Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Mutlu Yıllar İnsan...// Ömer Serdar



Mutlu yıllar insan…

Yatınca Uyunuyordu Eskiden

sen ses verdiğini mi sanıyorsun
sesin tanrı olmuş, senliğin hiçbir şey

tanrının yokluğunu ne(y) mi sanıyorsun
allahsız olmuş şenliğin
ötücü kuşlara ne ödedin

birikimler süpürülmeli biraz
bu ilk adına her şeyden acizsin diye değil
yalan senin gazoz kapağındı ama
sayarken ellerin
bil ki
kaçtın sahi

bozuldu oyun
boyun uzadıkça kılıç keskinleşti
sen kestin sadece boynunu

neden sırada kalmıyorsun evlat gibi
ayrışmış gerçeklerin kimliği adına
ibrahim değildin
dağlar, karlar ve çıkarlar adına
kimliğindeki uzaklar değildi ismin
sahi

sayıyorsun seni ama oyun bozuldu bil
birikimin süpürülürken bu ilk adıma
birer birer sayıyorsun

ses verdiğini biliyor benlik
ama sen o sesi verdiğini [neçe] bilirsin
sesin tanrı, senliğin hiçbir şey
kendini yeter mi bildin
bu seste de kendini tanımazlığa
irkilme
detone oluyor mevsimin

ses verdiğini sanıyorsun
sesin tanrı olmuş, senliğin hiçbir şey
yatınca uyunuyordu eskiden
ve gerçekten
yatınca
kendi teninle insanca bile
ölebilirdi ismin..


Ömer Serdar


PEACE NOW!.. Barış, hemen, şimdi!


Image and video hosting by TinyPic


Duyun Bu Sesi..// Laila Anwar



Irak'lı "yeni kuşak" kadın yazarlardan Laila Anwar'ın sözcükleri...
Günümüz feraget anlayışı, duyarsızlığına indirlmiş bir çığlıktır bu ses-yazı. Yeni çağ anlayışını aşmak için ince-dokunaklı bir çağrıdır adeta, insanoğlunun bitmez güç iştahı ve geride bıraktığı ruh-ten enkazı.

Yeryüzünde hiç bir şey durduk yerde uğratılan haksızlık kadar ağır bir yük değildir.

Nerdesin ey akışkan olmayan "erdem"? Akıl titrerse, erdem tümden uçar gider, işte bölgemiz ve bu topraklar üzerinde kol gezen duyarsızlıklar, daha nice Laila çığlığını yutacak!

Defter okurunun duyarlı kalbine teslim ediyoruz Laila'nın sesini..o en güvenli yer!

Saygıyla,
Borges Defteri


DUYUN BU SESİ...
Irak’ta “Ba’ad Harab Al-Basra?!” diye bir halk deyişimiz vardır.
Nasıl tercüme edilebilir bu deyiş? Tam olarak şu anlama gelir: “Basra harap olduktan sonra mı?” Harap kelimesi Haraab olmak fiilinden gelir, anlamı ise işlev gören bir şeyin yıkılması, onarımı imkansız hale gelmesidir. Harban sıfatının anlamı; zarar görmüş, yıkılmış, çalışmayan, işlevsizdir. Tek başına yazıldığında Harraba, bir şeyi kullanılamaz hale getirmek anlamına gelir. Bu deyim bir şeyleri itiraf eden, özür dileyen ya da büyük hasara yol açan bir yanlışı düzeltmeye çalışanlara yöneltilir. Irak halkı böylesi durumlarda “Basra yıkıldıktan sonra mı?” deyişini kullanır. Bu bağlamda eski Beyaz Saray sözcüsü McLellan ve bir CNN muhabiri sonunda Irak üzerine yapılan haberlerin gerçeklikten uzak olduğunu itiraf etmiştir. Bir başka deyişle, hepsi alçakça yalan söylemiş... CNN muhabiri devlet imajının zedelenmemesi için bu tarz yanlı yayınlar yapmak “zorunda” olduklarını ekledi. Affedersiniz, şimdi kendimi daha mı iyi hissetmeliyim? Beş lanet yıl boyunca, hayır! 18 yıl boyunca, yalanları satın aldınız ve birdenbire hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını itiraf ettiniz ve benden kendimi iyi hissetmemi mi bekliyorsunuz? Ne yapmamı bekliyorsunuz? Dürüstlüğünüz için sizi kucaklamaya mı koşayım? Ya da yıkılmış hayatlarımızı ve tıka basa dolu mezarlıklarımızı unutmamı istiyorsunuz belki de! Ya da belki, bu lanet olası ikiyüzlülüğünüze karşın “güzel, her şeye rağmen bugün Amerika’da iyi insanlar var. Gerçekte suç bizimdi, onlar mecbur kaldılar...” dememi bekliyorsunuzdur. Aman, ne saçmalık!

Saçmalığınız sınır tanımıyor! Bunlar bir yığın onursuz yalandan başka bir şey değil! Aynı şeyi Vietnam’da da yaptınız. 10 yıl boyunca onca katliam ve vandalizmden sonra, ellerinize çiçekler ve barış simgeleri alarak sokaklara çıktınız ve “zavallı” Vietnam için ağladınız. Tepki göstermek için kahrolası 10 yıl beklediniz. Ve sadece cesur çocuklarınız ceset torbaları içinde geri döndüğünde ve onları saymaya yetişemediğiniz noktada büyük şişko kıçlarınızı kaldırdınız. Bütün bu 10 yıl boyunca, napalmlerden yanmış çocukların resimleri sizi harekete geçiremedi, hayır kımıldatmadı bile. Çok “cool” olduğunuzu düşünerek Woodstock’larda (toplu eğlencelerde) şarkı söylemekle o kadar meşguldünüz ki, aksine kafası bellenmiş bir grup geri zekalı moron’dan başka bir şey değildiniz, halen de değilsiniz. Ve bir şeyler mi öğrendiğinizi düşünüyorsunuz? Hiçbir şey öğrenmediniz ve asla öğrenemeyeceksiniz. Siz sadece zor yoldan öğrenirsiniz, kıçınıza tekme yiyince ve insanlar sizin dilinizden konuşunca bir şeyler öğrenirsiniz. Bu da ancak çürümüş kulaklarınızı açıp dinlediğinizde olur. Halk olarak probleminiz, birçok kez deneyimlediğim gibi, ne insanlıktan ne laftan ne de medeniyetten anlarsınız. Anladığınız tek dil şiddettir. Bu yüzden kullanabildiğiniz tek dil de bu! “İyi bir Müslüman” olarak Peygamber’in şu cümlesini takip ediyorum: “İnsanlarla anladıkları dilden konuşun.” Ve şimdi de gelip bize her şey bir hileydi diyorsunuz. “Ba’ad Harab Al- Basra?!” Ya awlad el Kelp. Ama köpekler sizinle karşılaştırılmayacak kadar soyludurlar. Siz köpek bile değilsiniz. Hayvan olamayacak kadar aşağılıksınız. Aşağı... Çok aşağı... Siz pislik ve parazitsiniz.

Tanrım, bu fahişe çocuklarının, “ya awlad al sharmoota”, ikiyüzlülüğünden nefret ediyorum. Binlerce fahişenin çocukları, sizin becerilmiş McLellan’ınız ya da CNN’iniz 3 milyon dul ile evlenecek mi? 5 milyon öksüzü doyuracak mı? 5 milyon mülteciyi evlerine geri döndürecek mi?

Yasadışı kitle imha silahlarınız nedeniyle kanser olan hastalarımızı tedavi edecek misiniz? Ya da bombalarınız nedeniyle insanlardan kopan binlerce uzvu yerine koyabilecek misiniz? Ya da itiraflarınız 1 milyondan fazla ölüyü diriltecek mi? Ya da 7000 yıllık tarihsel kalıntılarımızı, evlerimizi, binalarımızı, tarlalarımızı, altyapı tesislerimizi, elektriğimizi, suyumuzu onarabilecek mi? Ya da belki bu kısa ömürlü sahtekârlığınızla suçu üstlenmeniz, şimdi sayenizde bizi yöneten sekter, patolojik, sarıklı pislikleri silahsızlandıracak mı? Bu yazıyı bitiremeyecek kadar sinirliyim... Bitirecek bir şey de kalmadı... Sizi şerefsizler. Sizden tüm kalbimle nefret ediyorum...





Laila Anwar


Bir Film / "İç" Yorum // Sufi





“The Baader Meinhof Complex” Bir film-“İç” yorum!




Ulrike'nin Anısına...




“Acı bir kök var,
Tek pencereli bir dünya,
en küçük el bile,
kıramaz
suyun kapısını.
Nereye gidiyorsun?
Nereye gidiyorsun? Nereye?”
– Lorca; İspanyolcadan çev: Sufi


Senaryosunu Bernd Eichinger’in yazdığı film bir kuşağın, çok uzak olmayan bir tarih diliminin içinden süzülen muhalif bir oluşumun öyküsünü işlemeye “çalışıyor”. “The Baader Meinhof Complex” filmi 2008 yılı Almanya yapımı ve Uli Edel yönetmenliğinde çekilmiş. Filmde Ulrike Meinhof rolünü Martina Gadeck üstlenmiş fiziki benzerliğinin ötesinde filmdeki performansı da dikkat çekicidir.
Son dönemlerde dünya sinemalarında ve de aykırı sinema dilini benimseyen yönetmenler kuşağından ilginç ve bir o kadar üzerlerinde tartışılacak filmler vizyona giriyor(yurt dışında elbet), oysa bizim yerel sinemacılarımız ve son dönemlerde görücüye çıkartılan “çoğu” çöp yığını işlerle neyin peşinde olduklarının aslında çok iyi farkındalar. ( Nuri Bilge Ceylan ve bir kaç isim daha bu sınıflamanın dışındalar, 7.sanatın yüz aklarıdır onlar).
Alman sinemasından birkaç önemli yönetmen farklı içerikler ve yönelimlerle pek çok şeyle yüzleşmeyi göz alarak ciddi bir çaba içerisindeler. “Düşüş” ve “Başkalarının yaşamı” gibi filmlerin ard arda gelmesi aslında tarihsel bir süreçle hesaplaşmayı da amaçlıyor. Alman faşizminin karanlık sayfaları tekrar aralanıyor bu filmler aracılığıyla, tarihin adeta yeniden okunması, yorumlanması söz konusu çalışmaların ana temasını oluşturuyor. İlk kez bu sene Londra film festivalinde gösterime çıkan “The Baader Meinhof Complex” filmini de bu kategoride değerlendirebiliriz.
Oldukça radikal bir mücadele yöntemini benimseyen Alman kökenli bir politik grup film aracılığıyla kısmen ve de aslında terim yerindeyse “yarım yamalak” bir biçimde tekrar irdelenmeye tabii tutuluyor. Film o kuşağın Alman toplumu üzerinde yarattığı psikolojik etkileri irdelerken nerdeyse tek kavram olan “güvensizliği” bilinçlice büyüten-abartan bir dil ve üslubu benimsemiş olması kaçınılmaz değildi, bunun başka bir “anlatım dili” olmalıydı. Verilen Mücadelenin biçimi üzerine ta o yıllarda bile çok geniş teorik tartışmaların yaşandığını işin kıyısında tutmak da akıl işi değil elbet, ve o dönemde dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alan Che ve arkadaşlarının Cuba’da ulaştıkları sonuç nerdeyse bir şablon gibi uyumlu-uyumsuz bir çok ülkede tekrarlandı durdu ve elbet ki karşılığı büyük bir “yetenek” kıyımı ve hüzün ve hüsran oldu. O “fırtına kuşları”(dostumuz o kuşağa “fırtına kuşlarının” yanında bir de “yiğitsel paradoks” tanımını ekleyerek kullanır, ki bana göre de o kuşağın özverili duruşlarını başka türlü açıklamak da olanaksızdır, devasa bir zihinsel kaosun ortasından fışkıran yiğitsel ama bir o kadar paradoksal duruşlar.. ) kuşağı olarak adlandırdığımız, tanımladığımız kuşak tarihsel olarak nerdeyse içinde bulunduğumuz coğrafyayı da kapsayacak bir kanat genişliğine sahipti ve tümü, ama tümü oligarşisi tarafından “bir biçimde” ortadan kaldırıldı, kaldırıldı kaldırılmasına ama o insanların daha adaletli, daha insani koşullar, daha eşitlikçi paylaşım talepleri, insan onuru ve haysiyetine yakışır bir yaşam istenci ve hakkaniyetli istemleri hala yerli yerinde duruyor, gün geçtikçe de toplumun büyük bir bölümü bu pek sevimsiz durumun bedelini fazlasıyla ödüyor.(Son krizle beraber büyük ve yıkıcı bir dalga yüz binleri işsiz bırakarak, krizin bedelini yine her gün biraz daha güç kaybeden, fakirleşen kesimlere ödetiliyor, birilerinin tuz depoları hep kurudur nasılsa!) Evet, sistemin o kuşağı unutturma çabası nerdeyse 40 yıldan fazla bir zamandır boşa gidiyor.
The Baader Meinhof Complex filmi, oluşumun 1967-1977 yılları arasındaki durumunu ve üst unsurlarının içerideki “canhıraş” son kareleriyle bitiyor. Filmin başlangıç sahneleri, kent dekorasyonları iyi kotarılmış. Hareketli kameraların ve özel negatiflerin kullanılmasıyla ve dönemin gazete başlıklarının akışı ve seri kullanımı filmin başlangıcına tadında-kıvamında bir belgesel havası katmış. 1970’lı yıllara ait Berlin ve öteki Almanya kentlerinin görüntüleri filmin başarılı diğer yönlerinden sayılır. Ama bizim anlamakta hala zorluk çektiğimiz şey ise Uli Edel’in(yönetmen) gereksiz bir biçimde B.M yönetim kademesinin ruhsal analizlerine yönelme girişimidir, kendince bir psikanalize yoğunlaşması ve sözde “şiddetin” ruhuna, kökenine oldukça acemice yaklaşmasıdır. B.M üyelerinin gündelik ilişkileri ve çevreleriyle kurduklar (biraz ezbere ve film gereği kurgulanmış asabi tavırlar)ilişkiler üzerinden onların “adalet istemi” biçimleri nasıl böyle insafsızca ve de örtülü, sezdirmeden topa tutuluyor, gerçekten anlaşılır şey değil. Baader Meinhof’un Ulrike’yle beraber en önemli üyesi Andreas Baader’i oldukça asabi, yerli yersiz şiddet düşkünü olarak gösteren yönetmen, Andreas’ın aslında kız arkadaşı (sevdiği-aşık olduğu) da olan Enssin üzerinde kurduğu sözde baskın sözel ifade biçimlerinden yola çıkarak bir takım sonuçları aktarmaya çabalıyor. Psikanalizcilerin bu aşırı yorum ve yönelimleri bugüne kadar beni fazla etkilemedi.
Öte yandan Ulrike öyle ilginç bir kişiliğe bürünmüş ki bu filmde adeta “çekingen”, yer yer “muhafazakar” hatta “çıkarcı” ve nerdeyse tüm yaşamını küçük kızına adamış bir anne olarak sunuyor. Ve başarılı bir gazeteciyken “nasıl oluyor da” “şiddeti” benimser olur, sorusunu sorma gereği duyuyor!
Sanki onun durumda bir “zorlama” varmış gibi bir durum yansıtılıyor perdeye.
Ulrike’nin ister gazetecilik yılları olsun ister sonraki dönemleri, onun ilişkide olduğu tüm çevrelerden ne denli saygı gördüğü ve adeta çevresine ördüğü o devasa sevgi çemberi elbet ki filmin içine az da olsa serpiştirilmiş. Ama polise yakalandığı sahnede onu “hüngür hüngür” ağlatan yönetmen belki de o kuşağın öznel tarihine karşı en büyük kusuru işlemiş oluyor. Filmde yer alan savunma sahneleri ve sorular-yanıtlar biçimde sunulan ve artık “tarihe” mal olan bir duruşmanın gidişatı konusunda fazla söze gerek yok.
Film sanki günümüz oligarşisine “ders” alın ki tekrarlanmasın gibi kendince mesaj vermeyi de ihmal etmiyor. Oysa şiddetin tarihsel kökeninde aslında “devlet” kavramının olduğunu tüm cehaletiyle unutuyor.
9 Mayıs 1976 yılında, o hüzünlü bahar gününde hiç kimse bizi Ulrike’nin intihar ettiğine inandıramaz, dün de inandıramadılar, bugünkü saçma sapan çabaları da boşunadır. Ulrike düpedüz Alman devlet korumasında olduğu hapishanede öldürüldü ve intihar süsü verildi.
Filmin ( ya da senaryonun) sonuna ilave edilecek tek bir soru işareti aslında çok şeye de yanıt olabilirdi ama film özellikle bundan kaçınmıştır.
Herhalde RAF’ın çetin cevizlerinden sayılan ve hala hayatta olan ve aldığı ömür boyu hapis cezası 9 Ocak 2009 tarihinde bitecek olan Christian Klar bu filmi izlerse kahrından bu kez gerçekten ölür!
Almanya’daki kimi çevrelerin ruhuna daha Klar serbest kalmadan önce üflenen “korkuyu” anlamak da mümkündür, çünkü Klar 2007 yılında Berlinde düzenlenen Rosa Luxemburg konferansına “içeriden” gönderdiği bildiride kapitalist sisteme yönelik yeterince “açık” olan görüşlerini yenilemişti.
Almanya’daki karanlık ve “derin” devlet unsurları hala çok işlevsel ve etkinler ve de dikkat edin ne zaman ki Türkiye ve Almanya arasında “ciddi” sayılabilecek bir politik sorun çıkmışsa, çok kısa süre sonra Almanya kentlerindeki Türklerin evleri faşist çevreler(e ısmarlama mı?) tarafından resmen “yakılmıştır” ve onlarca kurban verilmişti. Ne de olsa iktidar çevrelerinin tarihten gelen gen kodunda dolaşıyor bu ucube eğilim! Bütün o yakma, yıkma, ateş oyunlarının ertesindeki Alman yetkili çevrelerin tavırları, davranışları ise çoktan resmiyet kazanan Bismark devlet geleneğinin döktüğü timsah gözyaşlarından ibaret olmuştur, öteye geçememiştir...

Heavenly:
“Bulmışum Hakk’ı ene’l-hak söylerim /
Hak benim Hak bendedir/ Hak söylerim / Gör bu esrârı ne muğlak söylerim/ Sâdıkım kavlimde saddak söylerim”-Nesimi


Sufi


Bukowski, Şiirini Taştan Çıkaran Adam// Mustafa Ziyalan


Image and video hosting by TinyPic

BÜTÜN BİLDİĞİM


Bütün bildiğim şu: Kuzgunlar öper ağzımı,
düğüm düğüm toplardamar buralar,
deniz tüm kandan.

Bütün bildiğim şu: Eller uzanır,
gözlerim kapalı, tıkalı kulaklarım,
gök çığlığımı yadsır.

Bütün bildiğim şu: Düşler damlar burnumdan,
tazılar yalar yutar bizi, çılgınlar kahkahayı basar,
tiktaklarıyla ölüleri tanımlar saat.

Bütün bildiğim şu: Ayaklarım üzünç buralarda,
sözlerim leylâklardan az, sözlerim pıhtı pıhtı:
Kuzgunlar öper gayrı ağzımı.

Beni yıllar önce işte bu şiiriyle avlayan Charles Bukowski 1920'de Almanya'da, Andernach'ta doğdu. Üç yaşında A.B.D.'ne geldi, Los Angeles'ta büyüdü. 1941'de niteliksiz işçi olarak çalışmaya başladı. Bulaşıkçı, kamyon şoförü, hamal, postacı, bekçi, benzin pompacısı, ardiye işçisi, sevkiyat memuru, postane memuru, otopark kahyası, Kızıl Haç hastabakıcısı, asansörcü olarak, ayrıca bir köpek maması fabrikasında, bir kurabiye fabrikasında çalıştı, New York metrosunda afiş astı. At yarışlarında, klâsik müzik dinleyerek değerlendirdi "boş" zamanlarını. İki kez evlendi. Bir kızı oldu. İlk öyküsünü 24 yaşında yayınladı, düzenli şiir yayınlamaya 35 yaşında başladı. Yaşarken altmıştan çok şiir ve düzyazı (roman, öykü, deneme...) kitabı yayınladı. Barbet Schroeder'in 1987'de yaptığı "Bar Kelebeği" adlı filmin senaryosunu yazdı. 1994'te San Pedro, Kaliforniya'da kan kanserinden öldü. Yazdıkları kitaplaştırılmayı, dünyanın dört bir yanında yayınlanmayı sürdürüyor.
Bukowki'nin ta başından beri iki arada bir derede kaldığını düşünmüşümdür; yazma, yayınlama dürtüsü, saplantısı bence en başta bundan besleniyordu. Şiirini taştan çıkardı Bukowski, şiirinin şiddeti bence en başta buradan geliyordu işte.
Önceleri Almanya'dan geldiği için mahallesinde dışarıya itildi, daha sonra da yüzünü çarşamba pazarına çeviren, acılı tedaviler gerektiren sivilceleri dolayısıyla hep tefe kondu. Annesi ev kadınıydı, uzaktı, yok gibiydi; babası sütçüydü, duyarsız, çok sert, horgörü dolu biriydi; ekonomik çöküntü yıllarında daha da zorbalaştı. Bukowski yazdıklarında ara ara babasıyla hesaplaşıp durmuştur.
1950'lerde Bukowski uzun süredir içmenin pahası olarak mide kanaması geçirip hastaneye kaldırıldı, kefeni yırtıp yazmayı sürdürdü. Doktorlara, hastanelere ilişkin yaşantılarının otorite, kurumlar, genelde yaşamla olan karmaşık, sancılı ilişkisini belirlediğinden kuşkulanabiliriz.
İtildikçe, kakıldıkça, yayınlanmayıp reddedildikçe kabaran bir öfkeyle, kurt gibi bir bencillik, dahası benmerkezcillikle Beat Kuşağı'ndan, (o sıralar bir karşı kültür adamı olarak belli ölçüde benimsendiyse de) 60'lı yılların kalkışmalarından, mektepli şairlerden, mekteplerden, iki yüzlü bulduğu egemen kültürden uzak durdu.
Kimileyin gülmeceye, üzünce, dahası trajiğe bulaşsa da, çoğunlukla (belki de kendini korumak için) uzaktan, tepeden bakan bir anlatıcıydı. Yazdıklarını yine kendine benzeyen dağılgan, düzensiz, süreksiz, kırılgan yeraltı yayınlarında, küçük yayınevlerinde yayınlayarak, söke söke gündeme getirdi kendini.
Bukowski Amerika'nın en tanınmış çağdaş yazarlarından, kimilerine göre tanınmış olmanın da ötesinde etkisi en yaygın, kendisine en çok öykünülen çağdaş şairlerinden biri. Ama Amerikan şiiri açısından önemi daha kapsamlı biçimde değerlendirilmiş değil. (Gerçi kendisi de "Şiire ilişkin ne çok şey söylenirse, şiir o denli azalır" diyordu.) Genellikle gözardı edilen biri. Bence onun önemi yine de bireysel, bireyci bir şiiri öncelikle şiir olarak yenilip yutulması güç biçimde kovalıyor oluşunda. İç dökmeye dayalı, aslında öyle nitelendirilmese de çok yazılan bir şiirin kıyılarında, onun sınırlarını belirleyen şairlerden biri halâ Bukowski.
Aklıma daha önce Beat Kuşağı’na ilişkin kimi düşündüklerim geliyor. Benzeri biçimde Bukowski de bireye, öncelikle kendi kendine yaslanan, bununla da kendini sınırlayan bir yazar. Bir yandan da benimsenmeyen, ortalıkta sözü edilmeyen bir birey yaslandığı; o nedenle de hiç olmazsa benim için gönül çelici. Ama lumpenlikle sınırlı, ya da ancak lumpenlikte sınırsız, pek birşeye ilâç olmayan, etliye sütlüye karışmayan, sonuçta da ancak bağırdığı sürece sesini duyurabilen, esâmisi okunmayan biri bu. Hem de kendisi farklıyken kimileyin kendinden farklı olanlara karşı da öfke, kin duyabilen, tutuculuğu dışına vuruveren biri.
Bukowski yaşamı birbirinden kopuk, bedensel tepkilerden oluşan bir olaycıklar dizisi gibi görüyor sanki. Yaşamla başetmeye çabası da nesneler, en kabadayısı tek tek kişiler dolayımıyla. Bu bir yandan kapsayıcı, kavrayıcı, som bir anlatımı engelliyor, olumlu anlamda çağcıl bir yazıya olanak hazırlıyor belki; ama karşı çıkışın uzaklığa dayandırılması, anlatıcının tepeye yerleşmesinin, yargılamasının, horgörmesinin, hoşgörüsüzce, fırsatçı bir kaypaklıkla fizikseli de aşan bir şiddet uygulamasının (örneğin “başkası”nı, kadınları hor görmesinin) yolunu da açıyor. Araya belli bir birey, onun bencilliği, benmerkezcilliği girdiği için buradaki horgörüyü, şiddeti, örneğin gerçeküstücü yapıtlardakini andıran dipten, kaynaktan fışkıran, su katılmamış bir güç gibi görmem kolay değil. Bütün bu özellikler Bukowski'nin ürünlerinde daha çok, onun karşı çıkıyor gibi göründüğü güç ilişkilerini kişiler (yaşam) bağlamında yeniden üretiyor, pekiştiriyor gibi geliyor bana, aynı güç ilişkilerini bu kez de olsa olsa onun bireysel yararına uygun biçimde işe koşuyor gibi geliyor. Bukowski’nin has apaşlığıyla (Henry Miller'i andıran biçimde) özene bezene, uğraşa didine takındığı pozları, yarattığı kimlikleri arasındaki çelişkinin, Bukowski'nin kendisinin (ne denli içtenlikle ortaya konsa da) ağzımda kekre bir tat bırakmanın da ötesinde sonuçta pek de yenilir yutulur olmayan çelişkinliğinin temelinde öncelikle bu var bence.

Bukowski'nin bana kişisel olarak çekici gelen yanıysa, bütün bu yazdıklarının içinde yukardaki gibi hiç olmazsa İngilizcesi sıkı şiirlerin de bulunması, bir de kimileyin belki de içtenlikten başka çaresi kalmadığı anlarda ortaya çıkıveren gerçekten duyarlı, yaralanabilir, iç burkucu, gönül çelici hali, garibanlığı: O iflâhı kesilmiş, kan revan içinde, kaldırımdan kalkamayan adamın haykırışı. Ne denli haykırsa da sonuçta sınırlarını seziyor, içten içe yenik düştüğünü biliyor sanki Bukowski. “Bar Kelebeği” filminin benim için çekiciliği de buradaydı işte: Camus’nün kahramanlarını andıran biçimde, ama onlara göre durumunun çok daha az bilincine vararak, sonuçta da çok daha rahat, çok daha kasıntısız biçimde yenilgiyi yurt ediniyordu filmin başkişisi.
Bukowski'nin şiiri kötü olmaktan korkmayan bir şiir; şiirleri çoğunlukla sanki birden yazılıp da elden geçirilmemiş, doğaçlama işler gibi; bence sıklıkla da düpedüz kötü. Kimileyin dizelerini raslantısal biçimde böldüğünü, büyük harfleri, noktalama imlerini raslantısal biçimde kullandığını da düşünüyorum. Şiirlerini çevirirken biraz da bu nedenlerle kimileyin denemek amacıyla da olsa caz geleneğindekileri andıran doğaçlama oturumlar yaptığım oldu. Kötüden, kötü şiirden geri basmadım, raslantılara hiçbir zaman sırt çevirmedim.

Mustafa Ziyalan





Üç Şiir // Cenk Koyuncu(1967-2006)



Sevgili Cenk ve Rodos'u Anarak..//defter
"rüzgarda şarkılar söylerdin dedim,
çamlar ve seren direkleri gibi,
upuzunsun onlar gibi, suskunsun
ve ani bir yolculuk gibi hüzünlüsün"
(Pablo Neruda-E.Koparan çevirisiyle)


Küçük İskender, Cenk ve Rodos'u anlatıyor:
" Belki yalnızca ikiniz şiirdiniz, biz geride kalanlar hikaye
Evet, şiir gibi yaşamışlardı ve şiir gibi aramızdan ayrılmışlardı. Cenk'in şu dizeleri de bunu açıklamaya yetmiyor mu ki zaten: "ölüme tek ödevim kaldı/ona çalışıyorum!"...
Polis babanın intiharı, annesinin ölümü, uzun saçları ve sakalları arasında sakladığı tek kulağıyla Ortadoğu'da başka bir Van Gogh olan Cenk'le "biraz daha kalsam, biraz daha mı can verecektim?" diyen Rodos'un "birlikte Nevizade'de eğlendikleri bir gecenin sabahında Rodos'un mide bulantısı ile başlayan kalp krizi belki de parasızlık nedeniyle yetişemedikleri hastanenin koridorlarında tümöre dönüşüp öyle nüfuz etti Cenk'e. Gitgide bir epidemiye benzeyen duyarsızlık saltanatı onların da kellesini istedi. Uzattılar başlarını karı koca".




CENK KOYUNCU/ÜÇ ŞİİR:

DÜŞ

Düşlerimi ağırladım gecelerce
kırlangıçların hüzün zamanı çekildim
kovuğuma ve konuğuma sunduğum sır
kabuslarımın kılıfı kalır içimde...

Kendini beklemekten yorgun iskeleyim
su, şırıltısını dinleseydi ben sana
masal olurdum, yıldız olurdum
ay bölerdi düşlerini, düşlerim teninde!

Sana sunulmamış bir ben vermekti
en büyük düşüm! Düşüm kurumuş
senin sevdiğin çocukmuş, alışırdım
bir çocuğa senin için çalışırdım...





Mavi

Sana uzanıyor, iliğime işliyorum sonra
gözlerimde çapak gibi toplanmış gözyaşı
sana bölünüyorum, gölgemden ayrılarak
tanımsızlaşıyor dudakların
ne/denli ben oluyorsun!

Şafakta uğuldayan güneş:
Çapaklarımı temizliyorum
ağlıyorum
nisan yağmurlarına benzetiyorlar beni
düşlerim var: Bir kızım olursa
adı: Mavi.


NE GELİR?

Senden sonra ne gelir? Bir martı örneğin: İnatla,
inatla uçardı ufka; kimbilir belki de intiharıydı,
ölüm ki ne güzeldir o an mavi üstünde!

Benden sonra ne gelir? Kalktığım masada bir kadeh,
biraz dudak izi kenarında, çatalımın boynu bükük;
adisyonumuza ayrılık eklenmiş mi? Anılarımı bahşiş bırak!

Bizden sonra ne gelir? Suskunluk: Günler utangaç,
masalarda tek? lik ve aşka kadeh kaldırılmayacaksa
panoramasında kalabalık görüntü içinde yalnızlık!

Bu aşktan sonra ne gelir? Martı konar bir adaya,
masamız temizlenir, yeni bir çift oturur aşka,
silinir dudağımın tuğrası, çatal mestolur kadın elinde...

Gelirse bizden sonra tarih gelir; çünkü her aşk tarihtir!



CENK KOYUNCU





Mana // Süha Tuğtepe



Mana

1

Sen bir hiçsin gerçek!
Kimseninsin!
Rezilsin!
Kaybolmanın bile
Bir anlamı yok içinde!
Ne geçmişte.
Ne gelecekte.
Katlanamıyorsun hayalin”ha”sına bile.
Geri dön sen
Geri dön, ananın “a”sına!
Sen bir hiçsin gerçek!
Aldanmışların fır-dönen pusulası
Kayıp yolsun!
Savaşçıların
Katillerin
diktatörlerin
erkeklerin
modern tarihisin!
Kan çiçekleri açıyor kıyılarında!

Büyüyorum işte hepsini
Serseri bir çocuğun ruhunda.
Emdikçe incelen parmağım
Halen üşüyor ağzımda.
Artık büyümenin de bir anlamı yok…
Şaşırmış
Hırpalanmış,
Aradıklarına gezegen bir zerre
Dönüp duruyor
Öylece
Verili
Tanımlı çekim alanlarının dışında bir yerde.
Sorguluyor artık elektronlarını bile…

2

Sen ey şizoit meteor!
Eskiden
Yıldızdan yıldıza düşerdin.
Küçük çukurlar ardında.
Bütün “yeryüzü parçalarından”
Gürültülü geçerdin.
Güzel seslerin ve harflerin
öpüştüğü ay geceleri
gümüş bedenli bir soytarı gibi
eğlendirirdin yalnızlığını.
Düş-fırtınalarına binmiş
Kıyamet bir bulut gibi
Sulu-kuru uçup
Uçulacak bütün “gökyüzü parçalarını”
Konardın çıplak ıssızlığa.
Gerçeğin umurundan bile geçmezdin…

3

Kalmak ne feci uzak anne!
“Hayat sen ne fenasın!”
Kahroluyorum
bu hareketi az yerde!
Kör-kulağı gibi aklım tıkırtılarda.

Geleneğin
yerleşmenin pembe götlü kraliçesi
oturuyor üstümde…
Uzak anne!
Merak anne!

-Buralardan da gitmeli…

Gerçek seni
Yakalayıp her ıssızlıkta
Cırıldata cırıldata halletmeli…

Süha Tuğtepe


Uzak-Yakın aşina için...



Kuzey Irak; Kürt Edebiyatı Üzerine..// Borges Defteri


Image and video hosting by TinyPic


Kuzey Irak;
Kürt Edebiyatı ne durumda?

" Usulca
Kanlı saçlarını okşuyor
gözlerinin ortasındaki Kabe’yi öpüyorum,
ve her şey
alnının ortasında beliriyor:
Naz ve "an", "kan"
ve Arapça sesler: "Lâm"..
Dönüşsüz karşılaşmalara mı gitmek?
hayır
hayır..
inanmıyorum artık
ey "Erbailo"*
o dört Tanrı
koruyamayacak seni"
Şiir: Abdullah Pashew
Çev. defter
(*: Erbailo: Erbil kentinin antik dönem ismidir)


Kuzey Irak’lı ve Kürt dili ve edebiyatının iyi isimlerinden Şair Behruj Akreyi defter okurları için seslendi. Behruj Akreyi Kürt edebiyatının gelişimiyle ilgili ve özellikle Saddam sonrasından günümüze doğru ortaya çıkan sonuçlar bağlamında ilginç ip uçlarına işaret etti. Aktardığı “gerçekler” bizi şaşırtabilecek ölçüt ve ağırlıktadır. Yani bizler bulunduğumuz bu bölge ve mesafe itibarıyla konuyu başka merceklerle algılayabiliriz, fakat işin gerçeği “sanıldığı gibi” olmayabilir-nitekim bunu bütün çıplaklığıyla görebilme-dokunabilme olanağımız var, “bir adım ötemizdeler o şairler”, tıpkı bu söyleşide aktarılanlar gibi. O bölgenin en ağırbaşlı, dünyaca bilinen, tanınan şairleri başka ıstıraplardan, sıkıntılardan söz etmeye başladılar, bu da bize o eski hakikati yeniden hatırlatıyor şair hala yalnız, hala iç-sürgündür, dili ne olursa olsun, nerede yaşarsa yaşasın…
Bölgemiz insanını, dilini, edebiyatını, kültürel alandaki gelişmelerini bilmeden, takip etmeden hiçbir kodu çözmemiz olası görünmüyor. Bir düşünün ki şu an Ermenistan Üniversitelerinde açılan Türk dili-tarihi bölümlerinde son yıllarda genç kuşaktan bir yığın Ermeni genç yetişti-yetiştiridi, bunların tamamı Türkçe konuşuyor ve Türk dili-tarihi- edebiyatı üzerine sizinle konuşabiliyor, tartışa biliyor! Duruma bir de tersinden baktığımızda hala elle tutulu üç-beş Ermenelog’dan yoksun olduğumuz gerçeği orta yerde duruyor, durum böyle olunca da kimse çıkıp derdini bir başkasına gerektiği gibi aktaramıyor-gerisi ise tümden hayal kırıklığı-. Yakın coğrafyamızda sadece çimento-kum torbaları ve inşaat - taşeron firmalar, işçileriyle bulunmak bizim için kültürel olarak hiçbir anlam ifade etmiyor. Örneğin, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Turgut Uyar, Yunus Emre ve başka yazar, şairlerimizin yapıtları Kürtçe olarak çoktan o bölge kitapçılarında bulunmalıydı ve de tam tersi!.. 400 yıllık (etle-tırnak) bir tarihi temas bunu gerektirir-di. Bölgenin kültürel kodları hakkındaki bilgi noksanlığı, beraberinde bilinmeyen denklemleri de karşımıza çıkarıyor. Daha binlerce yıl yan yana, kardeşçe yaşayacağımıza göre işimizin kolay olmadığını da bilmemiz gerekiyor. Biraz “sükunet-dinginlik” galiba çok şeyin de anahtarıdır, ayrıca bilinmelidir ki özgüven unsurunu görmezlikten, hafife aldıktan sonra bu alanda atılacak tüm girişimler silik, cılız kalacaktır.

Ünlü Şair Behruj Akreyi; Saddam döneminde 15 yıl sürgün hayatı yaşamış üretken, saygın ve tanıdık bir isimdir, tıpkı önemli Kürt şair Şerko, Abdullah Pashew( o hala sürgün ve hala Kuzey Irak’a dönemiyor! Onu da dinleyeceğiz-okuyacağız:defterden!) gibi. Borges Defteri dünya’nın “ötekileştirilmiş” dilleri ve edebiyatlarını kurcalamaya devam edecektir, Özbek şairlerin derin kederlerine odaklandığımız gibi bu yönelimimiz devam edecek..

Arap dünyası, İran, Türkmenistan, Afganistan,Tataristan, Tacikistan, … Vietnam’daki edebiyat izlekleri.. // Borges Defteri

* * *

BEHRUJ AKREYİ İLE:
4+1 Sorular - Cevaplar

(Kuzey Irak’ta Edebiyat adına neler oluyor?)

- Behruj bey, öncelikle bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Lütfen bizleri Saddam sonrasında Kürt Edebiyatının izlediği girizgahlar konusunda aydınlatır mısınız?

- Behruj Akreyi: Saddam rejiminin yıkılışı Kürt edebiyatı üzerinde olumlu-olumsuz pek bir etkisi olmadı. Çünkü 1991 savaşından sonra Kuzey Irak Kürt bölgesinin -büyük bir bölümünün denetimi zaten UN’e geçmişti. Saddam rejiminin artık o bölgede söyleyeceği sözü kalmamıştı (Kerkük ve bu ilin bazı ilçeleri dışında). 1991 yılından itibaren bu bölge iki siyasal partinin etkisi altına girdi: Talabani ve Barzani’nin başını çektiği iki parti. Yine bilginiz dahilindedir bu iki parti bölgede tam hakimiyet kurmak için aralarında bir çeşit ganimet savaşlarına da tutuştular, doğal olarak bu çatışmalar kendi kültürel sonuçlarını da doğurdu ve bu partiler bölgemizin birçok aydın, yazarlarını (Özellikle Erbil ve Süleymaniye’de) kendi memuriyet kadrolarına indirgeyerek çeşitli adlarda yayımlanan dergi ve yayınlarının maaşlı elemanları haline dönüştürüldüler. Bu 12 yıl süresince o yazarların kalemleri iğrenç ve sadece “bir kez kullanılır” ibaresini taşıyan bir nesne haline dönüştü. Ve iyi edebiyat adına çok fazla ya da en azından kalıcı bir şeyler üretilmedi. Dikkat edin “çok fazla” ” sözcüğü üzerinde duruyorum.

- Bölge edebiyatçıları, çevirmenleri dünya edebiyatını, bölge ülkelerinin edebiyatını ne ölçüde takip ediyorlar? İlgileri ne ölçüdedir

- Çeviri işi için çok büyük bir enerji harcandı, hala da harcanıyor. Sayısal olarak da ciddi bir rakama ulaşmış durumdayız. Ama bu nicel artışın yanında yeşeren o nitelik arzusu olduğu gibi hala yerli yerinde sayıyor. Kalıcı işler ekseninde çok çalışmalıyız. İngilizce, Farsça ve Türkçe dillerinden çeviriler yapıldı. Ama tüm bütün bu işlerde müthiş bir acelecilik söz konusu oldu, üstelik telif yasaları da yerli yerine oturmamış ve tüm bu sonuçlar Kürt dilini-edebiyatını olumsuz yönde etkiliyor. İyi işler o denli ender üretiliyor ki, anımsamak için neredeyse zihnimi kurcalamam gerekecek. Örneği geçen sene Almanca dilinden Kürtçeye çevrilen iyi işlerden biri olarak “Yaşamak Zamanı, Ölmek Zamanı” – Maria Remarque’in yapıtını sayabilirim. Kürtçeye Rezgar Nuri Şavis tarafından kazandırıldı.

- Yayın dünyası, Edebiyat dergileri, kültürel oluşumlar ne durumda?

- Görünürde bu iki Parti bir yığın yayınevi, dergi, kültür merkezinin oluşumuna ön ayak olmuşlar. Ama çok büyük bir yazar, şair, aydın kesimini de tersinden kendi siyasal oyunlarının süslü oyuncağına dönüştürmeyi de başarmışlar. Bir yığın sözde edebiyat dergisini yayınlıyorlar ama içerik ve nitelik kimsenin fazlaca umurunda değil. Gizli, saklı politik çekişmeler arasında edebiyatımız zarar görüyor. Bağımsız ve özgürce kendi ayağı üstünde duran, durabilen bir durumu yakında görmek umuduyla.

- Sizce şu an Kuzey Irak, yani otonom Kürt bölgesinin en belirgin edebiyatçıları kimlerdir? Hangi yapıtlarından söz edebiliriz? Bu sorudan amacım sizin kişisel görüşünüz değil, genel bir izlekten söz ediyorum.


- Bizlere hatta ortamın geneline sunulan isimler, üzülerek söylüyorum, verilen ürünler ve edebiyat düzleminden ziyade, kendi politik görüşleri çevresinde turlayan isimlerden oluştu hep. Bu birkaç yıl içerisinde bir takım yüzeysel işleri daha çok postmodern edebiyat adı altında ortama yutturdular. Şu anda genel olarak Arapça ve Farsçadan aktarılan yapıtlar kültürel ortama hakim durumdalar, gönül isterdi ki birçok çağdaş iyi Türk yazarının da yapıtları dilimize kazandırılsın, bu girişim o kadar büyük bir kültürel kareyi doldururdu ki önemini anlatamam. . Ama işin en ilginç olan tarafı, bizim çoğu “edebiyatçımız” bir kuşağımızı öyle kavramlar peşinden sürüklüyorlar ki artık o alanın suniliği hakkında kendi aralarında bile hemfikirler!

- Verdiğiniz bu bilgiler ışığında ve anlaşılan o ki gelenek ve modernite hala birlikte yol alıyor sanki. Kürt dili edebiyatı nereye gidiyor?

- Evet, bir şeyler yapılıyor…ama ben nitelikten çok nicelik peşindeyim hala. Son zamanlarda bu alanda da bazı kıpırtılar ve ciddi atar damarları hissedebiliyorum. Ama her zamanki gibi bu insanların, bu tarz edebiyatçıların sayısı çok kısıtlıdır (ortalıkta dolaşımda olan bol edebi ürün içerisinde). Ciddi, ağırbaşlı edebiyat nihayet kendi yolunu bulacaktır. Ve “edebiyat benzeri” şeyler belirli bir doygunluğa ulaştıktan sonra ortamdan silinecekler, buharlaşacaklar. Kürt edebiyatının yarını için bir düşüm var elbet ve bu umuda çengel atmış durumdayım, ya da en azından atmak istiyorum diyelim.

- Sn. Behruj bey bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

- Ben de çok teşekkür ediyorum. Türkiye’deki bütün şair-yazar-ressam dostlara-kardeşlerimize sıcak selamlarımızı iletin.

Çeviri ve Yayına Hazırlayan:




BORGES DEFTERİ




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***