Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Bobby Fischer'in Ardından../ Leon Felipe



Bobby Fischer;["Eski Dünya Satranç Şampiyonu Bobby Fischer, 64 yaşında, İzlanda’da öldü. Uzun süredir hasta olan Fischer’in böbrek yetersizliğinden öldüğü bildirildi. Fischer, 1972’de Sovyet rakibi Boris Spasski'yi Reykjavik'te yenerek dünya şampiyonu olmuştu.Çılgınlıklarıyla tanınan Fischer 1992’de Amerikan hükümetinin Yugoslavya’ya koyduğu yaptırımlarına rağmen Belgrad’da eski rakibi Spassky ile karşılaşma yapınca bir süre hapis yatmıştı.
Fischer, 11 Eylül 2001 tarihindeki terör saldırılarının ardından Filipinler’deki bir radyo istasyonunu arayarak Amerikan aleyhtarı açıklamalarda bulunmuştu. Amerikan vatandaşlığından çıkan Fischer 2005’ten beri vatandaşlığına geçtiği İzlanda’da yaşıyordu."]


Max Euve' e, uluslararası satranç federasyonunun ilk başkanına " En sevdiğiniz Dünya Satranç Şampiyonu kim?" sorarlar. Yanıtı " Tabi ki Fischer" yanıtını verir.
Fakat bu sualin yöneltildiği yıl 1970'dir ve Fischer'in Dünya Şampiyonu olmasına iki yıl vardır.
Di dolgularını O'nu öldürmek ( dolgular yoluyla beynine uzanacak tellerden bahsedermiş) ve beynini ele geçirmek isteyen Ruslar nedeniyle değiştiren bu paranoyak üstad aslında doktorlardan da yahudilerden nefret ettiği gibi nefret ederdi ve dahası Amerika'daki satranç kitaplarını yetersiz bularak çocukken Rusça öğrenmiş olmasına rağmen onu soğuk savaş yıllarında ABD hükümeti milli kahraman ilan etmişti ve daha da kötüsü Fischer amerikalılardan da herkesten nefret ettiği gibi nefret ediyordu...Uzak Doğu'da katıldığı bir radyo programında 11 Eylül olaylarından " Nihayet bu küstah Amerikalılar'a hadlerini bildirecek birileri çıktı" diyecek kadar bön de olabiliyordu elbette.
Bu tuhaf Dünya vatandaşının ABD'den ödemediği vergiler nedeniyle kaçışı pek beğenmediği kominizme yönelik sempatisini hiç mi hiç arttırmış değildir. Zeki insanlar aynı zamanda faşist de olabileceğine ve para düşkünlüğünün, sınıf kompleksinin insanları yersiz yurtsuz bırakacağını da göstermiştir ya ayrı konu..asıl mevzu ise Booby Fischer'in ölümünün musevi toplumunu neşeye boğduğudur. Faşist faşistin ölümünden memnun olur tabi.
Fischer'in hayatını burada yazacak değilim...sadece dehanın yol açabileceği ucubeliğin ne olduğunu kısa bir Fischer anısına sıkıştırarak cezaevlerini çok iyi bilen bu satranç efendisinin yaşamına konulan noktaya sevinenlere kızıp geçerek
ustaya saygıyla, böne sevgiyle, faşiste hadi len! diyerek " Booby Fischer cezaevlerine gitmekten ve orada simultane maçlar yapmaktan hoşlanırdı. Bir eyalet cezaevinde 20 kişiyle aynı anda maç yaparken mahkumlardan tekinin taş çaldığını farkeder. Hemen yanında biter ve kızgın kızgın hır dolu sesiyle haykırır
- Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Ben seni ömür boyu tıktırım burada.
Ne münasebet taş çalıyorsun! Der Fischer Efendos, hırsızlığı yakaladığını göstermekten mesut. Karşısındaki mahkum sesizce gülümser.
- Ben müebbet yedim."

Yazarı:Leon Felipe




TDK sözlüğünde taşra tanımı: “Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi, dışarlık:” Kavramları yalnızca sözlüklerdeki anlamıyla sınırlı düşünmek, yaşamın gerçekliğiyle örtüşmez. Kavram ve gerçeklik olarak taşrayı anlayabilmek için, insan, mekan ve kültür kavramları bağlamında düşünmek gerekir. Taşra yalnızca bir mekan-yer olmayıp belli bir yaşama ve düşünme biçimini ve kültürü de içerir. Bu nedenle taşrada olmak ile taşralı olmak arasında farklılık vardır. Taşrada olmanın, taşrada var olmanın, varlığını, edebi-şiirsel varlığını inşa etmeye, sürdürmeye ve geliştirmeye uğraşmanın önünde pek çok engeller/güçlükler ve sınırlamalar/kısıtlamalar söz konusudur. Ancak gözden kaçırılmaması gereken husus, edebiyatın-şiirin yaratımı, dile getirilmesi bağlamında değil, söz konusu engeller daha çok yaratılan eserlerin-ürünlerin dolaşımı için geçerlidir.

Bilim, felsefe, sanat belli merkezler tarafından üretilmekte ve pazarlanmaktadır. Ülkemiz de bir bilim ve felsefe tüketicisi durumundadır. Ancak sanat ve edebiyat ve özelde şiir için aynı şey söylenemez. Bilim ve felsefe geleneği oluşturmada büyük sıkıntılar ve sorunlar yaşamamıza karşılık, edebiyat geleneğimiz ve geleneklerimiz dünya ölçüsünde değerler taşımaktadır. Ancak bu değerlerimizin başka kültürler ve edebiyatlarla buluşmasında, etkileşiminde dil engeli karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda başlayan kimi çalışmaların geleceğe yönelik umutları güçlendirdiği söylenebilir.

Taşra kavramını ulusal sınırlar içinde mi düşüneceğiz, yoksa yeryüzü sınırları içinde mi? Hangi sınırları göz önünde bulundurursak bulunduralım, taşrayı tanımlarken, neye göre, hangi ölçüte göre hareket edeceğimizi belirlemek gereklidir. Burada ise nesnellik söz konusu olamaz.

Siyasi partilerin merkez ve taşra teşkilatı vardır, devlet bürokrasisinin de aynı şekilde bir örgütlenmesi ve işleyişi vardır. Üst yönetim-merkze daima belirleyicidir bu ilişkilerde ve işleyişte. Ama edebiyatta ve şiirde böyle bir mezkez-taşra ayrımından söz etmek güçtür. Çünkü şair neredeyse şiirin başkenti orasıdır. İktidarı çağrıştıran bu tanım yerine, şairin ve sanatçının asıl yurdunun bütün dünya olduğunu söyleyebiliriz. Burada ve şimdi yaşıyoruz ve yaratıyoruz, buraya aitiz, ama aynı zamanda başka insanlara ve kültürlere de aitiz. Bu nedenle şiir, siyasal-hukuksal sınırların ötesine kolayca geçebilir. Gözlerini taşra da açmış olsa da, şiir yeryüzünün bütün yollarında yürüyebilir ve hatta yeni yollar, patikalar açabilir.

Taşrada olmak, ülkeden ve dünyadan uzakta olmak değildir. İçinde yaşadığımız iletişim çağında, büyük kültür merkezlerinde yaşayanlarla taşrada yaşayanlar arasında önemli bir fark kalmadığı söylenebilir. Günümüzde taşranın kendini daha iyi ifade etme, sesini duyurabilme olanakları çoğalmıştır. Ama burada söz konusu olan sesini duyurma, merkeze yapılan bir çağrı, tanınma ve onaylanma anlamında düşünülmemelidir.

Ülkemizde siyasi başkent Ankara’dır, ama ekonominin kalbi İstanbul’da atar. Aynı zamanda sanat ve edebiyatta da İstanbul merkez kabul edilir ya da öyle görünür. Bütün Türkiye İstanbul’un taşrası mıdır? Kimilerine göre (Ekrem Işın), 2010 Avrupa kültür başkenti olacak olan bu şehrimiz, “gittikçe basitleştirilmekte ve Avrupa taşrası imgesine razı olmakta”dır.

Ülkemizde merkezin taşrası varsa, dünyanın merkezlerinin de taşraları vardır. Bu nedenle dünya ölçüsünde bakmak gerek taşraya ya da taşradan öteye… Türkiye’yi İstanbul’un taşrası olarak değerlendirdiğimizde, İstanbul’u dünyayla karşılaştırdığımızda, bir New York ya da Paris’in taşrası olarak mı kabul edeceğiz?

Nermi Uygur Yaşama Felsefesi kitabındaki “Kültür Taşrası” adlı yazısında şöyle diyor: “Taşra yok artık. Eskidendi o. Durum bambaşka bugün. Milyarlarca kişiyi kapsayan evrensel bir kentte yaşıyoruz. (…) Koskoca bir kültür taşrası yeryüzü.” Uygur, “kültür taşrası nedir?” sorusunun, birçok soruyu özetlediğini belirtir: “Kültür taşrasını vareden belli başlı nitelikler neler? Her kültür-taşrası kültürce aynı düzeyde mi? Kültür deyince ne anlaşılması gerekir? Kültür-taşrasını oluşturan ekonomik, politik, tarihsel etmenler nelerdir? Kültür yönünden taşra ile taşra-olmayan yerler arasındaki karmaşık ilişkiler nasıl açıklanabilir? Kültür taşrası gözüyle bakılan bir yerin tam bir tasviri yapılabilir mi?”(Uygur 1980: 205)

Taşranın belirleyici özellikleri konusunda ise Uygur şunları söyler: “Kültür yönünden tüketici durumundadır her kültür-taşrası. Taşrada en ağır basan özelliktir kültür tüketiciliği. Taşra, kültürü kullanır, yaratmaz. Kültür gereksemesini başka yerlerden getirttiği değerlerle sağlayan dünya kesimleridir kültür-taşraları”(Uygur 1980: 207)

Taşranın edebiyatı besleyen önemli bir kaynak olduğu yadsınamaz. Ama burada de edebiyat göçü söz konusudur. Taşrada doğan pek çok edebiyatçı ve sanatçı metropollerde yaşamayı seçmiştir. Ancak taşrada kalmayı seçen, hatta metropolleri terk ederek taşrada yaşamaya ve yazmaya/yaratmaya yönelenler de vardır. Bu nedenle günümüzde, taşrayı yalnızca kültür tüketicisi, edebiyat ve şiir tüketicisi olarak görmek doğru değildir.

Taşradakiler merkezin yerinde olmak, merkezde olmak, onların iktidarını ele geçirmek ya da paylaşmak istedikçe, taşra ile merkez ayrımı sürecek ve taşra da merkezin taklidini yapmaktan öteye gidemeyecektir. Bu ise, taşrada olmayı, var olmayı, daha sıkıntılı ve bunalımlı bir hale sürükleyecektir. Ama kültür, sanat ve şiir yaratımında ve bu konudaki etkinlikler ve oluşumlarda yaratıcılığa yöneldikçe, belki yeni edebiyat ve şiir merkezleri ortaya çıkabilecektir. Bunun işaretleri ve örnekleri de yok değildir.

Taşrada olmak ile taşralı olmak ayrımını yaparsak, edebiyatta ve şiirde yaratıcılıklarımızı geliştirirsek, metropollerin/merkezlerin küçümseyişi ve aşağılaması da anlamını kaybedecektir. Önemli olan değer yargılarına takılıp kalmak değil, değerli olmak ve şiirsel değerler yaratmaktır.

Günümüzde taşra bazı açılardan, metropol insanının kaybettiği kimi değerlerin ve hususların yaşayan bir örneğini taşıması bakımında bir özlem uyandırabilmekte ve kimilerinin kaçış/sığınma mekanı olabilmektedir. Günümüzde kentlerin boğucu karmaşası, uzaklaşma ve merkezin ötesinde uygun yerlerde rahat ve huzurlu bir varoluş arayışına da yol açmaktadır. Taşranın olanaklarını gerçekleştirebilmesi ve ifade edebilmesi bakımından, söz konusu durumun önemli bir işlevi olabilir.

Taşra ve taşra yaşamı, edebiyat ve sanat, şiir üretiminde yalnızca mekan oluşturmaz, aynı zamanda edebiyatın ve şiirin yaratıldığı ve dolaşıma çıktığı yerlerdir de. Ama küçük çıkar hesaplarının ön plana çıkması ve estetik değerlerin bile önüne geçen kimi bencillikler, olası büyük işlerin ve projelerin önüne kapatmaktadır. Kimi yerel yönetimlerin ve destek olabilecek kurum ve kişilerin olumsuz tutumları da, taşranın ağır ve sıkıntılı havasının sürmesine yol açmaktadır. Ancak hava değişmeye başlamıştır. Bulutların arasından edebiyatın ve şiirin güneşi sızmaktadır.

Kentler değiştiği gibi, merkezler ve taşralar da değişmektedir. Merkez ve taşra ilişkileri ve diyalogu da değişmektedir. Bu nedenle taşra kavramından söz ederken, bu kavramı da tarihselci bir yaklaşımla kullanmak yerinde olur. Gerçeklik değişirken, aynı kavramlarla ve imgelerle düşünmek, bizi içinde yaşadığımız gerçeklikten uzaklaştırabilir, gerçeklik algımızı ve düşünme biçimimizi çarpıtabilir.

YAZARI: Mustafa Günay

Mustafa Günay; borges defteri yazarlarından;

Çukurova Üniversitesi - Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi


TAŞRADA ŞİİR HAZIRLIKLARI /Ahmet Bozkurt





defterin notu: Geçtiğimiz günlerde Radikal Gazetesi Kültür servisinden Cem Erciyes'in "Taşra Sanatçısı" meselesini gündeme taşıması üzerine defter listesinde konuyla ilintili düşüncelerimizi sunduk. Anadolu'nun bağrından yeşeren "Şair Çalışıyor" dergisinin editörü Ahmet Bozkurt konuyla ilgili kendi yazısını deftere ulaştırdı, okurlarımızla paylaşıyoruz.(Sn. Cem Erciyes'in konuyla ilgili öne sürdüğü görüşlerine karşı duruşumuzu koruyarak).../ saygılar- defter


senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz
kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz
alır başımı erzincan’ a giderim seni düşünmek için
dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor
kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için
Turgut Uyar

Şiir geldi sonunda şu mel’un taşra kavramına dayandı. Soğuk ve ürkek bir kelime taşra: Zaman ve mekân kavrayışımızı altüst edebilen hep geçmiş bir tarihsellik kurgusu içerisinde muhayilemizi meşguliyete boğan bir özelliği var. Bir ara uzam, bir eşik olmasının dışında çoğumuz garipsenemeyecek bir şekilde keskinleşmiş bir varoluş kipi yüklüyoruz ona. Geçmişimizin, geçmiş tarihselliğimizin travmatik bir hatırlamaya maruz kalmadan önceki halini imlediği için mi taşra dediğimiz şey hep belirsizliklerin ve birbaşınalığın mekânı olarak kutsanmıştır? Taşra, mekânsal bir yer-yurt dolayımının dışında tamamen yerlici folk düşünceye yapılan vurgularla gündeme geliyor. Bu sebepten olsa gerek, merkez-dışı olarak addedilen taşra, nostaljik geçmiş imgesinin sürekli canlı tuttuğu bir romantizm olan yerlilikten hiçbir zaman ayrı düşünülmez.
Her zaman eşikte, bir ara yerde durmanın hüznünü ve biganeliğini taşır taşra. Kendilerine merkezi bir rol biçen ortodoksinin/muktedirlerin taşraya biçtiği gömlek ise, çoğunlukla özne olmayan bir “ötekilik” hâlidir.
Şair de, hiçbir aidiyet duygusuna sahip olmayan bir sürgündür. Tüm biçimlere ve sınırlara karşı o hep bir ara yerde, bir eşikte durur. Dolayısıyla dili de, yaşamı da ürettiklerinin birer toplamı olan tüm yazınsal yaratıları da en nihayetinde hep sürgünsoylu bir uzamda varolur. Taşra ve yerellik kavramının bilişsel bir düzeyde ele alınması, psişik tüm veçheleriyle gün yüzüne çıkartılması bu açıdan anlamlı. Zira bir mekân olarak taşrada üretimini sürdüren şair ve yazarları nereye yerleştireceğiz o zaman? Artık, apaçık şunu kabullenmek gerekiyor: Hegemonik, baskıcı, dumura uğratılmış bir haz politikasının tek aracı olan statükocu bir dilsel anlayışın ellerine rehin bırakılacak kadar ucuz olmamalıdır şiir. Kendisini tüm sınırlardan ve mekânsal belirlenimlerden uzak tutan “taşra entelektüeli” ise muktedirler için her zaman “öteki” olacaktır. Merkezde yer tutmuş payitaht sahipleri için taşralı şair-yazar hep bir öteki imgesidir; yabancı ve dışarlıklı olandır. Merkeze kabulü uygun olmayandır. Kelimenin en arı anlamıyla taşra gerçek bir mâdun’dur (subaltern): Dışlanan, aşağılanan; zihinsel süreçlerini tamamlayamamış varoluşa geç kalan sakat bir modernliğin aşağıladığı gerçek bir “öteki”dir.
Tüm diğer periferi ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de, eksik modernleşme serüveninden doğan her şey gibi, kendilerini edebiyatın merkezinde gören bir egemen sınıf oluşmuştur. Merkezde, İstanbul’da, odaklanan bu muktedirlerin oluşturduğu edebi kanon içerisinde taşraya hiçbir zaman yer yoktur. Taşra, ancak, kendi iktidarlarını kutsadıkları ve tuhaf bir şekilde sıradan yerelliklerini devam ettirdikleri müddetçe bir anlam taşır muktedirlerin gözünde. O yüzden hep bir folk söylemine bir mazlumluk edebiyatına özendirilmek istenmektedir taşra mâdunları. Onlara göre taşradan merkezi yönlendirecek bir ses, bir dil oluşamaz. Onlar sadece Anadolu kültürü içerisinde bir renk bir farklılık olarak kaldıkları müddetçe ve bu toprakların geçmiş zenginliğini kendilerine hatırlatacak romantik bir araç olmaları ölçüsünde bir anlam taşıyacaktır.
Aynı topraklarda yaşadığı fakat bir geçmiş imgesi olarak hatırladığı bir yabancıdır taşra onlar için. Kendinden menkul bir iktidar gücüyle donanmış olan bu muktedirler hiçbir zaman Julia Kristeva’nın dillendirdiklerinin farkında olmak istemezler: Yabancı tuhaf bir şekilde bizim içimizde yaşar. Kimliğimizin gizli yüzü, barınağımızı enkaza çeviren mekân, anlayış ve akrabalığın tökezlediği zamandır; onu kendi içimizde tanımakla ondan kendisi olduğu için tiksinmekten kurtuluruz. “Biz”i bir sorun haline getiren, hatta belki de olanaksız kılan bir semptomdur.
Bu söylediklerimden, merkezin yazınsal anlayışını ve çapraşık iktidar ilişkilerini tökezleten bir deneyime geçmek istiyorum. Hamasi bir şehirli kibrini yedeğine alarak merkezde odaklanmış ve her türlü yaratıcı yazınsal anlayışı olanaksızlaştıran bir edebiyat kanonunun can çekişmesinden önceki son çırpınışlarına dikkat çekmek istiyorum.
Zihinsel tüm süreçleri dumura uğrayan bu edebiyat kanonunun üyelerinin (ev sahiplerinin) evin haylaz çocuklarını hizaya getirmek isterken kullandıkları dilin bayağılığından, hamasetinden ve buyurgan efendiliğinden bahsetmek istiyorum. Zira bu buyurgan ve gündelik faşist dilin tüm jargonlarını edebiyat eleştirisine sokmaya çalışan kişiler Türk edebiyatında ileride vesikalık teşkil edecek hezeyanlarla dolu nevrotik metinlere imza atmış bulunuyorlar.
Şimdilik evin en haylaz, haşarı çocuğu Erzincan’da Vadi Çiçekli ile birlikte yayımladığım Le poéte travaille dergisi. Taşradaki şiir hazırlıklarının direngen ve coşumcu bir ruhla dile geldiği örnek bir dergi Le poéte travaille. Erzincan gibi bir taşra kentinde çıkan bir dergi olarak İstanbul’da yerleşik bazı iktidar odaklarınca hiç de hoş karşılanmadı bu dergi. Huzursuzluklarının ve korkularının nedenini basit bir dil kavgasına dönüştürerek asıl niyetlerini saklamaya çalıştı bu kişiler. İlk bakışta derginin Fransızca olan ismine karşıymış gibi görünen bu şairler daha sonra durumun hiç de böyle olmadığını, dertlerinin ve kavgalarının çok daha farklı sebeplere bağlı olduğunu da inkâr etmediler.
Turgay Fişekçi Cumhuriyet’teki köşesinde “yayımlandığı ülkeyle, toplumla ve dönemle hiçbir ilişkisinin olmadığını” savladığı Le poéte travaille dergisini Fransızca isminden dolayı eleştirmişti. Asıl mesele bu değildi tabii ki. Ülkenin tanınmış edebiyat isimlerinin bu taşra dergisi ile ne işleri olabilirdi ki? Beklenilen şey çok daha folklorik bölgesel bir edebiyat dergisiydi. Fakat bu dergi diğer taşra dergilerinden farklıydı. Her zaman her konuda söyleyecek bir sözü olduğunu bir türlü anlatamadı Turgay Fişekçi’ye. Söyleyecek bir sözü olmasaydı eğer bugüne kadar denenmemiş edebiyat dosyalarıyla yayımlanır mıydı böylesi bir dergi. Hem de popülizme kaçmadan. Bu dergiyi çıkartanların ne şiir üstüne düşüncelerinin ne de ürünlerinin ön planda olmadığını savlayan Fişekçi’ye dergiyi yeni baştan okuması konusunda önerebileceğim hiçbir şey yok. Toplumdışılık tartışmasını ise şimdilik burada es geçiyorum. Kutsal fetişlerden yeterince çekmedik mi? İçinde yaşadığımız topluma inanmıyorsanız, size önereceğim bir reçete şimdilik yok.
Tuğrul Tanyol, Fişekçi’nin aksine hamasetini hiç çekinmeden gün yüzüne çıkarttı. Derginin baskı kalitesiyle ve “taşra entelektüeli” ismiyle alay ederek örnek bir aydın portresi çizdi.
Anlaşılan o ki, Enis Batur’ un ve Doğan Hızlan’ın dergiyi bütünüyle destekleyen yaklaşımlarından hiç de memnun olmayan Tanyol tamamen kişisel hesaplarla ve çekememezlikle aynı şekildeki çıkışlarını sürdürmeye devam etti. Enis Batur’un “Şair çalışıyor demek bana kalırsa yetmezdi, sert bir isim gerekirdi: Bulunmuş.”, Doğan Hızlan’ın ise “Şair Erzincan’ da çalışır, İstanbul’ da tartışılır” sözleri Tanyol’un canını bayağı sıkmışa benziyor. Daha önce Akşam gazetesine verdiğim bir demeçte derginin içeriği hakkında bir şeyler söylenmesini istemiştim. Klişeleşmiş ve sloganik sözlerden uzak durulması arzumu yinelemiştim. Elbette eklemiştim: Gerçek bir eleştirel bilince ve donanıma sahip değillerse işin içinden “taşra entelektüeli” deyip sıyrılmanın uygun bir şey olmayacağını da dillendirmiştim.
Şükür ki içerik konusunda bir ses geldi: Gür ve azarlayan bir ses tonuydu bu. Ataol Behramoğlu Cumhuriyet’teki köşesinde “Şair Neye Çalışıyor” diye sorarken hükmünü çoktan vermişti zaten. Derginin görebildiği birkaç sayısındaki şiirlerden kesinlikle bir tat almamıştı Behramoğlu. Üstelik bu dergideki şiirlerin ne Türkiye ile ne de şiirimizin zengin birikimleriyle bir ilişkisinin olmadığını daha da ileri giderek şiirle bile hiçbir bağının bulunmadığını iddia ediyordu.Behramoğlu.
Dönüp dolaşıp hep şu malum “toplum” gerçeklerine çarpıp duruyoruz nedense. Toplumculuğu ve sanatı birkaç ucuz dil siyasetine hapseden bu tür yaklaşımlardan ne zaman kurtuluruz bilinmez. Cevabı hep meçhul bir soru bu.
Tuğrul Tanyol müsterih olsun: Le poéte travaille merkezden uzakta merkezin tüm hastalıklarından azade bir dergi. Le poéte travaille tüm yaptıklarının bilincinde olarak ilerleyen bir dergi. Her şeyden önce kendisinin, şiirsel dilbilgisini silbaştan gözden geçirmesi gerekiyor. O çokça önemsediğini söylediği T.S. Eliot bile artık imdadına yetişecek durumda değil. Şöyle biraz titreyip kendine dönmesi gerekecek galiba: Maurice Blanchot’u, Bataille’i, Derrida’yı, Zizek’i, A.J. Greims’ı, Artaud’u, Levinas’ı, Gadamer’i hatta biraz da Baudrıllard’ı okuması gerekecek.
Le poéte travaille, gün doğarken yatağına giren Saint-Pol Roux’un kapısına astığı sözün hakkını vermeye çalışan bir dergi. O yüzden biz, sessizliğin ve suskunun yaratıcı bir edime dönüştüğü bir düşselliğin eşiğinde duruyoruz; bu eşik de ancak sözün ve dilin gücüne, şiirin gücüne inanan insanların varlığıyla kendisini var edecektir.


Yazarı: Ahmet Bozkurt


Viral Akıntılar-I.Bölüm /Salih Aydemir




değişen düşünce ve değişen tarzlar

eski mahallede öğleden sonra

kahve masalarını kaldırıma çıkarıyorlar.
yaşlılar gelip oturuyorlar orda öğleden sonra.

ve artık okumuyorlar. belki de kızıyorlar buna,
belki de unutuyorlar, çünkü her zaman
ele geçirir ölüm …

yannis ritsos

söz zamana yerleşiyor sonsuz yanlışlıklara… çağrışım dile gelen / getirilen parçanın parodisi… tarihi arındıran görüntü ve durmadan dile gelen gerçek; şizofren ve paradoksal bir muamma; gerçeği meşgul eden hayal…
kuşların ötmesi bir şarkı değilse yuva yapmaları da sanat değildir

geçmiş olan şimdi’lere artık dün deniyor… zaman başka imgeler çağırıyor gerçeğe… boşluklar ve sonralar…


armonik kombinasyonları yöneten esler

“tarih içinde yaşamayı öğreniyorum
tarih ne peki? tarih kendisine dokunulamayandır.”
robert lowell

mahrumiyet ve hayvanilikten ibaret bir varoluş yeni yorumlarla hızla çoğalıyor… bütünlük ve zarafet çağı olarak tanımlanan yüzyıl taban tabana zıtlıklar taşıyor…
yaşamdan koparılan hayatların tersine çevrilmesi gerekiyor…
ilkel akıl ile aklımız arasındaki fark deneyim sorunudur…
uygarlığı bir unutuş olarak adlandırma karşısında insanın sembolik etkinliğinde de azalma yaşanıyor… tıpkı dil tıpkı ideoloji gibi…
soyut ve donuk jestlerle yapılan muhalefetlik de bir proje olarak sunuluyor önümüze… (dil zaten nasibini almıştır) ve giderek artan yoksullaşma insanı onca olayın / görüntünün / kurgunun dışında bırakıyor…
düşünce dil olarak dayatıldığında bir kuşatılmışlığın içinden konuşur oluyoruz… gerçek biraz da burada saklı… hayatı / dili bir kuşatılmışlığın içinde yaşıyor / kullanıyoruz…
ki ideoloji dili ve zamanı ortadan kaldırabilecek güce ve şehvete yeniden sahip olabilir mi?
“belli bir noktadan sonra tarih gerçekliğini yitirmiştir. bütün insanlık farkına bile varmadan bir anda gerçekliği terk etmiştir. geçmişte olan bitenlerin gerçek olmadıklarını anlayabilmemiz mümkün değildi. bundan böyle amacımız bu yok oluş noktasını bulmak olacaktır. bu noktayı bulamadığımız sürece güncel yok oluş sürecinden kurtulabilmemiz mümkün değildir. bu ise dayanılması çok güç bir düşüncedir.” canetti

ding – dong teorisi
ses ile anlam arasında şu veya bu şekilde doğuştan bir ilişki bulunduğunu söylüyor…
poh – poh teorisi
dil başlangıçta şaşkınlık, korku, memnuniyet, acı ve benzeri duyguları ifade eden haykırışlardan doğmuştur, diyor…
to – to teorisi
dil, bedensel hareketlerin taklit edilmesiyle ortaya çıkmıştır…

kim konuşuyor? sorusuna mallarme’nin yanıtı:
dil konuşuyor…

matematik: “tüm sembolik sistemlerin grameridir”
max black

soyut ve tikel olandan başlayan ve muazzam genellemelerle gelen / getirilen sınırlamalara karşı çıkışın çekiciliği…
“özgür ve düzenlenmemiş olan şeyleri kontrol altına almak amacıyla geliştirilen ve ilk sayı sistemitle kristalleştirilen kategorilere baktığımızda, dünyaya yeni bir tutumla yaklaşıldığını görürüz. isimlendirme bir ayrım ve egemenlik ise, isimlendirmenin daha da çoraklaşmış hali olan sayma eylemi de bir başka tahakküm anlamına gelmektedir.
sayı dilin doğal sonuçlarından biri olmakla birlikte, yine de yabancılaşmanın en kritik saldırısını temsil eder.” john zercan --- gelecekteki ilkel

sayılarla sanayileşen bir dünyayı uyumlu bir şekilde kabul ederek yaşıyoruz… kabul etmemizin dışında daha da kötüsü bunu vazgeçilmez bir önem olarak savunmamızdır…

mükemmel bir şimdi

bağımsız imgelerle kurulan gerçeğin zamanla daraltılarak katı denetimler ağına dönüşmesi de aynı zamanda evcilleştirme teorisidir…
evcilleştirme teorileri karşısında duygusallığın ağır bastığı yaşamsal etkinliklerle önce yaşamımızı parçalıyor sonra da bunu üretime dönüştürüyoruz… daha sonra da yok oluşumuza dair elde ettiğimiz her şeyi kazanım olarak değerlendiriyoruz…
zamanın ve tarihin sunduğu boyut insanda işlevselliğini yitiriyor…

giderek karmaşık hale gelen toplumsal düzenin sonucu olarak hoşnutsuzluk bir anı olarak karşımıza çıkıyor… ve böyle olunca da bize bakanların bakmasına devam ediyoruz… çünkü onları sadece görmemiz isteniyor… bu sayede kendimizi de görünür kılarak olmayan değerler yüklüyoruz…
içinde yaşadığımız durumlara bir anlam veremediğimiz gibi, din gibi her şeyi kalıplaştırma işlevlerini üstleniyoruz…


kenelerin acelesi yoktur

kene küçük bir hayvancıktır; büyüklüğü bir ila iki milimetredir… kene, kör bir hayvandır ama buna karşılık çok gelişmiş bir koku organı vardır… fakat bu gelişmişlik bütün kokular için değil özel bir koku içindir… bu koku memeli hayvanların cildinden çıkan asitli bir yağ kokusudur…


kene memeli hayvanların sürtünebileceği alçak ağaçlar ya da çalılıklar üzerinde yaşar ve sabırla avını bekler… bütün sıcak kanlı memeli hayvanlar kene için birer avdır… fakat memeli hayvan ona bütünlüğü ile verilmemiştir… ancak tek bir işareti ile cildinin çıkardığı koku ile verilmiştir… memeli bir hayvan kenenin bulunduğu dalın altından geçerse kene kendisini hemen bırakıverir; eğer avının üstüne düşerse o zaman bol bir besin bulmuştur demektir… sonra kene tüysüz bir yer arar; bu yeri dokunma ve sıcaklık duyusu ile bulur…
kene avının üstüne düştüğü zaman başı ile hayvanın derisinin içine girer; bu durum, kene yeter derecede hayvanın kanını eminceye kadar sürer; sonra yere düşer; yumurtalarını bırakır; kendisi de ölür…
kenenin, bu kör hayvanın, avının üstüne düşmesi bir şans işidir… kene avının üstüne düşmez de yere düşerse, o zaman yeni baştan alçak ağaç dallara, çalılıklara tırmanacak ve avını bekleyecektir…
fakat kenenin acelesi yoktur… o uzun yıllar aç kalabilir…

aklın uykusu canavarlar doğurur

kumbaraların para kasalarına karşı savaşı sonucu hepimiz yeni elbiselerimizle kararsızlıklar okulundan mezun oluyoruz… yalnızca olayların dışında kalmak yetmiyor unutmayı da teminat altına alıyoruz…
bitkisel bir bilgeliğe doğru attığımız adımlarla terbiyeli cesetler gibi yaşamayı tercih ediyoruz…

zamanın tümörleri karşısında bir virgül için keyif çatan noktalar tanıyorum…

sözcüklerin canını acıttığını söyleyen şairler nerede şimdi?!.

kanamalı ufuklara dört nala at koşturan trajedilerimiz olmasaydı ketumluk bir misyona dönüşürdü…

çağın sözcükleri
sanat… aşk… din… savaş…

toplumların ileri görüşlü kuklaları olarak içimize hazırlanıyoruz… hiçbir şey olmuyor sanki… boş zaman organizasyonları yapan turların listesini hazırlayan insanın tarihsel bir mirasa sahip olduğunu kim söyleyebilir ki…

her şeyin iki nedeni vardır, dedi
biri iyi bir neden ikincisi gerçek neden

bilemediğimiz hep gerçek nedenler değil midir?!.

...

YAZARI: Salih Aydemir


Çağdaş İbrani Şiiri /Hamuş




Bugün dünyada Çağdaş İsrail Şiiri telaffuz edildiğinde akla ilk gelen isim sanırım Yehuda Amichai olur. Yazdığı güzel ve anlamlı şiirlerle o acıklı toprakların sesi olmuştur. Barış ve kardeşliğe olan inancını, bağlılığını sadece şiir aracılığıyla dile getirmiştir. Dünyanın bu en eski dili ve Borges’in de bir söylenceye atfen yapmış olduğu göndermeye göre “Adem’in konuştuğu dil” olarak gördüğü İbranice çok meşakkatli bir süreçten sonra günümüze ulaşır. Beş bin yıl önce kaleme alınmış bir yığın söylence ve edebi miras daha yeni yeni gün ışığına çıkarılıyor. Borges Defteri olarak bizler az bilinen kültürler, coğrafyaların şiirine doğru yolculuğumuzu sürdüreceğiz. Amichai 1924 yılında Almanya’da doğdu, Almanya’daki soykırım ve katliamlardan kısa süre önce 1936 yılında ailesiyle beraber Filistin’e göç etti. Üniversite eğitimini İbrani Dili ve Edebiyatı üzerine yaptı. Birçok şiir kitabına imza attı. Bunlardan en önemlisi 1955 yılında yayımladığı “Tanrının Amiyane Terimleri” şiir kitabıdır.
1986 yılında Amerikalı Sanatçılar ve Yazarlar Akademisinin onur üyeliğine kabul edilen Amichai, 2000 yılında hayata veda etti.

Hamuş




I.




İnsan yaşlandığında
Zamanın akışı da yavaşlar,
Ve kafasında bir leke belirir,
Pencereyi ve birbirilerini
kucaklayan insanların kafasında.



Ve böylece kendini bitirir tarih.
Ama aşk,
Sonbaharın ortalarına kadar sürükler
kendini, aşk;
İki konuşma arasında, birisi ölünceye dek
Ve sözcükler iki yöne savrulurken
Ve yağmur üzerlerine yağarken.

Hoşça kalın diyerek giden için,
Hoşça kalın diyerek kalan için.

Kentler ve kasabalar arasından süzülen
Ve insana yoldaş olan
düşünce,
Kendine özgü ahengi taşıyan düşünce,
Kendine özgü..

Şiir; Amichai
Türkçesi; Hamuş



II.




Özel Harita
Doğuduğum şehir


El bombaları vahşetinde kül oldu
Tenimi Kudüs’e sürükleyen gemi.
Sonralar, çok sonralar
Savaşta boğuldu.
Aşkla sevdiğim
Hamadya’nın tahıl ambarları
Ateş alevlerinde yandı
Ve “İn Gedi” tatlıcısı toza, toprağa dönüştü.
Ve üzerinden geçtiğim İsmailiye köprüsü
aşık olduğum dönemin başlangıcında yıkıldı.
Ve hesaplanmış plan gibi
Yaşamım talan edildi.
Düşüncelerim diyorum,
Nereye kadar kendini kollayacak, sürükleyecek?
Çocukluğum gözlerimin önünde
Ve diri diri yakılan bir kız çocuğu
Şimdi bakıyorum,
Babam ölmüş
Ve hiç kimsenin beni yeniden aşka
Davet edeceği yok;
Veya “evlatlığa”,
Veya köprü üzerinde sıradan bir yaya olmaya
Kiracı olmaya
Ya da
Muhacir olmaya…


Şiir; Amichai
Türkçesi; Hamuş

III.



Ansızın çöken o yorgunluk anına
Tutarlı düşünceler gelir yerleşir
Ve senin yanında
Bütün geceler boyunca
Dağlar sönük kalırlar
Ve kumun geniş parlaklığı
Benimle denize geri döner
Gün doğumunda.

Ve o anlarda
Sen
benimle böyle davrandığında
Tüm fabrikalar durur,
Ve işlevsiz kalırlar.

Şiir; Amichai
Türkçesi; Hamuş



IV.




Kudüs Ekolojisi

Rüya ve isteğin ağır havası
Dolaşır Kudüs’ün üstünde.
Fabrikaların üzerindeki hava gibidir,
Zor
ve ağır bir soluk.
Ev veya gökdelen poşeti sanki
Sonrasında çöp kutusuna atılan.
Burada
Aydınlık
Zaman zaman
“İnsan” anlamına gelir.
Ve sonra
Dinginliğin gölgesi düşer
Bazen kargaşa çığlık atar.
Ve yabancı elçiliğin
sönük bahçelerinde yer edinir.
Sonra beni görür
Kaderini bekleyen ve
beğenilmeyen bir fahişe gibi.

Şiir; Amichai
Türkçesi; Hamuş







Kusturica ve yeni filmi / Sufi



Söz Ver Bana!

Ünlü Yönetmen Emir Kusturica'nın son filmini (Söz ver bana)tüm defter okurları ve 7. sanat dostlarına öneririm. Müzikleri sizi coşturacak türden. Konusu ise düşündürücü ve eğlenceli.
Filmin neredeyse her karesi düşünülerek yapılmış. Kar sahneleriyle başlyan ve delice bir yaz gecesinde "Happy End" ibaresiyle son bulan filmin ana karekterlerinden sayılan "dede"nin dilinden çıkan sözcükler günümüz dünyasını mizah ve hicivle bezeyerek anlatıyor.
Sürreal bir sinema dilini tercih eden Kusturica bu filiminde yaşlı dedenin dilinden bir cümle söylüyor ki yenilir yutulur cinsten değil. "Bugünkü düşmanlar acıdıkları için öldürüyorlar".
Sizi şaşırtacak, zaman zaman koltuğunuza çivileyecek türlü "saçmalıkları" ,"sapkınlıkları " Balkan ülkesi hiciv geleneğiyle sunan film politik alegorileriyle günlük gerilimlerinize bire bir ilaç kutusu. Zihninizi gündelik hayatın gerilimi, çekişmesinden boşlatın ve gerçek bir
sinema şölenine yaslanın derim.
Zaman ayırın ve bir muhteşem Balkan müziği konserine gider gibi kendinizi hazırlayın.
Dünya genelinde virüs gibi yayılan "iş merkezleri", "iş kuleleri", "gök delenler" kimlerin denetiminde ve arzu kapsamında gidin görün.
Postmodernizm' in nimetleri ayaklarımıza kadar getirtiliyor o sözde "muhteşem" dedikleri mimarisiyle.
Sufi.



Filmin konusu

Tsane, büyükbabası ve inekleri Cvetka'yla gözden uzak bir dağ köyünde yaşamaktadır. Bir gün büyükbabası Tsane'ye ölmek üzere olduğunu söyler ve delikanlıdan ona bir söz vermesini ister: Üç tepe aşıp en yakın kasabaya gidecek ve inekleri Cvetka'yı satacaktır. Eline geçen parayla önce bir ikon, ardından gerçekten çok arzuladığı bir şey satın alacak, son olarak da eve bir gelin getirmesini ister. Tsane kasabaya varınca verdiği sözün ilk iki kısmını kolayca yerine getirir. Ama uygun bir kız bulup büyükbabası ölmeden nasıl eve yetişecektir... İşte tam o sırada, okula her zamanki gibi geç kalan Jasna'yla yolları kesişir...
Filmin Adı: Bana Söz Ver
Orjinal Adı: Promise Me This
Yönetmen: Emir Kusturica
Senaryo: Emir Kusturica
Oyuncular: Uros Milovanovic, Marija Petronijevic, Aleksandar Bercek
Görüntü Yönetmeni: Milorad Glusica
Kurgu: Svetolik Zajc
Müzik: Ivan Kljajic
Yapım: Sırbistan - Fransa
Yılı: 2007
Süre: 130 dakika
Dil: Sırpça - Hırvatça; İngilizce ve Türkçe altyazılı



Emir Kusturica Hakkında

1954'te Saraybosna'da doğdu. Sinema eğitimini Çekoslovakya'da Prag sinema okulunda (FAMU) tamamladı. Eğitim hayatı boyunca Karlovy Vary Öğrenci Festivalinde birincilik ödülü kazandıran Guernica'nın (1973) da dahil olduğu kısa filmler çekti. İlk filmi olan 1981 yapımı Dolly Bell'i Hatırlıyor musun? ile büyük başarı elde etti. Venedik Film Festivali'nde En İyi İlk Film Altın Aslan'ını alan bu filmden sonra Kusturica'nın neredeyse her filmi bir ödül aldı. İkinci filmi olan Babam İş Gezisinde (1985) Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ile ödüllendirildi. Üçüncü filmi, 1989 yılında çektiği Çingeneler Zamanı ise Kusturica'nın uluslararası ününe ün kattı ve ona Cannes Film Festivali'nde bu kez en iyi yönetmen ödülünü kazandırdı. Kusturica daha sonra, yanına değişmez görüntü yönetmeni Vilco Filac'ı ve bestecisi Goran Bregovic'i de alarak Amerika'ya gitti. Orada çektiği Arizona Rüyası (1993), yönetmenin yabancı dildeki ilk filmidir. Film, 1993 Berlin Film Festivali'nde Gümüş Ayı ve Jüri Özel Ödülü'nü aldı. 1995 yapımı Balkanlar hakkında gerçeküstü bir komedi olan Yeraltı, Cannes'da bir bomba gibi patladı ve Kusturica'ya ikinci Altın Palmiye'sini kazandırdı. 1998 yapımı Kara Kedi Ak Kedi ise aynı yıl Venedik Film Festivali'nde Gümüş Aslan'ı aldı.


Unutuş’ lar Metni- 2. Bölüm / Volkan Çelebi



6

“Gördüğünüz işler hayranlık verici ” dedi K. “Buna karşılık Hans ailesinin oteli size vererek bu evlenmeyi sağlamak istemesi……yine de biraz tuhaf” diye sürdürdü.

“ Evet!” dedi otelcinin karısı, yorgun. “Sözü nereye getirmek istediğinizi anlıyorum. Benim şimdi bütün anlattıklarımda Klamm’ ın zerre kadar parmağı yok. Ne diye beni düşünsün, benimle uğraşsın. Artık beni çağırtmayışı, beni unuttuğunu gösteriyor… Kimi çağırtmamışsa onu düpedüz unutmuştur Klamm. Ancak bir unutma değil yalnız, ondan öte bir şey. Çünkü unuttuğu bir kimseyle ileride bir gün yeniden tanışabilir insan. Ama Klamm için böyle bir şey söylenemez; Klamm kimi çağırtmıyorsa, onu yalnızca geçmiş değil gelecek bakımından da unutmuştur demektir.”
Kafka, Şato (Syf 100-101)

K’ nın bakışının üzerinde sabit duramadığı şey olarak Şato: “kaçmanın, tepede olmanın, bulanık ve kaygan olmanın, her şeyin elden gelmesinin, sistemin ulaşılmaz iç-mantığının unutmayla, unutulmayla, hatırlama ve hatırlatmayla ilişkiye girdiği insan köylerinin yönetim merkezi ya da Gregor Samsa’ yı böceğe çeviren sihirli ama çirkin işlerin, insan-olmanın hiçbir değerini gözetmeyen modern dünyanın –kadastrocular atayan- öz mekanı.”

Şundan eminiz bir "Şato" var, saklıyor başarıyla kendisini ve yaşama tümden hakim: kendisini unutturan bir doğası var, yalnız bunu biliyoruz ama neyin nesidir işte bu henüz uzak bize, kırıntılarımız bizi doyuracak kadar, onları arkamızdakilere bırakacak kadar değil. Geçmişte ve şimdide unutulmuş, kaçmanın hatırlayamamayla, anlamanın kafada tutamamayla özdeşleştiği ne varsa o hepsini hesaplayarak geleceği yaratıyor: “rastlantı” diyoruz biz bazen gerçekleşene, olumlu ya da olumsuz imlemler taşıyabilir ama rastlantının gerçekleşmesinin beklenen şeyin unutulması olduğu, yeni bir hatırlamayı ve kendini gerçekleşen duruma uydurmayı zorla dayattığı ortada. Gerçekleşene “sürpriz” dediğimiz zaman, beklenen ya da sıradan olan gene unutuluyor ama bu sefer zorla bir unutuş sözkonusu değil, rahatlıkla teslim olunan bir unutuş geçerli. “Kötü yazgı” dediğimizde ise tamamen olumsuz bir gerçekleşme ve unutuş karşımızda duruyor, huzur ve mutluluğun artışında bir azalma ve kaygı hissinin yoğunlaşması durumu: beklentinin aşılması ya da zorla beklentiyi unutmaktan daha çok yeni bir bekleyişin, acının, kaygı ve endişe dolu gözlerin insana hatırlatılmasıyla karşı karşıya kalıyoruz.

Kafka için bir direniş ve arayış insan-olmanın anlamı ve anımsanmasıyla ilgili her zaman varoldu ve onun kahramanları her seferinde bir savaşın içerisinde buldular kendilerini fakat “kötü yazgı” bütün savaşıma rağmen kahramanları teslim aldığında insanlık için umut ve iyimserliğin unutulduğunu sezer, karamsarlık ve çöküşün beklentilere eşlik eden alarmlı saatler gibi duymaktan sağır olan kulakların önünde her saniye çaldığını duyumsarız. Şatoyu temsil eden Klamm’ ın hem geçmiş hem gelecek bakımından birisini, bir şeyi unutması aslında onun ve temsil ettiği şeyin artık insanlık için “sürprizi ve rastlantıyı” unuttuğunu göstermektedir: olanaklı mutluluklar ve geleceği-kurmalar yerini kötü yazgının eninde sonunda bir şekilde yaşama müdahale edeceği korkusuna bırakmıştır: burada kötü yazgı, dinsel bir tasarım olmaktan çok, insanlığa gene başka bir insanlık tarafından biçilen unutuşun doğrudan sonucudur. K’ nın bakmaya çalıştığı şey Şato değildir sadece, kendisine de bakmaktadır aynı zamanda, şatoyu ele geçiremedikçe kendisinden uzaklaşır, parçalanmışlığı içerisinde bir böceğe dönüşür ve Şato’ nun tepeden Barnabas ile birlikte yuvarladığı elma şekilli mektupların kafa karıştırıcılığı ile bilincinin ölümüne doğru uyuşur: nedenini hiçbir zaman anlamadığı olayların altında uykuya dalar. * Buradan çıkan odur ki, unutuş, nedenleri bilmemek ve sürprizler ile rastlantıları saf dışı bırakan kötü yazgıyı yaşam olarak kabullenmektir.

BİR ŞATO VAR!, ARTIK SÜRPRİZLER İLE RASLANTILARI SAF DIŞI BIRAKAN: KÖTÜ YAZGIYI YAŞAM OLARAK KABULLENMEK.


7

Önünde yayılan sürüyü gözle bir. Ne dünü ne bugünü bilir, bir o yana sıçrar, bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar, sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve acılarıyla bağımlı, an’ ın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir üzüntü ne bir bıkkınlık duyar. Bunu görmek insana ağır gelir, çünkü insan insanlığıyla göğsünü kabartır hayvan karşısında, ama yine de hayvanın mutluluğunu kıskanarak izler. İnsan tıpkı hayvan gibi bıkkınlık ve acı içinde olmadan yaşamak ister yalnızca, ama bunu boş yere ister, hayvan gibi istemez bunu da ondan. İnsan bir hayvana, neden bana mutluluğumdan bahsetmiyorsun da yüzüme bakıyorsun öylece, diye sorsa hayvan herhalde, söylemek istediğim şeyi hemen unutuyorum da ondan diye yanıt verecekti – ama işte o bu sözü bile unutup sustu: İnsan buna yeniden şaşırıp kaldı…

Friedrich Nietzsche, Tarihin Yaşam için Yararı ve Yararsızlığı Üstüne, I
Giderek kendi kendini tüketen, anılar arttıkça kendisini unutmaya zorlanan yaşam, elden gittikçe kayan bir yitik cennetin özlemiyle “bir zamanlar” demeyi bilen gene yaşam. Hatırlamak tarihle olmak ve unutmak da tarihin dışında olmak. Tarihte olmak hatırlanmak/hatırlamak: hiçbir zaman gerçekten hatırlanmamak ve unutuşun en tam zehrini yemiş bulunmak aslında. Hiç kimse ya da hiçbir nesne, hiçbir an, hiçbir mekan olduğu gibi hatırlanmaz; içinde bulunulan an nasıl hatırlamak isterse onları onlar da öyle hatırlanır: şimdi’ nin sisli gölgeleri altında hiç görünmedikleri hallerde, hayaletleri andırır gibi hatırlanırlar ve böyle hatırlandıkça kaybolurlar. Özlerinin kaybolmasıdır unutuş/unutuluş! Sadece yanlış hatırlananlar, sadece anın ve bakışın bozuk hatırlamasından nasiplenen kaybolmuşlar. Evet aramızdaki mutlular sadece onlar çünkü onlar sadece bize otlayan hayvanın mutluluğunu yansıtıyorlar. Bizler de onlara çaresizce bakan insanlar.

Tarih-dışı olmak unutulmak/unutmak: Yaşamlarının sona ermesiyle, ölümün gücünü de arkalarına alarak zamanın ve acıların dışına ve sorunların en uzağına gidenlerin yazgısı: hiç görünmezler bize ve hiç de kaybolmazlar. İçinde bulunduğumuz andan uzaktırlar, öylesine uzaktırlar ki her an doğru olarak hatırlanmak ışığıyla gizli güneşler gibi saklanır dururlar hemen önümüzde, belki de burnumuzun dibinde. Bizden de beklerler an dahil olmak üzere her şeyi unutmayı, bilirler anı unutmak demenin ne olduğunu, bilirler bahsedilen tam olarak geçmişe ve geçmişin şimdi üzerindeki bütün etkilerine engel olmak demektir. İşte tarih-dışı olmanın anlamı. * Şimdi’ yi sessizliğe davet etmektir tarih dışılık ve unutmak, Varlık içinde kayıp değilken görünmez olabilmektir varolanlar arasında. Biz unutuşlar, mutluluğun ışık sızdırır karanlık deliklerinden bakarız varolanlara.

Doğmak tarihte olmayı hak etmek, ölmek tarih dışında sürekli mutluca unutmak. Yaşam, tarihte olan unutulmuş cesedi tarih-dışılığın ruhuyla hatırlamak. Unutmak ise yalnızca hayal edilen tarih dışının uşağı: uşak, kişidir yaşam içerisinde tattıran bize ölümleri ve bizi gerçekten mutlu kılan.

Maskeleri çıkarmak, yüzü ve hakikati cesurca hatırlamak gerek, yanlış hatırlamaların karaladığı maskelerin görünümünden kurtulmalı bir an önce hep birlikte: Gerçekten mutlu olmak, tarihte olanın tarih dışılığı duyumsaması, onu hatırlaması demektir, asla bir havyan olmak ya da ona kıskanarak bakmak değil: Yaşam sadece bir oluş ve tarihsellik değildir, tarih dışının belirsiz dinginliğidir ve yeni için, yarın için gelecek için, henüz tarih olmamışlar için bir unutulmama olanağının yaratıcısıdır, unutuşun içinden geçerken. Tarihte olan dün ve bugün, bir zamanlar ve onların anımsanmasıyken; tarih-dışı olan henüz tarihselleşmemiş tutkunun, mutluluğun gelecek alanıdır. Şimdi ve tüm geçmişi unutmaktır mutluluk, çünkü gelecek hepsinden farklı olacaktır, bütün anımsananlardan farklı! Mutlu olmak, tarihte ve sadece orada mutsuz olmakla mümkündür ancak unutmayışın mutsuzluğunu hep anımsamakla…
ANCAK UNUTMAYIŞIN MUTSUZLUĞUNU HEP BİRLİKTE ANIMSAMAKLA UNUTULMUŞ CESEDİ TARİH-DIŞILIĞIN RUHUYLA HATIRLAMAK MÜMKÜNDÜR.


8

-Bomboş unutabilsek, unutmadan yanayım ben… Ama unuttukça insanın anıları çoğalıyor.
- Uğuldasın unutma rüzgarı… yoksa yaşadığım her şeyle nasıl varolabilirim ki!..
- Anılarımızın da anıları oluyor, o zaman zorlaşıyor unutmak.
- Hiç yaşamadığımız, yaşayamayacağımız şeylerin anısına da sahip olabiliriz, düş kurarak…
- Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek tanrıyla karşılaşacağız ama oraya kadar unutmayı beceremiyoruz bir türlü.
Latife Tekin, Unutma Bahçesi
Evet unuttukça çoğalır insanın anıları çünkü unutulan gelecektir, arkamızda sağlamca duran nesne ya da olayları değil, henüz doğmamış zamanları unuturuz, unutma eyleminin gerçek anlamını unutmuşçasına. Çocukken düşlediklerimizin, düşündüklerimizin her zaman uzağındayız, onları silip attık bir tarafa, unuttuk çocuklukta sahip olduklarımızı. Gerçekçiliğimiz ve çıkarcılığımız o denli yükseldi ki, o denli unuttuk ki masum gelecekleri artık insan olmanın anlamını çocuk olmakta arama isteğimizi uyandırmanın zamanının geldiğini düşünüyoruz. Çocukların rüzgarı uğuldadığında dünyayı yeniden kurmanın ve düşlerimizi yeniden anımsamanın çığlığı esecek pas tutmuş kulaklarımıza doğru, hem de insanca pek insanca esecek geçmişi unutup şimdi’ yi hatırlamaya çalışan dikkatsiz gözlerimize doğru.
Geçmişi yani çocukluk düşlerimizi unutmuşken aslında geleceği de unutmuş olduğumuz çelişkisi ile yüzleşmeyi göze almalıyız. Yaşadıklarımızın geçmiş ve geleceği unutmak üzerine dayandığını söylemek uç bir çıkarım olacaktır ama gelin birlikte bakalım durumumuza: Çocukken üzerimizdeki baskılardan ve ciddiye-alınmamalardan dolayı bir an önce büyümenin hayalini kurarız; büyüdüğümüzde ise bu hayalin içinde bize görünen kendimizin çok uzağında kalmışızdır: düşümüzü, düşüncemizi yitirmişizdir. Fakat değil miydi bizim isteğimiz bir an önce büyümek… ve işte zaman geçti, arkada bıraktığımız her şey de olduğu gibi bir an önce büyüdüğümüzü hatta isteğimizin gerçekleştiğini bile sanıyoruz. Çocukluğumuzu geride bıraktık ama sadece onu değil, onla birlikte çocukluk düşüncelerimizi ve arzularımızı da; geride bıraktığımız geçmişimiz olduğunda sıradan ve dolu bir unutuşla karşı karşıya olduğumuzu düşünmekte özgürüz zira yaşanmışları ya da yaşanmışlara dair olanları belleğimizden çıkardık ve bazı açılardan böylesi dolu unutmaların olumlu gücünden de bahsedebiliriz. Öte yandan düşlerimizde, arzularımızda olduğu gibi gerçekleştiremediklerimizi nereye koymalıyız. Onlar boş bir unutuşun konusu olmuşlardır, hiç yaşanmadan unutulmayı tatmışlardır. Bir daha erişilme olanakları, gerçekleştirilme şanslarını da büyükçe ve küstahça düşünüş yüzünden kaybetmişlerdir.Bununla ne demek mi istiyoruz, kulak verin o halde: İnsanlar büyük, mantıklı ve akıllı olarak varolduklarından – ama kendilikleri küçüktür ve varoluşun altında kalmışlardır - beri dünyayı ve varoluşu cennete çevirebilecek sonsuz geleceği, sonsuz düş ve isteği yok etmiştir; insanlar bu isteklerin, geleceklerin yok edilişinde kendilerini, kendi çocukluklarını – sonsuz bir kendilik içerisinde, varoluşun üstünde mutlulukla tepindikleri - unutmuşlardır. Bunun böyle olması bir zorunluluk mudur, boş unutuşlar biz insanoğlunun yazgılarından mıdır? Kimdir ya da nedir bunun sorumlusu? Kendi çocukluklarını unutan bireyler mi, yahut tarihin başlangıcından beri yürürlükte olan güçlülerin ortaya çıkardığı iktidar mı? Yoksa her ikisinin bir işbirliği mi bunu ortaya çıkaran!

Dünyanın haline bakınca artık çocuk düşüncelerine, isteklerine karşılık vermenin zamanının geldiğini ciddi olarak anımsamalıyız: onlarda kendimizi ve insan olmanın değerini, onurunu bulacağımızdan kuşku duymak tam manasıyla bir saflık olur. Çocuklar sayesinde yaşamaktan uzak kaldıklarımıza kavuşabiliriz, silik çocukluk düşlerini yaşar ve onların anılarını çoğaltırız. Biraz da büyükçe, küstahça ve güçlüce olmayı unutmalı; sürgüne çıkarmalıyız olgun ve deneyimle dolu olmanın yalnızca sözde kalan üstünlüklerini çünkü dünya çoktandır kara bir üstünlüğün, kara bir pisliğin algısıyla çalkanıp duruyor: Tanrı’ ya en yakın olan çocuklar, yardım edin ve kurtarın bizi unutmanın çiçeksiz bahçelerinden… çocuklar!

ÇOCUKLUK DÜŞLERİMİZİ UNUTMUŞKEN DÜNYA KARA BİR PİSLİĞİN ALGISIYLA ÇALKALANIP DURUYOR. KURTARIN BİZİ UNUTMANIN ÇİÇEKSİZ BAHÇELERİNDEN ÇOCUKLAR.


9

- İnsanın iktidara karşı savaşı, belleğin unutuşa karşı savaşımıdır.
- Bu gülüş varlığın varolmaktan duyduğu sevincin anlatımıydı.Nasıl acı çeken birinin inleyişi, yaşadığı anla acı çeken bedenini birbirine bağlarsa (o bütünüyle geçmişin ve geleceğin dışındadır) ve nasıl vecd içinde kahkahalar atan biri anılardan uzaktaysa ve gülmekten başka hiçbir isteği yoksa, çünkü çığlığını şu anda yaşadığı dünyada atmakta ve ondan başka bir şey tanımak istememekteyse, işte tıpkı öyle.
- İnsanoğullarının tümü sokağa inip: Biz hepimiz yazarız! Diye bağırabilirler ve buna hakları vardır. Çünkü herkes ilgisiz bir evren içinde görülüp işitilmeden(hatırlanmadan) yok olup (unutulup) gideceği düşüncesiyle acı çekmektedir. Bu yüzden vakit varken, kendisini sözcüklerden oluşan bir evrene dönüştürmek ister. Ve bir gün bütün insanlar birer yazar olarak uyandıklarında, evrensel anlaşmazlık ve sağırlığın günü gelmiş olacaktır.
- (Tamina’ nın kocası ölmüştür)Bir süredir Tamina umutsuzdur, çünkü geçmişin anıları gitgide solmaktadır. Kocasından pasaportundan başka bir şey kalmamıştır… Hiç benzemiyordu kocasına bu resim… (Bütün anımsama çabaları)kocasının imgesinin geri dönüşsüz bir biçimde kaymakta olduğunu göstermekten başka bir işe yaramıyordu.

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Milan Kundera

İktidar özgürlük isteyen, zorunluluktan ve inanmadığı yaşama biçiminden sıyrılmayı arzulayan bireyin, ve oluşa kapılmaktan çekinen kendileri-olmak isteyen başkalarının da, yükselen sesi üzerine düşen devasa çığı simgeler. Yaşamın akışında sürüklenirken kendileri olmaktan çoktan vazgeçenler ise etrafta yapıp etmeleri belirli belirsiz izler bırakmış, her yeri kaplayan kar altında kalmış olanlardır: iktidarın dayatmaya ve gücünü aktarmaya dayalı belleğini kabul eder etmez kendi belleklerini yitirmişler – buna genelin altında bireyselin ölümü diyeceğiz- ve karın kalınlığı kadar bir uzamda yaşamaya mahkum olmuşlardır, sürünür konumda: bedenleri ve kimlikleri en beyaz unutuşmuş gibi görünenin içine bırakılmıştır. Kar onların üzerine dev gibi bir adım atmıştır ve bilinçleri bu adımın altında tamam ezilip tarihin diğer karaltı-insanları gibi donuncaya dek yaşamlarını iktidarın onlara sunduğu oyunlar, gösteriler ve gündelik ayinlerle geçirirler. Zorunluluğun katı doğası, nerden geldiği belli olmayan iç sıkıntısı, hiçbir yerde olamama ve hiçbir zamanı hatırlamama, ve boğuşmalar neredeyse bir sarkıt imgesiyle bizi sarsan donmuş, koku almaz olmuş burunların ve beyaz maskeler takmış yüzlerin sahte gülüşlerinde yok olur gider. İktidar, güçlü olmaktan dolayı her şeyi bildiğini sandığı için her şeyin içinde bireyin şeyliğini unutmuştur ve şeylerin büyüyüp serpileceği zeminden bireyi mahrum bırakmıştır. Karaltında yaşam dediğimiz budur.

İktidarın şeytansı gülüşleriyle harmanlanmış çığ, karın üzerini, varoluşun üstüne basacağı dünyayı, ayak izlerini unutmama-sevdalısı özgür tinlilerin ardına takılmış peşlerinden olanca gücüyle yuvarlanmaktadır. Kardaki tuzaklara yakalanmamak ve dibe batmamak için özgür tinliler sürekli aynı yerlere iz bırakmakta, hep oraların üzerinde tepinmekte ve karın sertleşmesini sağlayarak içine batılmayan, varoluşun sağlamlaştığı “unutmama durakları” oluşturmaktadırlar. Unutma(ma) durakları, buz üstünde bile ilerleyebilen ve sağa sola sapmayan insanlı arabanın tanrısal ve hakiki yaşama yolundaki dinlenmeler, güç toplamaların varoluşa gelme mekanı olarak görünür. Şiddetin her türlüsünü içine katarak gelen, yuvarlandıkça unutuşu büyüten çığa karşı yapabilecekleri, evet karşınızda onların düşleri: çığın yapabileceğinden daha büyük bir unutuşu ona tattırmak, unutma duraklarını, unutmanın özgürlüğü anımsamak olduğu yerde, arttırarak, çığın kar toplayamayacağı ve böylece giderek küçüleceği, unutulacağı yeni bir belleği öğrenmek, öğretmek: özgürlüğün belleğini!

İktidar çarptığında özgürlüğün belleğine, giderek sertleşen ve buz gibi olan özgür tinlilerin bedenlerine çarpan çığın kaderiyle karşılaşır: burundaki sarkıt erimiştir, yüzdeki maske düşmüştür; koku alan, gören ve yürüyen kendiliğin buz çağı, bireyselliğin ve -Kierkegaard’ ın rüyası- öznel bakışın krallığı, özgürlük başlamıştır!

Kierkegaard’ ın Kabusu:

“Birey olarak öldü” demeden çok önce, buz çağından ve karaltı çağından da önce gülüşlerin zamanında, insanların gülüşleri şeytani ve meleksi gülüş olarak ikiye ayrılmadan evvel gülüş gözyaşları vardı: “bazen şimdi’ yi unutmayı, bazen mutluluğu hatırlamayı, bazen geleceği biraz daha belirgin kılmayı” temsil ediyordu. Unutuş ruhun bir yerinden hatırlamaya dokunuyor ve gözyaşı gülmeyle, yüzün ciddi, genel olarak insan kimliği ile birleştirdiğimiz düzlüğünü parçalıyordu. Ruhun sonsuz unutuşunu ve zevkini tadan beden yaşam üzerindeki orgazmının, kendinden geçmenin bir hatırası olarak gözyaşını bırakıyordu dışarıya: dışarıya kendi güleç yüzünü hatırlatmanın tanrısal çocuklarını salıyordu. Gözyaşı ile hamile kalan dışarısı, surat için gerçek bir çocuk oluyor ve onu sonsuzlaştırıyordu çünkü gülüşün şiddeti dışarısını kendisine o denli hayran bırakıyordu ki bu gülüşün seyrinde dışarısı * belki bir kadınsallık taşıyan ya da belki bakan bir göz olan * kendisini unutuyordu: İç varlık ile dış varlık böylesi bir kendinden geçmede kesişiyordu.

Kocası yaşarken işte böylesi gülüş gözyaşlarının tadına varabilmişti Tamina, iç varlığı ile dış varlığı tam olarak birdi. Şimdi ise onun suratını görmeyi bırakın, hatırlamıyordu bile çünkü kocası ölüp gitmiş, geçmiş elinden kaymaya başlamıştı. Tamina o suratı hatırlamakta zorlanıyordu çünkü onu hatırlamanın verdiği ızdıraplı yoldan tiksinir olmuştu, ne zaman biriyle yatmaya kalkışacak olsa o ciddi, keyifsiz surat karşısında beliriveriyor ve şeytani bir gülüş fırlatıveriyordu ona. Şeytani gülüş ve meleksi gülüş onda bu acı dolu deneyimlerle ayrılmıştı, tabi bunun doğal bir sonucu olarak gülüş ile gözyaşı da bir daha yan yana gelmediler. Hepsinden ötesi, (suratı)hatırlamanın yattığı yer orgazmın/ unutuşun mezarı oldu!

Kierkegaard’ ın kabusu bizi Tamina’ dan uzaklaştırıp o mezara yoğunlaşmaya zorluyor: Kasvetli ve sisli bir mekanın belirimleri ile süslenmiş bir kabusu anlatmak pek kolay değil. Görünen o ki, mezarda yas tutmaya gelenler hatırlamanın unutuşun zikzaklarıyla örülmüş zamanları için dualar ediyor; gülüşlü gözyaşlarını geri çağırıyor ama nafile elde edebildikleri yalnızca ve yalnızca ölümü bile unutmayı becerip hayalet olup mezarının etrafında uçuşan hatırlamanın fısıldadıkları. Kaydediyorlar bu fısıldamaları birazcık uyanık davranıp yanlarında kalem kağıt getirenler ve gülümsüyorlar gizliden gizliye: şeytani gülümseyişle. – Freud’ u hatırlarsak rüya içeriğindeki şeylerin kelimeler olarak görülebileceğini söylüyordu. İşte bu noktada şu an ölü olan filozofumuzun kabusu başka bir yere sıçrıyor. Bizi oraya bakar kılıyor.

Mezardan ayrıldıktan hemen sonra ise bütün yazılanlar anlamını yitiriyor, not alan uyanıkların her biri kendisine göre bir dil kurmuş ve farklı bağlamlarla süslemiş – aynı anlamı ve mesajı iletiyor olması gereken yazılar aynı cümlelerden oluşmalarına rağmen tamamen birbirlerine yabancılar – üstüne üstlük hatırlamanın hayaleti de artık yanlarında değil. Yazdıkları yok olup gitmiş, oysa orada yazdıkları ve ellerinde şu an yazılı bulunanlar aynı kelimelerden oluşuyor fakat hayaletin fısıldağı ve anlatmak istediğinden öylesine uzak görünüyorlar ki, yazılan anda kafalarında, suratlarında ortaya çıkan ve dışarısının hayaleti tarafından özel bir deneyimle ödüllendirilen bağlantılar, ilişkiler, çağrışımlar neredeyse tamamen yok olmuş: Yazma anına ait hayaller, imgeler, kavramsallaştırmalar, sezmeler yazı’ nın içine hapsolmuş ve yazarlarından adeta çalınmış. Yazı’ nın zamansızlığa bu yükselişi, yazı’ nın bu anlamını yalnızca kendisine bahşedişi ve buna ilave olarak dışarısının hayaletinin artık yazarların suratını hatırlayamaz oluşuyla, yazı’ nın dışındaki zamansal insanı bize göndererek – ki burada kaydedici olan yazarlar sözkonusu- onun çaresizliğini gözler önüne seriyor: Aynı yazıya sahip olanların bize anlattığı bir çok farklı şeyden sonra, şimdi mezarında yatmakta olanın bu durum karşısında taşıdığı meleksi gülüşü hayal edebiliyorsunuzdur eminim.

Yas tutmaya gelenler aynı yazıyı yazıp farklı yazarlar olduklarından beri, aynı yazı hakikati sonsuza kadar parçalandığından beri dünya mezardakini diriltmenin sonsuz yanlış yolu ile dolup taştı ve bu öyle bir hale geldi ki mezarın kendisi bir yaşama, anlama, iletişim kurma, hatırlama, birlikte olma, huzur bulma; onun dışında kalan her yer ise tam bir ölüm, unutuş, sağırlık, körlük, yalıtılma ve yazarlık alanı oluverdi. Şimdi hayal edeceğimiz şey işte: mezardakinin gülüşlü gözyaşlarıdır, Kundera’ da somutlanan.


Unutkan Okuyucuya Sorun: Rüyaları mı daha çok hatırlarsın yoksa kabusları mı! Çözülecek…


İKTİDAR, ÖZGÜRLÜK İSTEYEN UNUTMA(MA) DURAKLARINI HAPSOLMUŞ KILIYOR. OYSA YENİ BİR BELLEĞİ ÖĞRENMEK KİERKEGAARD’ IN RÜYASI: DIŞARIYA KENDİ GÜLEÇ YÜZÜNÜ HATIRLATMANIN TANRISAL ÇOCUKLARINI GÖNDEREREK, KUNDERA’ DA SOMUTLANAN.


10

Unutmaya, onun bize geldiğinden fazla yaklaşmıyoruz, ama birdenbire, unutmak önceden beri hep orada olmuş oluyor ve unuttuğumuz zaman, çoktan her şeyi unutmuş oluyoruz, biz unutmanın devinimsizliği ile orantılı olarak, unutmaya doğru hareket ederiz…Unutmak, unutulan bir ilişkidir. Öyle ki, ne ile kurulduğunu gizli tutar ve bu gizin gücünü ve anlamını alıkoyar… Unutmada, kaçıp giden bir şey ve unutmaktan kaynaklanan, aynı zamanda da unutmanın kendisi olan bir dolambaç vardır.

Maurice Blanchot, Bekleyiş Unutuş


Unutuşun Peşinde, İlk Hafta Raporları:

Sürekli yer değiştirmelerimize, ustaca hazırlanmış planlarımıza rağmen ona bir türlü yaklaşmayı beceremedik ama ne zaman biz dinlenmeye çekilsek, ne zaman derin üşümemiz bizi ateş yakmaya ve onun etrafında toplanmaya itse işte o anlarda unutuş gelip bizi buluyordu. İlk günler orada beliren ve bizi kendisinde alıkoyan şeyin ne olduğunu anlamakta pek zorlandık ve itiraf etmek gerekirse onun unutuş olduğunu anlayıp ayağa kalkar kalkmaz da kayıp gidiyordu gözlerimizin önünden. Neye benzediği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Bir seferinde ilginç bir durum cereyan etti, onu anlatmadan bırakıp unutulmasına göz yumamayız: Ateşin etrafındakilerden birisi, zil zurna sarhoş durumdaydı, dünyayı, gerçekliği ve unutuşun peşinde olduklarını anımsamayacak kadar bilinçsizdi, ayağa kalkıp kimsenin üç dört gündür cesaret edemediği bir şeye girişti: bütün gün boyunca peşlerinden koştuğu unutuş’ a gece vakti yaklaşmaya başladı. Unutuş ise ondan beklenen hamleye bir türlü girişmiyor, kaskatı bir şekilde orada durmaya devam ediyordu. Sarhoş adam unutuşun tam dibine varmış, ona dokunacaktı ki unutuş yeniden kayboldu. Unutuş’ a geceleyin dokunma hayali sulara gömülmüştü avın daha ilk haftasında. Olayın birkaç saniye sonrasında, şok atlatılır atlatılmaz, sarhoş adamın etrafında toplanarak hemen neler hissettiğini ve onun neye benzediğini sordular. Adam sızmak üzereydi şaşkın bakışlar arasında ve sadece şu cümle döküldü ağzından uykuya dalmadan önce: “O, sanki unutuşun, unutuşa dokunmasını istemiyor gibiydi ve bu yüzden ben ona tam dokunacakken kendisini unutturdu. Bekle dedi, bekle!”

Unutuşun Peşinde, İkinci Hafta Raporları:

Üzüntülü bir haberle başlamak durumundayım ne yazık ki! Hemen o gece şaşırtıcı olayın sonrasında ilk hafta raporlarını kaleme alırken unutuşa aramızda en çok yaklaşan adamı sabahleyin ölü bulacağımızı bilemezdim. Adamın ölümüne hiçbirimiz hala inanamıyoruz. Bu inanmayışın varlığı ile ölümün gerçekliği arasındaki gerilimin çok kötü bir hafta geçirmemize neden olduğunu söylemeliyim. Üstüne üstlük adamın öldüğüne inanmayı başaramadığımız için görevimizde de aksamalar oldu. Bu-ölümü arkada bırakamayıp unutamazsak ne yazık ki bu görevde başarılı olmamız imkansız görünüyor bana. Geride bıraktığımız haftada unutuş’u artık geceleri de göremez olduk, ölümün gölgesi onu da alıkoymuşa ve saklamışa benziyor. Ölüm ona da bekle dedi, bekle. Ölümün gücüyle başka düşünceler de dolaşmaya başladı aramızda. Kimileri unutuş’ un sadece bizim peşinde olduğumuz şey olmadığını, ondan daha büyük ve daha beter unutuş’ ların da varolduğunu söylemeye başladı. Bana da öyle geliyor ki unutuş’ a en çok yaklaşan adamın unutuş tanrıları tarafından bir cezalandırılışı sözkonusu oldu: “Adam öldü, bu gizin gücünü ve anlamını sonsuza kadar alıkoydu. Onla ilgili bilgilerimiz de unutuşun kara deliğine doğru yolculuğa başladı!”

İzlenecek Yol: Kendimizi toparlamalı ve unutuş’ u bir an önce ele geçirip unutturduğu bütün ilişkileri, zamanları ondan öğrenmeliyiz: Unutuş’ u unutulan bir ilişki olmaktan çıkarmak için gerekirse ölümle ilgilerinin olduğunu keşfettiğimiz unutuşun tanrıları ile de yüzleşmeyi göze alıyoruz.






Unutuşun Peşinde, Üçüncü Hafta Raporları:

İlk Gün:

O kadar heyecanlı ve üzüntülü bir ilk gün geçirdik ki, bir şeyler beni hemen buraya yazmaya sürükledi, olayın ayrıntılarını unutmaktan korktum herhalde. Bu aralar kendimden ne de çok korkar oldum böyle. Unutuş’ u kovalıyorduk gündüzün kırlarında, o kadar hızlıydı ve uçar gibi zıplıyordu ki nefesimiz tükendi çabucak. Diğerleri benden de çabuk yorulup gerimde kaldılar ve ben de onların biraz önündeki bir noktada durakaldım. Tam o anda unutuş da durdu ve geriye doğru döndü usulca, ardından bana uzunca süre öylece baktı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi; üzüntülü ve gergin bir hali var gibiydi. Yüzünü tam seçemiyordum ama gerginliği bana kadar ulaşıyordu. Ondaki bu ruh halini fark eder etmez ben de hemen ölümün imgesiyle sarıldım, yere çömeldim – burada kişisel bilgi vermemem gerekiyor ama o sarhoş adam benim gruptaki en yakın arkadaşımdı, hatta dostumdu, çünkü onun olduğu yerde ben vardım, benim olduğum yerde o – ama bir türlü dostumu hatırlayamadım, belirsiz bir varlık içimi doldurmuştu ve adeta hiçliği andırıyordu. Ona dair hiçbir niteliğin, belirlenimin zihnime düşmemiş olması gerçekten beni şoka sokmuştu. Tam bu sırada unutuşun yanımda bittiğini görüverdim. Tam kafamı kaldırıyordum ki tekrar yok oldu.

Kendime geldiğimde diğer arkadaşların da benim gibi daha yeni kendilerine geldiklerini gördüm. Gece olmuştu ve ardımızda unutuşla ilgili bir gizem daha bırakarak yola koyulmuştuk, sadece ayın ışığıyla yolumuzu buluyorduk. Kamp yerine vardığımızda ateşin etrafında toplandık her zamanki gibi. Oturup derince bir nefes almıştım ki birden bire şaşkınlıktan elim ayağım birbirine girdi çünkü bir kişinin eksik olduğunu anladım, hem de önemli bir kişinin ve vakit kaybetmeden diğerlerine onu gören olup olmadığını sordum. Bir tanesi garip bir tonla onu koşarken de hiç görmediğini söyledi. Herkesi toplayıp tekrar kırlara doğru yol almaya başladık, bir iki dakika geçmişti ki kayıp kişinin bedeniyle karşılaştık. Bedeni soğuktu, uzun zaman olmuştu öleli anlaşılan. Unutuş’ un tanrılarına bir kurban daha vermiştik.

Ufak tefek görünümünün altında nadiren konuşan birisiydi, hep bir şeyleri kavuşamaz gibi beklerdi, ama onu çok severdim, hatta diğerleriyle önceden hiç tanışıklığımız, hiç bir arada bulunmuşluğumuz yoktu ve sarhoş adamla birlikte görevden çok önce tanıyor olduğum iki kişiden birisiydi. İkisi de ölmüştü, diğerleri benim için tamamen yabancıydı, bu görev içerisinde üzerinde yürüdüğüm dolambacı temsil ediyorlardı. Hep benle birliktelerdi ama hep üzerinde yürüdüğüm yol kadar sessizlerdi, diğer ikisiyse yolun üzerinde birlikte yürüdüğüm kişilerdi. Kaçıp giden arkadaşlarımın yarattığı boşluk yüzünden kendimi unutulmuş hissediyor, Unutuş’ un Tanrılarına lanetler yağdırıyordum. Unutulmuşluk içerisinde kendimden uzaklaşmış ve kaçmışken ateşin tam karşısında unutuş’ un gölgesini gördüm. Sarhoşun ölüşünden beri ilk kez yanımıza geliyordu, diğerleri çoktan uyumuştu. Unutulmuşluğum ve kaçıp kurtulma isteğim o denli içime işlemişti ki, üzerine doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça yaklaşıyordum, heyecanım artıyordu. Unutuş da kendisini takip etmemi istercesine ayağa kalkmış ve yavaşça geriye doğru yürümeye başlamıştı. Gene aynı dolambacın üzerinde yürüyor gibiydim ama bu sefer yakalamak isteyip de bir türlü erişemediğim adamla beraberdim; artık unutuş’ u beklemiyordum o zaten yanımda bulunuyordu ve böylece onu yakalama isteğim tamamen tükenmişti; o da bunu biliyor olacak ki benden kaçmaya hiç yeltenmiyor önümde yürümeye devam ediyordu. En sonunda yüksekçe bir yere vardık; bana aşağısını işaret etti. Gülümsüyordu ama suratında hüzünlü bir ifade vardı, o aynı ifade. Gözlerinin içe doğru oluşmuş parlaklığı, ağzının ve kulağının yokluğu karşısında nedense hiç şaşırmamıştım. Aşağıya gözlerim kaydı bir an, derin bir uçurum mutluluğun kaynağı gibi ışıldıyordu bütün uğultularıyla. Tam bu sırada bir son hamle yaptım ve unutuş’ a dokunmak için ileri atıldım… Unutuş’ a dokundum… kendimi en son hatırladığım anda aşağı doğru düşüyordum, kulaklarımın ve ağzımın yok olduğunu hissettim, gözlerim ise içe doğru parlıyordu…

İkinci Gün

Görev tamamen sona erdi, sonsuz kovalamacalardan bir tanesi daha başarısızlıkla sonuçlandı. Düşünce içerisinde çeşitli ilişkilerle birbirine bağlanmış üç yakın nesne-adam-şey-unutuş avcısı öldü, unutuldu benim tarafımdan.

İlk Günü ve İkinci Günü Kalemi Unutuş’ a Dokunan Adına Kaleme Alan: Unutuş’ un Ta Kendisi: Unutuş’ u Kafasında Taşıyan ve Onun Tanrılarına Başkaldıran Adam.

11

İlk anda ve bütünde, unutuş belleğin güvenilirliğine karşı yapılan bir saldırı olarak deneyimlenir. Bir saldırı, bir zayıflık, bir boşluk. Bellek, en azından ilk anda kendisini unutuşa karşı bir mücadele olarak tanımlar. Herodot, Yunanlıların ve Barbarların görkemini unutuştan korumak için uğraşır. Ve hafızamızın bilinen görevi unutmamayı yüreklendirme biçiminde açığa vurulur…
Paul Ricoeur; Bellek, Tarih, Unutuş


İnsan özünde Varlığın hafızasıdır, ama Varlığın.
Martin Heidegger, Varlık Sorusu


Varlığın unutuluşu, Varlık ile varolanlar arasındaki ayrımın unutuluşudur.
Martin Heidegger, Anaksimandros Fragmanı



Bellemekle ardına takıldığımız ne’ dir? İlk alıntımızı bellek ve unutma ile ilgili bir yolun – ama hangi yolun!- başlangıcı olarak, ardına takılacağımız bir iz olarak alırsak ne’ dir sorusuna yanıt için bir adım atmış sayılırız. Üstelik bellemenin, kavramsal doğası içerisinde izle ilgisi olduğunu söylemiş bulunduk bile. İz bırakan bir şeyin olduğu gerçeğini de kendiliğinden söylüyor konuşmamız. Uygun konuşmaya açmakla kendimizi bellemenin nasıl bir doğayı barındırdığına çeşitli açılımlar sağlayabileceğimizi umalım şimdilik. İz, iz bırakan şey, uygun konuşma ve açılma bize belleği çağırıyor. Peki onu bizim için çağıran kim ya da ne? Buna yanıt aramadan ve bahsettiğimiz kavramları daha derin soruşturmadan önce belleğin güvenilirliğine karşı bir atak olarak unutmanın belleme-karşıtlığı üzerinden bize getirdikleri ile ilgili şunları önselleştirmemiz şart görünüyor: Unutmanın ilk elden ve dolaysız varoluşunda, bir izsizliği, iz bırakmayan şeyi, uygunsuz konuşmayı ve kapanmayı bize fısıldar.

Ardından koştuğumuz tarih olabilir mi? Her zaman onun önünde olduğumuzu düşündüğümüzden olsa gerek tarihi bu şekilde düşünmek zor gelecektir. Algılanamayacak kadar sonsuz izden oluşan tarihin üzerinde iz bırakan Varlık ile ilişki içindeki varolanlardır. Varolanların kendilerini Varlığa açmasıyla aralarında uygun konuşma gerçekleşir: - Heideggerci anlatımla – Varlığın sesini, varolanın (Das Seiende) oradalığını duymak ve duyurmaktır bu. Bellenen ve taşınan da bu konuşmalar ve duyurmalardır. En güçlü duyurulanların ardına takılırız çünkü en çok onları duyarız. Unutulmaması için elden gelen her şey yapılan Varlık ve varolanın her türlü kesişmesidir, da (orada), her daim oradaki-varlık (Dasein) olarak sesini duyurmalı ve Varlığın bütününe kadar sesini ulaştırmalıdır. Düşüncenin ardına takıldığı belleme, hatırlama Varlık ve varolanın birlikte-oluşundan kaynaklanan uygun-konuşmanın bilince çarpmasıyla gerçekleşir. Bilinç kendisini en-kendi varlığında görmek ve Varlığın anlamını araştırmak için uygun konuşmaya açmıştır. Uygun konuşma dilin aracı olduğu bir ortamda başkası ile diyalog içerisinde yapılan karşılıklı anlama ve dinleme, aynı öz-dilin olanağı içerisinde ek-statik bir araya gelmedir, birbirine açılmadır. Bir araya gelme iz’ in kaynağıdır ve unutuşu yok etmeye girişir çünkü unutuş dağılma demektir, diyalogun, açılmanın sonlanmasıdır.

Şu düşünceyi iz’ lemeye çalışalım: Varlık dil üzerinden kendisini varolana açmaktadır ve bu bir araya gelişte Varlığın zihnin hazır bulunuşu karşısında ışıklandırılması sözkonusudur. (Burada ışıklandırma ve bulunuş da bellemenin önemli ilişkileri olarak belirmektedir. Bu ışıklandırmanın ve birlik içinde olmaya kararlı bulunuşun zamanı için Heidegger, “bu zaman kendi uzanımları içinde – geçmişin, şimdinin ve geleceğin birlikte varoluşlarında ve daha önemlisi geleceğin kendisini Varlığın vardığı(Ankommt) ölçüde açması- açıldığı anda olur.” demektedir.) Bu ışıklandırma, karşılıklı dinleme ve anlamayı da içine katmış bir şekilde varolanın Varlığı hatırlamasına, güçlü sesleri duymasına; Varlığın da kendisini insana hatırlatmasına götürür bizi.

Uzaysallığının içindeki ve zaman ile çevrelenmiş oradaki-varlık, insan, Varlığın bütünüyle olan söyleşisinde kendi anlamını soruşturur; onunla bir araya gelmek için uygun konuşmayı arar durur. Uygun konuşmanın, oradalığın yani zaman ve uzayın değişmesiyle, insan ölümleriyle, gelişip serpildiği ve değiştiği, bu yüzden bulunmasının giderek daha da zorlaştığı düşünülürse neden tarihin ardına takıldığımız sorusuna biraz olsun bir yanıt vermiş olduğumuzu sanabiliriz. – Herodot, Yunanlıların ve Barbarların görkemini unuturmamak için yazıyorken bizim ardına takıldığımızı yani uygun konuşmayı betimliyor olmasın! Bu unutmamayı yüreklendiren gözüpek adamın, tarihin yüksek seslerini, ölümle ve uzaysallığıyla çevrili sonraki insanlara aktarma çabasını iz’ lerin taze kalması için sarfedilmiş bir çaba olarak düşünmenin küstahlık olmayacağını bilmek gerekir: Boşluk, zayıflık ve hiçliğe götüren saldırıdan hoşlanmayan o tarihin insanları için, özellikle de felsefenin doğuşuna tanıklık eden Antik Yunan Uygarlığı için uygun konuşmayla yaşamış bulunmak ne büyük bir görkem… ve biz buradan oradaki görkemin seslerini işitiyoruz!

Ardına takıldığımızı bulmuş sayılabilir miyiz! Hiçbir biçimde bunu söyleyemeyiz, onun görünüşlerini yakalamaya çalışabiliriz arkadan sadece, bir tür hakikatin örtülerini kaldırmaya çalışma çabası olarak adlandırdığımız şey. Ardına takıldığımız hala ardında olduğumuz şey ve hep ardında olmayı göze almamız gereken şey. Ardına takıldığımızı yakalamaktan yoksunuz zira bellememiz her zaman iç-varlığında unutkanlığın devinimi ile özdeşleştiriyor kendisini. Ölüme doğru varlığımızda Varlığın ve onun tarihinin arkasında kalmaya yazgılıyız. Peki amacımız ne o halde düşüncelerimizi bir yol üzerinde oturtmaya çalışırken: Belleğimizin izleri ve onlardaki bütün ilişkileri yeniden-anımsayabilmesi için gerekli yolları düşünmek, içselleştirebileceğimiz kadar iyi anımsama yolları yaratmak ve bunları aktarmak. Varlık içinde varolana doğru yolumuz.

Varlık ile varolan arasındaki birlikte oluş ve bulunuşun, diyalogun gerçekleşmesinin, iki tarafında kendi öz benliğinde olmaya devam etmesinin, ışıklandırma ve bulunuşun, ek-statik açılmanın, tarihsel kesişmelerin en temel nedeninin ikisi arasındaki varoluşsal ve özsel ayrımın göz önünde bulundurulması, sürekli hatırlanması, unutulmaması olduğu hakikatini açığa vurmalıyız. Varlık kendi varlığından uzaklaştırılıp varolana güdümlü kılındığında ve unutulduğunda insanın sonluluğu içerisinde unutulmaya başlamış demektir, yalnızca Dasein’ in tekilliğinde kaldığında Varlık ölür, ölmenin kendi başına oluşluğundan ve yalıtmasından nasibini alır.

Varlığın unutuluşunda oradalığın sonluluğundan, Varlığı kendi tümlüğünden ve bütünlüğünden alıp tekilliğe bağımlı kılmaktan kaynaklanan ilginç sonuçlar da doğacaktır; unutuluşun kendisinin unutulması; izsizliğin, kapanmanın, uygun olmayan konuşmanın, iz bırakan şey olarak tarihin unutulması gibi. Birlikte oluş, kesişme, açılma bellemeyi çağırırken bunlara doğru çağrının içinden geçtiği şeylerin kendileri yani unutmayla ilişkilendirdiklerimiz de yok olur, çünkü ayrım ve Varlığa doğru olma ortadan kalkmıştır. O halde Ricoeur’ un zayıflık, boşluk ve saldırı olarak nitelendirdiği şey olarak unutuş Varlığı anlayabilmenin zorunlu koşullarından bir tanesidir. Işıklandırma ve bulunuş, ışıklandırılması gereken ve karanlıkta kalanı, unutulmuş olanı getirir önümüze, iz etrafında olmayan izsizliklerden oluşmuştur, açılacak olan Varlığa henüz kapalı olandır. Belleme ve çağırma her tarafında unutuşla sarılmıştır.

İnsan özünde Varlığın hafızasıdır ama Varlığın çünkü izsizlikte, kapanmada, uygun olmayan konuşmada kendisini gösteren Varlık hala kendi tümlüğünde tam olarak görünemeyen Varlıktır, kesişmeyle birlikte, ışıklandırma ve kararlı bulunuş ile birlikte sonluluk tarafından ışıklandırılmakla bilinç tarafından karşılanmıştır, ama Varlığın bilinci değil Varolanın bilinci tarafından. Varlığın bu tekillikte tam olarak gerçekleşmeyişi ve aşkın yönlerinin tümden aydınlanıyor olmaması ile insan özünde hem varlığın hafızasıdır hem de değildir.

YAZARI: Volkan Çelebi
Monokl Dergisi Editörlerinden
Defterin özel notu: Paylaşım için Volkan bey'e çok teşekkür ediyoruz.



Onat Kutlar'ı Özlemle Anıyoruz!..Defter



Vermeme olanak yok bana verdiklerini
Ama ayrılırken bir hesaplaşma da gerekli
Geçmiş bunca güzellikten bir anı olarak
Ben seni anlayım istersen sen de beni

…Diyor ki içimden bir ses, “beni yüreğinin üstüne bir mühür gibi koy.
Çünkü ölümden daha güçlü bir sevgiye ihtiyacım var. Geçmişin selvi ağaçlarından,
Sönen yıldızın ışığından, köşeyi dönerek kaybolan gençlikten kurtulmaya ihtiyacım var.
Bir insan elinin sıcaklığına…”
Onat Kutlar

Bir zambağın taçyaprağında yağmur tanesini
Bir kula atın rüzgarlı bayırdan kaynağa inişini
Yarısı gölgeli kumlarda ölümü bekleyen karanlık boğayı
Sabaha karşı ve hiç uyanmamış tanyerinde ışıyan ağacını
Ve bütün bunları birden düşündüren seni düşünüyorum şimdi.

Onat Kutlar



Onat Kutlar’dan Rubailer

“Saki!Şarap sun, beni de unutma!” Hafız böyle diyor
Şiraz’da, gül altında, “aşk kolay göründü, oysa çok zor!”
Bir Cezayir menekşesi senin aşkın, uzakta ve elinde değil.
Ey kör! Gel de açıkla şimdi sana nasıl kolay görünüyor?

Uyanıyor yeniden gül farkında mısın?
Uyanıyoruz yeryüzünü okşarken parmakların
Sen bir ağaç olmanın önsezisiyle yeniden
Ve ben gövdene yeniden rüzgar olmanın.

Yazıldı benim gibi bir çılgının tapusuna
Senin güzelliğin olan ülke ve koca dünya
Öylesine zenginim ki kıyamıyorum
Elim varıp bir tek pulunu harcamaya

“Ölesiye yaşadı” dedi Can, gidince Yılmaz
“Nazım da öyleydi, başka türlüsü bize yakışmaz!”
Öylesine ölesiye sevdim ki seni, ben gidince,
“Aşktan öldü bu çocuk ta!” diyecektir, hiç şaşmaz

Bir şiir ülkesi olan yüzünü sevgilim
Sözcüklerin ordusuyla kuşatıp fethettim
Benimle dile geldi senin eşsiz güzelliklerin
Seninle bundan böyle şiir sultanı benim.

Onat Kutlar

defterin notu:
12 yıl süren bir dava ve nihayet
Nisan 2007'de sonuçlanan vicdan muhasebesi!..
Şiddetin her türünü, her ne adına olursa olsun en gür sesimizle kınayarak..
Onat Kutlar'ın deyimi ile "artık sokaklarımızda ayağımıza kardeş kanı bulaşmasın"..


Narın Gölgesine Övgü../ Haydar Ergülen








Defter // Şair Haydar Ergülen
her Pazartesi "Birgün" Gazetesinde. .





Narı eskiden bilirim, şiirden eskidir, belki aşktan da. Yine de sanki nar yalnızca şi-irmiş gibi, benimmiş gibi, hatta benden çok başkasının şiiriymiş gibi, bana da ne oluyorsa, ben gönenirim. Narı nereden övmeye başlayacağımı ise bilemem. Sanki hep nar üstüne yazmış gibiyim, onu nasıl öveceğimi bile-mesem de. Belki de elim yazıya her gittiğinde, demek ki harflerin bahçesine indiğimde, yaprak hırsızı olup kelimeler çaldığımda, onlardan bana şiir filan değil, nar gelsin istemişim. İsterim.
Narı övmeye şiir de yetmez, yazı da, bilirim. Onu hepimizin yerine ve önce övmüş bir 'nar bilgesi' var, o narı över, ben onu ve 'nar kardeş'im Hrant'ı överim. Bilgeler arasında hatırlı bir yeri olan Bilge Karasu'nun 'Narla İncire Gazel'ini okuduktan beri, yani bir kabile kızı olan nara gittiğimde ruhum, dedim ya, elim yazı yerine nara, nar yerine gölgesine uzandığında, bir kutsal metin gibi şu cümleleri anmadan, tekrarlamadan yazıya, aşka, şiire ve nara başlayamam: ÇNar kentinde bir incir buldum. Narı da inciri de övmek isterim. Anam her kışın en karanlık noktasında, eve gelirken bir nar atardı yere, bütün gücüyle; parçalanıp iyice dağılsın diye. Evin beti bereketi niyetine... Ardından hızla süpürüp silerdi ortalığı. Bir iki sonra, narın patladığı yerden Çok uzakta incecik bir çıtırtı duyduğum olurdu ayağımın altında. Ne kadar dağılmışsa nar taneleri, o kadar iyiydi. Topladıktan sonra söylerdim anneme, sevinsin diye.Ç (Bilge Karasu, 'Narla İncire Gazel'den, Metis Y.)
Bilge Bey, narı da inciri de över ve övgüsü narı bile sevincinden kıpkırmızı ederse, içi içine sığmaz -hem içini içine kim sığdırabilir nardan başka?- bir çocuğa benzetirse, bize de, öyle ya, gölgesini övmek düşer içi içinde olanın, içi içice olanın. Çünkü 'Nar Ağacının Gölgesinde' toplanmış gibidir tüm sevdiklerimiz, özlediklerimiz, yitirdiklerimiz. Yani çokluğu bir olan, birlikte çokluğa varan kabilemiz. Bazen gidesimiz olur, göresimiz gelir, bazen de sevesimiz. Bazen ne gidilebilir, ne görülebilir, ne dönülebilir, hevesimiz değilse de sevesimiz yarım kalır. 'Kalsın' demeyelim, 'olsun' diyelim ki, bundan gün olur, insan narına kavuşur diyelim. Hem uzaklık, ayrılıktan yeğdir. Ayrı düşmektense uzak düşmeye yakın olalım ki, nar dahi uzakta gölgesi, gölgesinde komşuları olduğunu bilsin. Gölgesinden doğru sevinsin, sevincinden kızarsın, diyelim.
Ben de onun komşusuyum. "Bir güzelin aşığıyım erenler/onun için taşa tutar el beni" demek gibi bir şey bu. Onun için nara tutar aşk beni. Ben de narın dostuyum, gölgesinin komşusuyum. İçinin de, sesinin de, gülüşünün de komşusu olunca nar kabilesinden sayılır mı insan? Sayılsın isterim, gölgesinden doğru sayılmak isterim ilkin. İnsan bazen bir sesin gölgesi olmak ister, bazen herkes duysun bazen de bu sessizliği başka kimse duymasın diye. Bir suyun gölgesi olmak ister, bazen akışlı nehirler boyunca kendisiyle gitmek, kendisi kadar uzağa gitmek için, bazen incecik bir sızı gibi ormanların gümbürtüsüne benzer bir şiir eşliğinde sızıla süzüle... İnsan bu, her şeyin gölgesi olmayı istemese de, bazı komşulukların, azınlıkların ve kabilelerin gölgesi olmak yakışır ona. Ruhu da, kardeşliği de kırmızı bir kabilenin, "dosta yandım cehenneme yanamam" diyen bir nar kabilesinin. Sezai Sanoğlu'nun 'Nar Taneleri'nden adı, ruhu, yolu geçenlerin ve dahi geçmeyenlerin, ülkenin, iklimin, mevsimin en karanlık olduğu zamanlarda yere atılan o nar tanelerinin toplandığı kabilenin gölgesi olmak bile yakışır insana.
Aşk, yar, can, ruh, yaz, kış, güz, hiç, yok, bir... Hepsi nar ağacının gölgesinde narın komşuları gibi oturuyor şimdi. Tanrı her bahçeye böyle komşular versin, 'ağaçlar komşumuzun evidir' diyen herkese de hoşluk versin. Bahçenin, ki aynı zamanda yazının da sayılır, bereketi niyetine saçılan nardan, gölgesine övgü gibi toplanmış komşulara da 'gökten üç elma gibi' iyilikler düşsün. Narın üç harfi düşsün bu yazıya da aşkın üç harfi gibi: Biri narı unutmayana, biri bir nar tanesinde ruhuyla karşılaşana, biri de dağıldığı nara toplanana...
İşte benim de başıma bir nar düştü, ben de gölgeye kavuştum, kabileye karıştım ve kalbimin evi o nar ağacının gölgesinde şimdi.



Haydar Ergülen





Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***