Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Eeleştiriyi Çalmak! / Ali Şimşek






(11. İstanbul (2009) Bienal tartışmaları-III/ DEFTER)

Gelecek Sonbahar Bienal’e Marx Gelebilir.
Kapitalizmin krizi ayyuka çıktıkça, hemen her yerde Marx’ın “geri dönüşünden” bahsediliyor. Kitaplarına olan ilgi artışı gazetelerin magazin sayfalarına kadar haber oluyor. Hatta duyuyoruz ki anti kapitalist kitapların yok sattığı, durgunlukla boğuşan Japonya’da, Kapital çizgi roman(manga) olarak hazırlanacakmış. Bu geri dönüşlere Türkiye’den bir yenisini de eklemek mümkün. Koç Holding sponsorluğunda İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından 2009 sonbaharında düzenlenecek olan 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesi Bienal’in küratörleri WHW (What, How & for Whom-Ne, Nasıl ve Kimin İçin) tarafından 17 Kasım Pazartesi günü Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’nda yapılan bir basın toplantısıyla açıklandı.

12 Eylül - 8 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleştirilecek 11. Uluslararası İstanbul Bienali başlığını Bertolt Brecht’in 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası olan “İnsan Neyle Yaşar?” adlı şarkıdan alıyor. Bu gelişme Bienal kavramsal çerçeveleri düşünüldüğünde gerçektende şaşırtıcı. Marx’ın geri dönüşünün yanında Brecht’in de geri dönüşünü de görec eğiz. Geçmiş bienalin “Küresel Savaş Çağında İyimserlik” başlığı çok tartışılmış; bu iyimserliğin kimin için olduğu sorusu sorulmuştu. Anladığımız kadarıyla yeni Bianel, liberal bir başlıktan Marksist bir kavramsal çerçeveye geçivermiş, hem de en sert haliyle.

Dört Hırvat genç kadından oluşan WHW kolektifi, Brecht’i tekrar gündeme getirerek çağdaş kapitalizm koşullarında sanatsal uğraşın rolü hakkında bir düşünme denemesine girişmeyi ve günlük pratiklerimizi, değer sistemlerimizi ve eylem biçimlerimizi yeniden değerlendirmeyi amaçlıyor. “İnsan Neyle Yaşar?” sorusuyla WHW, Brecht’in çalışmalarına; yeniden keşfedilmesi ve yeni kuşaklara gösterilmesi gereken bir klasik olarak değil; çeşitli sanatsal pratikler ile sanata yaklaşım modelleri, önerileri ve stratejilerinin kaynağı olarak dönmeyi hedefliyor. Küratörlerin Brechtyen bir tiyatro gösterisiyle sundukları bildiri gerçekten çok sert ve politik önermeler taşıyor. Örneğin “bir popüler ve siyasi ajitasyon arası olarak sanat” önermesi gibi. Ajitasyon ve propaganda, 80 sonrası yeni deneyselliklere açılan sanat için, başta Brecht olmak üzere Sovyet örneğiyle de eşleştirilerek aşağılanan bir tını kazanmıştı. Küratörlere göre “Brecht’in Marksizmi ile ütopya, ütopyacı potansiyel ve sanatın siyasete alenen dahline olan inancı, hâkim çağdaş bakış açısından/açılarından değerlendirildiğinde şüphesiz biraz modası geçmiş, tarihsel açıdan yersiz ve kurumsal solun çöküşüyle neoliberal hegemonyanın yükselişine tanık olduğumuz bu dönemle uyumsuz görünüyor.” Bakalım bu “uyumsuzluğu” nasıl giderecekler. Daha önceki Bienallerin kuramsal arka planını Derrida’dan, Deleuze post-yapısalcılık esinli önermelerin (bozum, melezlik, öteki, çokluk, sınır, kimlik, belirsizlik vb)dokuduğunu söyleyebiliriz.Yenisinde ise direkt sınıf vurgulu (ve eleştiri hedefi olarak burjuvazi) bir çerçeveye geçiliyor. Daha önceki kültür endüstrisi içinden gelen, “iş bitirci”profesyonel küratörler düşünüldüğünde, bu yeni genç kolektif Marksist küratöryel dönüşümde düşündürücü.

Güncel sanat, her zaman sermayeye eklemlenmiş (başta bianeller) yapıların içinde ürettiği çok politik söylemlerin gerilimini yaşamıştı. Gelecek bienalde bu gerilim daha yüksek olacağa benziyor. Eğer bildiride söylenenler uygulanabilirse, bu tam anlamıyla “altındaki halıyı çekmek” anlamına da gelebilir; ya da eleştirinin gidebileceği son sınır. Sistemin kendisine yönelik eleştiriyi içine alabilmesinin sıfır noktası yani. Brecht’in “yeni bir banka kurmakla, banka soymayı” aynı suç olarak gördüğü o ünlü sözü düşünüldüğünde gerilim daha da artıyor.

Bize ise gelecek sonbaharı beklemek kalıyor. Eğer Marx daha önce gelmezse...

Ali Şimşek

PS: Bienali beklerken küçük bir okuma önerisi; Sibel Yardımcı, Küreselleşen İstanbul’da Bienal-Kentsel Değişim ve Festivalizm, İletişim Yayınları.


3 Şiir: Bayram Balcı, Naime Erlaçin, Şafak Çubukçu


Nesne ve Aşk



Kumda köpük oluyorsun,
yıldızların ışığında kumsal,
suyla salınan sandalda deniz oluyorsun
dolanmış misinayı çözmeye çalışırken balık.
Ay ışığında barışmanın üç biçimini sayıklıyorsun
her gece, saat dörtte gelincik oluyorsun saat beşte menekşe,
gövdeyi aşan bir inanç-titreyişi doğarken her sabah güneş.
Yere düşen makasa vuran gün-ışığı,
eğilip halının çiçekleri oluyorsun,
lambanın ışığında pervane,
kapıda kapının eşiği oluyorsun,
masada oturulmayan sandalye.
-benimle her şeyi beraber yaşıyorsun
benimle beraber ölsene !

Şafak Çubukçu *
* * *
SUS!..

bir şeydir
karda çiçek açması ağacın
tersine aktığında su
renksizliğe meydan okur
damardaki buğu

yazgısına uyanır dal
sabrına sağır
…özde isyankâr
siyahla beyaz arası bir yerde
…..sancıyı ağırlar

‘sus!’der
şiir ülkesinde bir şaman
:
‘sesinin sessizliğine bağışladım seni
konuşursan
kanayacak doğmakta olan zaman’

Naime Erlaçin
* * *



İŞRAB



cömerdin olurdum. şüpheye gerek kalmazdı
bereketsiz sofralar. böyle aççocuk vahası
tebliğin dili lekeli. bir mermer
olur çağlardı. annemin elleri
çığlık. harfin acısıdır
şimdi seni mezhebim saysam. ölüm
kıymete binerdi. allahın gövdesine
çamur süren dervişlerin ahı gibi
yazdığım her yazı silinip giderdi


hoyratın olurdum. kuytuda ayetler bozulurdu
canı yanardı suya düşen damlanın. ocakta
kül durmadan köz atardı. yavaşca yaslanırdım
bir harfin eğrisine. usanır duramazdım
selamlardım bir ağacın ricasını
şimdi seni zulamdan çıkarsam. ölüm
yüzünü yüzüme sürerdi. helâk olurdu
dudaklarda sözler silinip giderdi


mührün olurdum. eşikleri ağulu kapılarda
beklerdim sabrın gözüyle. ölümü yıkarlardı
cesedimin üzerine. annem ellerini yumardı
ben resimlere bakardım. dağlarda eşkıyalar
utanırdım. düşerdi allahın belası bir harf
karışır toprağa dolardı. kandan oyulmuş
sunak kıymeti. cılız bir keşke olurdu
sevdanın duası. ilmeği boyuma takan sevap
hürmeti yüzümden silinip giderdi


sebebin olurdum. mevsimsiz ömürlerde
dolanıp bir ağacın gövdesini. ormanın
ağarmış dallarını sayardım. saçlarımın
yolunmuş telleri dökülürdü. annemim
dizlerine. gördüğüm rüyayı hayra yorardım
hayırsızca. usandım işte yordum dilimi
kederimiz kaderdi. hayat silinip giderdi.


Bayram Balcı





KALAMAR // Ulus Fatih


Image and video hosting by TinyPic


KALAMAR

Andrei Tarkovsky'nin günlüklerini okuyordum ki, odaya girdi, Sokrates'in, Sokrates'in Savunmasını okudun mu diye sordu, evet dedim yavaşça, okumamışsın; çünkü o Platon'un dedi. Ne demek istediğini anlamıştım, onu gerçekten, uzak geçmişte okumuş, gelen konuklara o kitabı okuduğumla tanıtılır olmuş, şaşırtı ve sevince kapılmıştım. Geçen gün, anıların uğruna o kitabı gene aldım, kapağında Platon yazıyordu, bellek kayması sona erdi ama, gerçekten sorsalar, Sokrates'in derdim o kitap için. Neyse, yaşamımız bu tür yanılsamalarla doludur, Fikret Mualla ve Elif Naci'yi kadın sanmak, Muazzez Tahsin Berkant'ın ne olduğunu bilmemek, Kerime Nadir üzerinde karar verememek, büyük yazar Don Kişot'tan sözetmek, George Sand erkektir, Rilke kadındır demek, Baudelaire'i aynen hecelemek geçmişin yanılsamaları arasında esip giden poyraz yelleriydi inanın, onun için öğrendikçe, bilmediklerimiz çoğalır der dururum.

Tarkovsky'yi severim, seksenli yıllarda, Beyoğlu Sinema Kafe'de; bazen bir eşlikçiden bile yoksun, daracık mekânda ve alkolün zorbalığında filmlerini izlediğim olmuştur!.. Sinema sanal bir şey, Lumiere Kardeşler'in bir gösterisinde perdeye doğru yaklaşan lokomotifi gören izleyicilerin salondan kaçıştığını biliyorsunuz. Bundan mıdır bilemem Tarkovsky hep ruhsal, spritüel sinemanın öncüsü olmuştur, onun aktörleri aktrisleri, öylesine sıradandır ki, olayları (anlatılanı) izlemekten, sunucuların (rol sahipleri!) yüzüne bir kez bile bakamadan film biter. Stalker'de öyle usdışı görünümler vardır ki, akar suyun, değirmenin, sahipsiz köpeğin başka bir gezegenden geldiğini sanırsınız. Solaris'in müziği öyledir ki sizi filmin bir parçası haline getirir, bir izleyici değil, olayın kıyısında durup olup biteni gözleyen bir ölümlü gibi kâh uyuklayıp kâh uyanarak ve filmin bir parçası olarak, olağanötesi yaşananların bitmesini beklersiniz...

Kuzenim yine odaya girdi, Tarkovsky'yi sevmiyorum, sinema bir yanıyla eğlenceli olmak zorundadır, kitap yazarak söylenecek şeyleri film yapmanın bir anlamı yok dedi (meğer Stalker'in senaryosu da 'bir ikili' Arkadi ve Boris Strugastky'nin The Roadside Picnic adlı kitabındanmış, keşke çevirisi yapılsaymış, ama adı, Issız Yolda Piknik konulabilirse, daha uygun olurmuş!). Tartışmaya girmem (unutmadan söyleyeyim, sinemanın başat bir sanat olduğunu savlayanlar, zaten sinemanın yazın'ı kapsadığını ama yazın'ın sinemayı kapsamadığını ileri sürebildikleri için bunu dile getiriyor), tartışma herkesin kendi görüşlerini açınlayabilmesidir, bu konuda görüşlerimi uzun yıllar onunla paylaştığım için sustum. Söz dönüp dolaşırken, beslenme konusu açıldı, vejetaryenlikten, onun sınırlarından, çocukların bazı besinleri almak zorunda kaldığından, son okuduğum şeyler arasında, bitkilerin de düşünüp-konuşuyor olabileceğinden filân sözettim. Hepimizin kan içici birer Drakula olduğuna hükmetmemize az kalmıştı ki, akşam yemeğinin hazır olduğunu söylediler, belleği şaşı, iki gözü, elleri ve ayakları olan, garip birer yaratık gibi, sofraya oturduk...

Sonraları, besin zinciri konusu, çocukların bazı gıdaları almak zorunda olduğu yaklaşımı ilgimi çekti. Balık diye hep hamsi, istavrit yediğimizi (bir İstavrit kitabevi vardı, İstavrozla karıştırdığım, aniden kapandı gitti!), fasulye ve benzeri şeyler, pirinç lapası, çorba, Amerikan patatesi, Urfa minaresi yemekten başka bir şey bilmediğimizi düşünür oldum ve giderek, o güne dek hiç almadığım şeyleri almak gibi bir merakım oluştu, yengeç, karides getiriyor, bilinmez dikenli otlar kaynatıyor, brokoli, avokado gibi zamanla alıştığımız şeyleri, göz korkutan bir kavga gürültü arasında çocuklara da yedirmeye çalışıyordum. Alışkanlığımın sonu gelmeyeceğini anladım, yaşam gibi yiyeceklerin de sonsuz olduğunu, bu merakım sonucu öğrenmiş oldum. Artvin'den Anzer balı getirtiyor, aktarlardan; lumbagodan, artık görülmeyen, soyu tükenmiş olsa da lekeli hummaya (yüz yıl önce, Kabil'in suçunu tadabilmek için, seçtiği kurbanlar arasında yazık ki büyük babam da vardı, bu yüzden tifusa kinim vardır) kadar, iyi gelecek acayip yiyecekler, içecekler alıp duruyordum. Zamanla alışkanlığımı terkettim, gene bildiğimiz istasyonlardan, alışılmış şeyleri alarak, özruhuma dönüyordum artık. Şu ulu çarkta, eski dişlilere dönmemin nedenleri arasında, evden aldığım ağır eleştiriler, siyasi (bu emperyallerin malı) ve dini (bu inancımızca mekruh sayılır gibi) bazı uyarıların önemli bir payı olduğunu söylemem gerekir.

Bir gün evdekiler hep birlikte şehzade Fatih'in ülkesi Trabzon'a gittiler, yalnız kaldım, bir kaç gün sonra, yiyemediğim, gözümün kaldığı bazı şeylerle günümü geçireyim, kurduğum sofrayla, yarı sosyetemsi, az biraz aristokrat bir ruha bürünerek, şu yaşamdan, evden, semtten, sokaktan, söylemesi güç belki usul ve fürudan, hatta hep eleştiren, ağzımla kuş tutsam beğenmeyen dostlardan, hasılı varıyla yoğuyla, Galile Yuvarlağı'ndan öcümü alayım dedim. Yıllar önce (nefritin, olağan bir bedeni ziyaretinden ötürü), akşamları pek çok şeyle birlikte, içkiyi yasaklamışlardı, gündüz içilmeyeceğini düşünerek. Bu orijini çözen Conrad Aiken gibi kurnazlıkla, akşamı değil geceyi bekleyecektim artık, akşam yasaksa gece de yasak değildi ya!.. Her şeyi aldım, hayran olunacak tadı damağımızda kalacak, ruha yakın, mideye uzak ne varsa aldım. Son olarak etimsi, balığımsı bir şeyle taçlandırmaya kalmıştı iş sofrayı (cariye peksimeti, sülün ciğeri, sultan pastırması ve şahpadi buğulaması yoksa da), Kabalcı'nın yakınında ki balıkçıya uğrayıp, o güne dek nedense almaya sıra getiremediğim nesneyi, buruşuk ıslak bir kâğıtta kargacık burgacık; kalamar ve altında ederinin yazıldığı, minicik, kuyruklu yıldız görünümlü şeyleri almaya karar verdim, aldım ve eve geldim. Yaz günü olduğu için zaten epeyce geç kalmış, sofrayı da ehlikeyfçe hazırlarım derken saat karanlığın kuytusuna varmıştı... Eskinin Apulia Yolu, şimdinin Sardunya Sokağı'ndan, eve adımı mı atar atmaz, bir rüzgâr esti ve salonda okuduğum kitabın yaprakları uçuştu, kaldığım yeri kaybettim, ancak yalnızlığın üretebileceği türden bir espriyle, bahtıma çıkan şu sayfayı bir okuyayım dedim, Milorad Pavic'imsi, Arjantinli'nin tütsüsü gezen, ruhuma hitap eden bir sayfa çıkmasın mı...

Omnipotans paradoksu gibi, o an arktik bir ölüm öpücüğü gezindi benliğimde, surların üzerinden yaklaşan Akhalar'a bakıyordum, Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyor; güneş batmış, ay doğuda dağların karanlığından, kimselerin duyumsayamayacağı bir sessizlikte yükseliyordu!.. Yanıma Büyük Romulus geldi; Shantel bu gece Venue Maslak'ta ki Smirnoff Experience Russian Disco için çalacak duydun mu dedi. Biliyor musun dedim, insanlık henüz ikiyüzbin yıldır yeryüzünde, bu ne demek, insan ömrü yetmiş yıl desek, art arda üç bin kişi gelip geçmiş dünyadan, Colesium'a bile yakışmaz kara bahtlılar kalabalığı, doğrusallık belli, kanımca bu sanılır; ha var, ha yok dedikleri!.. Erguvana, İsa Ağacı derim ben. Belki de evren bir hayvan ya da tek bir mineralden. Napolyon Louisiana'yı satmasaymış, Amerika'nın dili Fransızca olacakmış diyorlar. Cansız maddeden, canlı maddeye, canlı maddeden düşünceye geçmişiz biz, ama Tutmosis zamanından beri düşünceyi kullanmayı bellemişiz. Voltaire gibi, hoşgörülü olup, servetini, köle ticaretine yatırmış teyzeniz! Din bilginleri tanrının dikkatini, şu sözcükleri yazan sağ elden bir an bile çekmesi halinde, elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini ileri sürerler. Yazlıkta oxymoron oynadık derler, sözcüklerin önüne, onun karşıtı olan bir sözcük konularak yeni bir sözcük üretme oyunu... saydam sis, yanmaz ateş, inançsız kul, kara güneş gibi, şimdi veronal içti uyudu, zira göz savunmasız ve açıkta duran tek iç organımızmış. Bir gerçeklik sonunda bir soyutlamaya dönüşebileceği gibi, bir soyutlama sonunda bir gerçekliğe dönüşebilir ha! Metafizik bilginin olanaksızlığına örnektir şu; taş bizim için yüzyıllardır taştır, taşa göre, düşüncemiz değişebilir, ama bir soyutlama olan tanrı düşüncesi, bize göre; sosyal durumumuza göre değişebilir ancak, taş varlığıyla düşüncemizi yönlendirebilir, tanrı düşüncesinin gelişimi ise yalnızca yaşayanlarla, bizlerle değişebilir. Bilir misin, Ayasofya'nın gerçek adı Fethiye Camisi'dir. Nietzsche ölmeden; Tanrı öldü demiş, Nietzsche ölünce Tanrı; Nietzsche öldü, demiş!.. Noktalama işaretlerini değiştirerek La Manchalı'yı felsefi bir yapıt haline getirebilirmişiz. Mezarlıklar insanlar gibi yaşlanır ve ölür, zulmetde bir Mughal İmparatorluğu büyür. Arap atasözüdür; insan, zamandan korkar, zaman da piramitten. Boşluğuna bakıyor boşluktaki! Abdülaziz zamanında halk trene Padişah Gemisi dermiş. Ve onlara, umarsızca başkaldıran tüm canlılara diyorum ki; kardeşlerim, belki bir sabah güneş gene doğacak ve belki de anlayacaksınız artık, bedenler ayrı olsa da ruhların bir olduğunu... İşte insanın kozmolojik serüveninde ki tek umudu ve baştacı, tanrının yeryüzünde ki gölgelerine, putsever tehlikelerine başkaldıran tek umuru; Kitap!.. O kurtuluşunuz, o kılavuzunuz olsun! İşte soykırımdan, kıya ve zulümden kurtulamayan insanoğlunun, kozmirajik, evrensel serüveninde ki başyapıtı ve tanrının yeryüzünde ki biricik sureti; günahlarımıza otacı, gazaba bulanmış, cennetlerden kovulmuş ademoğlunun özbeni ve yalnız ve yalnız onları anımsatan, onulmaz, yıkılmaz putu; Kitap!.. Onu yakın, Onu yokedin dedi!.. bitti.

Yalnızlık ürkütücüdür. Derebeylik çağlarımda (beş ve altının, karesi civarı diyelim) yalnızlığı çok severdim, ama yıllar ilerledikçe onun katlanılması güç ve insanı sonsuza yakınlaştıran bir şey olduğunu anladım. Yalnız insanın zamanı ve uzamı tozludur, köhnemiş bir görüntü verir, başka bir dünyadan konuşur gibi bakar insanın gözlerine, kapıyı binbir güçlükle ve boş yere uğraştırılıyormuşçasına açar ama gerçekte yitip gitmiş duyguların, özlemlerin kuyusundan, gizençli, görünmez bir çığlıkla haykıran, doyasıya sarılmak isteyen de odur. Ne ki bunu hiç belli etmeyecek kadar karanlık bir ruhun ve onmaz bir gururun pençesinde, kendi özbenine; ihanetsi kayıtsızlığını sürdürür. Yalnızlık gittiğin yoldan gelir diyen ozan gibi, bu paradoks gibi gözükse de, insan artık nevrotik bir tutsaklığın sarmalında; Derdimin zehri dermanımdır dercesine, sizi istemez ve tek çözümün bir insan sesinin varlığı olduğunu bile bile, kaygısız ve öylece o sonsuz ve anlamsız yalnızlığına çeker gider...

İşte yalnızlık ve yorgunluktan olsa gerek kitaba dalmışken, uyumuş kalmışım. Nedendir bilinmez yarıgece; güzelim sofrayı kuramadığım, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerin şaşkısı içinde uyandım, sağa sola yalpalarken, derin bir sessizliğin içinde, bir yerlerden çıtırtılar geldiği duygusuna kapıldım... Kapıyı tam olarak kapatmayı unuttuğumu anladım, aralayarak, koridora baktım, hiç bir şey yoktu, birileri olamazdı, daha önceleri karanlıkta devasa Carabuslar, hamam böcekleri, bir keresinde de kulakkaçan ve akreple karşılaştığımdan ürkmüyor da değildim. Ayrıca eve, yılan bile girebilir kanımca, ağaçlardan tırmanarak, pencereye yakın dallardan, açık camlardan girebilir, geçen gün, ışığı yakınca büyücül bir kertenkeleyle karşılaştım, epey bakıştık ve hamle yapınca kütüphanenin arkasına kaçıverdi, şimdi belki de yarı gülüt, orada Darwin'i okuyordur!.. Yalnızlık ürkütücü; önceleri hiç yaşamadığınız olaylar sizi bulur, cinlerle perilerle konuşur, geçmişte ki ölülerle bile yüzyüze gelirsiniz...

Çıtırtı öyle sessiz ve derinden geliyordu ki, sanki kuzeyden doğru buzdağları akıyor ve karalara doğru yüzgeçli, tırnaklı ayaklarıyla garip hayvanlar yaklaşıyor, ürküsül, kimselerin duyamayacağı bir gizillikte, ıslığımsı-uyuşuk, derin bir düşselliğin içinde, kaos çağlarından gelircesine çoğalıyorlardı. Uzun süre çıtırtının geldiği yerleri aradım, yalnızlıktan mı, sessizlikten mi bilemem yön duygumu yitirdim, odalara giriyor, yavaşça banyoya süzülüyor, açık pencerelerden boşluğa bakıyor, sanki tanımsız garip canlılar, derimde dolaşıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum ve nereye kulağımı yaslasam, ses sanki oradan geliyordu. Sonra saltık korkuyu yadsıyan, yalnızlara özgü bir duyguyla, herşeyi anlamsızlaştıran, mekanize-robotumsu bir kurguyla; evi bir kez daha kolaçan ettim... Salondan, antreye geçtim, ayna çıktı karşıma; birden içorganlarım belirdi sanki, korkum büyümüştü sanırım. Sonunda, solmuş, çökmüş bir halde mutfağa geldim ve hiç olmazsa bir şeyler atıştırayım, belki, anlağımı toplar, uyku sersemliğim de geçer diyerek buzdolabının kapağını açtım ki; Dondum kaldım!.. (Olanları gözlerim bir anda gördü, ama yazarken sıralamak zorundayım, dil böylesine sınırlı, yazında alabildiğine zorlu bir şey sanırım.) Karanlıkta kalamarlar, sağa sola yayılmış, ağzı bağlı poşet açılmış, kese kâğıdı bölük pörçük olmuş, mor-yeşilimsi bir ışın yayarak ilerliyorlardı. İçine düştüğüm dehşetten dolayı, uzun süre duraladım, sanki ölüme direnir gibi, bulundukları yerden kafilelerle çıkıp, fosforumsu-galaktik bir ışın saçıyor, halifelere yaraşır zümrütler gibi parıldayıp, yurtlarının ve geçmiş yaşamlarının özlemi içinde ve kararlı bir hilâl düzeninde dağılıyorlardı. Saydamsı, yapışkan duyarlıkla, sıvıcıl şeyler salgılayarak, yön arar gibi çalışmaları ve onlarla gözgöze gelmem, kanımı dondurmadı desem yalan olur... Kendime çekeceğim ziyafet, yemek istediğim canlıların, bir başkaldırısına uğramamla; bir isyanla, dehşet dolu anların parodisine dönüştü. Sonsuz bir ürkü ve üzüntüyle, üzerime doğru gelmelerine fırsat vermeden kapıyı kapattım.

Hızla üstümü değişerek, sanki onların benimle boğuşmalarına hiç gerek olmadığı, sizi anlıyorum, lütfen gibi sızlanmalar ve söylenmeler arasında, hep birlikte, sokağa fırladık. O insanı dehşete düşüren ışın yaymayı ve aranmayı sürdürüyorlardı. Hızlandım, gece yarısı kent tam bır sessizlik içindeydi ve kuşkunun renklerinde yalnızca iki şey vardı; onları sahile ulaştırmaya çalışan biriyle, tanrının, gerçekte tüm hünerini sergileyerek, büyük bir beğençle yarattığı, yeryüzünün kuyruklu yıldızı, gelincik çiçeği gibi alımlı; ince ruhlu, o güzelim hayvanlar... Loşlukta çöp bidonları köşebentli canavarlar gibiydi ve amorfik melodide, her yer, her şey gözlerimde, devinen, düşünen, konuşan ve üzerime doğru koşan bir canlı silsilesini andırıyor, nereden estiği belli olmayan bir rüzgâr, önce sarılıp bir şeyler fısıldıyor ve soğurup, tenimden kayıp giderek, bir daha geri gelmeyecek, solgun hayaletleri anımsatıyordu!.. Sokak lambalarının altında, o garip yaratıklardan biri; onlarla dost olmak isteyen, korkak, ama iyi yürekli bir zavallı gibi ilerledim. Bir köpek peşime düştü, hızla kaçayım derken, poşetin açıldığı duygusuna kapıldım, boğuk sesler çıkararak ve tanımsız, garip bir yaratığın hırsla soluyarak, karşı karşıya gelmelerine benzer bir şaşkınlık içinde geride kaldı. Ara sokaktan mavi lambalarıyla bir araba geçti. Sahile geldim...

Denizin sesi, yeryüzünün ilk günlerini andırıyordu. Görünmez bir çalkantının, sürekli çoğalan bir canlılığın gizeminde, düşünen bir bellek, sıvıcıl, yarı bulamaç, devinen bir beyin yumağı gibi kıvranıyor, ay ışığında kükreyerek, şimdiye dek görmediğim, ucu bucağı bellisiz, herşeyden güçlü, kürküyle yatan bir hayvan, yahşi bir umman, bir kuyrukyutan gibi salınıyordu. Kalamarın anayurduna gelmiştim. Usulca, tanrısını ürkütmekten korkan, minicik bir yaratık gibi sarılıp, okşarcasına yaklaştım ve onları büyük bir dikkat, ağlanmalar, sızlanmalarla dolu bir serzenişle, dalgaların ortasına, ta içlere doğru silkeleyerek, hemen uzaklaştım. O günden sonra denize korkunç bir saygı duyar oldum, içindeki canlılara, ışıktan yalımlara, beşikten dalgalara -neredeyse- bakamaz oldum, birileri bir şeylere zorlayınca, özel hiç bir neden yokmuş gibi, sağlık, sıhhat, yasak gibi gerekçelerle; kurtulup kaçar oldum...

Pantersever bir yazıneri, tümceleri bağlıyor ki; kaplan dendikte, onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gök de denmiştir. Şimdi insan dendik de... bunları düşünüyorum. Ve kalamar deyince; onun dünyada ki varlığını, okyanuslarda onları doğuranları, onları besleyen, çoğaltan mercanları, resifleri, onlara analık eden, kucak açan derinlikleri, derinliklerden yükselen mavilikleri, sonsuzca uzanan gökleri ve onları yaratanın adını da dile getirmişizdir diyorum... Ve birgün yokolup gideceğimi biliyorum. Zamanın, bir zamanlar sözcülüğümüzü etmiş sözcüklerle, yüzyıllarca bize eşlik etmiş olanın yazgısını simgeleyen sözcükleri karıştırmaması; garip değil aslında... İnsan olmuşluğumuz vardır; bir zaman sonra, 'Hiçkimse' olacağız. Onun gibi, bize ayrılan kalp atışları bittiğinde, herkes olacağız, öleceğiz. Ama sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler; saatlere, yüzyıllara ve bizlere, yol göstermeyi sürdürecek
...




ULUS FATİH


1+1




defterin notu: borges defteri bugüne kadar genç ve yetenekli kalemleri hep desteklemiştir, desteklemeye devam edecektir...geleceğe yönelik tüm dalların bu izleklerden yeşereceği gerçeğini unutmayarak...




Ve Ejderha Dirildi

I.

Sen ey kanımdaki şeytanı ateşleyen!

Hüküm sürdüğüm toprağıma hoş geldin;
sefalar getirdin bağıma, bahçeme!
Şimdi ben şerefine bir incir tohumu attım,
en verimli yerime.
Sana üzümler topladım şarap için.

Bu gece en güzel şarap kadehleri
kırılacak avuçlarımızda
ve çatlayacak bedenim,
bölünüp çoğalacağım siyah saçların için.
Sen ey şahlanan damarımdaki kırmızı!
Sormayacağım, şimdiye kadar neredeydin,
çünkü biliyorum,
geçtiğin tüm yollar benim için.
Ve benim içtiğim tüm sular,
onları akıttığım eller,
beni duvardan duvara seren,
çarptığım aynalar senin için.

II.

Sakın kıpırdama;
ürkütme şiiri,
geceyi ve seslerini.
Sen ey enseme üfleyen karayel!
İpin bir ucunu Ay’a,
diğer ucunu Güneş’e bağlamıştım ben;
sallanır dururdum günle gecenin ki
sanki, çöl ile buz dağının salıncağında.
Ta ki sen,
zamanı durdurunca, işte tam
o an gördüm;
şairlerin anlattığı,
takvimlerin tarihsizliğini
ve haritaların adressizliğini.
Sen tarih, ben coğrafya,
gez bende, dolaş,
oku ve yaz bedenimde kurulan
yeni yasaları.

III.

Kimin düşü, kimin düşsüzlüğüsün
gecenin eriyen damlalarında?
Bir saklambaçtan arta kalan
küçük bir kız çocuğu çıkardım omuzlarına.
Yasadan bahsetmişim az önce, siktir et!
Bütün yasaları suya, kendini toprağıma at!
Girilmemiş ormanların kuytuluklarına girdik
az önce,
konuşma.
Bildiğin hiçbir kelime yetmeyecek bana!
Sen ey doğuramadığım oğlum!
bastığın kuma dikkat et,
bir serap olabilir bu gördüğün yeşillik.

Saçları rüzgârda savrulan bu kadın,
çözülmemiş düğümlerin sahibi olabilir.
O düğümler ki, kimi kuyu kovalarına,
kimi hilâle atılan hamaklara bağlıdır.
Sen ey fırtınaların şaşırtmadığı rotam!
Bekliyorum işte gel çöz şifremi
ve kilitle beni ömrünün kasasına.
Kalayım orada,
ışığının saflığında.
Konuş şimdi, sana yeni bir sözlük verdim.
Kimse duymasın, görmesin, bilmesin, koklamasın.

Sen ey kanımdaki şeytanı ateşleyen!

Şiir: Aylin Güven



* * *


I.


Eriyik bir maden bu bacaklarımızın arasındaki..
Solungaçlarından zimmetli bir balık..
Ya günahı uslandıracağız
-Ki yosmalığın gereğidir günahı devşirmek
Ya da işlenmiş miğferleri koşacağız
Çarşaf mezarlığımıza.

II.


Bu kapıyı şimdi sen aç,
Aç ve gör tırnaklarına boyadığın gökyüzünü!
Ve mavi,
ve mavi şipreli oynaşır
kasıklarımızda. ..

. . . (satacağım noktalar için bir parantez daha!)

O bol çığlıklı balçık hasadında,
Gökyüzünü kusan
güneşi gördün mü!. . .!

(-Bu yüzden içimde biriktirdiğim çocuklar var,

güneşli çocuklar-)

Her saniyede ban-a senden...
Kibeleden daha fazla..


III.


Gür ölülerle nefes alan bir âşık,
İki meş'ale yaktı
taş tapınakta.
Birinin adını koydu: (...) *
Öbürünün adı kendi adı: Ekrem
Sonra kırdı iki kulak memesini
birden.
Sıkıştı mumların ceddine
Ve ceddini sürdü
Mısır ununa soyunmuş süngüye.
Sonra âşık,
Bir şairin eskizine bastı
adamakıllı.
Eskiz iki günah oldu:
Umut/Şiir.
İki günahı birden işledi
âşık düşünüp.
Ve meş'alenin yedisini birden
söndürdü usulluğunca,
Parmak izlerini döküp.
* üç nokta

(Bu hikâye bir yalancıdır, yazanı hiç olmadı zîra...)


Şiir: Gözde Burcu Narin


MANYETO// Hakan İşcen






M A N Y E T O

aynaya baktım
göz kırptım;
göz kırptım...
ağ attılar üstüme
enseme çivilendi
kefenlendim.

metal tırnaklı pençeler
başladı tırmalamaya
saatlerce yorulmadı.
çocukluğum düştü kucağıma
döküldü tutam tutam
üflediler; dağıldı...

kapılar kapandı
askılandı kemikler
bütün isimler aşındı.
manyetonun arsız takırtısı
paslı ıslak titremeler
mutlak varlık; acıydı!

sulandı soğuk taşlarda
sağır dilsiz yanıtlar
kana tuz katıldı.
hayalar mengenelendi
aç kaldı sorular
sessizlik... sessizlik... sessizlik…

aynaya baktırdılar
göz kırpmaya çabaladım;
göz kırpmaya çabaladı

Hakan İşcen




Fenafil Gazel..// Süha Tuğtepe





Süha Tuğtepe
1956 yılında Cide’de doğdu,
Şiirleri :Yarın, Varlık, Düşün, Broy, Şiiratı, Borges Defteri ve birçok edebiyat dergisinde yayımlandı.
İlk yapıtı: “Yüzler ve Zarflar” 1985 Akademi Kitapevi Şiir ödülüne değer görüldü.
1986’da Broy yayınlarının ilk yapıtlar dizisinden yayınlandı.
1989-1990 Yunus Nadi Ödüllerinden yayınlanmamış şiir dalında ödül aldı.
Bugüne kadar yayımlanan beş şiir kitabının yanında geçtiğimiz günlerde Nişantaşı-Nişantaşı adlı anlatı kitabı yayımlandı, bu kitap bir dönemin ve bir semtin insanlarına öznel anılardan hareket ederek ve daha “estetik müdahalelerden” önce kültür öbeği bir cadde-(Teşvikiye) ve barındırdığı kültür potasını anlatır.
Şimdilerde…şimdilerde…sağlık mücadelesi veriyor bu güzel insan, edebiyatımızın üretken kalemi.. Şaire dost bağından acil şifalar diliyoruz. Orhan Veli’nin çevirdiği pek bilinmeyen bir Hayyam rubaisini ithaf ederek…

Vakta ki beni gamlı görürler şadım
Vakta ki harabım sanılır abadım
Toprak gibi sakin ü hamuş olduğum an
Göklerde iniler nice bin feryadım
” –Hayyam, çevirisi: Orhan Veli

“bu da geçer” Süha… bu da geçer, sen ki bitap derviş, sen ki uslanmaz kalender, sen ki sokakların unutulmaz dostusun.. “seyrek zamanların” “Fanefil” gazeli…


BORGES DEFTERİ MODERASYON GRUBU


I.

Karanlık Çağlar: Oyun Bitti!

İçi eksilmiş
Bir cisim, oyunlardan arta kalan…
Gizliyor boşluluğunu..
Adı:
İnsan.

Öfkeden sızan
donmuş acı bir sıvı
bir mum
dikiliyor hayata.
Yandıkça dibinde
aşkolsun,
dik güneşte gölge kadar bile olsa
bir güzelhayvan bulana..

* * *


II.


Fenafil Gazel

Kutubum yok ki benim
ne güneyi,
ne kuzeyi çekeyim.

Yönüm yok ki benim ,
ne doğuya
ne batıya gideyim.

“Hayat sen ne fenasın!”
Dünya sen ne güzel!..
Çekiyorum üstünde
Hafız Burhan gibi
Fenafil bir gazel.

Vaktim çok benim.
Dolanıyorum hem aşka,
Hem ayrılığa..
Parlıyorum rugan gibi
hem ayağıma
hem ruhuma.

Uzaklardan
Karanlıktan geldim,
Girdim koynuna.
İnsan mısın nesin!
Eğil de bir bak boynuma!

Boynum!
Boynum!
Kendine eğri,
aleme dik boynum!
Tartıyor işte yıllardır taşaklı kantar gibi,
Asıldıkça hayat,
Koptu kopacak ömrümü.

Ah benim hali ahvalim!
Kaşıklanmış ayva gibi
yumuşayan bedenim.
Çevir yüzünü!
Taşıyor işte yıllardır,
Koltuğunun altında o kuğu,
İstesem de öpmediğim boynumu.

Göçüp duruyorum,
bu kirli yuvarlağın,
güneşinden güneşe.
Önüm yıldızkarayel,
Ardım keşişleme,
Bir yarım lodos; gitme esinti.
Bir yarım yırtılmış fırtına.
Savrulup duruyorum
Göklerden sulara
Sulardan göklere.

Ah benin hali ahvalim!
Duramayan,
Kalamayan belalım.
Korkma..
Sakız gibi
Şiirler ve insanlarla yıkadım
Ben senin
Ele-avuca sığmaz içini.

Süha Tuğtepe





Bir Passivum*’un Yükselişi // Hamuş





Bir Passivum*’un Yükselişi
Tüm Beyazlardan daha beyaz bir zeka oyunu!

“Söz konusu ne olursa olsun, bir şeyi tamamlamanın çağı değildir çağımız. Parçalar zamanını yaşıyoruz”- Marcel Duchamps

“Bizler, adalet sular gibi çağlamadıkça ve haklar gür bir nehir gibi coşmadıkça, katiyen tatmin olamayız ve olamayacağız.
Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların ateşiyle bunalmış olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek…” M.Luther King-ünlü “Bir Hayalim Var” konuşmasından..

sözlerime neden M.L.King’in bu tarihi konuşmasıyla başladım? Çünkü sözde “zafer” sarhoşu bir dünya Obama’nın dilinden bu veya buna benzer bir cümle ve “adaletin sular gibi çağlayacağına” dair bir sözü hiç duymadı, duyamazdı, çünkü ikisi arasındaki o büyük uçurum SOKAKTI.
M.L King sokaktan geliyordu diğeri ise sistemin ta kalbinden geliyor!..


Biz şimdi bu kendilerince “iyi dilekli” değişim fenomenin perdesini biraz aralamaya çalışalım. Ama öncesinde bir noktayı hatırlatmakta yarar var, Amerika’nın genel nüfus dağılımı ve gündelik hayatta kullanılan diller arasında İspanyol kökenlilerin önlenemez artışı-yükselişleri ve nerdeyse tüm kıtayı (ülkeyi) Noam Chomsky’nin deyimiyle “tehdit” eder duruma gelmeleri de sistemin hala İngilizce konuşan ve bir biçimde ona entegre olan siyahlara karşı düne kadar oluşturduğu gardlarının tamamının indirilmesi sonucu getiriyor.

Tarihsel yanılgılar-doğrular:

Her insan düşünmekte olduğuna inanır ve düşünürken zihninde bulunan şey onu o anda ilgilendiren fikirlerdir, buna göre insanların zihninde şu sözcüklerle anlatılanlara
benzer birçok fikrin bulunduğu kuşku götürmez: düşünce, devinim, değişim, insan ve daha birçokları.
Şimdi oturmuş eski düzleme sahip bir “oyunu” tekrar izliyoruz, Siyah’ın sezdirmeden beyaza bürünme ve de aslında ne temiz bir beyaz olduğu oyununu ibret verici biçimde takip ediyoruz.
Keşke şu yeryüzündeki tüm sahneler, dizeler, hatta politik arenalar o Shakespeare’in 102.sonesinde olduğu gibi gerçekleşebilse, bu gerçekten çok güzel bir şey olurdu:
“Aşkımız çok gençti, tam çiçeği burnunda,
Aşkımızı kurtarmak için çınlıyordu fidanlarım
Böylece Philomeles çırpınıp durdu yaza karşı
Ve günler olgunlaşınca şarkısını kesiverdi.”

Ama durum böyle değil. Hangi siyasal toplulukların zafer kazanacağının bir önemi yok artık: bizleri çiçekler açmış bir yaz beklemiyor, beklemeyecek, kutup gecesi bekliyor olacak, buzlu karanlık ve sert bir gece, eskiden olduğu gibi. Gerçekte hiçbir şeyin bulunmadığı yerde haklarını sadece imparatorlar değil, tüm sınıflar yitirir. Bu yok edici kışın ardından kaç kişi ilkbaharı yaşar? O durmadan sırtından hançerlenenler, bu insanların vicdanları ne duruma gelmiş olur?
Acıdan ya da gösterişten başka çıkar yol kalmayacaktır onlara ya da hiç de az rastlanır olmayan şu son çözümü benimseyeceklerdir: en azından modayla zorlanmadıkları zaman-yazık ki bu da sık görülen bir şeydir- yeteneği olan tüm kişiler üzerlerine çöken bıkkınlık çölünden dolayı dünyadan gizemli bir biçimde el etek çekeceklerdir. Bütün bu durumlardan şu sonuç çıkar ortaya: bir kısım insanlar yükümlülüklerinin gerektirdiği düzeyde değiller, dünyayla, olduğu biçimiyle ya da alışılmış biçimiyle onunla boy ölçüşecek durumda değillerdir, hiçbir durumda ne nesnel olarak ne de olumlu olarak, sözcüğün en geniş anlamında sahip olduklarına inandıkları kültürel-politik yönelime sahip değiller. Onlar için yapılacak en iyi şey alçakgönüllülükle ve dolambaçsız bir biçimde insanın insana olan kardeşliğini geliştirmek ve bunun dışında da kendini iyi niyetle gündelik çalışmalarına vermektir.
Tarihin gelmiş geçmiş kıtalar ötesi, okyanus ötesi katiller sürüsü beslemeli bir sistemin baş aktörlüğüne soyunan sözde siyah ama en beyaz sembol için kurban ayini düzenlemek değil!
Politik zemin, sert tahtadan dayanaklar çıkarmak için direngen ve sıkı bir çaba göstermeye dayanır. Bu çaba hem tutku hem göz keskinliği, kültür, tarih birikimi gerektirir. İnsanlar her zaman ve hiç durmaksızın olanaksıza yönelmeselerdi olanaklıya hiçbir zaman ulaşılamazdı sözü son derece doğrudur ve tüm tarihsel deneyler bunu doğrular.
Dün olduğu gibi bugün de siyasette belirleyici araç şiddettir, bunu kavradığımızda araçlarla amaç arasındaki gerginliğin ahlak açısından nereye kadar gideceğini anlayabiliriz sanırız.
Yeni bir bin-yılın giriş kapısında Yuri Krassin bir terim ortaya attı ve adına” uygarlık krizi” dedi.
Günümüz insanını ve de nerdeyse tüm yerküreyi bir varoluş sorunu içten içe yakıyor, insanoğlu artık sadece maddesel değil, kültürel ve de psişik bir yıkımın merdivenlerini hızlıca tırmanıyor.
“Her şey insan için” diyebilen düşünce akımları ve dünya görüşleri bile olanakları-kapasiteleri içerisinde ve de ellerinden geldiğince yaşayan somut insanı ve bu insanın psişik sorunlarını “unutmayı” yok saymayı yeğliyorlar. Sürekli bir yadsınma durumu çıkıyor karşımıza.
Görmezlikten gelinen insan unsuru ve insanlığın sorunları varsayımlar ve suni destan-sahte kahramanlar üzerinden üretilen masallarla çözümlenmek isteniyor.
Milyonlarca insanı kendi çıkarları uğruna kurban eden bir sistem çıkarı gereği tek bir insanın bile psiko-sosyal yaşamını irdelemeyi mubah görür, çünkü o psikolojik kimliğin çözümlenmesiyle nerdeyse-belki- bir çağın nitelikleri daha anlaşılır kılınır. Makro bir zaman diliminin tüm psiko-sosyal çatısını göz önüne serer.
Kimi zaman onlar için bireyin öznel nörozlarını tartışmak, çağın genel nörozlarını anlamaya büyük katkılarda bulunabilir.. Ama gelin görün ki öte yandan ta geçtiğimiz yüzyıldan beri başta W. Reich, Horkheimer, Adorno, Lukacs, Bruckner gibi düşünürlerin ortaya attıkları o hakkaniyet dolu soruların çoğu henüz yanıtsızdır. Burada hep bilinen bir gerçek bir kez daha hatırlanabilir; yerkürenin her bir yerinde buna Amerika kıtası da dahildir, ve de her çağda-2008 yılının Kasım ayı neden olmasın?-
Yönetici sınıflar ve onların kültürel-politik temsilcisi sayılan Beyaz veya Siyah derili ideolojik temsilcileri daha işin başından beri uyruklarını olması gerektiği dışında(kendi istedikleri doğrultularda) düşünmeye koşullamanın türlü yollarını aramışlar ve de bulmuşlardır. Bu durumda kısmı olarak normalleştirilmiş insan psikolojisi, kesinlikle o insanın (ya da sınıfın) ekonomik konumunu(bazını) yansıtması gerektirmemiştir. Hatta çoğu kez tersi durumlar ortaya çıkabilmiş ve çıkmıştır da:
Tarihin muhtemel en beyaz siyahı O-B-A-M-A!.. Shakespeare bile külahını ters giydirecek “sahne” oyunu gibi..
Yuri Krassin’ın ortaya attığı “uygarlık krizi” tanımlamasını bayrak yaparak yeryüzündeki böl-yönet-dağıt-parçala enerji potansiyeliyle beraber bir psikolojik savaşı da hepimize dayatıyorlar, oysa krizin merkezinde ta kendileri var, yaptıkları şey yaratan-üreten güçleri itinayla gizleyerek göz ardı ederek başka potansiyellerin önünü keserek, bütün bu kan-gözyaşı, yıkım felaketin merkezindeki baş aktör olan monopol kapitalizmin düştüğü bataklığı göstermemekten ibarettir.
Gözler bu kez Siyah renginden yana olsun isteniyor.
Siyah gözün cazibesi tartışılmazdır, ya güzelliğin insani yasaları?
NERDE?
Kendilerinin atadığı bir figür:Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai artık yalvarıyor, yakarıyor: ”ne olur kesin artık sivil insanlarımızı bombalamayı” ve bunu direkt O-B-A-M-A ‘ya söylüyor: oysa kulakları sağır, duymaz o, hatta selefini(Bush) Irak politikalarından dolayı eleştirirken:"Önce Afganistan’ın işini bitirmeliydin, sonra kolları Irak için sıvamalıydın" diye eleştiriyordu! Yani bizim genç Harvard’lı hukukçumuz bu denli insani değerlere yakın birisi.
O topraklarda hep bir vitrin, dekor vardır, birde temel yapı-foundation denilen şey, bu geliş vitrini aldatıcı biçimde süsledi, ama temel harcı- kimyası hep aynıdır, aynı kalmalıdır.
Tüm beyazlardan daha beyaz olan bir zeka oyunu var karşımızda.
Amerikalı ünlü gazeteci Thomas Freidman seçimlerin tam ertesi gün ne yazdı, yazının en can alıcı yerinden şöyle bir ifade yer alıyor, ki her şeyi fazlasıyla açıklığa kavuşturuyor:
“4 Kasım, Gece saat 22 den sonra Amerika’nın tüm iç savaşları sona ermiştir”.
Bir dünya anlamı barındıran bu cümleyi gelin bir daha okuyalım, acaba Friedman şunu mu demek istiyor ; bu zafer Lincoln ve M.Luther King’in de zaferi idi, zafer sadece insanlarımız için bir (belki) anlam ifade eder, dünya için bir umut olmaktan çok uzak bir yerde yakılan mumdur sadece!..
Gelecek günlerde tüm dünya bir gerçeği er ya da geç öğrenecek:
Herkul’un yeni görevi Altın boynuzlu Ceryneion geyiği’ni yakalamak mı, yoksa eski kralın( Bush olarak adlandırın şimdilik) ahırlarını temizlemek mi? Bizim Harvard'lı "Herkul", Alfe ve Pane nehirlerini birleştirerek ve yeni daha güçlü bir akım yaratarak o ahırı temizleyece ve dünyadan özür dileyecek!!! (ne hoş bir rüya).

Bizim umudumuz ise şimdilik derin dondurucuda saklıdır…
Ruhunda Ronald Regan resmini taşıyan ama o resmin üzerinde ”I have a dream” yazan bir figürden coğrafyamız adına zerre kadar umudumuz yok.

Hamuş

*:passivum: eski Latinlerde ses özentisinde olanları tanımlardı, bizler şimdilerde tarihe vergi sesleri tekrar duyar olduk..


Melek Sesli Lisa Gerrard // Radio Poem



Melek Sesli Lisa Gerrard

Radio Poem dosya arşivinden: Steven Hill’in hazırlayıp sunduğu Art Space Programın(Dead Can Dance'i tanıtan) tamamını Lisa Gerrard & Brenden Perry ve defter okurlarına ithaf ederek yayınlıyoruz. Bu efsanevi grup ve gerçekleştirdikleri enfes çalışmalar her zaman en iyi dinleyicinin arşivinde yer alacak..

Radio Poem
Borges Defteri - Powerd By Radio Poem


“İrlanda kökenli Avustralyalı iki müzisyen olan, Brendan Perry, (baritone) ve Lisa Gerrard, (contralto) tarafından 1981 yılında kurulan "Dead Can Dance - Ölüler Dans Edebilir" grubu, Yakın ve Ortaçağın karanlığında kalmış müziklere günümüzün ritm ve enstrümanlarıyla yeniden yaşam veriyor.Şarkılarında işlediği efsaneler, sembolik ve gotik temalarla, Perry’nin elinde yeniden hayat bulan eski enstrümanları kullanarak kimi zaman gothic rock kimi zaman da Ortadoğu’ya kayan melodileri kullanıyordu. Gerrard ve Perry’nin atalarının müzik ve dillerine yeniden hayat verme çabası, şarkılarında İngilizce’nin dışında eski Katalan ve Briton dillerine de yer vermesiyle devam etti.”-(wikipedia)


Nano Teknolojinin Kutsal Kasesi // Leon Felipe



Tüm yerkürenin, tüm zamanların yazı göstergelerinin
ve alfabelerinin anlattığı makus kader...Yaşamın ölümle, ölümün yaşamla taçlanmasına isyan eden aziz kapitalistlerin, kibar globalistlerin, şirin emperyalist reklamcıların, taşakbüzen deniz korsanlarının, çılgın güç sahiplerinin sahibelerinin tanrıya yakarmalarını, kurban adamalarını anlatan bölümlere sahiptir. Yüce güç TV'nin alıkoyduğu suretlerini göremeyecek olan bedene hapsoluklanmış acı virtüözleri mütemadiyen yaşamak ve kendilerini tanrısal kılmak için nano teknolojinin kutsal kasesinden içiyorlar şu ara. Afiyet olsun. Ulu bireyin yaradılışından bu yana, modernite denilen kuyruğu kıvrık canavar malumunuz insan avındadır. Bilgi ve zeka, düzgün konuşulan diller ezberleyenlerce sürek avındaki köpekler gibi takip ediliyor. Kıstırılıyor, ya yere seriliyor orada ve katlediliyor ya da kahraman avcıların, şapkalı aristokratların salonlarındaki şöminenin üstünde tüketilene dek sergileniyor. Mesela asil ödül Nobel aşikar bir sürek avından başka nedir ki? Kutsal yaradılışlarına, kendilerine tapan seçkin budalaların zekerlerine su yürümesi için mutluluk çubuğunu icat eden bilim adamına verilen ödül, bu amsalakların ceplerinin dolmasına yarayacak basit bir çip, yaşamlarını uzatacak organ nakli, kimyanın kutlu geçmişini deşerek gözlerindeki çapakları, alınlarındaki kılları sökecek bir ilaç, bilimin mukaddes ilerlemesine ödenilen para ve altından bir madalya karşılığında kandırılan bilim adamının insanlığa olan hizmeti yerine birbirleriyle evlene evlene eblekleşmiş zenginlere adadığı keşfi ne ki? Sıradan ama yeni bir avı kendini her şeyi yapabilecek güçte gördüğünden deliren neoldumbudalası bireyin kutsal kasesini dolduracak olan şehvetli çil çil altınları bu keşifler bizim başımıza bomba veya bakkalda satılan coca cola, teknosada satılan cep telefonu, yataşta satılan plastik yastık, eczanede satılan ağrı kesici, benzinlikte satılan çocuk arabası, tiyatroda satılan gevrek kahkaha, kitapçıda satılan Kar romanı. Ah edebiyatta kibar adı globalizm olan emperyalizmin ağına düştü düşeli mi diyeceğim sanıyorsunuz. Hayır, edebiyat şu geoid dünyamızda her daim canı sıkılan ve vakti bol olan zenginlerin oyuncağı olmuştur. Divan şiirlerinden Proust'a, Fuzuli'den Rimbaud'ya, Tolstoy'dan Orhan Pamuk'a, Selçuk Altun'dan Salinger'a bu nalet edebiyatı kullanan adamlar oldular. Talihsiz güzellik. Fuzuli'nin bir devlet memurluğu için atmadığı takla kalmadı ama zenginlerin gözüne budak olamadı. Onların hoşuna gitmeyen şeyler yazdığından tabi ki. Orhan Pamuk hemen zenginlerin bir numaralı yazarı oldu, onların hoşuna giden şeyler yazdığı için tabi. Tolstoy dünya klasiği oldu, zengin olduğundan kimsenin hoşuna gitmek zorunda kalmadığı için istediklerini yazdı ve ta taa...zenginlik onun hoşuna gitmedi. Salinger zenginleri yazdı, derdi olan zenginleri. Yoksulları da yazdılar tabi bunlar, şiirsel ve ölüm yolunda acı çekerken. Zenginler sıcak koltuklarında okudular Necib Mahhfuz'un Mısırlılar'ını ve gittiklerinde Kahire'ye herkesi minnoş sandılar. Ne güzel dünya.
Yoksullar Kemal Tahir'in mayk hemırlarını ucuzundan alırlarken sokak sergilerinden paylarına zenginlerin para için nasıl katil olduklarını okumak düştü, amanin rezalet Agatha kıristiler acaip revaçtayken adalet yerini buluru öğrendiler. Oysa bu esnada zenginler ikinci kin dolu dünya savaşıyla varlıklarını katlayarak kesinleştirecek bir savaşla, eskaza zengin olmuş sıradışı yoksulları ezmekteydiler. İşte tüm bunlar olurken birden bire üstün zekası olduğu sanılan Orhan Pamuk Cevdet Bey ve Oğulları'nı yazarak hayatımıza girdi pattadanak ve anımsattı bana edebiyatın ne de pahallı bir iş olduğunu. Ama Edebiyat birçok şeyi anlatmadı. Kenan Kainat'ı ve uyguladığı zulumu da anlatmadı, Koç'un polislere ve askerlere satın aldığı evleri, arabaları, yatları anlatmadı. Bunlar yerine halkı tasvir etti. Halkın zihninin nasıl çalıştığını açıkladı sayın Orhan Pamuk ve onun romanları hemen asil insanların raflarında yer aldı. '' Bu türkler de pek safmış yahu!'' diye kazıklamak için sıraya giren Du Pont ilaç firmasının yetkilileri, Ludhbeck sanayi sahipleri filan ipucu elde ettikleri romanlarla mis gibi bir tüketim toplumu, enayi pazarı buldular önlerinde. Nobeli hak edecek kadar iyi tasvir etmişti Orhan Pamuk halkını. Bir kahvede günlük yirmi liraya çalışarak felçli babasıyla anasına bakacak bir adam olmamayı '' Bu salaklıklara harcayacak zamanım yok.'' diye kestirip atarken onun gibi aynı minvalde kelime kurşunu sektiren Perihan Mağden gibi cevval gözüken ama çıtkırıldım hanımevlatları türedi. Hiç yeni bir şey söylemediklerini ise kimse anlamadı. Olanı biteni gizli kapaklı söylemek kolaydı tabi. Her biri bir Sezen Aksu oldu çıktı. Işık doğudan yükselir. Ex oriente lux. Salak bir fransız şarkısını alarak anlayana budadılar ve Güneri Cıvaoğlu gibi bronz tenlinin önünde itleriyle oynadılar eski bir aşık sultanın yanık yalısında kırıttılar dünyaya. Ah benim talihsiz güzelliğim edebiyat! Sanat. İçler acısı bir tüketim özgürlüğünün çapası olmuş, televizyondaki afiş, mafiş sanat programlarında '' Benim sevdiğim estetik estetik ve benim dinlediğim müzik müzik, resim resim, g.t g.ttür'' mottosuyla hareket eden paralı insan avcısı gazetecilerin yalakalandığı götoturu yaşayınca kıçı büyüdüğünden kendini sanat uydurmaya adamış insan tipi: Duyarsız onursuz, salak.
Dostoyevski'nin yirminci yy. insanının sahip olacağı tek özgürlüğün tüketim özgürlüğü olduğunu söylemesinin üstünden bir yüzyıl geçti. Derken hala insan karakterini deşifre etmeye çalışan adamlarla karşılaştık. Bunlar bilimi ve saatı bir güzel budadılar. Anlaşılamayacak hale getirdiler. Canları sıkıldıkça yeni ve iğrenç şeyler, nesneler arattılar tüketmek için. Arada bir yerde '' Müze çağdaş toplum için şarttır. Gerikafalılığın alemi yok. Bak Amerikaya her kasabada bir müze var...'' diyen sahtekar edebiyatçılar türedi. Bunlar '' Sen benim kadar ne biliyorsun yaşam, yiyecek, kadın, tarih, sanat, langırt ve play sation'' hakkında diyecek kadar da gençleri boğmaya meraklı kulamparaydı. Mungan gibi biraz dramaturji, biraz acıklı Kürt şiiri, devrim şiiri filan karala…Ayyy aman, Oscar Wilde da senin gibiydi yahu. Da herif yaşadığı toplumda bir devrim yapmıştı ayrı mesele. Bu yazı böyle sonsuza uzanır. Nefret dolu muyum neyim ben de anlamadım ki! Hayır gerçekler böyle olunca da susamıyor ki insan. Şimdi yazdıklarım birer palavra gibi geliyorsa size kolay incelemek: İnternet. Biraz parmak atın camekana pat görürsünüz son on yılda alem ne peşindeymiş. Yazı biraz magazine döndü gerçi ama ne yapalım yani? Magazin dedikleri şey sayesinde cezaevinde ölenleri, Irak'ta öldürülenleri, Batman'da aç kalanları, Siverek'de ağası yüzünden katil olan dokuz yaşındaki çocuğu unutmuyor muyuz? Ben dünyalıları iplemem birader, Bushgillerdenim ben hoop. Dağıtırım diyen maganda zenginler kadar, edebiyat okuyarak kibarca '' Affedersiniz ama söyledikleriniz hunharca bir tenkid ve aslında ben de insanları önemsiyorum ama vaktim yok. Çok çalışıyorum. Üretiyorum. Siz se oturmuş insanlar laf atıyorsunuz. Bir şey üretseniz belki daha çağdaş olabilirsiniz. Primitifsiniz canım aaa!''
Ne yazık ki dünyamız insanları artık gerçekleri sevmiyor. Eh onlara bireysel kurtuluş sunan nano teknolojiler, oyunlar, filmler ve güzel mi güzel romanlarla alışveriş merkezleri olunca ne gerek var şimdi yaşama! Gerçeğin güzel olmasına ve sevmeye. Boş verin siz. Kahraman roman yazarı, yüksek lisans yapan tarihçi, bilim adamı olun gidin amerikaya, ingiltereye gönüllü hizmetkarı olun sermayenin, ucuza kapatsın sizi aristokratlar.
Leon Felipe


Diyalektik Mantık ve yaşam istenci // Sufi



Diyalektik mantığa göre ölüm hayatın parçasıdır, bu gerçeği kimse yadısıyamaz.
Hatta bu tümceyi tekrar etmekten bile sakınmıyoruz.
Yine de o “parçadan” kaçmanın yollarını arıyoruz. Ben hayatı sevmiyorum cümlesini söylemek için cesaret mi gerekiyor? Yoksa başka bir şey mi? ..bilemiyoruz.
Ya o bütünü kavramak çok mu zor? Hayatı bir bütün olarak..hani.
Sevmek yanılsama olmamalı..
Sürekli can çekişen ama ölmeyen, ölmemesi için efendilerin de kölelerin de ellerinden geleni yaptıkları bu sistem; hem öldürür, hem de yaşatır: açık yara gibi, kan kaybıyla, bilinç yitimiyle, kısmı felç halinde, lağımda ve pisliğin ortasında, ağzında linç isteği!..
Sistem, el ele, el birliğiyle, genişler, esnektir: Yitirdiği şeyin kendi hayatı olduğunun farkında olmayan bön ve budala yığın, seve seve yer aldığı sistem içinde itişip kakıştıkça, basamağı sürekli artan merdivenin en altlarında herkes birbirini ezip tırmanmaya çabaladıkça, sistem yaylanır, esner, herkesi kapsamayı bilir.
Üretim, tüketim, seyir, eğlence, boş zaman, görüntü, gürültü, iktidar hırsı dışında kalma ihtimali taşıyan, ya “birey olma” “farklılık”, “marjinallik”, “özel hayat”, ..gibi söylemler, denetim ve pazar içi kılar, yada toplum düşmanı olarak damgalar, deli, meczup, aşırı romantik diye adlandırıp tanımlayarak, dışlar, kapatır, bu kabuğu kırmak kimin işi? Kimler buna ihtiyaç duyar?
Oysa cebinizde anahtar demetine dokunarak “tıngırdayan” bozuk paralara sorun ve ardından hep birlikte o “bireyin” ruh haritasına dokunalım:
Herkesleşen, herkesleşmenin huzuru ve güveni içinde mutludur artık..

Ve ben homurdanıp duruyorum gecenin zulmet deminden , yorum bilgisinin ağır aksak çarkı yorgun düşürmüş zihnimi açmıyor, “bir ah çeksem” diyorum, nasılsa dağın yıkılacağı yok!
Geceyi sabaha bağlayan açık gözlerim,
Baş ucumda bir el,
“bu ellerle nasıl yazısıyorsun?” diyor,
-“bırak, okumayı, yazmayı sur, dinlen biraz”,
Ben düşümde nehir boyunca ilerliyorum epey bir zaman. Sonunda denize ulaşıyorum.
Kayalıklar boyunca ilerliyorum.
Gelmiş olduğum tüm yollardan tekrar geçmek zorundayım,
Birden, hiç yoktan bir balıkçı ağı sesi yankılanıyor zihnimde
“Ah bir teknem olsa, ufak.” ..diyorum..
Korkmuyorum.
Hiç ışık yok,
Yalnızca renkli kelebeklerin kanat sesleri, fenerin hayali ve düşsel nehir sesi var zihnimde,

Rüzgar esmeye başlıyor
Yağmur durumuş, toprak kokusu var havada,
Sanki İstanbul’dan kopup gelen bir rüzgar bu,
En güzel saten örtülerin görünmez büyüsüyle sarıyordu tenimi..

Ve diyorum: “
öz benliğimizle ilgili geçmişimizin o izi her nerede
alınıyor ve bizlerce terk ediliyorsa; bilinmeden geçiyor ve de yeni sorgulamalarla yeniden ortaya çıkıyorsa; dünya orada dünyalıyordur
.”-Martin Heidegger
İşte böyle bir şeydir yaşam+ dün-ya!
Her şeyin açıklığı içinde yaşayan
bir “bilginin”-“bilgenin” esirgeyici eline bakar daima,
Doğumla ölümün, nimetle kötülüğün yolları bizleri Varlık’a dönüştürüp durdukça, bağlı olduğumuz hep nesene dışı bir şeydir şu gördüğünüz Dünya..

Geçtiğimiz günlerde Enis Batur’un ölüm-ölümsüzlük üzerine yazdığı yazılar nihayet elime ulaştı, o yazı dizilerini okurken ben istem dışı sıradan fanileri düşündüm ve her “ciddi” E.B okurunun az çok bildiği onun o “ölüm kaygısı” kavramına bir daha yoğunlaştım, ölüm kaygısının yararsız bir şey olduğunu o da biliyor ve o da bilir ki yalnıza “kıt” bir zeka ölümden çekinebilir. Spinoza’nın dediği gibi: “sentimus, experimurque, nos aeternos esse”.
E.B’nin yazısını baştan sona bölerek geçen kavram ise ölümsüzlük şeridi oldu benim için, “göç” kimler için en büyük yanılsamadır ve neden ayrıca yaşamsal yanılsamanın “düzenlenmesini” temsil eder diye bir soru bile sormadım yazının sonunda.
Yaşam istencinin, hayata tutunmanın da en büyük uyarısıdır, dedim kendi kendime-fısıldayarak-.
Ya da: Bencilliğe karşı çekilen esrarengiz duvar.

Doymak bilmez istençler rüyalarımızdan bile uzak dursun! Yeni kederler, ıstırapların da asli kaynağıdır çünkü. Sanat-Edebiyatın şu küçük oyunları da olmasa istencin türlü hareketleri nasıl tasarım düzlemine taşınacaktı? Gerçek evreni dönüştürme, bilen özneyi dönüştürme ve ona düşünce içinde bulunmayı dayatan şey..
Gündelik olanı hep ikiye bölerek özünü çıkartmak ve tekrarın yorucu vurgusuna karşı yorumlayıcı bakışı seçerek yaşama yeni pencereler açarak ilerleme düşüncesine nasıl bir yanıt vermeliyiz? Fenomenal gerçeklik içersinde uzam ve zamanı bildikten sonra, yanıt vermeseniz de olur..


Sufi.






Zamanın düşündürdükleri..// Hamid Farazande


Image and video hosting by TinyPic

Susan Sontag'ın anısına;


Zaman geçtiğinde, boyutunu kaybeder, uzaklığı ile yakınlığı bir olur; tek bir noktada, bellekte odaklanan uzun bir çizgi olur. Zamanın çizgisi, uzaklığı ya da yakınlığı kaybolunca, farklı tarihlerde geçmiş kimi farklı zamanları aynı anda deneyimlemek mümkün olur. Yalnız bir demde birkaç ayrı zamanda yaşanarak gaip olan yakalanabilir: Rüya gibi.

Herkesin belleği doludur farklı zamanlarla: Su bol, eksik olan
sususuzluk.

İmdi birkaç zamanda yaşayabiliyorsak, rüyada olduğu gibi, hayatımız uyurgezerlik içinde geçer, başkalarının çekiç gibi başımıza indirmeye hazır bulundurdukları "gerçekler"'den kopup rüya âlemine mensup
oluruz, deli demelerine ramak kalırken. Ama geçmişin eşzamanlı yaşanışında, her dem içinde bulunduğumuz zaman – şimdiki zaman- unutulmaz ise, "gerçekler"den gerçekten kopuk iken, kendi gerçeğimiz Zaman'la dolar, mevsimler ile dolup taşan doğa gibi: İlkyazda kış soğuğundan titreyen, kışın karlar altında goncalanmayı
rüyasında gören dört mevsimli bir ağaç: Baştan başa çıplak, renk renk
rüyalarıyla. Kırık bir aynada kendime bakıyorum, kırık parçalarını kendimin yaptığı kırılmış bu aynada kendi aracılığımla kendime bakıyorum, sevmediğim parçalarımı aynanın görülmeyen yüzüne sürgüne gönderiyorum, yazı çerçevesinde istediğim yüzümü sözcüklerin
zincirine teslim ediyorum. Bu görüntüye bakarak, farklı benlerimi --eksik, kırık dökük-- bir zaman diliminde, bir anda, buluyorum. Tinin içindeki bu biribiri içine geçen Zamanların ağırlığı gündelik zamanınkinden daha mı az, tinin yatağında sel gibi akan gafletten?

Hamid Farazande





Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***