Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Kuantum Parçalanma // Ömer Serdar





Benimki hep sıradandı.

Gnostik öğretilerini uzun zaman beslediler.” Ne ilgisi var” diyeceksin. “Kör olasın demiyorum/kör olma da gör beni” (Hasan Hüseyin)

Nasıl da bilecektir oysa nasıl da bilgelik pınarı olası yağmurdan sonra çamurlanacak o mahallede...

Başlangıçta “o” vardı, diyor kutsal kitap. Sonra bilinmek istedi. Yoksa sendeki istek de “o” mu?
şimdi kurtulduğun kalbinde
kaç sevgili infaz edildi
diyemezdim sana
af büyüğün devleti
küçük büyüklüğün nimeti (Ömer Serdar)

Zahiri: Karanlık bir sembol mü? Güç, kontrol, mülkiyet, sahiplenme gibi kavramlar bu bağlamda her psikolojiye göre değişiyor. Bu kavramlara konumlamak için sorulan sorularda önce maddesel boyutta bir açılım gerekliydi. Ama soranların pek umurunda değil bu.

Batıni: Karanlık evrenin yatağı durumunda, tüm doğuşlar onda gerçekleşiyor. Işığın gücü o. Öncel. Nitelikler ötesi bir devinimi var. Belirsizliklerin kendinden önceki bilgilerini üstlenen kaotik bir süreçte taşınıyor. Ama soru soranların pek umurunda değil bu.

bir şiir yaz
şimdi olsun
bir şimdi bil
şiir yazsın (Ömer Serdar)

Karanlık yönümüz, bireysel platform.

Yukarıdaki kavramlar sübjektif bakış açısıyla yanıtlanamıyor. Objektiflik ise hem hepsi, hem de hiç biri. Bu durumda seçim yasasını çalıştıracak bir harekete ihtiyaç var. Özgür olması isteniyor birilerinin. İşte o da bireyin mizacında genleriyle ona taşınmış olan yapıda şekillenmiş. Dünya hayatında deneyimlerinin kazandırdığı son biçimin ivmeleyeceği bir hareket o da. Trafik canavarı belki, töre saplantısı, emperyalist hareket, küresel köleleştirme, etnik katliamlar, Kolezyum (Flavianus Amfiteatrı)vahşeti belki. Ha! belki de, bütün savaşları deneme isteği, bütün başkaldırıları, sütün kaymağı olana kadar bekleyişi.

Yani sen neysen dünya da “o”. Ya da “ Mizacında ne olduğundan haberin var mı” paradigması.

Nazım “körler göremese de yıldızlar vardır” diyordu.

Bir boyutun olanaksızlığı bu: Başka boyutlarda ise zaten süreli bir karanlık ve süre(k)li bir aydınlık bulunmaktaydı.

-Bak bana soru bile sormadın.

Hayır değil.

Bilinçle ama şuurlu değiller.

-Bak beni sormadan cevapladın.

Bunun varlığını bilenler sana söylemezler, çünkü o nokta sözcüklerle taşınmıyor. Söyleseler yabancı bir dilin olacaktı. Anlamak sessizliğin dilinde şenleniyor. Bildiğim sanılmasın, görüşüm, kifayetsizliğimin açılımı.

—Biri sorar mı sanmıştın?

İçteki karanlık aksine çok ama çok daha işlevsel…

—Biri yaşar mı sanmıştın?

Sıradan insanın zihni için şartlanmalar geçerli. Ama bazıları şartlanma şifrelerini kırıyor. O, gardiyan zamanlarda oluşun gözleri önünde özgürleşiyor. Olmaya değil, oldurmaya başlıyor. Bizler olanları anlasak da anlamasak da bu böyle. İşte bu şifreler kırıldığında karanlık işlevsel.

İnsanlık tarihi bir hakikatler zinciri. Hakikat başarı ya da başarısızlıkla bütünlenemiyor. Söylediğim noktaya gelen bir seziş kendi satırlarına yetkinliği terk ediyor.

İşte bir seziş daha:

Karanlık dişil, aydınlık eril olsun. Karanlık bir uterus olsun.
Varoluş erilliği üstlensin... varediş dişilliği. Var olunduktan sonra eril bir madde düzeni içine düşen dişi ve erkek yaratıklar ve veya hermafroditler ortaya dökülsünler.

Aydınlığın gerçeği, karanlığın hakikati kadar değil mi?

“Ne baharlar ne tutkular gördün
Kalmadı şimdi…
Sen çıldırmış şairlerin titreyen mısralarında”
Pencereler önündesin…
Hayalinle…
Bize ağlıyorsun…” (Tual)

Bir seziş daha, inan ki istemezsin. Bırakalım, aydınlığın gerçeği, karanlığın hakikatini beslesin.

Şimdi ben istiyorum:

bir şiir yaz
şimdi olsun
bir şimdi bil
şiir yazsın


Yazarı: Ömer Serdar


Somut ve Soyut // Ulus Fatih


I
Somut (duyularla algılanabilen, konkre), gözle görülüp, elle tutulan, varlığı / gerçekliği üzerinde (artık) tartışma götürmeyen, eğretilemeye (metafora), varsayıp-yoksamaya bu anlamda olanak tanımayan bir bütünsellik ve bizler için tartışmasız olarak nitelendirilebilecek bir belirginliği içeren, nesneler, olgular için ileri sürebildiğimiz bir kavram ve anlamsallıktır. Bundan ötürü tinsel şeyler üzerine somutlama, felsefi anlamda belki olasıdır ama yaşama ilişkin böyle bir tasım ya da us yürütmede (olasılıkla pratik yararsızlık ve bir değişke yaratmayacağı görüsüyle) bulunamayız... Soyut bir somutlama olamaz diye düşünebiliriz belki ama; somut bir soyutlama göreceliliği nedeniyle olanaklıdır diyebiliriz (dediklerimize de çokça bel bağlamadan). Somut, som kökçüğünden geliyor, salt anlamına yakın bir parçacık, arı, saf anlamlarına da yakın. Bu dolayımla da somut, salt kendisi, artık başka bir nen barındırmayan, katışıksız gibi anlamlara da bürünebilir.

Konuyu sürdürecek olursak, soyut (duyularla algılanamayan, abstre), nasıl bir şey... İlk bakışta, göreceli, algıladığımız gibi açımını çağrıştırıyorsa da, gerçekte o da somut gibi; bir arılık barındırıyor, tümel-kök, soydan geliyor, insan soyu değil, çıplaklık, üstündeki örtüleri at gibi, az birazda yüceltici-yücelimsi bir çağrışımla, emir kipini andırıyor. Nedir ki soyut olan, saltıklık içeren bir bileşen olması gerektiğine karşın, anlaksal işlemde birden göreceli, düşündüğünüzce, nasıl algılıyorsanız gibi yürütmelere alan bırakan bir gerçelliği de kapsıyor, çünkü ve ayrıca sözün kapsantısı, kesenkes yüklendiği anlam bütününe bağlılık gösteriyor, söz yükleyicinin tutsağıdır.

Rönesans ardılı, İspanyol ozan Gongora, modernizmin kurucusu sayılırken imgeleri; somuttan soyuta geçişi sağladığı, yalnız anlaktaki bezeklere indirgediği, olup bitenin salt tinsel kapsamda algılanacağı, yersel yaşamda bir karşılığının aranmayacağına ilişkin bir yaratı (yazınsal) eşiğine getirdiği için; estet olanı bu yönüyle de yeni bir algılar kapısına-gelişime açtığı için, sanata yönelik bir yenibiçi'm (postmodern) ve kuşatımdan dolayı kendisine; bu niteleme öngörülüp bağışlanmış olabilir.
...
Borges 'in konumuza ilişkin bu ikicilliğe karşın (somut-soyut) 'Averroes'in Arayışı' (İbn-i Rüşt) adlı öyküsünde; açınlayıcı, ilginç diyalogları var, örnekçe şu; öykünün bir yerinde, anlak yıkıcı, anakronik esinler veren aşağıda sunacağımız bir eşleyiş görülüyor.
"Farah'ın evinde konuşma döndü dolaştı, valinin bulunmaz erdemlerinden kardeşi emirin erdemlerine dayandı, sonra bahçede, güllerden söz edildi. Güllere bir kerecik olsun bakmayan Ebülkasım, Endülüs'ün kır evlerini süsleyen şu güller gibi gül olmayacağına yemin etti. Farah kendini övgüye kaptıracaklardan değildi; İbni Katiba'nın Hindistan bahçelerinde yetişen ölümsüz bir gül türünün kusursuz bir örneğinden, kan-kırmızı taçyapraklarında "Tanrı'dan başka yoktur tapacak ve Muhammed Tanrı'nın Elçisi'dir" harfleri okunan bir gülden söz ettiğine değindi. Ebülkasım'ın o gülü gördüğünden kuşku duymadığını da ekledi sözlerine. Ebülkasım, onu kaygıyla süzdü. Evet dese, çevresindekiler, hem de haklı olarak, düzenbazların en tezcanlısı, en gönüllüsü sayacaklardı onu; hayır dese, kâfir olacaktı. Uzun uzun daldıktan sonra Tanrı'nın bütün gizlerin anahtarını elinde tuttuğunu, yeryüzünde O'nun Kitabına geçmemiş bir tek bahar ve güz ürünü bulunmadığını söyledi. Bu sözcükler Kur'an'ın birinci bölümünde yer almaktadır; çevreden bir hoşnutluk mırıltısı yükseldi. Sergilediği tartışma hünerinden başı dönen Ebülkasım, tam Tanrı'nın yaratılarında eksiksiz ve us erdirilmez olduğunu ileri sürecekti ki Averreos, sorunsalı günümüzde de süren Hume'un gelecekteki tanıtlarını öngörerek dedi ki: "Bilge İbni Katiba'nın ya da hattatların yanılgısını kabul etmek, bana yeryüzünde inanç-sözcüsü güllerin bulunduğunu benimsemekten daha az güç geliyor." "Doğru, büyük, doğru sözler bunlar" dedi Ebülkasım. "Gezginin biri" diye anımsadı şair Abdülmelik, "yeşil kuştan meyveler veren bir ağaçtan söz ediyor. Ona inanmak hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı geliyor bana hakçası." "Kuşkuların rengi bu tansığa ışık tutuyor zaten," dedi Averreos, "Hem meyvalarla kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdırlar, oysa yazı, bir sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet."

'Meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar' (Vaka-i Vakvakiye'yi anıştırıyor, ne ki cehennemde yetişen ve meyveleri insan başından, adına da Vakvak denilir bir ağaç varmış) veya 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' sözütüne ilişkin parçadaki konuşum, gül, yazgı, zorumsu ve caydırıcı gibi inanlarla sürüyor ve dönüşüyorken, burada demek istenilen şu ki diyor (öyküde) Ebul Kasım; yeşil kuşa inanmak, tanrıdan başka yoktur tapacak, iminden (gülyaprağında belirmesinden) daha kolay, daha insani ve kabule yönelik; çünkü somut diyor. Doğrudur ve inandırıcı olanda budur ilk bakışta, çünkü somut olan ağacın, gene somut olan yeşil kuştan meyveler vermesi, bir soyutlama olan yazının, bir gülün taç yapraklarında belirmesinden çok daha yaşama yönelik (yaşamsal) olabilirmiş gibi geliyor usyoran Kabil'e için!.. Duru biçimde düşünmeye çalışırsak, ağacın, yeşil kuştan meyveler vermesi, doğanın bir tansığı ya da olutu gibi algılanacağı için öylesine ve olanaklıymış gibi gözüküyor ama; bir gülün taç yapraklarında, bir insan bulut'u olan yazının; tümüyle imgesel bir şeyin belirmesi, doğrucası olanaksız geliyor insana...
Ne ki gerçeklikte ikinci deyinin olanaklı olduğu savlanabilir, çünkü somut olan seçenek barındırmayacağı için üzerinde durulması güçlükler, zorluklar içerir. Soyut olan seçenekler ve vaatler bütünüdür, sonsuz bir çölde ya da denizde yüzer gibisinizdir, bu bakımdan soyut; olmayana ergi gibi, olmayana varmış gözüyle bakmaktan başka bir açın değildir, biz yer insanlarının gözünde...

Bu sorunsalı irdelemeye çalışalım... Bir illüzyonistin eğdiği kaşık için bilim, eğilen kaşık değil, anlağımızdır diyor. Ama konumuzun ikilemine gelecek olursak öyle görünüyorsa da ve gariptir; meyvesi yeşil kuştan olan ağaçların, somut bir düzlemde gerçekleşmesi; yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' gibi bir hattın görüldüğü gül türünden kanımca daha olanaksızdır. Çünkü soyutlama göreceli olduğu için ve salt tinsel algılamaya yönelik olduğundan, biz tanrıdan başka yoktur tapacak imgesini anlağımızda pekala canlandırabiliriz ve bu durumu bir sav olarak öylelikle ileri sürebiliriz. Nedenine gelince, burada artık sorun bizlere diyesim, algılayıcı objeye kalmaktadır, algılayıcının sırf kendisine bırakılmaktadır savlanan, dilerseniz öğesiyle hareket ediyoruzdur, istenildiğinde bunu o gülde gördüğümüzü de ileri sürebiliriz. Ötesi şu ki bir soyutlamayla karşı karşıyayız, görenler görmeyenlerin ola ki gönül gözüne sahip olmadığını, dahası konumuz dışı bir meselle; günahkâr olduklarını bile söyleyebilecektir, bu tür tansıkların benzer yönelimler içinde oluşabildiğini de düşünebiliriz. İnsanoğlu bir inancanın (gerçekte bir soyutlamanın), iyi veya kötü, doğru ya da yanlış bir gerçekliğin peşinden -içtenlikle- sürüklenebiliyor. Yıllar öncesinden anımsanan, Guyana'da Halkın Tapınağı inananları topluca özkıyımda bulunuyor, Hindu gruplar inanılmaz gelen şeylere katlanabiliyor, hatta kıyametin kopacağına ilişkin öngörüsü, sanrısal bir kuşatıma dönüşen kitleler bir an önce öbür dünyaya ya da beklentilerine kavuşmak için ölümü ya da başkaca bir sonluğu göze alabiliyorlar, çünkü ortada salt bir soyutlama var ve artık bu dilersen kabullenebilirsin mottosuyla hareket eden (esemeyi çökerten) bir savsöze dönüşebiliyor.

Ama bakın meyvesi yeşil kuş olan ağaç, soyutlamaya izin vermiyor çünkü somut; ötekiyse varsayım, yeşil kuş üzerinde sav geliştirmek neredeyse olanaksız, burada anlağımızın eğilmesi oldukça güç... Ama tanrıdan başka yoktur tapacak yazısında eğriyi, elif diye savlamamız, algılamamız bir olanak içerebiliyor ve bu durumda inanca yerini değiştirerek o alana kayıyor, böyle bir sunu tansıması var. Dolayısıyla her soyutlama, seçenek dolu (sonsuz) açılımlar alanı yaratabiliyor, kitleler böyle bir algının peşine düşebiliyor, görecelilik ne denli artarsa, o denli inandırmak olası, dahası kanıksamaya yönelik olanaklar elde edebiliyorsunuz. Salt inanmaya dayalı, benzer türden yaklaşımlar böyledir; algılanım inanırsan var boyutunda, kabul buyurmanız yeterli, değişmezliğin pi sayısı gibi, vargılar ancak onun kılavuzluğunda olanaklı, pi sayısı; bir kabul, bir vargel açımının dayanağı sayılıyor artık.

Soyutlama bundan dolayı tehlikeli bir alan, yüzyılımızda inanca yönelik gelişmelerin baştacı edilip, modernizmin gelişimine ortak olacağı olasılığına inanmayanlar için şunu söyleyebiliriz, inanç bir soyutlama alanı, acunda her tür gelişim, her tür gerçellik elde edilse de, insanlar bir bağlanımın ya da benzeri her türden, soyutlama ağırlıklı bir algı biçiminin peşinden şaşırtıcı biçimde koşabileceklerdir. Çünkü soyutlama sonsuz bir alan ve göreceli olan herşeye bitimsiz olanaklar tanıyor. Gerekçe salt bu değil veya bununla sınırlı değil ama, görgül durum bu özünü kapsadıkça, buna olanak tanıyan gelişmeler de sürgit olabiliyor-olabilecektir.

Başkaca düşünmeye çalışırsak; somut bir vaatte bulunmak soyut bir vaatte bulunmaktan her zaman daha zor. Senin için ölürüm demek (imgelemde soyutlamaya yönelik bir tümceye dönüştüğünü biliyoruz), senin için bir dilim ekmek alırım demekten daha kolay. Ölürüm demek varsayımın sularında kulaç atmak. Oysa bir ekmek alırım demenin işlevi; sonsuz uzayda yer değiştirmeye yönelik, devasa bir edim. Ama bizler, ölürüm demek yerine, bir ekmek alan aşığımız için yapacağın bu muydu diye küçümseyebiliyoruz. Üstelik insan hep ölürüm diyeni seçiyor-onu seviyor ve onun için gözyaşı döküyor. Çünkü kanmaya, öyle görmeye, varsaymaya olan eğilimimiz bir tarafa, kuramsalda olsa, büyük bir vaadi, küçük bir gerçelliğe karşı öndelik tanıyacak masalsı bir tinsellik barındırıyoruz içimizde, özlemimiz; düşlenmez, ulaşılmaz (olanaksız) olandan yana...
Söylemesi güç ama, (gerçek dışı olsaydı bile) ekmek alan sevilmeli, çünkü o sizin için bir eyleme başvuruyor. Ölürüm diyen dumanlı bir vaatte bulunuyor ve ama hep dumanlı vaadi benimseyecek bir yatkınlığı benimsiyoruz Havva çocukları olarak, belki bu tanrısal bir yaklaşım bizler için, ama aynı zamanda tuhaf bir paradoks da (bir ayrılık içereni olarak sevgimizi de tartışılır kılacaktır artık) olanaksızlıktan başka bir şey barındırmıyor ve yanılsama amaçlı, ondan öte bir şey değil.

Somut alanda her şeyi ileri süremiyorsunuz, ama soyutta, tanrı var ile, tanrı yok demek arasında bir ayrım salt gönüllerde ve algılama seçeneğinin önermeler bütününde neye bağlı kaldığınıza ilişkin bir açından öte bir şey değil artık. Soyutlamada, tanrı varsa nerede gibisinden bir yaklaşımı ısrarla somuta indirgediğinizde (Borges, bunun bir soyutlama olduğu gerekçesiyle somuta indirgenemez olması gerektiğini söylüyor) uzlaşım dışına sürüklenecek ve belki de bir yol ayrımı önermesiyle başbaşa kalacaksınızdır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağaç, somutlamadan öteye geçmediği için, inandırıcılık noktasında olanaklar alanını geniş tutamıyor ve ayrımlar kesin sınırlara dayanıyor, bu bakımdan gerçellik üzerine düşlenim alanı geniş barınaklar sunamadığı için, ola ki inağa veya tabuya dönüşecek bir soyutlama, onun üzerinden yürüyemeyecektir. Ötekiyse salt bir soyutlamadır, tinseldir ve ister istemez seçeneklere de kapısı sonuna dek açık olacaktır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağacı Hindistan'da göremediğiniz de gerçeklik yerini anında bir kuşkuya bırakacak, yürüyüş güzergâhı bozup dağılacaktır. Soyutlama dile getirmeye çalıştığımız gibi geniş bir görecelilik olanağı sunuyor.

Şöyle bağlayalım sözümüzü, (çağımız varsayımı varsayma çağı) meyvesi 'yeşil kuş' olan ağaçlar var ne yazık ki... Çünkü düşünceye dalma ya da ruhanilik, çürüme veya bayağılık olağan gidişi ve esemeyi öylesine etkiliyor ki, insanın da maddi değil gerçekte tinsel bir yaratık olduğunu ve var ile yok'un aynı şey olduğunu ve varlığın yok olmak, yokluğunda var olmayı arzulamaktan başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz artık. Sonsuz değişim ve dönüşümdür her şey evrende (sütyolunda), biz de minicik bir kuşkanat, küçücük bir göz kırpmadan başka bir şey değiliz. Olumlu ya da olumsuz sonuçları bir yana, dogmatizm (yanılsama güdüsü, soyut kabullenim) ve vandalizm de (yoketme güdüsü, özyıkıcılık) mayamızın içinde var ve ayrılmaz bir parçamızdır ne yazık ki...

Son sözümüz şudur ki; soyutlamalardan uzak durun diyemiyoruz, soyutlamalara bağlanmayı sürdüreceğiz diyebiliyoruz ve birgün tanrı yanıbaşımıza gelse bile, salt inançlara ya da benzer olgulara dayalı zamansallık, etkinliğini yeni varsayımlar, yeni başkalaşımlar biçiminde sürdürecektir. Buradan ulaşılabilecek başka bir olum ve gerçellikse; sevginin, barışın, yazın'ın ve 'şiirselliğin' de birgün yeryüzünden silineceğini düşünenlerin, bir yanılsama içinde olduğunu, sakınımsız ve neredeyse bir kesinleme olarak (diyalektik bir aşkınlıkla), ileri sürebiliriz. Çünkü onlarda soyut...

Ulus Fatih




‘Kitsch Olgusu’ ve Şiir // Naime Erlaçin



Kitsch Olgusu’ ve Şiir


“Kendi acısını bile
Duymayan
Derin bir yanık gibi
İşliyor
Zaman”
- Kenan Sarıalioğlu



Günlük hayatta kâh değersiz bir kopyayı, rüküşlüğü ve zevksizliği ifade etmek için kullanılan, kâh bir moda türünü anlatan; etimolojik yapısı bir hayli karışık olup 1860’lara dayanan, ancak Almanca bir sözcük olduğu kabul edilen ve temelde bir sanatsal akımın adı olduğu varsayılan kitsch’in (okunuşu ‘kiç’) şiir sanatıyla kurduğu ilişki nedir?

Kitsch öncelikle, ‘hiç’ değildir. Arabesk ise hiç değil. Yoz beğeniye hitap eden bir sanat türü mü, yoksa yoz beğeniyi meşrulaştırma gayreti güden ‘sözde’ bir sanat akımı mıdır? Ya da zaman içinde bunlara mı dönüşmüştür? Estetik kaygılar gütmeyen; estetik şifreleri değiştirmeye çalışan bir akım olduğu sıkça söylenmiş ve hatta bu özelliği –adı konulmaksızın - Rimbaud, Baudelaire, Warhol, Bukowski, Duchamp gibi bazı önemli sanatçılar tarafından vurgulanmış ama estetiksizleştirilen veya farklı bir biçimde estetize edilen sanatın güdükleşmesi konusu pek tartışılmamıştır. Estetik, iyiye ve güzele doğru yol gösterendir. Peki o halde, bir eseri çirkin ve ‘kötü’ yapmaya yönelik bu hareket neden gerçekleşti?

Akımları hazırlayan koşullar, belirli altyapıları yoksa eğer, geldikleri gibi giderler. Diğer bir deyişle, uzun ömürlü olmayıp silinirler. Oysa kitsch’i hem sanatsal hem de gündelik yaşantımızdan çıkarıp atamıyoruz. Beğensek de beğenmesek de, kitsch sesini yükseltmeye devam ediyor. Demek ki altyapısı ve/veya beslendiği kaynaklar var. En azından günümüzde böyle… Taklit olgusunun, tarih boyunca sürüp gitmesine karşın, çağımızda farklı bir anlama büründüğünü görüyoruz. Varoluş nedenleri itibariyle, tüm diğer akımlar gibi bir karşı-duruş, bir eleştiri, bir dışavurum akımıdır da denilebilir. Kimi kuramcılar ‘kitsch’in endüstri devriminden sonra doğduğunu söylerler, kimileri ise II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra… Ve bir tepki hareketi olduğunu eklerler. Susan Sontag’ın, Büyüleyen Faşizm (Fascinating Fascism,1975) makalesinde işaret ettiği gibi, Nazizm ideolojisi, güzelliği saflık ve mükemmeliyetçilik düzeyinde putlaştırmış, mutlakıyetçi bir kusursuzluk tarifi geliştirmişti. Mükemmelciliği simgeleştiren, bir bakıma ikonalaştıran ama temelde propaganda amaçlı olan bu ideoloji elbette gerçek yaşamda da yansımalarını bulacaktı. O halde şu soruları sormanın zamanı gelmiştir: Sanatı kitschleştiren şey ideolojinin propagandacı özelliği midir? Kitsch, ideolojiye karşı bir tepki olarak mı yükselmiştir? Kötüyü yüceltmek, yani kusurlu olanın aracılığıyla kusursuza meydan okumak; sıradanlığı sergileyerek, bir anlamda kusursuzluğun görmezden geldiği ‘kusur’u ortaya koymak gibi örneğin? Yoksa tamamen ters yönde gelişen ve ucuzlatılan sanata karşı filizlenen bir duruş mudur?

Bu noktada kesin bir sonuca varmak olası değil, çünkü konunun yeterince incelenmiş ve irdelenmiş olduğu kanısında değilim. Adorno, sürecin 1930’lardan çok önce kök salmaya başladığını iddia eder. Heidegger ise “boş şeylere adanmış üst düzey bir ustalık” olduğunu söyler ve teknolojinin de yardımıyla hareketin ivme kazandığına işaret eder. Ustalığın olduğu yerde sanat da olmalı diye düşünüyor insan. Dolayısıyla kitsch politik midir, sanatsal mıdır, popüler ya da sırf ticari amaçlı mıdır; zamanın koşullarına uygun olarak hangi evrelerden geçmiştir, bu konuda bir uzlaşma var denilemez… Farklı bir görüşe göre ‘Kitsch, avant-garde sanatta olduğu gibi, geleneklere karşı çıkmaktır. Ama ondan daha vulgar ve basit, kitlelere ve halk kültürüne daha kolay ulaşıp yaygınlaşanı üreterek… Bu yüzden iki akım, Clement Greenberg, Hermann Broch ve Adorno tarafından zıt kutuplar olarak algılanmıştır. Onlar Avant-garde’ın akılcı ve bireysel karşı çıkışını kitsch’in propagandacılığı ve piyasacılığı ile karıştırmamışlardır… Siyasal açıdan bakıldığında Nazizm ve Faşizm gibi, örneğin ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde (1984), Stalinizm de Milan Kundera tarafından kitsch objektifinden süzülerek değerlendirilmiştir. Öyle ki, Stalinizm’in yükselen propagandacı siyasi yapısından ötürü terminolojiye ‘sol-kitsch’ tanımı bile eklenmiştir. Aynı şekilde düşünülürse, çıkarcı kaygılarından ötürü bugün küreselcilik, neo-liberalizm ve post-modernizm (modern sonrası) de eleştirilmektedir. Peki, buna da ‘sağ-kitsch’ mi diyeceğiz? Belki de “görülen dünya, metanın dünyası olmuştur” diyen Guy Debord’a ( Gösteri Toplumu - La Société du Spectacle, 1967 ) kulak kabartmak lazım. Başka bir deyişle, ‘metanın toplumsal yaşamı tümden işgal edişine’ odaklanmalı. Ancak görülen o ki sağ ya da sol, propagandacı ya da gösterişçi, kitsch sonuçta dikkatleri çabucak üzerine çektiği için halkın hemen benimsediği ve daha da önemlisi, kendine yakın bulduğu olmuştur.

Kitsch’in bir akım olarak açıklanması ve konuya ilişkin farklı görüşler kısaca böyle özetlenebilir. Ancak kolaycı ve kitlelerce kabullenilebilir niteliğinden ötürü, akımın zamanla bir ‘virüse dönüşmesi’ ne yazık ki engellenememiştir. Dahası, siyasi/sanatsal tabanlı bir tavır olmakla kalmayıp ekonomik ve teknolojik gelişmelere de bağlı olarak günlük yaşamın her kesimine egemen olmayı becermiştir. Televizyonlarda izlediğimiz dizilerden yarışmalara; aşırılaşan magazinleşmeden tutun da liste başı kitaplarla popüler şarkılara; sinema filmlerinden gündelik konuşma diline; yemek seçiminden reklâm metinlerine; tüketim alışkanlıkları, giyim-kuşam-mimari-dekorasyon tarzından alışveriş mekânlarına kadar… Demek ki zamanla ‘parasal getirisi olan’ bir akıma evirilmiş ve sanatsal derinliği radikal denilebilecek bir tür değişime uğratarak yüzeyselleştirmiştir. Sadece bu kadarla kalmayıp, özünde başkalaşmaya ( metamorfoz ) uğrarken çağdaş etmenlerin de yardımıyla beyinlerin içini ve insanların yaşama biçimlerini kitschleştirerek özneyi adeta nesneleştirmiş, bireyin ‘kendiliğini’ yok etmiştir. Böylece insanın kendisiyle olduğu kadar sanat ile gerçek entelektüel; sanat ile gerçek sanatsever arasındaki bağı da zedelemiştir. Aslında hızlı bu dönüşüm süreci, akımın sağlam kültürel dayanakları olup olmadığını sorgulamamıza da neden olur!

Yukarıda sözü edilen ‘yoz beğeni’yi, bilerek ya da bilmeyerek, meşru kılma eylemi, akımı - ana hedefi her ne ise - ondan saptırmış; sanat dünyasını günümüzde sıkça yakındığımız ‘kitschleşme olgusu’ ile yüz yüze bırakmıştır. ‘Bilerek’ diyorum, çünkü sanatsal yetkinliğe varamamış kişiler ve/veya kitleler için kitsch pekâlâ kolaycılığa ve kurnazlığa kaçmanın bir yolu olabilir. Para ve ün kazanmanın da…‘Bilmeyerek’ diyorum, çünkü akımın gelişme sürecine ilgisiz kalan bilinçsiz uymacılar ( konformist’ler ) için kitschleşme zamanla sürüsel bir davranış biçimine dönüşmüştür. O artık edilginleşmiş kalabalıklara tıpatıp uygun bir giysidir. ‘İn” oldukları kabul edilen yapay eğilimler ( trends ) ve izlenmesi gereken modalar zinciri, ama gerçekte içi boşaltılmış bir harekettir. Öyle ki, zamanla taklidin de kötü kopyalarını türetmiş (Baudrillard savı), bunları en kısa yoldan akçeye dönüştürmüş ve ürettiğini hızla tüketmiştir. Hızlı tüketim ise talep yaratır. Kalıcılığının sırrı biraz da burada gizlidir ve gerçek sanatla uyuşmazlığı tam bu noktada başlar. Özgür, özgün, özerk, kendiliğini haykıran, başkaldırıcı, özgül ağırlığa sahip, kalıcı, çıkar gütmeyen ve üst düzeyde özelleşmiş olması gereken sanat -şiir sanatı da dâhil olmak üzere - taklitçiliği (öykünmeciliği), ‘piyasacı’ olmayı ve uymacılığı sindiremez, çünkü sanat yaratıcıdır. Yetkinliğe ulaşmış bilinç ve birikimle, ‘biricik’, tek ( unique ) olanı yaratandır. O halde, tüm dengelerin sanat aleyhine bozulduğu bu durumda sanatçı ya kitschleşme olgusuyla savaşarak onu yenecek ( veya yenilecek ), ya da çekimser kalarak sessizce kendi karasularına çekilecektir.

“Günümüzde şiir yeterince okunmuyor” derken aslında bilinçdışına yerleşmiş olan bir korkuyu dile getirdiğimizin pek de farkında olmayız. Şiir okunmuyor, çünkü çoğunluk kitschleşmiş sanatı benimsemeye başladı. Şimdilerde yapay, sanattan uzak, derinliği olmayan ve kolay olanın alıcısı var. Okunmuyor, çünkü post-modern dünyamızda yetkin sanat bilincine sahip kitlelerin genel nüfus içerisindeki oranı gün geçtikçe azalıyor. Okunmuyor, çünkü gerçek şiir yaratıcısının eseri okurun gelir-geçer gereksinim ve talepleriyle uyuşmuyor. Okunmuyor, çünkü sanat küresel ölçekte özgürlükçülük ve liberalizm maskesi takınmış bir tür ‘örtülü’ faşist hareketin baskısıyla sıradanlığı ödüllendirir biçimde basitleştiriliyor. Okunmuyor, çünkü içselleştirme kadar dışsallaştırma süreçleri de farklılaştı. Düşünce defterinin kepenklerini çoktan indirmiş ve gelişmiş sanat bilincine sahip olmayan iç’ler boşaldı/boşaltıldı. Dışlaştırılacak ve kabul edilebilecek nitelikte sanatsal malzeme eksildi. Bir bakıma insanlık bilincinin fanusu kırıldı. Yerini yapay, güdümlü ve ortak bir akıl aldı. Okunmuyor, çünkü öykünenin, kopya çekenin yıldızı giderek yükselirken sanatçı artık ‘sürü ahlakı’yla, yönlendirilebilir davranış biçimleriyle baş edemiyor. Okunmuyor, çünkü ortak bu aklın onayladığı ‘çabuk kabullenme’, gerçek sorgulama ve arayışın yerine geçmiştir. Okunmuyor, çünkü çağımız insanı altyapı yetersizliklerinin karşıtını kitsch’de buluyor; pek de farkında olmaksızın ya da bir tür başkaldırı psikolojisiyle eksikliğini kitsch’le örtüp, kitsch’le dengeliyor. Okunmuyor, çünkü sahte satıcılar ve sahte alıcıların; aslında avlayan ve avlananın buluştuğu hızlı tüketim plâtformunda şiire ve şaire yer yok!

“Günümüzde nitelikli şiir yazılmıyor” savının altında da bu gerçekler yatmaktadır.
Görüşü bulanıklaşmış bireylerin yollarına sağlıklı devam etmesi tabii ki olanaklı değildir. Değişen koşullar altında sahici bir şair nasıl direnecek, çığlık atmayı nasıl sürdürecek; attı diyelim, sesini nasıl duyuracaktır? Küresel boyutta yaygınlaşan bu soruna küçük ölçekte bakıldığında da resim farklı değildir. Şairin, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde geçerliliğini sürdüren kültür-sanat politikaları tarafından yeterince desteklenip korunmadığı, kitlelerin ise sanatsal açıdan yoksullaştırıldığı da düşünülürse durumun vahameti daha iyi kavranacaktır.

Şiir her zaman sınırlı kesimlere ulaşan bir sanat dalı olmuştur. Yani toplumun onu tüm katmanlarıyla sahiplenmesi, anlayıp okuması gerekmez. Günümüze dek de öyle olmadı zaten. Ama gerçek şiir meraklısının, şiiri bilenin gittikçe azalması tehlike çanlarının çalmaya başladığının işaretidir. “Bu durumda ne yapılabilir?” sorusu kafalarımızı kurcalayıp duruyor ve biz yanıtı henüz bilmiyoruz. Çözümlemeyi zamana ve tarihe bırakmak belki de en doğrusu. Ama durum tespiti yapmak pekâlâ olanaklı... Sorun, yalnızca kitsch kültürüyle gerçek sanatın karşı karşıya gelmesi değildir. Bundan daha önemli yansımaları da var. Ortaya çıkan tablo ve yaygınlaşan bu salgın hastalık sanatçıyı olduğu kadar sanatseveri de korkutuyor ve hatta küstürüyor. Şöyle ki, kitsch’in egemen olduğu toplumlarda birbirinin dilini anlamayan iki farklı kültür belirginleşmeye başlıyor. Birinin diğerini ötekileştirdiği, sonradan dayatılan ama gerçekte sistemden kaynaklanmayan ( intrinsic olmayan; extrinsic ) bir tür ‘farklı kültürlülük’ kavramı gelişiyor. Asıl tehlike buradadır! Üstelik herkes dört bir yandan kitsch’le böylesine kuşatılmışken!.. Yakınarak, tavır alarak ya da tepki göstererek sorunlarla baş edilebilir ama korku kafaları bulandıran bir şeydir. Sanatsal kimlikleri sindirir, susturur, onları sanat arenasından uzaklaştırır. Kitleler arasında kopukluklar oluşturur. (‘Kendi karasularına çekilmek’ derken böyle bir durumu tarif ediyordum.)

Peki, gün geçtikçe tatsızlaşmakta olan bu gelişmeler şairi yazmaktan alıkoyuyor mu? Elbette hayır. Eğer öyle olsaydı, “Auschwitz’den sonra şiir yazılabilir mi?” diyen Adorno’nun sorgulamasında olduğu gibi çoktan umutsuzluğa kapılmış olmamız gerekirdi. ‘Piyasacı’ yaklaşımlarla değeri düşürülen ve görmezden gelinen ‘sanatsal anlam’ın arkasında hâlâ dimdik durmazdık. Gerçeği fark eden Adorno bile sonradan şairin ‘çığlık atma hakkı’nı yeniden savunma gereğini duymuştur. Şair, bir yandan okuruna anlam ve estetiği kabul ettirme kaygıları taşırken, öte yandan kitsch olgusunun üzerine saldığı zevksizlik dalgalarını savuşturmaya, ortaya çıkan kan uyuşmazlığının nedenlerini anlamaya çabalıyor. Hal böyle olunca, varoluş sorununu yaşamına katmayan kitlelerin ürettiği veya yol verdiği ‘sözde’ sanat serüveninin ‘ne’liğini mutlaka sorgulayacaktır. Eskiden görmezden gelinenler şimdi mercek altına alınıyor. Kısacası şair, kültür endüstrisinin hızlandırdığı kolaycılıkla boğuşuyor, çoğunluğa karşı kalemiyle bir azınlık savaşı veriyor. Şair çırpınıyor, şair yoruluyor, şair umuyor!


kimse bilmez şimdi
sessiz
ve durgun
bir şiir öpecek bizi
pusulasız teknelerin ağında…

(Likurga Balıkları, N.Erlaçin)


Şair çalışırken, Beral Madra’nın da son günlerde gündeme getirdiği gibi (Radikal, 5.02.2008), estetik zedeleniyor; kitsch tarafından vahşice tahtından indiriliyor. Şiire gelince, ‘o yorulmaz, denetlenemez, rotasından saptırılamaz’ dedik hep. Şiir etkilenmez mi? Elbette etkilenir. Bu gibi dönemlerde kesinlikle onun da bağışıklık sistemi zayıflar. Ama şiir daima kendini toparlamış ve yaşamlarımıza sızacak bir kapı aralığı keşfetmiştir ve yine keşfedecektir. İmgeleri bozuk bu dönem yangınından, ‘yoza tapınma çağı’ndan salimen çıkmayı bilecek, gününe tanıklık etmeyi sürdürecek, insana ulaşmanın yollarını yine bulacaktır. Unutulmamalı ki şiirin dağarcığı her devirde doluydu. Bu gerçeği yadsımak pek akılcı gelmiyor bana. Kitsch ise önünde sonunda gücünü yitirecektir diye umut ediyorum, çünkü ateşten geçmeyen kömürün küle sözü olamaz!

Naime Erlaçin

(Hayal Dergisi, Nisan-Mayıs-Haziran 2008, Sayı 25 – Dosya yazısı)


Deligonca // Süha Tuğtepe



I.
Bakın... bakın çılgınlar gülerek ipleniyorlar.
Cinnet destek oluyor yırtılan seslerine.
Şeytan...esenliğin sevimli ama acı tarihi,
yükseliyor us yitimi bir duvarın arkasından:
-Üstünüzü yakın!
-Geçmişinizi yakın!
Yakın bağırıyor dağınık alınları.
Yalın...yanık sıyrılıyor kınından deligonca
Biz normal insanlar:
Kanla şekeri bir arada görmeye alışkın yerleşikler:
Kezzapla yaralarını saran akşamevlerinde,
savunuyoruz durmadan,
sıradan bir hayatın bir gününü daha.
Şu köşe süt köşesi,
Şu köşe içki.
Odalarda hanım elleri.
Koltuklarda enik cilvesi,
huzursuzhuzurlar.

II.
Kavun kıçı mis kokuyor,
jilet korku. İçini gördüğümüz korku kokuyor,
damar Napolyon: Artık karla bile durmuyor.
Bir hanım sesi, bir su sesi, bir para sesi,
bir normalin, bir çocuğun, bir eşyanın,
içine sıçtığımın bir dengenin sesi,
kundaklıyorceninleri.

III.
Bakın...bakın çılgınlar çırpınıyorlar insanlar arasında.
Denk düşen her şeyimize çırpınıyorlar.
Uslu, sevecen, sessiz aşklara boğulduğumuz,
"Mutluluk çimenlerini" yoluyorlar bir bir,
belki de sayıyorlar kimbilir.
Dil çıkarıp bilek sallıyorlar tüm uyumlarımıza.

IV.
Bir çocuk:
Kurbağalara, tosbağalara: Hayret! İnsanlar ağlıyor
Bedenini beşe bölüyor oracıkta.
Hayatı katık edip,
bir karpuz gibi yiyior.
Bir çocuk:
Karanlıkta uyanık dolaşıyor
korkununeteklerini.
Bir çocuk:
Kusursuz deliriyor, gülüyor
o tenha alışkanlıkta,
cam gibi giyiniyor,
Bir çocuk:
Arsız, hınzır, çıplak;
bir cam gibi kırılıp,
düşüyor önümüze.

Şiirler: Süha Tuğtepe


“NE SANIYORSUNUZ, ENİS...?”


Demek ben burada, sizinle konuşabildiğim sürece varım; öncem yok, bu gidişle bir sonram olacağı, olabileceği de şüpheli - neden böylesine yetkeci bir töze dayanıyor yazınız sözünüz, hiç düşündünüz mü bunu?
Köhne bir taktiğe başvuruyorsunuz, beni kendi kelimelerimle yaralamayı deneyerek. Siz de yargılamaya yatkınsınız anlaşılan, anlamaya ya da yorumlamaya yönelmek çekici görünmüyor size de: Asıl yetke özlemini orada okuyorum ben, özerk, bağımsız bir söz hakkı vermediğimi düşünüyorsunuz, giderek diyalog aramadığımı. Ne kadar ben yer açabilirim sözünüze, ne kadar, nereye kadar kendi yerinizi açabilirsiniz? Anımsayacaksınız, daha “iş”in başında, “Akrep Dönencesinin önünde Blanchot’dan, onun “Sonsuz Söyleşisinden bir motto almış, seçmiştim: “Neden tek bir şey söylemek için iki söz? Çünkü sözü söyleyen, hep ötekisi”. Orada kalmadıydım: Ayna’daki ötekime, ikizime, ondan ikiliğe ve ikileme, hallerime, olası-hallerime dimdik bakmaya, söyleşmeye davrandım ikidebir. Nedir “Yolcu”, öte yandan, kendimle kendimdeki ötekilik arasına bir makas darbesiyle giriş değilse? Ama sözün mono kipi olmasın, istiyorsunuz belki de: Söz kendi kendine nasıl kalmasın, o çöl sağırlığına rastladığında -buna da bir yanıt arayın, diyorum.
Anlaşamıyoruz açık ki. Anlaşamayacağız. Kavurucu bir soru bulup önünüze diktiğimde bir süre susuyor, hazırlanıyorsunuz. Sonra masanıza oturup kum saatini çeviriyorsunuz. Kimi zaman bir metinle çıkageliyorsunuz, kimi zaman da, size yönelttiğim soru gerçekte içice geçmiş birkaç sorudan oluşmuşsa, bir kitap kurup onu yazıyorsunuz. Yanıtlarınız hiçbir zaman sorularımın karşılığı değil oysa. Herşeyden önemlisi, ana soruya denk bir yanıtınız olmadığını siz de benim kadar biliyorsunuz. Neye yarıyor o şiirler, o düzyazılar, onların etrafında oynaşmanızı sağlayan o söyleşiler? Benim, “ötekilerden biri olarak bu türden sorular sormam sizin oynama isteğinizi kamçılıyor bir yandan, farkındayım. Bir yandan da, arasıra, çizmeyi aştığımı düşünüyor, çalım ve çelme, sözlerimin değirmeninden kaçıp sıyrılıyorsunuz.
Bu böyle sürüp gidecek mi, Enis? Bir kitaptan bir başka kitaba, bir kelimeden bir başka kelimeye, böyle kaydırak, gidecek misiniz hep? Gideceksiniz de, nereye varmak, ulaşmak adına? O denli korkuyor musunuz kayboluştan, kayboluşumuzdan? Gövdenizin içinde ya da dışında bekleyen Ölüm’ün yok ettiği bütün anlamsal bağlantıları zor¬la, zorlayarak, kuruyormuş-gibi-yapmak daha mı kolaylaştırıyor kaçışınızı ? Ne sanıyorsunuz, Enis, bir öteki miyim ben topu topu : Benim de kendi’m, kimse’liğim ve kimse-sizliğim yok mudur? Korku, yorum -diyorsunuz bir şiirinizde.
Soru, yorum : Ne zaman susacaksınız?


Enis Batur

* * *


(defterin notu: Okuduğunuz yazıyı;
Sufi'nin defter arşivine kazandırdığı ve artık piyasada bulunmayan "Enis Batur-Söz'lük" kitabından seçtik...( son med-cezirleri belki "teskin" eder diye! )
"Söz'lük", 1992 yılında (Cenk Koyuncu ve İshak Reyna'nın da kaynakçasının hazırlanmasında yardımcı oldukları- /Cenk'i anarak-defter/) yayımlandı(düzlem yayınları tarafından), bu kitap kapsamında ona sorulan sorulara verilmiş yanıtlar var. Ama defterden de okuduğunuz E.B'nin" ne sanıyorsunuz, enis?" başlıklı tek soru ve yanıtı, kendi dilinden bir başka hüznün kapısını da aralar. Tıpkı kendi dizelerinden aktardığı ses kadar berrak ve anlaşılır:" korku kubbesiydi sanmayın üzerime kapkara çöken, yaşadım ve yazdım ve kırdım tek tek iri dişlerimi..."(E.B- ağırlaştırıcı sebepler divanı).



Soru-Yanıt




Beşir Fuad // Prof.Dr.Kerem Doksat



BEŞİR FUAD (1852 – 1887)

Memleketin hâl-i pür melâlinden hareketle, bu yabancılaşmaya ve Kürtleşme’ye nasıl geldiğimizin, getirildiğimizin, yâni toplumca ve topluca intihar edişimizin izahı arayışı içerisindeyken Beşir Fuad’ı anmak istedim. “Gâvur Cizvit mektebi”, millî Harbiye, harpler, san’atkârane yaratıcılık ve âilevî yüklülük içerisinde oradan oraya savrulan, sonunda vücudunu ontogenetik psişeye teslim etmeyi tercih eden sıra dışı bir mütefekkiri…

***

Beşir Fuad 1852 yılında dünyaya gelir. Âilesi hakkında fazla bilgi mevcut değil. Bilinen en eski âile üyesi, baba tarafından akrabası olan Abdülhamid’in başmabeyincisi Gürcü asıllı Hamdi Mahmud Paşa’dır. Babası Hurşit Paşa Adana’da mutasarrıflık yapmıştır. Annesi hakkındaki tek bilgi ise 1886 Mart’ında “délire de persécution’dan” (hezeyan-ı tazallüme: kötülük edilme hezeyanları, yâni paranoid bir tablo) öldüğüdür.

Maddî açıdan varlıklı bir âilesi olan Beşir Fuad tahsiline Fatih Rüştiyesi’nde başlar. Âilesinin Suriye’ye geçmesiyle tahsilini buradaki Cizvit okulunda sürdürür. 1867–1870 yılları arasında İstanbul’da Askerî İdadî’de okur. 1871’de girdiği Mekteb-i Harbiye’yi bitirince yâver olarak Abdülaziz’in sarayında görev yapmaya başlar.

1875–1876 Sırp savaşlarına katılır. Yâverliği 1876 yılına kadar süren Beşir Fuad gönüllü olarak 1877–1878 Rus Savaşı ve Girit isyanlarında da görev yapar. Beş yıl kadar Girit’te kalır. Bu süre zarfında Almanca ve İngilizce öğrenir. İstanbul’a döner ve 1881–1884 yılları arasında kolağası olarak çeşitli görevlerle askerlik sahasında çalışmayı sürdürür. 1884 Beşir Fuad’ın yazı hayatında önemli bir takvim sahifesidir. Bilinen ilk yazısı 1883 tarihini taşımakla birlikte, asıl yoğun edebî hayatı 1884’te başlar; tercüme kitaplar neşreder, çeşitli dergilerde fen konularında yazılar yazar ve iki de dergi çıkarır. Bunların ilki karışık bir kadroyla kurulan ve henüz dördüncü sayısında yazarlar arasındaki görüş farkları yüzünden kapanan Hâver, diğeri daha âhenkli bir kadro ile fen ağırlıklı olarak neşredilen Güneş’tir. Ancak bu da 12. sayısında maddî sorunlar yüzünden kapatılır. Bu yoğun yazı hayatı yüzünden 1884’te askerlikten ayrılan Beşir Fuad aynı yıl Ceride-i Havâdis gazetesinin başyazarı olur. Gazetenin bir buçuk ay sonra bir ihbar yüzünden kapatılması üzerine dönemin önde gelen gazetelerinden Tercüman-ı Hakikat ve Saadet’te yazmayı sürdürür.

Beşir Fuad’ın 1883–1884 yılları arasındaki ilk yazıları tercüme ağırlıklıdır. Zamanla telif yazıları öne geçmeye başlar. Bu yazılar felsefe, fen, fizyoloji ve askerlik konularında yoğunlaşır. Lisan, özellikle yabancı lisanların öğretimi de Beşir Fuad’ın çeviri kitap ve makalelerinde sık sık ele aldığı konulardandır. Bunun yanı sıra çok sevdiği tiyatro üzerine değerlendirme yazıları da kaleme alır. 1885’te Victor Hugo’nun neşredilmesiyle girdiği polemiklerde dönemin çeşitli edebiyat meselelerini, iki yıl sonra çıkan Voltaire biyografisinde ise daha ziyade dinî ve felsefî konuları tartışan Beşir Fuad, intihar edeceği tarihe kadar yoğun bir yazı hayatının içindedir.

6 Şubat 1887 tarihinde, otuz beş yaşında iken âdeta ilmî bir deney yapar gibi intihar eden ve vücudunu derslerde kullanılması için Mekteb-i Tıbbiye’ye bırakan Beşir Fuad, sâdece ölüm biçimiyle değil, düşünceleriyle de döneminde büyük etki yapmış benzersiz bir Tanzimat aydınıdır. Bileklerini kestikten sonra ölümüne kadar tuttuğu notlarda şunları yazar: “Kâğıt dahi kanla mülemma… İntiharımı da fenne tatbik edeceğim; Şiryanlardan (atardamar) birinin geçtiği mahâlde cildin altına klorit kokain şırınga edip buranın hissini iptâl ettikten sonra orasını yarıp şiryanı keserek seyelan–ı dem (kanın akması) tevlidiyle (sebebiyle) terk–i hayat edeceğim. Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım…”

Beşir Fuad’ı çağdaşlarından ayıran en belirgin özelliğinin Batı’yı yüzeysel ve sübjektif olarak değil, kaynaklardan okuyarak, bilinçle kavramaya çalışması olduğu düşünülür. Türk edebiyatının ilk eleştirel monografisi olan Victor Hugo’yu kaleme alırken de asıl amacı, edebiyata bilimsel ve pozitivist bir düşünce biçimiyle yaklaşarak temelsiz genellemelere dayanan değer yargılarını yıkmaktır; Türk edebiyatının yönü ilk defa romantik duyuş biçiminden sistemli bir gerçekçilik anlayışına kaydırılmak istenir. Ancak, edebiyat zevki Nâmık Kemal, Abdülhak Hâmid, Recaizâde Ekrem gibi romantiklerin etkisindedir ve Beşir Fuad’ın kitabı bu ortamda büyük yankı yaratır. Kısa sürede edebiyat dünyasını romantikler ve realistler olarak ikiye bölen bir tartışma başlar.

Handan İnci’nin hazırladığı Şiir ve Hakikat isimli eser bu trajik ve gölgede kalmış aydının edebiyat ve kültür üzerine düşüncelerini ilk defa kendi kaleminden okuyucuya ulaştırmak amacıyla yazılmış…

Kitabı yayına hazırlayan Handan İnci, Beşir Fuad’ın intiharından önce kitap için düzenlediği taslağı ek metinlerle genişleterek eski yazıdan günümüz alfabesine aktarmış:

TADIMLIK

Romanın maksad-ı te’lîfine gelince: Esas-ı fikr, bâzı ahvâl-i mübreminin ilcââtıyla bi’z-zarûre ahvâl-i memnuaya sülûk edenler hakkında cemiyet-i beşeriyenin gösterdiği şiddeti revâ görmeyip bunlar hakkında rikkat ve merhameti celbetmektir. Maksad âlî, esas metîn! Pekâlâ, fakat istihsâl-i maksad vesâire gibi birtakım fedâkârlıklara icbâr ediyor. Zola Gervaise’i olduğu gibi tavsîf ediyor. Bunların ikisi de ibtidâ birer münâsebet-i gayr-i meşrua peydâ eyledikleri halde bilahare ikisi de sokağa düşüyorlar. Fantine bir şekl-i mevhûm, Gervaise bir şahs-ı hakikî; ikisi de merhameti celbediyor. Ancak biri hayalî olduğu için celbettiği merhamet bir hedef-i hakikiye isabet edemiyor. Bilakis Gervaise'in hâli kendisi gibi birçok bîçâregânı o merhametten müstefîd eder. İşte hayâl ile hakikat beynindeki fark budur. İşte şu delil de Hugo’nun hakikati fedâya mecbur olmadığını irâe eylemektedir. Ama siz diyorsunuz ki bir romanda maksad-ı te’lîf gözetilmelidir. Bu maksadın istihsâli için isti’mâl olunan vesâit ne? Burasını düşünelim. Bir fâhişe ile bir câniyi alıyor, alıyor ama bunlar âdi cânilere asla benzemiyor, çünkü şâir bunları teâlî ettireceğim diyerek bambaşka bir kalıba ifrâğ ediyor, celbettiği merhamet bu iki havârıka münhasır kalıp şiddetten kurtarmak istenilenler açıkta kalıyor, maksad hâsıl olmuyor. Eğer şair bunları teâlî ettirmek maksadıyla tabiatlerinden çıkarmayıp da olduğu gibi tasvîr etmiş ve fakat ne gibi esbâb-ı mübremenin ilcââtıyla girdâb-ı sefâlete dûçâr olduklarını bi-hakkın izah etmiş olaydı eserin nef'i daha âmm olurdu. Fantine ile Assommoir’daki Gervaise’in mukayesesi isbat-ı müddeâya kâfidir. Hugo Fantine’i câlib-i merhamet gösterebilmek için saçını kesmek, dişlerini kırmak gibi fedâkârlıkları ihtiyâra mecbur etmiş. Maksad âlî olur ise ufak tefek mehazire bakılmaz, diyorsunuz. Biz bu mahzurları hâvî olduğundan dolayı Sefiller’in şâyân-ı istifâde olmadığını iddia etmedik; yalnız iki mesleği mukayese ettiğimiz sırada birtakım hayalât ve mübâlâgat tecrübesiz gençleri temenni-i muhâle düşürmek netâyic-i vâhimesini tevlîd edeceğini gösterdik. O muhâlât maksadın husûlü için zarûriyü’l-vuku olmuş olaydı, tabiî hoşgörülürdü. Mâdem ki daire-i hakikatten çıkmaksızın husûl-i maksad mümkündür; binâberin lüzumsuz kalan o muhâlâtı iltizâm abes ve şâyân-ı muâheze görülür. Vâkıâ romanları okuyanların muharririn maksadını tahlile muktedir olması arzu olunur ise de ekseriya bunların tecrübesiz gençler ve belki çocuklar olduklarını unutmayalım. Onların eser hakkında verecekleri hüküm tabiî şâyân-ı îtibar değildir; ancak o eserlerin bunların fikirleri üzerine hâsıl edecekleri tesir hiçbir vechle nazar-ı itinadan ıskat edilemez.

***

Mehmet Kerem Doksat:

Beşir bir arayışlar adamı.

Kat’iyetle bir dâhi; içi rahat değil ve âidiyeti, mensubiyeti meçhûl, bir tek Gürcülük’ten nasibi ma’lûmumuz (ne tesadüf birileriyle)… Fakir değil ki sınıf bunalımından dolayı kendine kıydı diyelim; bilakis, hayata en üstten başlamış ve devam etmiş. Hep ölüme meydan okumuş, demek ki perestiş de etmiş (fevrîce olanlar hâricindeki bütün intiharlarda ikirciklik [ambivalence] ve ebediyete intikal ederek varoluşunu sürdürmek gâyesi [ereği] vardır).

Yaşadığı dönem bugünlere çok benziyor: Devlet-i Ebed Müddet’in çöktüğü, anominin tırmandığı ve bütün emperyalist güçlerin tepemize üşüştüğü, aydınların tebahhur edip kaçıştığı ve sebeb-i mevcudiyetlerinden bîhaber hâl aldıkları iflâs vasatı!

Nihâi narsisistik rücusunda (regresyonunda) dahi yiğitlikle korkaklık ve protesto yâni çâresizlik (kolunu hiddetle kaldırışı) iç içe, önce uyuşturup sonra kesiyor damarını. Sonra da tıbbiyeye bağışlıyor cesedini (ölümsüzlük arzusu).

Tipik bir müstağrip! Eğer bilseydi 2008’deki müstağriplerin dahi baş tâcı olacağını, belki de 150 küsur sene daha yaşayıp direnirdi (bunu dehasıyla megalomanisi iç içe yaşayan bir başka müstağrip, Attilâ İlhan bile başaramadı). Öyle ki, günümüzün entellektüel komünistlerinin mukaddimesidir kitapları ve diğer eserleri; avamdan olanlar ise bîhaberdir hâlâ…

***

“Dâhil olduğumuz değerler manzumesi bu ihtiyacı daima göz önünde bulundurmalı, önlemlerini çok önceden hazırlamalı ve almalıdır. Ünlü hukuk, tarih, sosyoloji, aynı zamanda dil ve din bilginimiz, seçkin düşünürümüz Ahmet Cevdet Paşa’nın şu tesbitini burada tekrarlamak istiyorum: ‘Ahkâmın tebeddülâtı ezmânın tagayyürâtıyladır’. Sâdeleştirecek olursak ‘hükümlerin, millî hayatı düzenleyen kuralların değişimi, zamanın değişimine bağlıdır’ demektir.

Türk Milleti’nin muasır milletler içinde yer alması, kendi kimliğinden soyutlanmasıyla olamaz. Bilakis çağdaş dünyada medenî milletler arasında ‘Türk Kimliği’ ile bulunacaktır. Böyle bir duruş, kendine olan saygının, özgüvenin sonucudur. Bir milletin başka milletlerin kendisine saygı göstermesini dilemesi için, bu saygıyı her şeyden önce kendi kendisine göstermesi lazımdır. Böyle yaptığı takdirde çağdaşımız olan toplumların istiskâline (aşağılamasına) uğramayız, alnı açık ve başı dik olarak bu âile içerisinde hayatımızı sürdürebiliriz. Aksi hâlde ‘millî benliğini kaybeden bir millet başka milletlerin uşağı ve avı olacaktır’ diyor Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Mustafa Keskin (Yeni bir dünya görüşü olarak Atatürkçülük. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı 17 Yıl: 2004/2: 1–8).

Entellik (ve muhtemelen istikbâl) için Kürtçe dersi almaya başlayan Türkler pıtırdamakta.

O zamanki müstağripler hiç olmazsa millîydi. Şimdikilerin ise nesepleri gayrı meçhûl!

ABG’nin başşehrindeyken bu daha da net olarak görülüyor…

Yazarı: Prof. Dr.Mehmet Kerem Doksat

(Washington DC )


Sincaplar, Kuşlar, vesaire // Ahmet Haşim



Odam birinci katta. Pencerem bahçenin tenha ve yemyeşil bir köşesine bakar. Yalnız kaldığım zamanlar bu pencerenin önünde oturur, çimenlere, ağaçlara, rüzgar elinde yaprakların oynaşmasına bakar, böylece gözlerimi eğlendiririm, bu bahçe köşesine kuşların pencereme kadar yaklaşması ve bir böcek parçası için kanat kanada dövüşmesi ne eğlenceliydi! Hele ağaçlardan inen kına renkli sincabın çimenler üzerinde sıçraya sıçraya gitmesi, ikide bir yerde bulduğu yiyeceği elleri arasına alıp, iki ayağı üzerinde kalkması ve küçükücük gözleriyle etrafı gözetleyerek kemirmesi ne dinlendirici bir doğa ve saffet levhası idi!
Sincapları yakından tanırım. Çocukluğum dağlık, yabani bir memlekette geçti. Orada biz çocuklara, oyuncak yerine, ayı yavrusu, karaca, sansar, tilki veya sincap getirilirdi.
Üst katta, sandık odasında, dolaplar arkasında tilkilerimiz saklanırdı; bahçede büyük bir ağacın gölgesinde esir bir kartal genişliğindeki kanatlarını germiş, pençelerini tutan koca bir zinciri şıngırdatırdı, ayı, homurdanarak bahçenin yüksek duvarları üzerinde dolaşır ve kurşun hızıyle uzaklara taş atardı. Kurnaz ve çevik sincapları evde tutmak kabil değildi, getirildikleri gün boyunlarına geçirdiğimiz parlak çıngıraklı kırmızı tasmalariyle ellerimizden kaçar ve büyük çitlembik ağacının sık yaprakları içinde kaybolurdu. Günlerce bahçemizin ağaçlariyle çınlar dururdu.
Bu derece korkak bir hayvanın Franfurt hastanesi bahçesinde hemen hemen insan bacakları arasında böyle emniyetle dolaşması bana hayret verirdi.
Fakat oralarda bu dostluk yalnız sincaplara munhasır değildir. Umumi parklarda serçeler gelip parmaklara konar, kumrular omuzlara yerleşir, göllerde ve havuzlarda altın gözlü balıklar kendilerine uzanan ele dostça yaklaşırlardı.
Hayvanla insanın bu güzel arkadaşlığına, gördüğüm bütün Avrupa şehirlerinde tesadüf ettim. Bu dostluk bazı yerlerde hayvana bir nevi şımarlıklık bile vermiştir.
Venedik'te San Marco meydanında seyyahlar, hatıra fotoğrafı çıkartmak için ellerine yem, güvercinlerin tenezzül edip yaklaşmalarını beklerler. Bir gün kuşların iltifatına bir türlü mazhar olmıyan şişman bir kadının asabiyettten hıçkıra hıçkıra ağladığını görmüştüm. Kuşlar her nedense bu kadını sevmemişti.

Ahmet Haşim- Frankfurt Seyahatnamesi


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***