Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Neşe- Barbarlık-Kent-Medeniyet…// Müfit İşler





Neşe- Barbarlık-Kent-Medeniyet…


Barbarlıkta sanat anlık eğlenceler içinden çıkmaz . Acımasızca büyümeye direnirken neşesini kaybetmiş bir toprak değil burası. Bu topraklarda neşe hiç bitmez. Çünkü antik tarzın mizahı üretebildiği tek coğrafya Anadolu’dur. Bu gelenek hala devam ediyor. Gelenekte bir üretici güçtür. Bir kere oluştu mu kolay kaybolmaz. Yoksa para etmediği halde bunca şair ve şiir ve de bunca mizahı açıklayamazsın. Sorun bütün bunları algılamayanların sorunudur.
Barbarlık yıkıcı bir çocuk değildir. Yıkıcılık, tüm toplum biçimlerinde üretim ilişkilerinin tıkandığı yerde, üretici güçlerin öne geçebilen herhangi birinin açınımının kaçınılmaz sonucudur.
Neşe; barbarın hoyratça bedenini savurduğu doğanın içinde “ancak” olmaz! Ve neşe, “doygunluk” demek değildir. Neşe bizde Nasreddin’dir(kök), Beki Mustafalar’dır, Melami’liktir, Bektaşi’liktir. Mevleviliktir. Bu gövdenin çevresinde örülmüş keloğlan ve Hacıvat Karagözü’dür..
Modernin başlangıcında cem’dir ve tam ortasında tersinden Mustafa Kemal’dir. Anadolu yarı antik muhalefetinin mizahla sınırlandığı yerde duran Bekr-i Mustafalar zincirinin son halkası olarak “onların””kendini” aştığı yerdir. Adının Mustafa olması tesadüf değil belki!? Cümlenin sonundaki “o”, “belki” hep kalacak. Daha sonra Aziz Nesinler, Can Yücellerdir. Can Yücel, Bekr-i Mustafa zincirinin moderndeki son halkasıdır. Çetin Altan ondan el almaya çalışıyor ama beceremiyor.
Tanrılar katına ”neşeyle” yükselemezsin. Neşe “o” yükseliş için gereken alt yapıyı oluşturur sadece. İkili üretimin bir dörtlüyü oluşturması sürecindeki ara boşluktur ya da aralıktır. O da ikili bir şey yani…
Tanrılar katına korkuyu ve egoyu(ben) aşabilirsen yükselirsin. Bu tarz yükselmek Homo-ekonomikus’un işi değildir! Zengin olduğunda fakirleşmeyi başarabilirsin ve fakirlikten gönül zenginliğini kıskançlıktan arınarak, üretimininde de yarattığında tanrılar katının kapıları açılır sana. Seni benden ve bedenden, dolaysıyla neşeden de çıkaran budur.
“Neşe suçsuzluktur” diye bir ibare düz bir açılımdan öte geçmez, hatta birisi eğer dese ki “ çünkü asil barbar suçsuzdur” bu da yine düz bir çıkarsama olur. Çünkü tam tersi bir durum söz konusudur, onun neşesi de coşkusu da suçsuzluğundan gelmez. Tam tersi suçundan da gelebilir.
Kurban, yalnız ve her zaman barbari işaretlemez. Kurban ve şiddet, daha fazla kentin ve medeniyetin de işaretidir. İlk kent yukarı barbardır. Yani kent ve kentli mutlaka medeni değildir. Ama medeni mutlaka kentlidir.

Kahramanlık çocukça bir “devran” değildir. Kahramanlık neyse “o” dur! Her zaman üçüncü tekil şahsı ve onun ötesine geçmeyi imler, “o” yüzden tanrısaldır.
Savaş ile sanatı ayırmak mı? Bu ikisi birbirini denklemez. Birbirine denk gelen savaş ve barıştır. Döngünün siyah-beyazında olan bunlardır. Tıpkı barbarla medenide olduğu gibi bir bütünün iki parçasının yan ürünlerinden sadece biridir sanat. Tıpkı ”neşe” gibi…Ve savaş, sanatı da doğrudan ölüm-hayat vs.kadar olması gereken yaratıcılığın asallarındandır. Barıştan yana felsefesi, savaşı, savaş için(firavunluk) değil barış için(peygamberlik) yapmak olabilir. Bunun ötesindeki mutlak barışçılık sosyal şarlatanlıktır. Değil ise idealizmidir.
Bir konuşmasında Can Yücel, “bizde şiirin çıkmayışını İkinci Dünya Savaşı’na girmeye cesaret edemeyişimize” bağlamıştı. Bir açıdan haklıydı. Modern topluma geçişte, aynı anda hem vatandaş harbine hem de karşıtlandığın toplumla harbe cesaret edemeyenler vatanlarını oluşturamazlar. Biz her ikisine de hep cesaret ettik ve hep vatanımız oldu. Sanatı da bu yüzden hep ürettik. Tıpkı Fransızlar gibi modern sosyal devrimlerin orijinal yaratıcısı bir halk olduğumuzdan bölgemizin sanatçıları biziz.
Hoyratça oynadığı ve paramparça ettiği her şeyin ortasında hiç kimse duramaz! Barbar da olsan duramazsın!
Kestirme bir tanımla, neşesini kaybetmiş olan olgun demek değildir. Neşe ise sadece barbarda bulunmaz. Neşesini kaybetmiş olan asıl toplum biçimi, aslı Homo-ekonomikus olan kapitalizmin anavatanlarında şimdi şekillenmiş toplumlardır. Antiğin Homo-ekonomikus’u kendi tarzlarında sanatçı insanla hep iç içe olduğundan neşeyi her şartta yeniden yaratmayı başarabilmişlerdir. Barbar çocuk değil sanatçıdır. Ve sanat çocukların üretebileceği bir iş değildir. Kübizmin kaynağı olan Afrika maskları, kurban ve şiddet döngüsündeki tanrısal saflaşma orjilerinin sonucunun sonuçlarıdır yalnızca ve yalnızca dört üretici gücü(tarih-coğrafya-teknik-insan) denklemek için gözü dört açmak temelini oluşturmaya hedeflenmiş ”görme” aksiyonlarından kaynaklanır sanat.
Barbarla medeni arasındaki en temel ayırım şudur: Biri Homo-ekonomikus, diğeri Homo-artus. İkisinin de kendine göre neşesi ve hüznü vardır.
Tıpkı hazzı ve çilesi olduğu gibi.
Kent toplumlarını Homo-politikus olarak ayıran, barbarı hiç algılayamamış ve kentin karşısına düz biçimde köyü(ortaçağ Avrupa köyü) koyan ve o köye “Homo-ekonomikus” diyen metafizik Avrupa ”Marksizmine” bakma sen. Onlar, kendi barbarlıklarını bilince çıkaramadan kapitalist oldukları ve köy barbar toplumlarının ne kadar politik ve sanatçı olduğunu ancak şimdiden sonra biz anlatabilirsek anlayacaklar. Bu anlatmanın elbet ki o kadar kolay olmadığını da hesaba katarak. Eşitlenmek için onlarla sonuna kadar savaşmak zorundayız. Çünkü hala eşit değiliz.

Not: Barbarlık hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere: Önce İbn-i Haldun, A.Toynbbe, Dr. Kıvılcımlı, külliyatını dikkatli etüt etmelerini tavsiye ederim. Sonra o kafayla tekrar Marks, Nietzsche, L.Strauss vs..tekrar bunların etrafından çevirmeli…

Yazarı: Müfit İşler
(borges defteri- 2008)


Atavizm // Ulus Fatih





Binbirgece masallarından çıkma, Belucistan'da, Mekran'da saklı dervişler gibi; içine kıvrılıyordu artık. Son gelişmelere ilişkin ne düşünüyorsun dediğimde, gaipten seslenirmişim gibi baktığını görürdüm. Şimdi sorumu duyduğundan bile endişeliyim. Uzun yıllar bir yaşam uğraşısı içinde sağa sola koşturmuş, pek bir şey başaramamanın, boşuna çabalamış olmanın ezikliğiyle (bunu büyük bir kızgınlıkla söylerdi), yaşamında sözü edilebilecek tek birikimle aldığı küçük çiftlik evine çekileliden beri, sanki yeryüzüyle ilişkisini kesmişti. Ne söylesek ne etsek, çevresiyle, olaylarla, olup biten hiç bir şeyle ilgilenmez olmuştu, arada bir bize uğrar, bir kaç gün kalır, evde sanki hiç kimse yokmuş da yalnız yaşıyormuş gibi tavırlarla günlerini geçirir, kime neden bilinmez lânetler okur, bazen de methüsenalar ederek, bir şerpa, bir keşiş gibi salt doğrumuna, bir tek yöne inanmış, bu yüzdendir özbenine, o minicik tanrısına kanmış bir kul gibi, çeker giderdi... İşte kesinleyici bir neden olmaksızın asla kalkmayacağı, bıkıp usanmadan oturacağı o koltuktaydı gene; televizyona, kitaplara, bu evdeki vazgeçilmez eşyalara her kezinde cansız bir nesneye bakar gibi bakıyordu. Gazeteleri sıkıntı verici tomarlarmış gibi eliyle itip uzaklaştırdı. Kendisi söze girdi, elmalar dedi, geçen yıldan daha iri, daha kırmızı ve parlak, bu kez zarar etmeyeceğim... Zaten geçim derdin yok sayılır, kendini bu kadar harap etmesen, elma, kiraz filân derken zaman değil sen geçiyorsun diyecek oldum, sözümü kesti. Çok gururluyum, şu yaştan sonra sömürülmeye izin vermediğim için; doğadan üretiyor, insanlara sunuyorum, kendi piyasamı kendi çevrenimi, evrenimi oluşturuyorum, katkısız, doğal besinler; yaşamım boyunca bunların özlemini duydum, topraktan geldik toprağa gideceğiz ama ben ölmeden toprakla bütünleştim işte dedi sevinçle...

Zeytin ağaçlarının da serpildiğini, birkaç yıla kalmaz onlardan da ürün alabileceğini ağzı kulaklarına vararak söylüyordu. Arılardan, sineklerin ve aurelius aurelius cinsi haşarelerin ürüne zarar verdiğinden, kendi özel çabalarıyla bunların önüne geçmeye çalıştığından filân söz etti. Ama elleri son zamanlarda tuhaf biçimde kararmış, tırnakları uzamış çengelli, kuru kemiklerin süslediği bir kartal ayağı gibi sertleşip, pençemsi bir hal almıştı. Giyimine de dikkat etmiyordu, aynı giysiyi günlerce çıkarmıyor, iç çamaşırları sağından solundan sarkıyor, çorapları da neredeyse farklı renklerde ya da biri diğerinden daha solgunmuş gibi acayip görüntüler veriyordu. Diksiyonu bozulmuş, sözcükleri hızla yuvarlıyor, biri bitmeden diğerine ulanan heceler sanki bir kovandan çıkan tek bir homurtu gibi algılanıyordu. Ama o hiç bir şey olmamış, hiç bir şey değişmemişçesine, bir düşün sürüklediği ya da başka bir dünyanın yeni bir devinim sunan, sislerle kaplı bir haleti ruhiyesi içinde, uğraşılarından ya da ılık iklimli büyük bahçesindeki ağaçların verdiği ürünlerden başka bir şeyi göremez olmuştu.

Sırf konuşmuş olmak için; "En büyük sayı birdir, çünkü diğerleri ondan sonra gelir, bir kere nezle olan nezlesi sürekli kendisine bulaşacağı için, bir daha kurtulamaz, kulaklar gözler gibi açılıp kapanamaz, parmağını ıslatıp havaya tutarsan rüzgârın yönü bellidir, tanrı öldürmezlikten gelebilir mi, Tangut kraliçesi, ayna ve yankı kardeş midir ve her kim ki bir başkasına kinle bakmıştır, onu yüreğinde canından etmiştir." gibi konulara durduraksız girip çıktımsa da, kurulmuş bir saat gibi yinelenen tepki ve algılar içinde bana mısın demedi ve bir kaç gün kalıp, yalnızca bahçesinden, ürünlerden, satışlardan, elde edeceği küçük ama onurlu kârlardan söz ederek çekti gitti. Giderek tuhaf bir dünyanın içine hapsolduğu, bizi yaşama bağlayan kabullenir algılardan uzaklaştığı, bunun gerçekte belki iyi bir şey olabileceğini ama böyle giderse, garip bir algı bütünü içersinde kederli ve iç buran bir psikoza yakalanarak, sonunun iyi olmayabileceğine ilişkin varsayımlarla, kendisinden söz ettik durduk. Tartışmalarımızda ona hak verdik kimi zaman ve kimi zamanda ürkülerimiz ağır bastı ve kuşkuyla, uzaktan da olsa sanki hep onu gözlemledik. Bir zaman sonra gene geldi, tv de acı haberlerle, ülke sorunlarının alabildiğine ağırlaştığı, ekonomik sosyal sorunların toplumda hızla tartışılır hale geldiği bir dönemden geçiyorduk. Onunsa elleri daha bir kararmış sanki yüzü eskisine göre daha bir dağılıp, tüylenerek, difteri sarısı gibi saçı sakalı birbirine karışmıştı. Sofrada çatalı kaşığı kimi zaman unutuyor ve ayrımında olmadan elleriyle yiyordu. Bir gün, ellerini üstüne başına silerek temizlediğini gördüm, sesimi çıkarmadım, yıllarca yazgı ortaklığı yapmış, dayanışma içinde olduğumuz arkadaşıma alınabileceği bir serzenişte bulunmak cesaretini gösteremezdim. Eprimiş giysilerini değiştirmiyor, teni neredeyse kumaşın üstünden görünüyordu.

O gün dostluğumuzun hatırına, bir kaç şiir okuyup, çay içerek eskiyi anıp, yine söyleşiye dalalım istedik. 'Sesimizi geleceğe duyuramayız ki' başlıklı bir bilim kurgu öyküsünden söz ettim, hatta 'Servinin Dişleri Görünüyor' diye sürrealist bir şiir okudum, 'Sanem gelecek ve her şey düzelecek' adlı metafizik bir kıssadan söz ettim ama her şeye şiddetle karşı çıkıyordu artık, size uzun bir hava söyleyeyim dedi, söylemesi güç belki, bağırtı gibi, hiç bir şeyi umursamayan kaba saba naralarla alay etti bizimle... Hepimizin hayran olduğu kibarlığını elden bırakmış, hoyratlığın ön planda olduğu, centilmenlik dışı bir alışkanlığın, önsenmez, belki de bir hormonal bozukluğun, kakafonik ritmine bürünmüştü davranışları. Eskinin inci dişli, inceliklerle dolu adamı, kasvetli, ürküntü veren bir aymazlığın sularında, ufkun belirsiz sonsuzluğunda, hesapsız duraksız kulaçlar atıyordu sanki... Bir gün dayanamadım, (artık koku yayıyordu) neredeyse zorbalıkla yıkanmayı kabul ettirdim ona, suyu sevmediğinden değil, işlerinin ve düşsellikle sarmalanmış dünyasının dışında pek bir şey yapmak istemediğinden, hatta boşa zaman harcayacağını düşündüğünden diyeyim. Yıkanırken, kabini açık tutmasını garipsemedim ama suyun simetrik akışında (ilk kez ayrımına varıyordum), kulaklarının garip biçimde uzayıp, sivrilmiş olduğu duygusuna kapıldım, sanki kuyruk sokumundan doğru bir kabartıda oluşmuştu. Arkadaşıma ilişkin, dile gelmez düşüncelere kapıldığım sanısıyla kendimden utandım o an. Vücudunun belki daha bir kıllandığını, kocaman bir keçi, düve veya kara beneklerle süslü kartlaşmış bir sığır gördüğümü düşündüm sanki.

Gitti. Vaktiyle çeşitli işlere girip çıkmış, şarkılar türküler söylemiş, dostlarıyla eğlenmiş, sevmiş sevilmiş, tiyatroya, sinemaya, operaya gitmiş, kibarlığının ölçüsü kimilerini özlençle titretmiş bu adamın yerini; patavatsız, duygu yoksunu, diğer insanların algı dünyasını hot zot tavırlarla hiçleyen, dünya sorunlarının kayda değer hiç bir yanı olmadığına inanmış, salt kendi gerçelliğine, yalnız kendi isterlerine inanmış, bir adam almıştı. Giderek korkuyorduk, bir paravanın ardından konuşur gibiydi, kazandığı üç beş kuruşu bir tomar gibi ceplerinde taşıyor, üstünden başından olmadık şeyler çıkıyor, hırpani ve yüzü toprağa dönük, gaddarlaşmış bir adam, kendi değerler dünyasının dışına çıkmadan acımasız bir kimlik, izoletik, ürküsül bir maskeye bürünerek, tam bir ruhlar aleminde yaşıyordu.

Gene geldi. Bu kez neredeyse tanıyamadım, sakalı iyice uzamış, tırnakları kara-kaba bir görünümle ürküntü veriyor, mor dudakları sarkmış, ayak parmakları sanki perdeyle birbirinden ayrılmış, acayip bir görünümle salonda yürüyordu... Ama şu var ki biz insanların, yeterince garip bir yaratık olduğunu düşünmüyor da değilim, gerçekte ön ayaklarımız olan ve bir silaha dönüşen toynaksız eller, onların tanrı parmağı denilen başparmak olmayınca; körelmiş, zayıf bir pençe, küt bir uzuv görünümü vermesi, tüylerimiz uzadığında, giysilerimizin olmadığında cromagnon, neandertel ya da homo habilis'ten bir ayrımımızın olmayışı, alanlardaki kalabalıkların haykırışı, başımızda yüzyıllar boyu Monarklar'ın bulunuşu, her doğan bebeğin bir Tabula Rasa oluşu, Platon'un, Hobbes'in, Makyavel'in hep bir Devlet, Leviathan ya da bir Prens arayışı, beni kuşkulandırmıyor değil...

Cevizleri ellerimle topladım dedi, dişleri de sapsarıydı, taze ceviz yemenin öneminden, ömrü uzattığından, bir kez bile sayrı olmadığından, yeşille beslenmenin bin bir çeşit yararlarından karakinle söz ediyor, vecd içinde kendinden geçiyordu. Son aldığım bir kitabı gösterdim; tek kitap doğadır dedi. Espriyle Furkan'a ne diyeceksin demeyi düşündüm ama vazgeçtim. Bazı yazıların altının çizildiğini görünce güldü, gelgeç modalar, aymazlara masallar bunlar dedi. Sonra aniden beni kucaklayıp salonda dolaştırarak, doğanın kendisini ne kadar güçlü kıldığını söyledi ve bir külçe gibi koltuğa fırlatarak kahkahalar attı. Dedim ki, Stalin ray aralığını Avrupa ölçülerine göre beş santim geniş tutarak 2.Paylaşım Savaşını yengiyle bitirmiş... İkide bir söyleme, sen hâlâ bu mavallarla mı ilgileniyorsun dedi... Abur cubur bunlar, her şey çok yalın, doğal besleneceksin, yeşilleri bir günde tüketeceksin, otları tuzlu suda bekletip kaynatarak, mayhoşluğa yatırdıktan sonra sindire sindire çiğneyip yiyeceksin dedi. Ara ara konuşurken ağzından yeşilimsi şeyler fışkırır gibiydi; dişlerini fırçalamayı bırakmıştır diye düşündüm. Konuşması içgüdüsel hırıltılara, giyimi hırpaniliğe, tavırları yarı hayvansılığa evriliyordu artık. Ellerinin üzeri iyice tüylenmiş, ayaları kararmış, yüzü neredeyse moronlaşmıştı. Büfenin içinde bir tiyatro bileti gördü, bağıra çağıra parçalayıp, talan ederek sağa sola saçaladı kâğıtları... Bazen yine de kendi sesini dinlerken yakalıyordum onu, Lamia neredesin, Hazar'ın altında bir yer, Sami ovaları filân diye sayıklıyordu. Gizliden kederleniyordum.

(Bir zamanlar neler paylaşırdık onunla; adam çölde ibadet ederken, önünden bir meczup geçmiş, bağırarak geçecek yer bulamadın mı bak ibadetimi bozdun demiş, meczup da ben Leylâ'nın aşığıyım seni göremedim, sen ki Mevlâ'nın aşığısın beni nasıl gördün, kıssasından tutunda, bir şeyin varlığı kanıtlanmaya çalışılıyorsa, yokluğunun da ileri sürülebileceğinden, ölümsüz olsaydık bu duruma umar arayacağımızdan, insanın sonunu gören tek hayvan olduğundan, kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmalarının yüzyılın olayı sayılabileceğinden, gerçeğin yalanların koruması altında olması gerektiğinden ve kararlı tuzaklanma bölgesinin çekinikliği ve kapalı manyetik alan kuvvet çizgisinde parçacık sağanağı, nötron yıldız yüzeyinde üretilmiş olan Alfven dalgalarıyla kapalı kuvvet çizgileri boyunca ileri geri yansıyarak yayılırsa ve tuzaklanmış olan parçacıklarla etkileşir, yıldız yüzeyine doğru akan parçacıklarla etkileşen dalgaların neden olduğu iki akım kararsızlığı sonucunda ortaya çıkan radyo patlamaları, gözlemcinin bakışı doğrultusunda gerçekleşirse, radyovil sinyalleri algılanacaktır gibi soyutlamalardan, Güney'in Arkadaş filminde kendisine benzer bir karakter olduğundan, geri dönüşlü rüyalardan, tanrı kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya yaratabilse de yaratamasa da gücü sınırlıdır çatışkısından, psikolojik cehaletten, Joyce'un koprofil olduğundan, maddenin dejenere katı, b-e sıkışması, nötronyum, kuarkgluon plazma, fermiyonik yoğunlaşma, iki kez sanal madde gibi hallerinden, pozitivizm, volantarizm, egzistansiyalizmden, sıfırın her şeyi içine alan bir hiç olduğundan, patolojik saplantılardan, literatür hangarlarından, Lilith'in, Havva'nın değil, bizi yaratanın annemiz oluşundan, Mendelyef'den, Lamarck'dan, dünyayı dolaşan ilk insanın dragoman Henry, telefonu gerçekte Meucci'nin bulduğundan, Niemandsland'lardan, bildiklerimizin unuttuklarımız oluşundaN ...)

Sonra bir yıl geçti aradan, hiç ses çıkmadı, aradık sorduk, telefonlarla ulaşamıyor, herkes hakkında bir şey uyduruyordu, iyice kuşkulanınca kalkıp çiftliğine gittik; ıssız bir iç bölgede, bir vadinin kenarında, ağaçlar arasında sanki gizil bir yurtluk gibiydi çiftlik. Çevreye saçılmış kazanlar, ateşte bir şeyler kaynatmak için kullanılan sacayakları, eskimiş sepetler, baltalar, binbir türlü ıvır zıvır kaynıyordu ortalık... Öğle güneşinin uyuşuk tanrısından başka kimsecikler yoktu. Gündüz gözüyle bir baykuş havalandı ağaçlardan. Yeşil bir kertenkele örenlerin içine doğru kıvrıldı. Böğürtlenlerin arkasından dolanıp, içlere doğru ilerledik, sessizlikte elma ağaçları arasında otlayan bir hayvan duruyordu, sonra bir iple ağaca bağlı olduğunu gördük onun, garip bir tansımada, çıt çıkmıyordu. Ürktüm, hiç bir şey olmamış gibi; dingin, ağzından sarkan otları çiğneyerek bana bakıyordu hayvan, gözlerini tanıyormuşum gibi geldi ama; çok hain bir düşüncenin ve megaloman bir ruhun, kasıntı ve kasıtlı duygusunun esiriymişçesine utandım... Midas'ın öyküsü ruhumda gezindi. O an başımı eğdim, binbir duygu içinde gözlerimden yaşlar boşandı, sanki onun da gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü... Yoktu artık. Onu bulamayacağıma inanmıştım. Klanlaşan toplumu düşün demişti bana yıllar önce, ilk kez anımsıyordum...

Çaresiz bıraktım çiftliği, yukarıya tırmanırken dönüp son kez vahaya baktım, uzaklardan bir su sesi geliyor gibiydi, ağacın dibinde, ikide bir kulağını oynatan, kuyruğuyla gövdesini kasıklarını döverek sürekli bir devinimi yineleyen hayvanı güçlükle seçebildim. O an ellerimle uzun süre yoklandım. Tuhaf, içgüdüsel bir korkunun pençesine düşmüştüm sanki... Aradan yıllar geçti, ne denli ürkütücü ve yüz kızartıcıysa da, zaman zaman bu durumu bilinçle mi seçti diye düşündüğüm oluyor, yoksa inanılmaz olan, arkadaşıma olan kızgınlığımı bir öç-öykü vesilesine dönüştürerek, kurgulamış mı oluyorum diye; çoğu zaman düşünür dururum...

Belki de arkadaşım haklıydı. Belki de böyle bir düşe kapılan benimdir. Belki de kendi pahasına (bir başkaldırı uğruna), hiçbirimizin beceremediği, erişilmez, kutsallıkla yüceltilmiş kaleleri ve göksel; bulutlarla sargın kuleleri-burçları yıkmaya kalkışmıştır; bilemiyorum...


YAZARI: ULUS FATİH


Derrida ve Budrillard'ı Ağlatan Sözler...








Mahmud Derviş:
“Umut adındaki dermansız dert…”

2002 yılında Uluslararası Yazarlar Parlamentosu’nun 8 seçkin üyesi ki aralarında Derrida, Budrillard gibi tanınmış isimler de vardı kuşatma altındaki Ramallah kentini ziyaret ederler.
Mahmud Derviş o ziyaret sırasında dokunaklı bir konuşma yapar, yazarın, şairin tarih karşısındaki sorumluluğundan söz eder…basit anlaşılır bir dili benimser.
Defter okurlarıyla paylaşarak onu uğurladığımız saatlerde bir mum ışığı olsun istedik.
Konuşmayı orijinal Arapça ses kayıtlarından çözdük…
Şairi, Yazarı, Ressamı hoş vakitlerin, eğlencenin, nazik düşüncelerin ötesinde tarihi bir tanıklığa davet ediyordu, üstelik sesine ses verenler arasında bugün düşüncelerini, fikirlerini kabul veya ret etsek de en çok tartıştığımız isimlerin olması dikkat çekiciydi.

Saygıyla
Borges Defteri

“Vatanımın bu kanlı baharında hepinize hoş geldiniz diyorum, sizleri burada ağırlamaktan onur duyarak. Bu topraklar daha önce iki şeyle meşhurdu: Aşk ve Huzur!
Bu çok zor kuşatma koşullarında buralara kadar gelmeniz aslında kuşatmanın kırılması demektir. Burada olmanız yalnız olmadığımızın ispatıdır. Uluslararası vicdanın hala uyanık olduğunu gösterdiniz. O ruh yaşıyor, itiraz edebilme cesareti var ve adaletin tarafını tutma yeteneğine hala sahiptir. Sizler bizi bir kez daha şu gerçeğe inandırdınız: yazar hala ırkçılığa karşı özgürlük mücadelesinin ön saflarındadır. Bu sorumluluğun kabulü sadece yazılı metinler arasında kalmasın. İnsanlığın bunalım dönemleri ve trajedilerinde yazar yaşamın hem ahlakı hem gerçekçi kıyısından kendi edebi sorumluluğunu yerine getirmelidir. Toplum bilincini daha yüce değerler doğrultusunda yukarıya çekmelidir, ki bu ikincisi toplumu kendi özgürlüklerine sahip çıkma konusunda da uyarı niteliği taşıyor.
Biliyorum, sizin gibi sözcüklerin efendisi yazarlar karşısında bazı şeyleri dile getirmek zordur.
Belki de sözcüklerimiz haklarımız kadar basit olmalıdır. Bizler bu topraklarda doğduk, buralıyız! Bizler ne başka bir “anne”yi biliriz ne de başka bir dili.
Şuna inancımız tamdır: Yeryüzü, Tanrı, Geçmiş hiç kimsenin tekelinde değil…
Ve tarih ne adaletlidir ne de güzel!
Ama bizler birer insan olarak onu daha insani-anlamlı kılmakla yükümlüyüz, çünkü bizler aynı zamanda hem tarihin kurbanları hem de onu oluşturanlarız…
Bizlerin büyük bir derdi var: umut adındaki dermansız dert…
Özgürlük ve bağımsızlık umudu, sıradan, sessizce bir yaşam hakkı istiyoruz ...orada bizler ne kahramanız ne de kurban…
Çocuklarımızın huzur içinde okullarına gitme umudu
Hamile kadınlarımızın gürültüsüz, huzur içerisinde çocuklarını doğurma umudu, üstelik doğum hastanelerinde, “arama noktalarında” değil!..
Şairin kan sözcüğü yerine aşkı, öteki renkleri anıma...
ve Ramallah kentinin bir kez daha Aşk ve huzur kenti olma umudu…”
Mahmud Derviş
Arapça aslından çeviri: Borges Defteri

Mahmud Derviş bu konuşmadan sonra günlüğüne kısa bir not düşer: “ 4 senedir yakın bir birlikteliğimiz olan Derrida ve Budrillard’ın ağladığına ilk kez tanıklık ediyordum”…

Şimdi bir halk büyük bir ozanı için neden bunca derinden sarsıldı sorusunun yanıtını bir kez daha düşünelim ….

Borges Defteri


PEACE NOW!







...Beslan...


Kuzey Osetya, Beslan'a


ne kundakçılar gördüm
ne intiharlar
ağaçlar budandı mevsimsiz
kan tozuna bulandı nice yazlar

aşklar vardı
günlük ayazlarda donan
sokağa terk edilen ayrılıklar
aşklar vardı gözyaşı nehirlerinde
piranalarca ciğerleri parçalanan

çetelesini tuttum bozgunun
son pim Irak'ta çekildi
acılı coğrafyaları soğurdum
dinamitlendi yürek her kelle kopuşta
etim
etten düştü oralarda

böylesi görülmedi hiç
kim haklı kim haksız
onca çocuk neden can ruletine kurban?

yitirmedim umudu insan dair
hayır! çalmadı henüz saat
yalnızca güldür
gülümdür karanlığa ağlayan

körler ufkundayım bugün
dolunay kayıp
gök solgun
dünya zindan…


(4 Eylül 2004) - Naime Erlaçin




...Ölmek...

—Güney Osetya’ya…

damda havlayan
köpek gibidir zaman
kendisiyle çarpışmakta tarih
yolları kan tutmuş
yürekler iğneli

kim toplayacak
yuvadan uzaklaşan renkleri!

küsmekle
ölmek arası kararsız
vazgeçtik gerçeği bilemekten
tükenmiyor öfke
susmuyor içimiz
neden?

duran saatlerin altında birileri
ateşle dalaşıyor hâlâ
delilik şehrayinde
cülus peşindedir bet kalpleri

lanet olsun!
zamansızlık bellerken geçmişi
ölmek en doğrusu belki

kim bilebilir ölürken
kim toplar
kim toplayacak
yürekten kaçan renkleri…


10 Ağustos 2008 – Naime Erlaçin






Şair Öztürk Uğraş Anısına...// Derya Önder





“Başım Sıkıştıkça Seni İt Gibi Seviyorum”


Bir süredir aynı şeyi düşünüyorum. Kitaplığa gidip, hep aynı kitapları alıp koyuyorum masama… Kapağına bakıyorum kitapların. “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları”na bakıyorum, “Hay Benim Boynum Kopsun’a… Raşit Abi’nin çektiği, o sabah alelacele çoğaltıp yakalarımıza taktığımız siyah beyaz bir fotoğrafa. Aslında bir şey yazmak da istemiyorum. Sadece “ölüm”ün bizden bile isteye aldığı, çoğunda da “çekip aldığı” insanları düşünüyorum. Uzayıp gidiyor liste, uzayıp gidiyor zaman…

Kars’ın Susuz ilçesinden, “Çamçavuş” köyünden gelip aramıza karışan, şiire karışan Öztürk Uğraş’ı düşünüyorum. Çünkü hemen hemen hangi şiirini okusam yeniden, pusulası toprağına dönük. Gidip bakıyorum internetten. Kars’a, Susuz’a, Çamçavuş’a… İstersem “google earth”ten, öyle oturduğum yerden de bakabilirim.

“hiç kimse polis otosunun üstündeki
mavi ışık kadar üzgün değildi”

dizelerini okuduğum ilk günden beri, ne zaman görsem o “mavi ışık”ı, o “üzgünlük”ü düşünüyorum yeniden…

Onun, “anacım, altını çize çize okuyorum kitabını, bir ara konuşuruz” deyişini hatırlıyorum hep. Ki hiç oturup konuşamadık bunu… Yine de merak ederdim ben Öztürk’ün okuduğu kitapları… Neleri işaret eder, yanına nasıl notlar düşer…

Bazı şairler öyledir, kocaman kalpleri, kocaman gövdeleri vardır ama gölgeleri daha büyük dursun diye uğraşmazlar… Yaşamda “uğraş”mak için seçtikleri şey, insan’dan öteye gitmez... Seslerinin duyulmasını isterler ama “hey buradayım” diye bağırmak istemezler. Bunca gürültü usulca bir şiire nasıl girer, girdiği andan itibaren şiirleşirken neye dönüşür, şiir bittiğinde artık yeniden başlayan ya da yeniden biten nedir? Yaşamda, bir şiir fazla bir şiir eksik, bir şey değişmiyorsa neye yarar ki yazmak?

Kendisi için “hay benim boynum kopsun” diyebilen, bunu kitabının kapağına yazdıran, “biriyle çürüyenlere…” ithaf edilmiş bir şiirin şairinden söz ediyoruz. Bir dosttan... Dost bir sesten…

İstanbul’a gelişinin ardından hepimiz gibi “kentli” olan ama bir türlü “buralı” olamayan, dahası olmak istemeyen, “kaçak yapılar gibi tedirginim” ve “ancak zenci kadar gülüyorum” diyen bir şairden…

1957 yılında Kars’ın Susuz ilçesine bağlı Çamçavuş Köyü’nde doğar Öztürk Uğraş… 6 Ağustos 2004 tarihinde terk eder şiiri, İstanbul’u ve bizi. İlk kitabı 1992 yılında yayımlanır. “Sesli Konuşun”. Daha ilk kitabının gelişinden bellidir, yaşama meydan okunacağı. İnsanları yaklaştıran ve uzaklaştıran, dost ve düşman yapan, barış’ın ve savaş’ın en önemli gücü olan dil, kendi içine döndüğünde ve kıvrılmaya başlandığında, bir başkası için zehir üretme evresindedir ve seçilerek seslendirilen sözcükler çoğu zaman yapaydır. O aslında “Sesli Konuşun” derken “kendiniz olun” demek ister gibidir.

İkinci kitabı, “Ekmeğin ve Suyun Tanrısı” 1994 yılında Berfin Yayınları’ndan çıkar. O yine dünyayı olmasını istediği gibi çizmeye devam eder şiirlerinde. 1997 yılında üçüncü şiir kitabı, “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları” ve 2001 yılında ise bize bıraktığı dördüncü ve şimdilik son kitabı “Hay Benim Boynum Kopsun” basılır Piya Kitaplığı’ndan. Bir süre “Kunduz Düşleri” ve “Ütopiya” pratiklerinin içerisinde yer alır. Dünyaya karşı seyirinin bir parçasıdır bu da.

Bir yandan da belediyelere bağlı bir “kamu kuruluşu” olan “mezarlıklarda” memurluk görevini sürdürür. Hatta yakın dostları kendi aralarında ona “mezarcı şair” diye seslenirler. O gülümser buna sadece… Aslında belki de “Sesli Konuşun”daki ironi biraz da bu memuriyetin başlangıç yıllarında taşların ve toprağın sessizliğine bir çağrıdır. Bana geceler, günler boyu dediklerinizi hele bir de dile gelip söyleyin.

“Ölüm” duygusu, ölüm’ün varlığı, sadece yazıyla çiziyle uğraşan insanları değil, aklını ve kalbini yaşamsal fonksiyonlarının ve ihtiyaçlarının dışındaki şeyler için kullanabilen herkesi de, ölüm-yaşam köprüsünün ince çizgisinde getirip götürür. Bu sorgular, kimi zaman sessiz sedasız içte mayalanmaya devam eder ve artık ölüm/ölüm duygusu yaşamın bir parçası halini alır. Kimi zaman ölüm duygusu, yaşama duygusunu mağlup eder ve kendi zafer çığlıklarıyla alıp götürür bizden sevdiklerimizi. Öztürk, son nefesine kadar yaşamın iplerini elinden bırakmayan insanlardandı. Ama, uğursuz bir hastalık alıp götürdü onu. Her gidenle giden yanlarımızı da alıp götürdü giderken…

Şu yıldönümleri, anmalar… Sanki o güne saklanmış bir kederi ya da bir hazırlığı hatırlatıyor gibi olsalar da aslında başka bir duygusu var. Hele de tanık olunmuş süreçlerin sonunda gerçekleşmişse bu ölüm, mevsimi yaklaştıkça, bir yıldönümü daha geldikçe, bir şey kendiliğinden huzursuzlanmaya başlıyor. Yani tam o gün, o saatte mesafeler kapanıyor ve sanki bir “dejavu” kaplıyor insanın içini…

Bir şey demek istemiyorum. Sadece anımsamak, anımsarken anımsatmak, yazının kendi diliyle ona bir kez daha seslenmek… Kitaplarını üst üste pencere kenarında, çalışma masasının üzerinde, kanepede otururken yeniden karıştırmak birkaç dizeyi yüksek sesle mırıldanmak... Şair iyi ki varsın, şiir iyi ki varsın demek… Çünkü şiir yaşamın içinde de insanın içinde de taşları yerinden oynatabilir diyebilmek…

Mesela üçüncü kitabı olan “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları”nı “intihar notu” adlı şiiriyle bitirir Öztürk…

“biliyorum
intihar
bedendeki sabrı utandırmaktadır
ama seni öylesine çok sevdim ki
bedenimin en ufak zerresine
aklımın sözü geçmiyor

hoşça kal…”

Sonra Lamia çıkagelir… “Hay Benim Boynum Kopsun”da bir bölüm ayırır Öztürk, “Lamia için. Başlığını da “Lamia’ya Mektuplar” koyar. İki düzyazı şiir ve üç şiirden oluşur Lamia’ya giden yol. “Siz öyle mi yaşlanırsınız gitmek gibi uzun” dizesiyle başlar ilk mektup. İkincisinde, “başım sıkıştıkça seni it gibi seviyorum” der. Bir başka şiirde “bu Lamia beni sırtımdan vurabilir” dizesini fısıldar dostlarına… Yine de soruların çoğu hep Lamia’yadır: “SEN IŞIKLARIN KİMİN YÜZÜNDEN GÜZEL OLDUĞUNU SANIYORSUN” dizesi işte böyle büyük harflerle büyük büyük sorulur Lamia’ya…

Lamia şiirlerde de hiç konuşmaz, sorulara cevap vermez... O biraz da bütün şairlerde var olan “gizli özne”dir. Her birinde başka bir isimle anılır. Mektupların altına atılan imza “yıkım günleri’95”tir. Lamia’ya gidip gelmekten yorulduğunda da arkadaşlarına bir kez daha seslenir:

“arkadaşlar… arkadaşlar
kaçak yapılar gibi tedirginim
belki yaza çıkamam, üstümde kalmasın
yaralarımın size selamı var
acılarım da gözlerinizden öper”

Yıl 2001’dir… Ölüm’ün, onun elinden kalemini çekip almasına üç yıl vardır daha…

O zamana dek, o “yazmak”la çıkmaya devam eder yaşamın karşısına. Bütün “hoşcakal”ların ardındaki yeni “merhaba”yla. Bütün “intihar notları”ndaki gizli yaşama isteğiyle.

Ve dostlarına bir kez daha hatırlattığı, altını çizdiği şey, “Lütfen kavga!”dır.

YAZARI: Derya Önder

(Not: Bu yazının kısaltılmış bir bölümü 6 Ağustos 2008 tarihli BirGün gazetesi’nde yayımlanmıştır.)




* * *

Çöl Sahidir
Tek mülk hiçliktir





Sahidir

I.
Tutukladığı topraklara
tepeden baksalar da
sınırlarını açık tutan ırmaklara
gücü yetmez bayrakların

şairsen bil
su sahidir

II.

yakada kırılır boyunu
alnı rozete düşer
göz önünde ölür gül
yaş gözde, yas içerde kalır
kokusu ruhudur, çöle yanaşır
çöl ufalar peygamberleri
zaman yatağa düşer
tek mülk hiçliktir
ve çöl sahidir

III.

sırnaşık köpüklerden uzaklara
bir yandan kök yarar sinesini
bir yandan durmaz
günün kahkülü kuşluk
ikindinin arkasında
narlanır yanar dağların sırtı
uçurumlarda yerini bulur ateş
külün cengi başlar

IV.

bilinmez, hadisi yoktur aşkın
insansa evidağılmış yaradır
ışıkları yemine çeker
boşluğu da özler
bilge geniş sabrıyla durular arzı
gözünü sözle doyurur
ten serinse içtedir o yangın

şairsen ayı insafa çağır
dervişsen bil
kül sahidir

Şiir: Öztürk Uğraş


Bir Kafka Biyografisi - 1. Bölüm / by Ronald Hayman/Çev.Ali Rıza Arıcan



22 Eylül 1912 akşamı, saat 10’da, 29 yaşındaki Franz Kafka “Das Urteil” (Yargı) adlı hikayesini yazmaya başladı. Sabah 6’de hikayeyi bitirdiğinde bacakları öylesine uyuşmuştu ki masasının altından zorlukla çekebildi ayaklarını1. Ancak biliyordu yazma yeteneğini daha önce hiç kullanmadığı ölçüde o gece kullandığını. “Her şeyin nasıl söylenebileceğini, her şey için, en tuhaf hayaller için bile büyük bir ateşin hazır olduğunu” keşfetmişti. “Tüketildiler ve yeniden dirildiler.”2 Yıkımın yaratma ile aynı şey olması ayırt edici bir özelliktir. Kendi yazdıklarını sıklıkla yok etti Kafka, sanki az başarılı olanlar asıl değerli olanları oksijenden mahrum bırakıp, ölmelerine neden olacakmış gibi.
Yargı’yı yazdığı gece, kalbindeki ağrıya rağmen, hikayenin hız kazanmasıyla kayboldu yorgunluğu. “Demek ancak böyle mümkün oluyormuş yazmak, ancak hiç durmaksızın yazarak, bu derece bütüncül beden ve ruh açılımıyla”3 Yazdıklarını başkalarına okuma huyu hiç olmadığı hâlde bu hikayeyi bitirir bitirmez üç kızkardeşine de okudu4, ertesi gün de birkaç arkadaşına.5 İki hafta sonra Max Brod’a okudu hikayeyi, onun hazırlamakta olduğu yıllık Arkadia’da yayınlanması için.6 İki ay sonra Kafka, bir otelde düzenlenen “Prag’lı Yazarlar Akşamı”nda herkesin önünde bir kere daha okudu hikayesini.7
Şubat ayında, hikaye henüz düzeltme aşamasındayken şunları yazmıştı: “Benden bir çocuğun doğması gibi çıktı bu hikaye, kir ve salgıya bulanmış hâlde, ve bu çocuğun bedenine ulaşmayı başarabilecek ya da bunun için hırs gösterecek tek kişi bendim.”8 Yazarken Freud’u düşünmüştü9. O olmasaydı asla kendi rüyaları üzerine bu derece ilgi göstermezdi. “Rüyalarından başka bir şeyle ilgilenmez oldu” diye yazmıştı Brod 1911 günlüğünde. Hikayenin sonu ters-Ödip olarak tanımlanabilir. Baba oğlunu boğularak ölmeye mahkûm eder. Oğul ise infazı kendi elleriyle gerçekleştirir. Ama Kafka’nın yazınında yeni olan şey Freud’un etkisi değildi. Özgeçmişinin vanasını sonuna kadar açıp kendi yaşamının yazınını etkilemesine izin vermesiydi yeni olan. İncelikle ve dolaylı olarak, ama daha bir tamamlanmış, daha bir açıkca, daha bir cesurca; iriyarı, öküz boyunlu, kabadayı, kendine güvenen, başarılı bir işadamı olan babasından duyduğu korkuyu anlatmak için artık kurguyu kullanmaya başlamıştı Kafka. Öyle ki babasının önceden tahmin edilemeyen feveranları onu hâlen ürkütmekteydi. 36 yaşındayken babasına yazdığı mektup suçlamalarla doludur. Her ne kadar suçlamaların büyük bir kısmı kendisine yönelik olsa da! “Şu anki benim ben olmamın senin yüzünden olduğunu söylemeyeceğim ama yine de bu abartmaya meyilliyim.” Bu Kafka’ya özgü, sonundaki kısmi vazgeçmişlikle kendi kendisini iptal eden bir cümledir. Sefaletinin temel kaynağı çocuklarını herkesin önünde azarlayan, kaba, hatta zorba babasının neden olduğu içinde biriken suçluluk duygusuydu. Hesap soruluyormuş düşüncesiyle büyürken bir yandan da banyoda toplanıp, kendilerini savunmak için plânlar yapıyorlardı. “Sana karşı bir komplo planlamak için toplanmadık. Birlikte oturduk çünkü tüm enerjimizi toplayıp, şakalaşarak ve ciddiyetle, severek, meydan okuyarak, kızgınlık duyarak, tiksintiyle ve suçluluk duyan ruhumuzla, tüm zihinsel ve duygusal gücümüzle, bu ürkünç mahkemeyi tartışmak istiyoruz. Ama gel gör ki sen bu mahkemenin de yargıcının kendin olduğunu iddia ediyorsun.”10 Kafka’nın babasının sevgisini kazanamamasından doğan başarısızlık duygusu onun bunalımlara sürüklenmesinde büyük bir rol oynadı. Bunun yanında Kafka babasının ne kadar akılsız birisi olduğunu, onun kendisini yargılama konusunda ne derece yetersiz birisi olabileceğini hayatı boyunca kavrayamadı.
Bir çocuk olarak Kafka’nın en büyük kızkardeşi Elli en az onun kadar utangaç ve suçluluk duygusu içindeydi. “Ona zorlukla bakabiliyordum. .. çok güçlü bir şekilde bana kendimi hatırlatıyordu.” Ama Elli erken yaşta evlenerek özgürlüğüne kavuşmuştu. Kafka’nın hayatında, tıpkı yapıtlarında olduğu gibi, evlenememek önemli bir yer tutuyor. “Evlenmek, bir aile oluşturmak, zamanla gelen çocukları kabullenmek, bir yandan onları ufak ufak yönlendirirken, bir yandan da bu belirsiz dünyada onlara destek olmak, işte bütün bunların bir insanın hayatta sahip olabileceği en üst düzey başarı olabileceğine ikna oldum.” 11 Yargı’daki bazı sahneler Kafka’nın yaşamı gözardı edildiğinde pek bir anlam içermemektedir. Bunlardan birinde Freida, nişanlısı olan Georg’a şöyle der: “Eğer tüm arkadaşların Rusya’da münzevi hayatı yaşayan o adsız bekar arkadaşın gibiyse benimle nişanlanmaya hakkın yok.” Görünüşte Freida erkekleri iki ana sınıfa ayırmaktadır. Tasdiklenmiş münzeviler ve evlenmeye kabiliyetleri olanlar. Bu arkadaş tasdiklenmiş bir münzevidir. Georg eğer bu adamı düğünlerine davet ederlerse, düğün sonrasında onun münzevi yaşamı dayanılmaz olarak algılamaya başlayacağından dolayı tedirginlik duymaktadır. Hikayeyi beş ay sonra son düzeltmeler için tekrar okurken, Kafka şu yorumu yapar: Baba kendisini Georg’un düşmanı olarak tanımlar, bu arkadaşı kullanarak, ve bir de “diğeri, daha küçük ortak etkenler, mesela annenin sevgisi, ona bağlılık, sadakatın getirdiği hatıralar ve babanın ilk etapta iş için bir araya getirdiği müşteriler. Georg’un hiçbir şeyi yok. Nişanlısı kolaylıkla baba tarafından dışarı sürüklenebilen bir figür, hikayede hemen hemen hiçbir önemi yok, tabii babanın ve oğlun sahip oldukları ortak arkadaş ile olan ilişkisini saymazsak. Hem henüz ortada evlilik de olmadığı için kız baba ile oğlu birbirine kenetleyen kan bağına da dokunamıyor. Sahip oldukları tek ortak şey babanın etrafında birikiyor. Georg bir şeylerin kendisine yabancı ve kendisinden bağımsız olarak gelişip büyümekte olduğunu hissediyor, kendisinin asla korumakta yeteri kadar başarılı olamadığı bir şeyin.“

Baba ne kadar saldırgan olursa, oğul babasının gücü hakkında o derece daha az nesnel olacaktır. Bastırılmış olan babayı öldürme dürtüsü oğulda babanın kendisine çektirdiği acıları abartma ihtiyacının doğmasına neden olabilir. Hermann Kafka’nın oğlu üzerinde bıraktığı gerçek acı kayda değer düzeydedir ama oğlu için babasız yaşama düşüncesi heyecan vericiden çok korkutucudur, o kadar ki yok olma düşüncesinden bile daha ürkünçtür bu düşünce. Kafka’nın sıradışı bir yoğunlukta ölümü arzulamasında babasının rolü azımsanmayacak derecededir.12 Georg anne-babasını sevdiğini haykırarak verir son nefesini. Son cümledeki çiftanlamlılık çevirilebilecek gibi değildir: “In diesem Augenblick ging über die Brücke ein geradezu unendlicher Verkehr.” Köprünün üzerinde sıra sıra arabalar geçmektedir ama Almanca kelimeler cinsel anlamda birleşmekten söz etmektedirler. Bunun ne anlama geldiği açıktır. Babanın sadizmi genç bir kadının doğurganlığına kıyasla daha heyecan vericidir onun için. Hikayede kızın baba tarafından olayların dışına atıldığı üzerine tek kelime yoktur. Kız çok bayağı bir şekilde nişanlısının bilincinden silinmekte, yerini Georg’un yaşlı babası almaktadır.
İlk hikayelerinden biri olan Köy Yolundaki Çocuklar’da (Kinder auf der Landstrasse, 1904-05), çocuklar itildiklerinde, yol kenarındaki çimenlik bir çukura kendi rızalarıyla düşerler. (Çukur için kullandığı Almanca kelime olan ‘graben’ aynı zamanda mezar anlamına gelir.)
Sağ elini kulağının altına koyup, sağ yanına dönersen orada uyumak isteyecektin. Ama sen yine tırmanmaya yeltendin, çeneni yükselttin ve ardından daha derin bir çukura yuvarlandın. Sonra tekrar kendini dışarıya atıp, açık havaya kavuşmak istedin. Kollarını açtın, bacaklarını büktün ve nihayetinde tekrar daha derin bir çukura düştün... En son noktada nasıl oldu da bedenini uykuya uygun bir şekilde salıverdin en derindeki çukura? Özellikle dizlerinin üzerinde, sanki bir şeyleri yeni keşfediyormuşsun gibi, sırtının üzerine yattın ve hastaymışsın gibi ağlamaya başladın.14
Kendi intihar eğilimiyle oyun oynamayı –kelime düzeyinde de olsa- iyi becerirdi. “Sanırım insan kendi mezarını kazanmalıdır” diye yazdı 1908’de, Cech Köprüsü inşa ediliyorken. “Geçen hafta ben gerçekten de bu caddeye aittim. Bu cadde ki ben onu İntihar Yaklaşımı olarak adlandırırım. Çünkü bu geniş cadde ırmağa açılır ve ırmağın üzerinde bir köprü inşa edilmektedir.“ Irmağın öteki yakasında Belvedere Parkı vardı fakat henüz köprü tamamlanmamış olduğundan, cadde sanki köprüye değil de doğrudan ırmağa uzanıyordu. Ama “Her zaman için köprüyü geçip Belvedere’ye varmak, ırmağa düşüp cennete gitmekten daha eğlencelidir.”15 Bu Kafka’nın son birkaç yılda Goerg için tasarladığı ölüm plânlarından birisidir.

Edebiyat intihara alternatif olarak görünüyordu, ama sadece intihara değil, hayatın kendisine de...

Sahip olduğum her şey bana karşı yönelmekte ve bana karşı yönelen şeylere artık sahip değilim... Midem ağrırsa bu ... bana hakaret etmeye hazırlanan bir yabancıdan hakkıyla ayırt edilemeyecek. Ama bu her şey için doğru. Ben içime doluşmuş mızraklardan başka bir şey değilim. Ne zaman kendimi savunmak için güç kullanmaya başlasam, bu mızraklar bedenime doğru daha da hareketleniyorlar. Bugünden itibaren büyük bir inançla ve azimle, kuşkusuz bir biçimde inanıyorum ki bir mermi en iyi çözüm olacaktır. Kendimi bir mermiyle vurup, içinde olmadığım mekandan uzaklaşacağım.
Kendisinin orada olmadığına inanmış olduğundan, her şeyden önce nerede olduğu sorusunu yanıtlaması gerekiyordu. İlk öykülerinde birisi olan “Geprach mit dem Beter”de (Yalvaran Adam ile Konuşma) eziyete maruz kalmış genç adam itiraf eder: Hayatımın hiçbir anında yaşıyor olduğuma dair içimden gelen bir ses duymadım. Ben etrafımdaki nesnelerin gerçekliklerini çok kısa süre için kavrayabilen birisiyim. Nesnelerin bir zamanlar gerçek olduklarını ama bu gerçekliğin şimdide eriyip gitmiş olduğunu hissederim. Efendim, benim en büyük arzum, nesnelerin bana görünmeden az önceki hâllerini çok kısa da olsa yakalayabilmektir.17 Etrafındaki tüm nesneler iltihaplıdır. Bir yazar olarak tutkusu nesnelerin kirlenmemiş görüntülerine hakim olmaktır. Bunun için her fiyatı vermeye hazırdır. Hiçbir hile gülünç duruma düşürücü ya da çok acı verici olamaz. Bedeninin sıradan çalışmasına bakıp yaşadığına ikna olamayınca, kendisine zihinsel şiddet uygulayarak yaşamın farkına varmaya çalıştı. Hayalgücümün günlük diyeti bu tür fantezilerdir: odanın zeminine sereserpe serilmişim, kızarmış et gibi dilimlere ayrılmışım. Ve kendi elimle köşedeki köpeğe bir parçamı sunuyorum usulca.18 Ama aynı zamanda kendisine bu derece acı çektirerek daha yüksek bir varlık düzeyine ulaşacağına inanıyordu. Felice Bour’a yazdığı bir mektupta ‘kendisini daha yüksek bir amaca ulaştıracak olan acıya kavuşmak için duyduğu arzu’dan söz etmektedir.19 Hayvan olan sadece ruhunun altta kalan kısmıydı. “Atları iyi kırbaçla! Mahmuzları yavaş yavaş tak hayvana. Sonra aniden çek kendine doğru. Ardından da derisine doğru tüm gücünle bastır mahmuzu.”20

Mazoşizm kelimesi Kafka’nın başardığı ‘kendini sistematik bir biçimde yoketme’ eylemini izah etmeye yetmez. Onun için yazmaya karşılık olarak, kesin bir çözüm olmadığı için, yaşamak ciddi bir alternatif oluşturmuyordu. Novalis insanın kendini yoketme isteyişini (Selbsttötung) ‘Gerçek bir felsefi eylem, bütün bir felsefenin gerçek başlangıcı’ olarak tanımlar ve kesinlikle Kafka’nın bu karamsarlığında aslında neyin umut verici olduğu konusuna dikkat çeker. Ölüme karşı gözlerini kapamayı reddetmiştir ve bunu hayata tatlılık veren bir bileşen21 olarak tanımlamıştır. Bunun yanında sadistik eğilimlerine de göz yummuştur. Esir Kampında (In der Strafcolonie) adlı hikayesi, kendisinin ömrünün yetmediği ama kızkardeşinin can verdiği ölüm kamplarını, dehşete düşürülmeyi açıkça reddederek öngörür. Ama hikaye işkence aygıtı, aygıtı icat eden amir ve onu işleten görevli üzerinde kendi yargısını içerir. Merkezde yer alan kibir Kafka’nın yapıtlarında önemli bir yer eder. Aygıt, kurbanın farkına varmadan çiğnediği kanunu onun derisine kazır. Bu hikayedeki temel varsayım kurbanın suçlu olduğuna dair hiçbir kuşkunun olamayacağıdır. Nöbeti sırasında, suçlanan adam, yüksek rütbeli olan adamın kapısına doğru her saatte bir başını önüne eğerek selam vermelidir. Şimdi ise üstlerinin onuru için bedenini kazıtıyor. Görevli eski ceza sistemini ortadan kaldırmanın bir yolunun olmadığını anlayınca mahkumları salıveriyor, aygıtı ‘adil ol’ ifadesini yazmaya programlıyor ve ardından da kendi bedenini iğnenin altına sürüyor. Sonunda kendini öldürmeyi başarıyor ama bedenine istediği ifadeyi yazdıramıyor. Çünkü aygıt bozuluyor ve kendisini parçalarına ayırmaya başlıyor.
Kafka’nın en sevdiği Tolstoy hikayelerinden birisi olan İvan İlyiç’in Ölümü’nde22 ölüm ve aydınlanma eşzamanlıdır. Ölen adam sadece neşenin ve aşkın farkındadır, tüm acıları hayata tutunmaktan vazgeçmesiyle sona erer. Tıpkı Savaş ve Barış’taki Prens Andrei’ye olduğu gibi, ölüm bir uyanıştır. Kafka’nın hikayesinde, görevlinin aygıta gösterdiği saygının temelinde aygıtın ölmekte olan adamın hayatına adaleti getirdiğine dair inanç yatmaktadır. “Gözlerde başlar. Ardından yayılır. Bir görünüş ki insanı baştan çıkarır, tırmığın altına onunla birlikte yatırır. Başka bir şey olmaz. Adam elyazmasını çözmeye başlar, dudaklarını büzer. Gördün işte! Elyazmasını gözlerinle çözmek öyle kolay değildir. Ama bizim adamımız onu yaralarıyla çözüyor.”23 Schrift (elyazması) aynı zamanda Almanca’da kutsal kitap anlamına da gelir. Görevli yaşlı amirin plânlarını kutsal kitap gibi değerlendirmiş tir onları seyahat eden adama gösterdiğinde. (Edwin ve Willa Muir Reisender kelimesine kaşif diyerek yanlış çevirmişlerdir. ) Oysa tüm görebildiği çizgilerden oluşmuş labirentlerdir. Buna rağmen görevli suçluların bedenleri üzerine yazılacak olan cümleleri okuyabilir ya da okuyabildiğine inanır. Sanki intikamcı bir tanrının gönderdiği rahiptir. Ve aygıtı kendi bedeni üzerine koyup test etmeye yeltendiğinde, aygıtın kendi sandığı gibi olmadığını anlar. “Herhangi bir pişmanlık işareti yoktu... Dudaklar birbirine sıkıca yapışmış, gözler açık, hayattaymışcası na bir ifadeye bürünmüşler. Bakışlar alnına saplanan büyük demir çiviye dikili, sakin ve ikna olmuş.”24 Sevgili aygıtı onu yanlış çıkarmıştı ama bir Tolstoy-zıttı aygıt olarak, Kafka’nın hikayesi görevini hakkıyla yerine getirdi.
* * *
Notlar:

1-Tagebücher, 23.09.1912, sayfa 183
2-Adı geçen yapıtta
3-sayfa 184
4-25.09.1912, sayfa 184
5-Adı geçen yapıtta
6-Adı geçen yapıtta
7-Brod, sayfa 112
8-Tagebücher, 11.02.1913, sayfa 186
9-23.09.1912, sayfa 183
10-Brief an den Vater, sayfa 40
11-Sayfa 58-59
12-Tagebücher, 11.02.1913, sayfa 186
13-Freud, Gesamelte Werke XIII, sayfa 287, ego ve süperego tartışması için.
14-Samtliche Erzahlungen, sayfa 83
15-Hedwig Weiler’e mektup, büyük bir olasılıkla 1908’in başında, Briefe, sayfa 55
16-Brod’a mektup, 1910 baharı. (Brod’a göre 1919 baharı), sayfa 254
17-Samtliche Erzahlungen, sayfa 189
18-Brod’a mektup, 03.04.1913, sayfa 114-115
19-Felice’e mektup, 30.08.1913, sayfa 458
20-Tagebücher, 21 veya 22.07.1913, sayfa 196
21-Janouch
22-Brod’un 23.12.1922 tarihli günlük sayfasına eklediği dipnot.
23-Samtliche Erzahlungen, sayfa 108
24-Sayfa 121

Türkçeye çeviren: Ali Rıza ARICAN

/Defter// Ali'nin kişisel blog sayfası:
http://rizaarican. blogspot. com



Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***