Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Fotoğraf Sanatçısı Saber Anvari'yi Kaybettik.../defter


Image and video hosting by TinyPic
Saber Anvari (1955-2008)

" Birkaç günlük ömrüm, işte geçti nöbetler
Çölden sam yelinin, geçtiği gibi geçer.
Şu günlerin gamını ömrümce hiç çekmedim
Önce gelmeyen günler, sonrada geçen günler".- Hayyam


Saber Anvari 1955 yılında Tahran'da doğdu.
30 yılını ara vermeksizin fotoğraf sanatına adayan bir yürek aniden ve tüm dostlarını derin bir üzüntüye gark ederek yeryüzünü terk etti...
Hayyam diyarının kollarında rahat uyusun..
2500 yıllık bir uygarığın her karesini adım adım gezerek belgeledi. Alamut Kalesi ilk kez onun objektifinden olanca ihtişamıyla dünyayı selamladı.


1999 yılında gerçekleşen güneş tutulmasından çektiği fotoğraflar NASA sitesine alındı, ödüllendirildi. Bu fotoğrafları koruyucu filtre kullanmadan çekmeyi başaran usta fotoğraf sanatçısı 2002 yılından itibaren hayat pusulasını İstanbul'a doğru çevirdi ve yaşamını birçok gurbet kuşuna kollarını hep dostca açık tutan İstanbul'da sürdürdü, İstanbul'da kurduğu geniş ölçekli fotoğraf atölyesiyle öğrenciler yetiştirdi, teorik, pratik dersler verdi.
Mütevazi , derinlikli, samimi ve içtenlikli kişiliğiyle adeta bizden birisi oldu..
İstanbul'da kaldığı sürede üç kişisel sergi gerçekleştirdi(son sergisini Haziran 2008 yılında Aysofya Müzesinde gerçekleştirmişti), birçok karma sergiye katıldı.
Ama gurbet ona pek tebessüm etmedi, İstanbul'da önce oğlunu(19) kaybetti ardından da kendisi sonsuzluğu kucakladı, gitti..geriye onbinlerce karelik yeryüzünün en zengin bölgesel görsel arşivlerinden birisini bırakarak...Bir saf ayna gibi toprağı, insanı, hayatı yansıttı durdu..fotoğraf sanatını bir deklanşör hareketi sanan kliklere ömrünü ve zümrütü ankayı gösterdi.

Kolay olanı seçmedi Saber, hayatın iflah olmaz med-cezirlerine karşı o sükun karelerini tercih etti, uzun yolcuklarında ona eşlik eden o küçük çakıl taşlarıyla konuştu durdu, "ağlarsan ağlarım, gülersen gülerim, asıl sen varsın ortada,
ben senin elinde bir ayna, ben senin gölgenim" diyerek okşadı yeryüzünü.
Gerçeğin tadını alan erdi, ne altına aldırış etti, ne kalander tacına, ne tasası vardı, ne kini...
Mekanı ışık tarlası olsun bu güzel, eşi bulunmaz prıl prıl varoluşun....

"Ey felek senin, kinin viranlıktandı
Keyfe göre idare, ancak sana layıktı.
Toprağın şu göğsünü yarıp bakın içine
İçinde bulunanlar, ne kıymetli varlıktı.."-Hayyam

BORGES DEFTERİ'nden tüm dostların





#FFFFFF


Beat Edebiyatının Opus Magnumları // Şenol Erdoğan





Malest cornipici tuo catullo
Mutluyum Kerouac / Nihayetinde becerdi senin manyak Allen’ın / Genç bir kedi edindi / Ve bende varolan, o yorulmak bilmez oğlan imgesi / Frisco’nun sokaklarında dolaşıyor / Yakışıklı mı yakışıklı ve buluşuyoruz falan bi kafede, / Kesiliyoruz birbirimize / Sakın pislikleştiğimi sanma / Bana kızgınsın di mi / Aşklarımın tümü için mi
Bok yemek güç iş, vizyonlar olmadan / O bana baktığında gözleri Cennet.



Ne yazmam gerekiyor… Şayet (hep yapıldığı ve hep beklenildiğince): “Allen Ginsberg, 3 Haziran 1926’da doğdu ve 5 Nisan 1997’de öldü, 20.yüzyılın en büyük şairlerinden biri olarak kabul edildi” cinsinden cümleler bekleyerek bu yazıyı okumaya başlayan biri varsa; şimdi, hemen vazgeçsin. Bir gece yarısı uyandığımda buzdolabımın açık kapısının önünde, donuk sarı ışığın aydınlattığı çırılçıplak bedeniyle: “meyve suyu ister misin?” sorusuyla gördüğü Blake vizyonlarını bana anımsatan adam hakkında öylesi uzak ve sahte bir yazı yazamam elbette. Tarihini net olarak anımsayamayacağım kadar eski bir yılda dili bana yabancı bir dergide şu cümleyle başlamıştı Allen oyunum: “Bilgeliğe giden yol taşkınlığın ahırından geçer.” Büyümeye adım atan bir nesle aynı zamanda William Blake’i de aşılıyordu Ginsberg, tıpkı yeniden su yüzüne çıkarttığı (ve belki de hortlattığı kelimesi gerekli buraya) Walt Whitman ve sanki bir bayrağı başkalaşımsallaştırmak için teslim aldığı William Carlos Williams’ı da elbette. Ne Allen ne de Allen’ın doğacak olan okurları bu sayılan isimlere yabancı değildi, aksine besin kaynağı idi bu isimler, hem oluşmaya başlayan Allen için hem doğuracakları ve “beat” sıfatıyla kutsayacakları kuşakları için hem de uzak ama içsel bizler için. Bir yeniden yaratım süreci değildi söz konusu olan, bu ihtiyar topraklara ait olan haysiyeti, onuru yeniden ortaya çıkarmak ve bu koca kıtanın insanlık dışı sosyo-politik hayatına serzenişten öte rayların makasını değiştirecek denli ağır darbelerle dokunmak, silkindirmekti. Vergi ödemeyi reddeden Thoreau’nun, gerçek Amerika’yı ortaya koymak için çabalayan ve dizeleri toprak kokan Whitman’ın ve dile ağır darbeler vurarak belki de ilk; imaj ve şiir üzerine düşündürten Williams’ın ve elbetteki gerçeğin peşinde en uzun soluklu ve kesintisiz koşan kozmiğin şerhçisi Blake’in nefesleri bir olmuştu bu bedende: Allen Ginsberg’in bedeninde. Şiir belki de 1950’lerdeki gibi güçlü olamadı bir daha ve belki de olamayacak ve şiir asla bir hükümeti, bir ülkeyi, batağa batmış, nerden geldiği dahi bilinmeyen sözde bir etiği hiç bu kadar rahatsız etmemiş ve korkutmamıştı. Şimdi, günümüzde şiir tüm gerçeğini ve gücünü yitirdi ve daha da acısı sadece birilerinin çabasında önüne set vurulmaya çalışılarak yaşıyor bu güçlü şiir.
Onlarca F.B.I ve C.I.A dosyasıyla adım adım takip edilen bir şairi kim yarattı, delirdiğine onu ikna eden Amerika ve doğru yolda olduğuna onu inandıran Amerika. 1955 senesinde dünyanın en özel ve güzel şehirlerinin birinde, Amerika Birleşik Devletleri San Francisco’da “Six Gallery” adını taşıyan küçük bir mekânda, Amerika’nın (ve dünya çocuklarının) gidişatına dokunacak ve “Galeri 6’da 6 Şair” adını taşıyan bir şiir okuma gecesi düzenlendi. Sevgili Jack Kerouac’ın belki de en özel eseri olan Dharma Bums’a da konu olan bu okuma gecesinde San Francisco Şiir Rönesans’ının as isimleri vardı: şiir okumasa da varlığıyla mekânı ışıtan Kerouac, Aziz Gary Snyder ve Karşı Kültür Hareketinin göbeğindeki adam Kenneth Rexroth gibi. Ah, elbette, bu yazıyı yazmama sebep olan şair ve şiiri de oradaydı, Allen Ginsberg ve HOWL.
Aslına bakarsanız o gece oradan tek bir şair çıkmıştı dışarı ve yepyeni bir şiir, McClure Amerika’nın fena halde başının dertte olduğunu söylemeye başlayacaktı yakınındakilere, orda olan ve olanları hızla duymaya başlayan orda olmayan kitle artık bir şeylerin farkındaydı, hatta daha öte; emindi bir şeylerden, değişimin vaktiydi. Ve bu şiirler olacaktı: tıpkı savaş sonrası kokuşmuş, durgun, batağa saplanmış, verecek bir cevabı olmayan devlet gibi ülke gibi, edebiyattaki tezahürü “Lost Generation” ya da bizim tabirimizle Hemingway’lerin Kuşağı gibi artık sorgulanmaktan da öte kenara atılmalıydı.
Boş bir sedayı anımsatan ileri dönemin Hippy çocuklarına hediye edilen “özgürlük” çığlığı idi söz konusu olan başka hiçbir şey değil.
60’lı yılların sonuna doğru kısa ömürlü ama en özel ve güçlü kuşak olan Beat Kuşağı tırnak içinde miadını doldurmuştu, sessizleşen ve insancıl bir sağa ve aynı hızla alkole ve yalnızlığa gömülen Kerouac ölmeden önce öldü, tam bir yıl sonra Kerouac’ın: “bana beat nedir diye sormayın gidin ve O’nu izleyin, o ayaklı bir beat” dediği ve Allen’ın Howl şiirinde “yarak adam” diye bahsettiği Neal Cassady de öldü. Beatlerin romantizme buladıkları haliyle örnek aldıkları hipsterler ya da tam Türkçesiyle “sokağın zenci fırlamaları” o ya da bu şekilde beatler tarafından evriltilmişti, beatin içi sadece ve sadece hipster kokmaktaydı, ama kesinlikle kenarda bir ev ve yollarda 100 dolar yollayacak teyzelerin varlığı altında, romantikleşerek ve ara sıra mobilya zevklerinden dahi bahsederek. İşte bu kuşak istemsizce yerini hippy kuşağına bırakacaktı. Allen Ginsberg bu adımın lokomotifi olmuştu ve bu çok anlaşılır bir şeydi, San Francisco şehri çok eskisinden beri anarşizmin ilk temsilcilerinden olmuş ve oluşumlara ev sahipliği yapmıştır. İşte en başından beat ile yan yana ama onun gölgesinden asla kurtulamayan ve kökeni San Francisco şiir hareketi ve New York Şiir Okulu’na dayanan aktivist kuşak, ileri de beatlere yamanan hippylerin habercisi ve tohumlarıydı da. Bu insanlar antoloji-k çalışmalarda her ne kadar beat hareketi içine dâhil edilseler de literatürcüler ve tarihi iyi bilen insanlarca sadece aktivist şiirin temsilcileri olarak görüldüler. İşte bu güçlü nedenden ve beatin kısa süreli yaşamından dolayı bir diğer evrim gerçekleşti ve beat sessizliğe gömülürken hippylerin tiz ve tartışılır sesi yükselmeye başladı. Ama artık önde olan sadece “özgürlüktü”. Edebiyattan ziyade psycodelic rock, lsd ve türevi halüsinojenler, Ece Ayhan’ımızı da anarak yazalım: cinsiyetsiz seks aslolandı. Beat ile Hippy kuşağı arasında en sıkı kelepçelerden ikisi ise kesinlikle Timothy Leary ve kuşağın yeni en gözde adamı Ken Kesey (ve psycodelic asit otobüsü Further) idi. Neal Cassady bu döneme yetişti ve bu gerçeğin temsilcisi kopuk ve insanların tabiriyle sapkın hareketin en önemli parçası oldu. Ve aynı dönemde de egosunun ve orgazmın doruklarında öldü. Bir demiryolu kıyısında. Raylara yığılarak. Asitten bir dünya kafası ve sarhoş.
İşte sevgili Allen iş adamlığından yayınevi editörlüne dek sürüklediği yaşamında bu tablonun içerisindeydi.
*


Beat Edebiyatının opus magnumlarına baktığımız vakit (meşhurluk kimliği altında o günlerden bu zamana değin an be an gerçek kimliğini giderek kaybeden beati dahi marketleştiren bir yapıya bürünerek artık üstün körü okunan bir özenti metin halini almış olan “on the road” (ve asıl Jack Kerouac’ın başyapıtı sayılması gereken “dharma bums” ve elbette ki Allen Ginsberg’in tabiriyle: “herkesin çılgına döndüğü” ve yüzyıl edebiyatına damgasını vurmuş olan en önemli beat ürünü “naked lunch-çıplak şölen” ve elbette ki “Howl” şiiri.-Buraya bir parantez daha açarak ve belki de (aslında) biraz zorlayarak Gregory Corso’nun “gasoline” yapıtını ve Lawrence Ferlinghetti’nin “her-onun” yapıtı ve ilk şiir denemelerini de koymak gerekir- ). Howl’un (Uluma) bu saydığımız diğer başyapıtlar arasında en farklı yerde durduğunu görebiliriz. Tüm bunların kesişip pekiştiği bir nokta, dahası; alandır Howl.
Howl aslında, -bir anlamda- Allen Ginsberg’in ortaya koyduğu beat yaşanmışlığı kronolojisidir de denebilir.
Howl şiirinin ALTIKIRKBEŞ YAYINLARınca gerçekleştirilen bu özel baskısının sonunda beat literatür üstadı Barry Miles’ın şekil verdiği Jenerasyon insanlarının kişisel notlarında oluşan izahi metin zaten -kesinlikle- bu kronolojik yapıyı (gizil tarihsel süreci) düğüm kapalılığından kurtararak serim ve çözümünü de ortaya koyan bir metin olarak önemle okunmalıdır.
İçerden baktığımız vakit, bir benzeşimsellik kurmak istediğimizde Howl’un en çok da William S. Burroughs’un “Junky” yapıtıyla akraba olduğunu iç dinamik adına söylemek mümkün. “On the road”da tıpkı Burroughs’un “Junky”si gibi bir erken dönem anlatısı, kuşağın şekillendirisi olarak kabul görür lakin Kerouac’ın sonrasında “dharma bums” eserinde tamamlayacağı ana karakteristik özelliklerin çoğundan yoksun bir metin olarak “on the road”un yanında Junky daha somut ve gerçekçi bir duruş yakalar ve bu sebepten dolayı Howl çizgisine akrabadır. Yaşadıkları hayatı yazarak bir edebi alan oluşturan beat yazınına baktığımız vakit zaten Ginsberg ve Burroughs’un yaşamsal mesai olarak da birbirleriyle çok da fazla vakit geçirdiğini Kerouac’ın sürek dahilinde bu çembere dahil olmadığını görürüz, bunu en basitinden kuşağın mektup yoğunluğundan, kimin kime ne kadar ve ne yazdığına bakarak bile tespit etmemiz mümkün.
Son olarak, öcüler coğrafyası güzel ülkemde bir şeylerin değerini bilebilen ve anlayan insanlar ve onların çektikleri acıdan başka elde bir şey yokken, bizler birbirinde uzak da yaşasa aynı yokluğun getirisi ürpertiyle gece yataklarına giren insanlar, bir şeyleri değiştirmek için sonuna dek varız ve daha biz doğmadan 1950lerde ellerimize konmuş bayrak bir şekilde biz varlığımızı sözde yitirdikten sonra da yaşayacaktır. Allen Ginsberg ve şiiri Uluma dünyada varolmuş ve bir şekilde varolmaya devam eden özverili ve aşırı duyarlı insanların ve onların yaşadığı bir o kadar da ait olmadığı bir dünyayı, istediklerini ve kendilerine dayatılanları İsasal bir dille yazdı ve okudu. Size tek düşen şuana dek yapmadığınız şeyi yapmak!

YAZARI:Şenol Erdoğan

not:
6.45 YAYINcılık, baskısını gerçekleştirdiği Uluma eserinin sonrasında, bir yarı-belgesel film projesine imza attı ve aynı zamanda da ülkemizin ilk beat filmini çekti. Allen Ginsberg’in Uluma şiirinin Türkçede ilk defa “yüksek sesle” okunmasını belgeleyen ve aynı zamanda bir yol filmi karakteristiği de taşıyan Kaan Çaydamlı’nın prodüktörlüğü ve Mehmet A. Öztekin yönetmenliğinde çekilen orta metrajlı film, Mayıs ayından itibaren çeşitli şehirlerde özel gösterimlere ve festivallere sokularak yolculuğuna bir anlamda ait olduğu yerde Amerika da devam edecek. Filmle beraber sadece 100 adet üretilen sert kapaklı ve yalnızca Uluma şiirinin yer aldığı özel bir kitap baskısı da gerçekleştirilecek. 6.45 Yayın diğer yandan yakın bir tarihte “Amerika” isimli Allen Ginsberg Seçme Şiirlerini de yayımlamayı düşünmektedir


Bilincin Kanatları Üstünde // Naime Erlaçin



"1914 dünyasını anımsamayacak kadar genç olanlar, benim yaşımda bir kimse için çocukluk anılarıyla bugünün dünyası arasında ne denli geniş bir uçurum bulunduğunu anlayamazlar


– Bertrand Russell (Denemeler)

Tarihi 1960 ya da 1970 olarak değiştirip, aynı cümleyi yeniden yazabilir ve altına imzamı atabilirim. ‘Kozalaklar Ülkesi’ adını taktığım bu âlemde henüz bir haftamı bile doldurmadım ama delik deşik kısa uykulardan sonra özüme dönüş yolunda olduğumu hissediyorum. İlk kültürel çarpışmayı izleyen günlerde bulanıklaşan görüşüm giderek netleşiyor. Çevreme adeta bir kaleydoskoptan bakıyor ve renkleri ayıklamaya çalışıyorum. Kişinin kendine acımaya alıştırıldığı ve sonuçta kaderciliğe boyun eğdiği bir dünyadan, kişinin alabildiğine özgür olduğuna ve haklarının sonuna dek korunduğuna inandırıldığı ama aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı başka bir dünyaya göç ettiğimi düşünmeye başlıyorum. O kadar ki özgürlük, demokrasi ve bireysel insan hakları gibi kavramlar çevrede gördüklerimle birlikte yeniden şekillenerek farklı kılıklara bürünüyorlar.

‘60’larda bu ülkede uzunca bir süre konuktum. Sonraki yıllarda pek de kısa sayılmayacak ziyaretlerim ve bu ziyaretler sırasında toplumsal değişimi yakından gözleme şansım oldu. Her gelişimde kuşkularım pekişiyor; açık seçik fark edilmese de sistem tarafından yapılandırılmakta olan vitrin toplumu hakkındaki kaygılarım büyüyordu. Bu kez de öyle oldu. Vitrincilik, artık vitrin psikolojisi’ni de beraberinde getirmiş ve bu gösteri(ş) toplumuna tamamen yerleştirmişti. Yaratmak eylemi değerini yitirmiş; tüketmek için çalışmak ve yalnızca bunu sağlamak için çabalamak anlam kazanmıştı. Birileri satmak, başka birileri ise sadece satın almak için var olduklarına inanmışlardı. Yaşamsal hedefler, iyi bir maaşa sahip olmak - saygıdeğer bir çevrede yaşamak - çocukları saygıdeğer okullarda okutup gidilmesi şart olan kurslara yazdırmak - doğru (!) kulüplere üye olup doğru markaları kullanarak tüketilmesi gereken metaları tüketmek eylemine dönüşmüştü. Gelecekten (özellikle işten atılmaktan) sürekli korkup ileriye dönük planlar yapma/yapamama girdabında boğulmak; kısacası bireyliğini yitirip yabancılaşma ve aynılaşma potasında erimeye razı olmak oyunun vazgeçilmez bir parçasıydı. Toplum büyüyor ve gelişiyordu ama yaşam çelişkiler üzerine kuruluydu, çünkü artık insanlar düşünce üretmeden yaşıyorlardı. Adeta duyarsızlaşmışlar, yaşam sevinçlerinin yanı sıra yaşamlarının şiirini ve müziğini de yitirmişlerdi.

Hal böyle olunca, Guy Debord’a hak vermemek elde değildi: "Hâkim iktisadın imajı olan gösteride amaç hiçbir şey, gelişme ise her şeydir: Gösteri kendinden başka hiçbir şeye varmak istemez." (Gösteri Toplumu, La Société du Spectacle, 1967, s.40…) …Gösteri felsefeyi gerçekleştirmez, gerçekliği felsefeleştirir. Spekülatif evrende değerini yitirmiş olan şey, herkesin somut yaşamıdır. (s.41) ... Gösterinin etkin insan karşısındaki dışsallığı, kendi davranışlarının artık bu insana değil, bu davranışları ona sunan bir başkasına ait olması gerçeğinde ortaya çıkar. İşte bu yüzden izleyici hiçbir yerde kendini evinde hissetmez, çünkü gösteri her yerdedir... Gösteri bu yenidünyanın haritasıdır, yani bu dünyanın alanını tamı tamına kaplayan bir haritadır..." (s.47)

Bireyler yıllar boyu ünlü Truman Show filminin kahramanı (Yönetmen: Peter Weir, 1998) Truman Burbank’ın Amerikan rüyasını kabullenme dönemini yaşamışlardı. Ama özellikle 11 Eylül sonrasında, giderek artan paranoyanın da etkisiyle, Zizek’in Gerçeğin Çölüne Hoş Geldiniz (Welcome to the Desert of the Real, 2002) kitabında vurguladığı gibi, ‘gerçeğin çölü’ ile tanışmışlar, fakat korkularının üzerine gitmek yerine onları ve sistemin sunduğu seçenekleri olduğu gibi benimseyerek içselleştirmişlerdi.


****

Anımsıyorum da ‘60’lı yıllarda kimse kapısını kilitlemezdi. İnsanlar birbirlerinin gözlerinin içine bakarak konuşur, arka bahçelerde sıkça bir araya gelip kendilerine keyif zamanları yaratır ve sürekli okurlardı. Kitap kurdu birinin elinde gördüğüm Yaşar Kemal’in İnce Memed’i beni ne kadar şaşırtmıştı. Günümüzde ise birer robota dönüşmüşler. Şimdi ifadesiz gözlerle boşluğa bakıp duruyorlar. Herkes iliklerine kadar yalnız… Sağlıklarına oldukça düşkünler; spor yapıyor, sigara içmiyorlar örneğin. Belki de ölümsüzlüğü satın alabileceklerini düşünüyorlardır. Ancak yetişkinlerin pek çoğu psikiyatrlara gidip reçete ile edindikleri yatıştırıcı ilaçları kullanıyor ve ne yazık ki zaman geçtikçe yaşayan ölülere benziyorlar. Gördüğüm çelişkilerden ötürü şaşırıyorum. Özgürlükleri konusunda fevkalade duyarlı olan bu kişilerin neden kendilerini evlerine, arabalarına kilitlediklerini sorguluyorum. O halde bu evleri niye satın alıyorlar? Modern hapishaneler mi ediniyorlar? Korkuları o denli mi büyük? Ben buna “Çağdaş cezaevi sendromu” diyorum… Sokaklar ve kasabalar terk edilmiş gibi, çünkü kimse yürümüyor, arabasız bir yere gitmiyor. Ortalıkta çocuk sesi yok, bahçelerde ya da yol kenarlarında oynayan çocukların olmadığı gibi… Sokak aralarında bisiklete binenler görünmüyor. Müzik sesi duyulmuyor. Yaşamın en belirgin işareti olan yemek kokuları gelmiyor. Perdeleri daima kapalı olan evlerin garajları var ama garaj girişlerinde araba yıkaması gereken insanlar sanki buharlaşmışlar. Bu evlere günlük gazete bile girmiyor. Ahali, alarmların koruması altında, televizyon ve bilgisayarlar karşısında sürekli hazır paketlerden bir şeyler yiyip şişmanlıyor; sonra da spor salonlarına taşınıyor. Çoğu Afrika, İran, Irak, Afganistan ya da dünyanın herhangi bir yerinde neler olup bittiğinden habersiz. Eminim böyle bir dertleri de yok. Dondurulmakta olan beyinleriyle ilgili bir sorunları olmadığı gibi… Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Konuşmadan, düşünmeden, yaratmadan, paylaşmadan geçen bir hayatı kabullenmek nasıl mümkündür, anlayamıyorum.

Komşuluk kavramına yabancı olan, içlerine kapanık komşularımızın asık suratla sokakta gezdirdiği köpeklere bakıyorum. Onlar yaşamlarını sanki bu âleme ait değillermiş gibi sürdürüyorlar. Tepki veriyor, kokluyor, sürtünüyor, karşı cinse kuyruk sallıyor ya da havlıyorlar. Arka bahçedeki ağaçlarda cirit atan sincaplar, çiçek köklerini mahveden köstebekler ve sabah güne birlikte başladığımız kuşlar da öyle… Bu yüzden güneşli günlerde kendimi bahçeye, hayvan dostlarımızın yanına atıyorum. Kuru yaprakları, kozalakları topluyor, çiçek ekiyor veya suluyorum. Çalışmak yüreğimi ferahlatıyor. Çevrede benden başka bahçeyle uğraşan tek bir kişi var. O da Rus zaten. Adı Boris. Selamlaşıyor, birbirimize ‘günaydın’ deyip işimize koyuluyoruz. Evde herkes uyurken bir yandan da ağaçlara konan erkenci kuşlara ıslık çalıyor, onlarla konuşuyorum. Hayatımda ilk kez kıpkırmızı bir kuş görüyorum. Yüksek dallardan aşağı inmiyor ve kanarya gibi ötüyor. Hangi melodiyi ıslıklasam notaları taklit ederek beni yanıtlıyor. Tarih felsefesi yazılarıyla tanınan J.G. Herder, “Müzik, tüm canlıların ve evrenin eşduyumsal bağlantısı ve estetik formülüdür” der. Ona göre “müzikal şiir, genel müziksel estetiğin kapısının önündeki büyük avludur." Kırmızı kuş, bu gerçeği içgüdüsel olarak kavramış görünüyor ve sesindeki şiiri evrenin şarkısına katmaktan hiç bıkmıyor. Bir de ‘hagh…hagh…hagh’ diye öten, siyah renkli ama kargaya benzemeyen bir dostum var. Her sabah kendi halinde, çirkin sesiyle doğaya ünlemeyi sürdürüyor. En çok da Robin’i seviyorum. Robin’leri demeliyim aslında, çünkü daima çift olarak dolaşıyorlar. Canlı çimlerden ayıklamaya çalıştığım kuru otlarla besleniyor gibi gözüküyorlar. Belki de onları yeşermekte olan ağaçlara yuva yapmak için topluyorlar. Buradaki isimleri ‘Robin the Red Chest’ (‘Kırmızı Göğüslü Robin’). ‘Amerikan Robini’ (‘Le Merle d’Amérique’) olarak da biliniyorlar. Neden ‘kırmızı göğüslü’ demişler bilmiyorum. Göğüslerini kaplayan renkli bölüm kırmızıdan çok portakal rengine yakın oysa.

Kentte veya alışverişte olmadığım saatlerde (gittiğimde de gördüğüm yalnızca mutsuz ve ‘vitrin icabı’ rolünü oynayan insanlar) kuşlarım ötüyor; ben çalışıyor, okuyor ve yazıyorum. Tuhaf bir şekilde sürülükten kurtulup özgürlüğe kanat açan kuşlara kulak kabartırken toplum mühendisliğinin ve sürü psikolojisinin tehlikeleri üzerinde akıl yürütüyorum örneğin. Sonra kendi dünyama dönüyorum. Tüm karmaşasını derinden duyumsayarak içinde yaşadığımız ülkemizde aslında ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyor, bir yandan insan sıcaklığımızı özlerken öte yandan da hemen dönmekle biraz daha kalmak arasında gidip geliyorum…

okusun biri beni
ya da
ağıt yaksın ardımdan

kim ki kuşandı zırhını
yaş dökmüyor artık
içi
ellenmedik coğrafya

tel tel
sıra sıra
kamaşır durur
uzanan bu bekleyiş
hayata vuran damga
:
ya “yürü git” diyor
“ya kal burada…”

(“Bekleyiş” – N. Erlaçin)


****

Günler böylece geçip gidiyor. Geldiğimde ağaçlar kupkuru, bahçeler çalı çırpı doluydu. Gecenin bir yarısında eve girişim kar altında gerçekleşmişti. Çim alanlar karla kaplıydı. İlk gece ne kadar üşüdüğümü asla unutmayacağım. Bir ay sonra çevre yeşillenmeye başladı. ‘40’lı yıllardan kalma, bunca zaman boyunca sürekli onarılmış ve yenilenmiş Viktoryan ve Grek sütunlu mimari tarzının egemen olduğu evler birbirinden güzel görüntüler sergiliyor artık. Azelya’lar ve sarı nergisler bir gecede açtı. (Azelya dediğim, bildiğimiz açelyanın ağaççık boyutundaki hali.) Marigold’lar pembe bir gülümsemeye dönüştü. Laleler ülkesinde doğmuş birisi olarak, hem kentte hem de evlerin bahçelerinde rastladığım rengârenk lalelerin çokluğundan dolayı şaşırıyorum. Bana vatan toprağını hatırlatıyorlar.

Evde sigaramı rahatça içebildiğim bir yaz odası var. Limonluk gibi bir yer… Orada, bahçedeki lalelerin büyümesini izleyip kahvemi yudumlarken bir yandan da karşımdaki beyaz duvarda asılı olan objeleri inceliyorum. Yüzgeçleri kanada dönüşmüş bir balık, yüzmeyi ve uçmayı aynı anda simgeliyor. Kalbimdeki şiir ve elimdeki kitap gibi… Yine bir balığın karnına tutunmuş, içinde evrenin müziğini saklayan türkuaz rengindeki rüzgâr çanında gökyüzü ve deniz adeta bütünleşiyor. Hemen yanı başında, benzer renklerle çerçevelenmiş bir kayık ile 17 YY. kadırgası umudun tükendiği bir dünyadan umudun vaat edildiği bir dünyaya doğru kol kola, hayalî bir yolculuk yapıyor ve bu yapay âlemden farklı bir dünyanın varlığına tanıklık ediyorlar… Ağaçlardan dama düşen kozalakların sesini dinliyorum. Yaşam adeta onlarla özdeşleşiyor. Savrulan kozalakların bir kısmı toprağa belki tohum bırakacaktır diye düşünüyorum. En azından böyle umut ediyorum, çünkü pek çoğu oyunun ne denli acımasız olduğundan habersiz süpürülmeyi bekliyor. Tıpkı insanlar gibi… Kuşların hiç susmadığı, yaşamın gerçek yüzünü kozalaklara yansıttığı yeryüzünün bu parçasında kendimle konuşuyor, Bertrand Russell’ın sesi kulaklarımda çınlarken dünyaya erken geldiğime bir kez daha şükrediyor ve kozalaklardan savrulan sözcük tozlarını yakalıyorum.

“bugün yine çok çalıştım
okudum
yazdım
üstüm başım sözcük tozu”

(Enver Topaloğlu, “Gümüş Örtü”den… Dize 93, Temmuz 2003))


Sonra iç sesime kulak kabartıyorum:

bugün yine
bilincin kanatları üstünde dolaştın
sorguladın
okudun, yazdın
beyninde bir dolu çengel
birçok soru işareti
kâğıdı tırmalarken
toprağın ‘gel’ diye haykırıyor

Dinle onu!

Yazarı:Naime Erlaçin(Mart-Nisan-Mayıs 2008, ABD Notları)




Geç Kalmış Tüm Çığlıklara..// Sufi


İlhan Berk için,

Gözlerinizde bir derin / Edebiyat vardı gülen / Sönmüş ışıkları yerin / Yanın göklerde yeniden..”
Gerard De Nerval

Çaldığımız kapıların ıslığı ne kadar uzun olsa da, hepsi (aynı anda) uzun hayallerin izleğini de barındırır..
Geleceğin hiç bitmeyeceğini yine şairlerin sözlerinden öğrendik,
Ama ben,
Diyorum ve haykırıyorum
Neden hep aynı yangın yeri?
Ve neden aynı yangını hep başkası sandım..
Anneme dert yanıyorum,
Üzülme,“Yılanın doğasını en iyi şairler bilir” diyor!
Yapma anne..
“zehir ve emek işler yabancılıklarını”..diye bir ikinci tokat yiyor beynim,
Ya şairin gurbeti, göçü?

Arşivimde eski bir editör dostumun hediye ettiği A4 ebadına eski şimdiki kuşakların pek bilmediği şeritli daktiloyla yazılmış iki köhnemiş sayfa var.
İlhan Berk çevirileridir, takip ettiğim ve yaşımın elverdiği sınırlar içerisinde bu şiirlerin bir yerlerde yayımlandığını en azından ben hiç görmedim..
Defterimizin arşivine emanet olsun, defterin kalbine kazınsın mührü.
Kimi göçler kağıttan alev olur insanı yazmaya zorlar..

ve acının çığlığı geç kalmış tüm dudakları ısırır...

Hu.
Sufi.



Sonnet

Yaşlılar diyordu ki, fazla şaşmamalıdır,
Troya suları üstünden Helena geçerken,
Böyle bir güzellik uğruna ise çekilen,
Bir bakışı yanında acılarımız hiç kalır.

En iyisi ama Helena’yı bırakmaktır,
Mars’ı kızdırmamalı kocası alsın hemen,
Limanımız tutulmuş, yurt al kan içindeyken,
Dayanmışken sulara düşman elbet bu yeğdir.

Ey halsiz kocamış bitkin ihtiyarlar siz,
Gençleri boş sözlerle alıkoymayın öyle,
Göze alıp şehri hep birleşmelisiniz.

Yalnız Helena için yalnız hep genç ihtiyar,
Menelas’da, Paris’de, sanırım, haklıydılar,
Birisi istemekle, öteki vermemekle.

Şiir: Pierre de Ronsard
Çeviren: İlhan Berk
Eski Zaman Aşkları
..
Aşkın o hükmü hiç mi hiç yok artık şimdi
Yapmacık bir göz yaşı, hilye düzen sonra da
İnanmıyorum biri aşk sözü etti miydi,
Çünkü o aşkın değişmesi gerek en başta
Öyle sevişmeli bak, hani sevişirlerdi
O eski zamanlarda..


Şiir: Clement Marot
Çeviren: İlhan Berk


demirden yürek...



Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***