;
To ransack earth for riches rare,
And fetch her stars to deck her hair:
He mixes music with her thoughts,
And saddens her with heavenly doubts:
All grace, all good his great heart knows,
Profuse in love, the king bestows,
Saying, 'Hearken! Earth, Sea, Air!
This monument of my despair
Build I to the All-Good, All-Fair.
Not for a private good,
But I, from my beatitude,
Albeit scorned as none was scorned,
Adorn her as was none adorned.
I make this maiden an ensample
To Nature, through her kingdoms ample,
Whereby to model newer races,
Statelier forms and fairer faces;
To carry man to new degrees
Of power and of comeliness.
These presents be the hostages
Which I pawn for my release.
See to thyself, O Universe!
Thou art better, and not worse.'—
And the god, having given all,
Is freed forever from his thrall.


RALPH WALDO EMERSON


Maurice Blanchot'la yolculuk..// Sufi.



Oruç Aruoba "tanzaku"ları iyi geldi, elimde Maurice Blanchot var.
Blanchot'un bir milyon voltluk sözcükleri..

"Ne cahilim ne bilge.
Sevinçlerim vardı.
Bu söz eksik bir sözdür: yaşıyorum,
ve bu yaşantı bana en büyük tadları yaşatıyor.
O zaman ölüm ne ki?
Öldüğümde(belki şu an) sonsuz bir hazzı da kavrayacağım.
Öncesinde-Ölüm tadı hakkında konuşmuyorum,
tatsızdır, hatta çoğu zaman sevimsiz.
Dert çekmek aynı zamanda aptallık getirir.
Ama o dolu dizgin ve
güvendiğim tek hakikat
şudur: Yaşamaktan çok mutluyum,
ve (ölüm kavramının varlığından) memnunum."

Blanchot
Çeviri: Sufi.

Oruç Aruoba, Enis Batur'un ve.. diğerlerinin anlamlı inzivalarına.

"Karanlığı görmeyi bilmediğinden olacak, Homeros kör olduğunu anlamamış hiçbir zaman.
Sonradan papirüslerde şarkılarını çoğaltanlar ışığa varamayanlar olmalı: Hep gözlerinden söz etmişler. Ama bilinmedik bir el, hiçbir selin, kasırganın, depremin yıpratamayacağı saltık bir taşa Homeros'un sert irisini vurmuş.
Şiirin görsel yolu, o günden beri, taşın içinden başlar".
-Enis Batur (kör şairler deneysel yazısından).

taşın!

taş,
içinde,
başlasın.

tüm
sürgün
mozaikler!

Sufi.


Üç Tanzaku..// Oruç Aruoba



I.


Camda çıtırtı:

çıngıraklar da sustu-

Martı yüksekte...


II.


Günbatısından

gelen tıkırtı işte

Kış dallarında


III.


Görmeden uzaklaştık-

Yunuslar bizden,

Biz yunuslardan...


ORUÇ ARUOBA


Ne
Otuzaltı Tanzaku
6:45 Yayınları


Melih Cevdet Anday Anısına..// Ayten Mutlu





NEREYE BAĞLAYACAĞIM ŞİMDİ ATIMI

...
Duyular, eski ağaçlarım benim
Her gece bütün kuşlarını yiyen
Alaca bulaca fener alayı
Unutup gidilmiş körebelerim
Bilinçsiz bir inatla yeniden
Yeniden boyuna yeniden
Kurup kaldırıyorsunuz bu sofrayı
(KOLLARI BAĞLI ODYSSEUS)

7 yıl mı olmuş? Ne çabuk..Melih Cevdet ölmüş! demişti biri. Masanın ortasına bir sessizlik bombası düşmüş gibi oldu bir an. 20 kişi civarında bir şair topluluğu, Kadıköy'de BenUsen'deydik hemen her Perşembe olduğu gibi. Sadece "O benim şairimdi" diyebildiğimi anımsıyorum. Evet O, benim has şairimdi ve bundan böyle de hep öyle olacak. Bir gün biri, "Ayten Mutlu ölmüş" diyene kadar. Oysa O'nu sadece bir kez gördüm. Bir söyleşisindeydi. Neler konuştuğumuzu pek anımsamıyorum. Sorduğunda, bir bankada çalıştığımı söyleyebilmiştim sadece. Böyle bir şaire, şiir yazdığımı, yayımlanmış kitaplarım olduğunu söylemeye çekinmiştim nedense. Adımı sorduğunda sadece "Ayten" dediğimi anımsıyorum bir de.
Neden benim şairim Melih Cevdet,? Bunun nedeni var mıdır, bilemiyorum, ama öyle. Bunu anlatamayacağım belki. Ama sağlığında O'nun şiirleri üstüne bir yazı yazmıştım ne iyi ki...Görüp okuyabileceği bir dergide yayımlanmıştı. Bu yazı da şiirleri üzerine olsun istiyorum. Çünkü Melih Cevdet deyince şiir ülkesinde yıldızlar güneşe dönüşüyor.
Bir şiir/insana.
"Anlamak beni mutsuz kılıyor" diyordu Melih Cevdet Anday. Buna karşın, anlama ve anlamaya adamış gibidir şiirini. Deneme, Roman ve Oyun yazarlığının başarılı örneklerini de hayatına sığdıran Anday, 60 yılı aşkın şiir serüveninde aşama aşama anlamı damıtmaya yönelmiştir şiirinde. O, anlamın peşine düşerken, bu yolculuğun bedelini mutsuzlukla ödeyeceğini biliyordu kuşkusuz. Ama hiç başka bir yaşam düşünmedi, düşünemedi kendisi için sanırım. Çünkü o bir şairdi.
Başlangıçta, Oktay Rifat ve Orhan Veli ile birlikte öncülüğünü yaptığı, "Garip şiiri" anlayışıyla kentteki, kasabadaki "sıradan insanın duygu ve duyarlıklarını, yaşamın bu insandaki ironik yanını da göz ardı etmeden şiirine taşımış olan Anday, daha sonra bu şiir anlayışını geliştirerek (terk ederek mi desem?) "Rahatı Kaçan Ağaç" kitabındaki şiirlerle belirmeye başlayan bir anlayışı, şiirdeki aklı ve felsefi içeriği şiirine ana damar olarak yerleştireceğinin işaretlerini verdi. "Kolları Bağlı Odysseus" kitabındaki şiirler ise bu damarın artık imgenin ırmağında akmaya başlamasının da başlangıcıydı. Daha sonraki kitaplarındaki şiirler ise, üzerinde yaşadığı toprakların derin yapısındaki mitolojik söylem ve konuların şiirine bir alt yapı oluşturduğu dönem oldu.
Anday, zengin imge diliyle ve lirizmin coşkulu ve zaman zaman usul söylemiyle anlamı birleştirmeyi başarmış ender şairlerden. Şiirdeki derin yapının ustalarından biri. Şiirinde, anlam katmanları arasına kurduğu geçitler hiç de bir labirentin dolambaçlarına benzemez. Yumuşak, bulutsu geçişlerle okur, bir sonraki şehrin sokaklarında buluverir kendini. Duyularla algıladığı dış dünyayı evirir çevirir, usla yoğurduğu imgelerle yeni ve şaşırtıcı bir dünya yaratmak için malzeme olarak kullanır. Yapraklarını hiç dökmez şairin ağaçları. Bu yapraklar nesnel dünya ile tinsel olan arasında hiç durmadan titreşir. Yaprakları hep diri kalsa da, her gece kuşlarını yer ağaçlar, acıyla doğurup yeniden kondurmak için her sabah dallarına. Alaca bulaca fener alaylarıyla, unutulup gidilmiş kör ebelerin zıtlığındaki dramatik gerilim de hiç eksilmez şiirinden Anday'ın.
Yaşamla ölüm arasındaki ilişki de böyle değil midir zaten? İnsanın en temel çelişkisi olan bu iki kavram, Anday'ın temel izleklerindendir. Yankısız bir hiçliğin insan ruhunda yankılanan sessizliği ve bu sessizliğin Anday'ın şiirinde anakronik bir yolculuğa dönüşen uzun serüveni, bu temel çelişkiden yaratır çığlığının sesini. İnsanın varoluşundaki, bilinmeyeni anlama isteği, yaşam ve ölüm temalarıyla iç içe geçerek Anday'ın şiirindeki ana izleği oluşturur. Bu izlek, tarihsel süreçte insanın dışındaki dünya ile, içindeki dünya arasında bir türlü kurulamayan dengeyi de kurma isteğiyle örtüşür. Bu istek şairde, "Bilinçsiz bir inatla yeniden" ve "Yeniden ve boyuna yeniden" dengeyi kurma isteği uyandırır. Bu kurma çabası şairin, verili düzenin sorgulanması ve reddi aşamasında nesnelerin ayrışıp dağılarak toz bulutları halinde yığıldığı tinsellikte imgesel bir bütünlük peşinde olduğunu gösterir.
O, incecik bir iğde dalı kadar kırılgan ve naif denge, en başından kırılmaya yazgılıdır oysa. Bunu bilmenin acısıyla umutsuz bir arayışa yönelen şair, varolanı reddetmekle başlar işe. Gerçeklik, gerçekötesine geçmeye yarayan bir kapıdan başka bir şey değildir artık. Ara sıra gerçekliğe tekrar uğramak için aralık bırakarak o kapıdan geçer ve her seferinde yeni bir yolculuğa başlar ve yeni bir boyutun/boyutsuzluğun peşine düşer.
Gerçekötesinde aradığı şey, "ARAYIŞ"tır Anday'ın. Arayış'a ulaşmak için US'un kanatlarını alır yanına. DİL'in imlerini. Bu yolculukta, şairin imgeleri, us'un kanatlarında uçuşan yıldız pırıltılarıdır karanlığa yol gösteren.
O'nun şiirinde felsefenin engin göğünde uçan ussal söylem, gerçekliği yadsıyarak yok ettiği ZAMAN'ı, yeni bir boyutta/boyutsuzlukta yeniden yaratır. Böylece özne, kendini ve zamanı var olan nesne/şeylerden soyutlayarak yeniden var eder. Şair, iç dünyasında kurduğu bu yeni dış dünyayı, yani tanrısı-egemeni olduğu dış dünyayı gerçekliğin ortasına yerleştirir
Böylelikle DEVİNİM, üretilen bağımsız uzayda, yeni nesnelerin/şeylerin, hayallerin, gerçeklerin, yeni hayatın dünyasını kucaklamıştır. Çünkü şair, verili dünyanın beğenmediği, yadsıdığı yanlarını dışlamış ve hâttâ yeniden düzenlemiştir.
Bu yeni dünyanın kendine özgü bir bilinci ve belleği vardır. Bu bellek, Anday'ın şiirinde, yaşamsal olanla tarihsel olanın buluştuğu noktada oluşur. Böylece tarih, yaşananla buluşur ve kendini yeniden üretirken, yaşananı da değiştirerek yeni bir boyutta somutlaştırır.
Anday'ın şiirindeki zamanı, giderek zamansızlığı üreten bu geçirgen doku, insanın en büyük sorunsalı olan ÖLÜM'e sorulmuş, yanıtı olmayan bir soru gibidir.

"Gök boş, nereye bağlasam atımı?"
Gök sensiz iyice boş artık.
Sahi Usta, nereye bağlayacağım ben şimdi atımı?

Ayten Mutlu


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***