Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Samih Rifat İçin / Enis Batur



HAZIR OLUNAMAYACAK YAZI HAKKINDA

(Bu bölümü dileyen okur atlayabilir)

Çocukluk yıllarımı damgalamış en sert, şiddetli sahneler bütünü,yeni taşındığımız bir evdeki ilk gecemizde, banyoda meydana gelen,havagazı sızıntısı kaynaklı gerçekten büyük bir patlamanın sonucunda, o sırada banyoda tek başına kokunun çıkış noktasını arama çabasındaki babamın,kelimenin düz anlamıyla yanmasından doğmuştur. Kılpayı ölümden döndüydü. Patlamadan yarım saat sonra gördüğüm, ambulansa taşımak
için sedyede, önümden acı içinde kıvranarak geçen, elleri ve yüzü neredeyse
erimiş, o an kim olduğunu çıkaramadığım biri, belki de bir şeydi.
Yıllar sonra, sordum bir keresinde: İnsanın çoktan ölmeye razı olduğu bir acı çekme eşiği oluşuyormuş, birinci derece yanıklarda.Şimdi, Nesrin ve Elif'in durumu bu olmalı, yedinci günün sonunda. İnfilak noktasına en yakın yerdeydi onlar - üç yüz yirmi dört gündür. 4 Ağustos 2007 gününün dördüncü saatini beşinci saatine bağlayan
anlardan birinde, yaklaşık yirmi dört saat önce, uzun bir hastalığın tedavisürecinin sonunda baş gösteren ani ve hızlı bir kanamanın bilincini kapattığı Samih Rifat tam burada bir fiil gerekiyor, boş yere tarıyorum kafamdaki iri sözlüğün sayfalarını, hiçbirini seçemiyorum.Biz, Fatma Tülin ve ben, daha arkadaydık. İkinci derece
yanıklarımız, birinci derece yanıkların yanında nedir ki: Onların nefes
alamadıklarını görüyor, inanabilme evresinin henüz hayli uzağında, bir tür boşlukta, bomboşlukta yüzdüklerini anlıyor, hiçbir merhem bulamıyoruz. Daha kendi acımızla baş etmekten aciz, şimdiki zamanın dehşetinden geçmişin durmadan tuz bassalar bile tazelenmek isteyen parçalarıyla firar etme çabası içindeyiz. Onca yılın içine
hem toplanmış, hem dağılmış sayısı kestirilemez an, anı, anekdot herhangi bir kural manzumesine ayak uydurma tasası çekmeden üzerimize geliyor. Böylesine uzun ve koyu bir ilişkinin ardından, elinizde, yitirdiğiniz insana bağlanmayacak hiçbir ip kalmadığını ancak bu durum başınıza geldiğinde öğrenebiliyorsunuz - şu an, Samih'e çıkmayan hiçbir sokak gelmiyor aklımıza, bir tanesini bulabilsek duraksamadan sapacak, kısa bir süreliğine de olsa dinleneceğiz: Yok bir tek görüntü, bir tek
nesne ya da araç şimdilik, bir zaman daha geçmeli oyalanmak için, ama o düşünce de isyan duygusu yaratıyor hemen: Bu hayata unutmak, hep firar etmek için mi devam edeceğiz - izanlılığıyla övünen insanoğlu,avunma güdüsünün bir tür soysuzluğa dayandığını görmek istemiyor.
"Ölenle ölünmez": Fatma Tülin'le, balkonda, gece yarısını geçe çiğ yanımız üzerinde konuşuyor, Greenaway'in "At the Zoo"suyla "Carrington" arası, diklenenleri ayırıyor, ölenle koskoca bir parçamızın öldüğünü düşünüyoruz.4 Ağustos sabahı, bir
gazeteden, sonra bir başkasından aradılar, başsağlığı dilediler, sayfa düzenleyeceklerdi, sözlü ya da yazılı bir şeyler dile getirmem mümkün müydü, bir yankı gibi dolaştı kafamda di-le-ge-tir-mem-müm-kün-mü heceleri, aklımdan "Sizin gazeteniz kaç sayfa?" sorusu geçti. Oysa biliyordum görevlerini yaptıklarını, dahası ilk akla gelecek kişi olduğumu, hiçbir suçları yoktu ama beni aramamaları gerekirdi.Ertesi gün, sonraki günler görüşler, yazılar yer aldı basında;
bağışlanamaz ıskalamalar, dar çerçeveli değerlendirmeler, olabildiğince yerli
yerine koymalar üzerinde duruldu etrafımızda; öfkeli yorumlar geliyordu kiminden, geçiştirme ya da rol kapma tanılarını duyuyorduk - benden çıkıp, en doğrusu varmış gibi en doğrusunu en doğru biçimde yapacağımı beklediklerini apaçık ifade edenlerin Samih konusundaki duyarlılıkları nedeniyle bunu yapmaya bir hakları vardı belki, ama
mecalim yoktu kesinkes, bunun bir göreve indirgenmesine de içerliyordum öte yandan, belirsiz bir zaman geçince aradan, hazır hissedebilirdim kendimi.Sessiz kalışımdan olmadık anlamlar çıkarılmasına aldırmazdım açıkçası; sıcağı sıcağına söyleyeceğini
söylemek üzülenlerin, çok üzülenlerin sorunuydu - bizimkisi başkaydı.Yedinci geceydi, geç saat Fatma Tülin'e, birkaç iyi yazı daha çıktığını bildirdim basında; Doğan ve Celal yazmışlardı o gün. "Sen de yazacaksın, değil mi?" Başkalarından apaçık geldiğinde irkiltebilecek bu soru, onun kafasında başka bir anlam çatısı taşıyordu, biliyordum:Samih'in, yalnızca bizim gözümüzdeki anlamıyla sınırlı olmayan,
"nesnel kıymet"ine yaraşır kertede ne kadar yazılırsa yazılsın selamlanamayacağına ilişkin bir kaygıdan kaynaklanıyordu. Hayır, onu en iyi ben değerlendirebilirim diyecek ölçüde aymaz saymıyorum kendimi; tam tersine, içeriden bakmanın götürüleri olabileceğini kestirebiliyor, nesnel kıymete öznel bir odaktan, çünkü çok
yakından eğilmenin yaratabileceği kimi açmazların varlığını fark ediyorum.Buna,
şu aşamada, her şeyin sıcak ve diri gerçekliğini koruduğu bir anda yazmaya girişmekle baş gösteren bir sorun daha ekleniyor: Yazacağım metne yazarlık kaygılarıyla yönelmekte incitici bir yan var; buna karşılık, olabildiğince saf, arınmış bir ses çıkarmayı tasarlamanın yapaylığı ile neredeyse özensiz, çekilen acının karşılığını simgelemeyecek ölçüde savruk bir yazı, dostluğa, dostun
özelliklerine yakışır mı sorusu öteki kutupta bekliyor. Bir sesim estetiğin, etiğin
dayatmalarına sövüp sayıyor içimde, ötekisi bastırıyor: Hakkını veremeyeceğin belli de, verebileceğin kadarına erişmeyi dene - Samih başka türlüsünü pek sevmezdi.Yazmaya oturmayı biraz da bütün bu sallantıları göz önünde tutarak kendime kabul ettirdim. Hazır değilim ya buna, bir gün hazır olmaktan korktuğumu da gördüm. Hazır olmak, yanık acısının önce sızıya, sonra fantom sızıya dönüşmesi anlamına
geliyor - her şeye alışmak, her şeyi kabul etmek anlamına. Bir gün, dostluğun hikâyesini yazacak gücü bulur, ne yazıktır, o mesafeyi,dinginliği, soğumayı tanırım ola ki. Burada, daha fazla "biz"den,"dörtlü"den ve "ikili"den söz etmek gelmiyor içimden. Dostluk,biribirilerine benzeyen insanlar arasında kurulur düşüncesini
taşımadım hiç: Dostluğun biribirilerinin boşluklarına, noksan bölgelerine giren, yerleşenler arasında gerçekleştiğine inanırım. Anadolu'da hâlâ rastlanan manzaradı: Genç erkek arkadaşlar el ele tutuşarak yürür, söyleşirler. Ben o bildik sahneyi bir Atina'dakiiki bin beş yüz yıllık görüntülerle birleştiririm kafamda, bir de
Samih'le ikimize yakıştırırım - şimdi burada olsa, kahkahalarla gülerdik,şüphem yok, bu benzetmeyi duyacak kimi aklıevvellerin yapacağı yorumları düşünüp. Samih'le ilişkimizi, dedim ya, bir gün yazmayı düşünebilirim belki de. Burada, uzun bir girişin ardından, bundan böyle olabildiğince geride durarak anlatmak istiyorum: Samih, nasıl Samih olarak kendini inşa etti, nasıl Sokrates gibi öldü.

ONU BİR YERE OTURTMA GÜÇLÜĞÜ HAKKINDA

Başka uğraş alanlarında da sanırım öyledir, Türkiye'de, kültür dünyasının bir üyesi çekip gittiğinde, eşit paylarla olmasa bile,ikiye bölünür kamuoyu: Gidenin değeri üzerinde kolay kolay anlaşamaz bizim insanımız; karşıdakilerin, karşılarındakiler hakkında görüşlerini, duygularını "Kör ölür badem gözlü olur" atasözü özetler.
Pek ender rastlarız, bir gidenin ardından oybirliğinin oluşmasına: Samih Rifat o örneklerden biriydi, arkasında kalanların hiçbirinin zihninde "kıymet"iyle ilgili bir şüphe kırıntısı var olmamıştır - bana kalırsa kesin bir gerçek.Kıymeti, kıymetliliği konusunda oybirliği sağlanması, hemen ardından gördük ki, "tanım"lanması, bir yere oturtulması söz konusu olduğunda sıkıntılar doğmasını engellemeye yetmedi. Kimileri 'fotoğrafçı, çevirmen, yazar, mimar' gibi üçlü-dörtlü tamlamalara başvurmuş, kimi "gerçek bir entelektüel" demeyi yeğlemişti. İşin açığı onu bir kalıba sığdırmak, zorla deli gömleği giydirmeyi çağrıştırıyor yakından tanıyanlara. Cami avlusundaki tablo türdeş olmanın en uzağındaydı: Şairler, yazarlar,
fotoğrafçılar, ressamlar, yontucular, sinemacılar, çevirmenler,yayıncılar, tasarımcılar, mimarlar, restoratörler, müzeciler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular, iş dünyasının kültürlü temsilcileri, bilim adamları oradaydı. Böylesine geniş bir 'kadro'başka kimin uğurlama töreninde bir araya gelebilirdi bilemiyorum, ama her bir alanın, her bir uğraşın üyelerinin gelmiş olması, doğrudan
doğruya, Samih Rifat'ın bana göre sahici tanımı ve kimliğiyle, bir o kadar da buna bitişik kimliğiyle bağlantılıydı: O, bir Hezarfen Çelebi'ydi - hem hezarfen, hem çelebi.

KANBAĞINDAN ÖTESİNE SOYKÜTÜĞÜ HAKKINDA

Yaşarken de öyle ya, yaşam serüveni tamamlandığında, ansiklopedik bakış, az ya da çok kamuya açılmış kişiyi çerçevesine oturtmaya,koordinatlarını somut işaretlerle desteklemeye yönelir. Kendince doğru bir değerlendirme biçimidir, doğru yapıldığında. Gelgelelim, bütün bu tarz veri depolarında, künye dökümlerinde, biyografik kadrajlamalarda tarihlerin, yerlerin, yapıtların dizini yapılır da, "biyo", yani insan sırra kadem basar. Açın herhangi bir iyi ansiklopediyi, sözgelimi Bach maddesini okuyun, somut bilgilerin en önemlilerine o an ulaşırsınız,
ama Bach'ın kendisine sokulamazsınız. Orada amaç, hedef, yalpalama, kayboluş, hülya, riziko, zaaf, erdem, tutku, sancı görünmez. Gene de vazgeçemeyiz anahatları içeren bakıştan ve dökümden.Samih Rifat'ın, derin ve dallı budaklı bir aile ağacından, kimilerinin "Boğaziçi Aşireti" mührünü vurduğu bir soykütükten geldiği doğruydu. Nâzım Hikmet'ten Mehmet Ali Aybar'a, dilci Samih Rifat'tan Oktay Rifat'a,
bir ucu Trabzon'a ötekisi Polonya'ya giden kolların katıldığı bir akarsuyun deltasında doğmuştu. Onlardan ne almışsa almıştı da, mavi kan merakı hiç yoktu; ailesiyle gurur duyar, övünmezdi. Birkaç kez, ne de olsa iyi tanıdığımız konuydu, "baba yükü" sorununa sokulmuştuk. Kim etkisi olmamıştır diyebilir, olmuştu, ne ki bir kimlik ezikliğinden söz edilemezdi onun durumunda. Büyükbabadan gen kalıtı dil sevdası,babadan akan poetik gusto bir yana, geniş bir aile dostları çemberinin
içinde pek çok usta kılavuzu olmuştu çocukluk ve ilkgençlik yıllarında. Samih, her vakit onlara borcunu ödemek için uğraştı. Daha önemlisi, erdemlerinin ve değerlerinin inançlı izsürücüsü oldu. Sessiz ama dirençli bir kavga adamı olduğunu bilmeyenler vardır.

ÇELEBİLİĞİNİN KÖKENİ HAKKINDA

Bu çemberin merkezinde, Samih'in dünya görüşünün ve estetik anlayışının oluşmasında birinci dereceden etkisi olduğunu gizlemediği, hümanist bir sol çekirdek yer alıyordu. Köktenci sosyalistlerin birçoğunun "tatlı su solculuğu" diye küçümsedikleri, yerine göre seçkinciliğini, yerine göre de, paradoksal biçimde halkçılığını eleştirdikleri çevrenin, oysa, ciddi ve kalıcı bir kültürel üretim
ortaya koyduğunu bugün tartımlı hiç kimse yadsıyamaz. Tam tersine,Anadolu insanı ve kültürüyle son önemli köprü kurma anlayışının bu koldan geldiğini görürüz. Samih Rifat, daha başlangıç yıllarında, ortaöğrenimini gördüğü Saint-Benoit döneminde ve onu izleyen İTÜ Mimarlık öğrenciliği sırasında, bu hümanist sol anlayışın en genç
temsilcisi olarak görevi devralmaya hazırlanmıştı. O günden bugüne bütün yaptıklarında damgası görülen zihniyetin, yakınlık duyan bireyden beklediği bazı özellikleri yürekten benimsemişti: Alçakgönüllülük, dolayısıyla "şişinik ego"dan uzak duruş, Eski Yunan uygarlığından yeni Cumhuriyet'in devrimlerine varan çizginin her aşamasına (hem Yunus Emre'ye, hem Dante'ye, ama Ayasofya'ya, ama Divriği'ye) sevgiyle ve saygıyla eğiliş, alt-üst kültür ayrımı yapmaksızın kültürün geniş alanına olabildiğince sokulmak, bu değerlere uygun bir yaşam tarzı kotarmak ve elden geldiğince bireysel marifetin yerine imece usulü gerçekleştirilecek projelere ağırlık
vermek - dönüp bakıldığında, Samih Rifat'ın hayat felsefesinin olduğu kadar pratiğinin de olmazsa olmaz birimleriydi. Son on yılında biraz, ama gerçekten biraz gözükmeye güç bela ikna edildiği işlerle tanınıyor şimdi o - oysa, iki avuç tanıyanı bilirse bilir, koca buzdağıydı.

HEZARFENLİĞİ HAKKINDA

Tam bu noktada, hezarfenliğine gelebiliriz sanırım. Sahiden de "bin sanat" sahibiydi Samih: İlk bakışta, ikinci bakışta, yüzüncü bakışta görülmezdi bu. Birkaç kez değindim Lévi-Strauss'un sözlüklerinde "sanat" sözcüğü yer almayan yerlilerine: her şeyi ellerinden geldiği kadar iyi yapmaya çalışırlarmış. Samih'e uygun düşen tanımlardan biridir: Tek bir alanda sivrilmeyi, görünmeyi, öne çıkmayı ilk günden
yadsımış, pek çok alanda hüner sahibi ve öğrenci olmayı ve kalmayı,bunu yaparken de neredeyse gizlenmeyi yeğlemişti. Bilmeyen anlamayan, ola ki onun "yarışma"dan çekindiğini sanabilir, açıkçası kendine, çünkü yatırımına güvenirdi; buna karşılık, toplum katında "bir şey" olma hırsını küçümser, duruma göre alayını esirgemezdi.Şiirlerini kimse görmedi, bundan sonra okunabilecek onlar; gitar çalışını ancak mahremindekiler bildi; onca ısrarın arasından çaktırmadan geçti,
fotoğraf sergisi açmamanın yolunu buldu; Fransa'da yayımlanan, Anadolu evlerinin çatı donanımları üzerine doğrudan Fransızca yazdığı uzmanlıküstü metni üç kişiye göstermişse, bunun nedeni, o toplu yayının dudak uçuklatıcı, söylemekle inanılmaz cüssesiydi; bilemiyorum ufarak resim ve kolaj çalışmalarını kaç kişi tanımıştır - saymakla bitmezdi örtünmeleri. 60'ına yaklaşırken eski yazıyı söktü, kendi
ülkesinde taşa kazınmış yazıları okuyamama durumuna katlanamadığıiçin. Yoksa Osmanlıcayı sevmezdi, dar çevremizde dillere destandı bitmez tükenmez ozan-şair tartışmamız. Hemen ardından Eski Yunancaya girişti, genç bir öğrenci gibi dersine çalıştı, bir gün en eski düşlerinden birini, kendi Homeros çevirisini gerçekleştirmekti hedefi. Tedavisi sırasında derslerinin aksamasına canı sıkılmıştı.Bireysel etkinlik alanlarında bunca kabuğuna çekilen birinin kolektif üretim söz konusu olduğunda da tutuk olması beklenir, yanılıyor muyum? Oysa
orada, öteki Samih girerdi devreye, birlikte çalışmak tamıtamına şölendi.

TUTKULARI HAKKINDA

Ama şölene geçmeden, hezarfenliğin Samih Rifat'ta yarattığı alaşımın perdesini bir parça aralamak gerekir. Mimarlık öğrenimi, bilgi ve sevgisi onda hem dörtdörtlük bir yapılandırma yeteneği hem de sağlam bir denge duygusu yaratmıştı. Dil, şiir, yazı sevdası, yazma ve çeviri yapma uğraşından edindiği ana kaygı, ölçülerin kullanımındaki titizlik, yaklaşığı öteleyerek olması gerekene ulaşma tasası olarak
koyulabilirdi. Müziğe tutkusunda da ölçülülük esası ağır basıyordu şüphesiz; bir o kadar da duyarlığın inceltilmesi, saltık uyuma erişme çabası etken olmuştu bu alanda karşılıksız yoğunlaşmasında. Rue de Rome'dan gitar teli seçer, bir iki yeni partisyon alırdı. Endülüs'e kitara almaya gidememiş olmasına içerlediğini bilirdik. Yazılıkaya'ya şöyle bir uzanılamaz mıydı bir hafta sonu, tazelenmeye? Akdamar'a,
Efes'e faltaşı gözlerle dönmeden yapamazdı. Kameranın tutsağı olmadı hiç, ama fotoğraf çekmeyi de, film yapmayı da çok sevdi. En sıkı kadrajı vizörden bakmaksızın oturtuverirdi. Farklı uğraş alanlarından süzdüğü, usul usul yontarak elde ettiği görgü ve hisleri kendine özgü bir eriyik haline sokmuş, estetik mayasına katmıştı. O mayanın benim gözümde ayrıcalıklı yanı, yalnızca kendisini bir işe koştuğunda değil,
her an, yaşamının her zerresinde devrede kalışından kaynaklanıyordu: Samih Rifat, Sanat'a ve Zanaat'a, "Ars"ın minörden majörden megaya bütün dallarına merak ve ilgi duydu ömrü boyunca, ama bir kutsallık yüklemiyle yönelmedi oraya; asıl, yaşama sanatına bağlılığıydı onda belirleyici olan.

BENZERSİZ RENGİ HAKKINDA

Birlikte yolculuk yapmadan bir insan hakkında karar verilmemeli denir ya, ilk ortak projemiz olan Simurg belgesellerinden birinin çekimleri için ilk ortak yolculuğumuzu Paris'e yaptıydık. Abidin Dino'nun stüdyosunda film, sokaklarda fotoğraf çekişine tanık oldum. Bunu, Seferis'in peşisıra gerçekleştirdiğimiz Kapadokya seferi izledi. Yavaş yavaş YKY projesine sokulduğunu, ortamı ve kendini yokladığını hissediyordum. Çok gecikmeden katıldı, görece özgürlüğünü koruyarak kolektif çalışma düzeninin içine yerleşti. Yıllar yılı orada, Koç Kültür'de, Pera Müzesi'nde ve Sabancı Müzesi'nde, hep komuta merkezinde oldu. Bilgi birikimi, deneyimi, geniş ufku, becerileri ile herkesin saygısını toplaması doğaldı da, bundan önemlisi, bir
benzerini tanımadığım, gökkuşağına üslubunun kattığı renkti. Çok kişi yumuşak başlı, bilge tavırlı birini okur şu portrede: Hayır, Samih ödün vermez, inatçı, dik kafalı, tartışmaya bayılan biriydi projelerde. Bazıları, yüksek sesle biribirimize girdiğimiz sabah toplantısının hemen ardından, başbaşa yediğimiz öğle yemeğinde
gözlerimizden yaşlar inerek gülmemizi şaşkınlıkla karşılardı. Bir başka seferinde, tartışılan projenin asla öngörülen süre içinde gerçekleştirilemeyeceğini keçi gibi savunmasının ardından, işe koyulma kararı alınmışsa "buyurun yapın bakalım" diyerek çıkardı odadan - bu durumda ne beklenir, aşırı çaba göstermemesi değil mi, Samih gecesini gündüzüne katarak çalışırdı tersine. Bugün onca dergi sayısının ve kataloğun, onca serginin hazırlanışında büyük sorumluluk üstlendiğini, emek harcadığını bilmeyenler çoğunluktadır: Yaptığı ince ve derin işlerin arkasında saklanırdı.

DENİZE DOĞRU KONUŞMA VE SUSMA HAKKINDA

Samih Rifat'ta Kültür ile Hayat'ın ayrılmaz biçimde iç içe geçişinin somut örneklerinden biri, küçük ama güçlü, tiryakilerini yaratmakta gecikmemiş "Ada" kitabıydı. Yaşamöyküsel bir kesit sunuyordu orada. O sıralarda teknesi Dantes'i aldı ve ona sevdalandı. Kısa sürede kaptanlığı, yelken açmayı öğrendi; önce Marmara'ya, sonra Ege'ye açıldı onunla. Yattı kalktı teknesinde, arkadaşlarını gezdirdi, bir
köşesinde çalıştı, çeviri yaptı. Deniz âşıklarının çoğunda deniz kültürüne sokulmuşluk vardır, sanırım; pek azında, Samih'teki kadar vurgun boyutlarından söz edilebilir. Homeros'u avucunun içi gibi tanırdı o; Piri Reis'in haritasını büyüteçle incelemişti; Sabahattin Eyüboğlu ve arkadaşlarıyla genç yaşta efsunlu mavi yolculuklara katılmıştı. "Moby Dick" okumuş bir argonottu Samih, açıldığı sularda.
Kimilerinde rastlanan tekne cakasının kırıntısı yoktu dünyasında. Birlikte, çok sayıda yolculuk yaptık. Ankara'ya da gitsek, Paris'e de, Samih'in içi kıpır kıpır olurdu. Gezmek görmek, paylaşmak, küçük bir iş kotarmak, kesif keşif duygusuyla hareket etmek: Hepsinin kökünde, Oktay bey'in ışığını gördüğü Giono'nun "Neşe Sürsün" felsefesi, yorulmak bilmeksizin kurduğu düşler. Yüz yıl daha yaşasa keyfi,
kıvancı, enerjisi sönmezdi. Kimse çıkıp "herkes iyi-kötü böyledir" demesin: Ben öyle değilim, siz de değilsiniz.

SOKRATES GİBİ ÖLÜMÜ BEKLEMEK, BEKLETMEK HAKKINDA

Klasik anlamıyla yakışıklı bir adamdı Samih -- babası gibi. Dar pantolonları, botumsu ayakkabıları, kadife montu ve beresiyle anımsayacak onu tanıyanlar. Uzun yürüyüşlerinden birinde ya da bisikletinin üzerinde. Nesrin'le, hep olduğu gibi el ele dolaşırken. Yüksek oktav sesiyle, gür kahkahasıyla. Bir gün, hem de nasıl apansız, akla sığmaz, meleklerin en siyahı belirdi yanında. Şairin dediği kadar, tıpkı o güvercin, uçan vurulduktan da sonra, üçyüzyirmidört gün oyalayabildi onu. Ölüme giden yolu, yaşamını hangi üslupla kat etmişse, öyle geçirdi. Okurlarım bıkmıştır, ben bıkmadım: Sokrates'in,baldıranı içmezden önce flütle yeni bir melodi öğrenmeye çalışmasını anlatır dururum, işte Samih bunu yaptı hastalığı boyunca: Şiirleri üzerinde çalıştı, Mabeyinci Pavlos'un metnini cilaladı, Safo çevirilerini gözden geçirdi, Flaubert yayımladı, iki ayrı müzede üstlendiği sergi ve katalog hazırlama sorumluluklarını yerine getirdi, gidip Akropolis'i gezdi, Dantes'le denize açıldı, son yolculuğunu Heybeliada'ya yaptı, ölümünden üç gün önce pasaport fotoğrafı
çektirmeyi aklından geçirdi -- bilmediğinden değil, her şeyin farkındaydı, gene de başına dikilmiş ölümü rencide etmeyi başardı. Yalnızca Elif'e horoz borcu kaldı. Can kuşu uçup gitti. En yüce sulh onun olsun.

ENİS BATUR




Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi-Kitap Eki
Defter- Özel Teşekkür: Hakkı Kurtuluş


J.L. BORGES



JORGE LUİS BORGES

ÖZKIYIM
(İntihar)

Saltık karanlıktan ayrılacak olan
eşsiz bir ışıltı mıydı.
Gece onu kollarıyla saracaktır.
Ölümü özlüyorum, ve benimle,
yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek.
Piramitler, madalyonlar silinecek,
anayurtlar gölgeleri örtünüp,
yaşayan tüm çehreler ölecektir.
Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım,
tin ve tüne karışacak tarihin.
Şimdi son güneşin batımını izliyor.
Son kuşun ötüşüyle avunuyorum.
Arzunun karanlık nesnesinden
Hiçliğin kollarına savruluyorum.


Türkçesi: Ulus Fatih


Kırlangıçların Kaçışan Umudu



Kırlangıçların Kaçışan Umudu
Şair Özge Dirik İçin…(14 Ekim 1978- 27 Ağustos 2004)

Yolcu, elinde fenerle, bir yol boyunca ilerler, aniden kendini bir uçurumun kenarında buluverir ve geri döner. Yolcu, Yaşama-İstencidir, fener ise idrak. Onun ışığında İstenç yanlış yola girdiğini, uçurumun kenarında olduğunu fark eder ve vazgeçerek geri döner.
Schopenhauer

Bazen bilginin saf öznesine böylesine bir yolculuk pek kolay olmuyor, bu hepimiz için geçerlidir…hele ki hayatla durmadan yüzleşen ve içinde ona karşı cehennem soruları barındıran birisi için işler yüz misli daha zorlaşır.. . Herkes onca acı –keder serhaddına rağmen yarattığı şeyleri hayatta tutabilmek için Nietzsche kadar şanslı olmayabilir. Öte yandan hiç durmadan yinelediğimiz yansımalarımızın başına bilgi arzusunu yerleştirme pek kolay bir girişim gibi görünse bile bunun ardında hep bir teorik insan var.
Nietzsche şanslı olmuşsa, sonuç ne peki?
Ya Walter Benjamin için? Gazale Alizade, Plath, Hidayet, Marina Tsvetaeva, Hür Yümer, Nilgün Marmara, Zafer Ekin Karabay, Özge için?
Hepsi aynı kitaptır!
Kimisi sayfalarını rasgele çevirir düşünde, kimileri “mantıksal” yönden okur o kitabı, bir ötekinin ise hem vicdanı hem yüreği sızlar o kitabı okurken.
Yaşarken hepimiz düşler kurarız, oysa hayatın kendisi de bir düştür, tek farkı kimimiz için uzun, kimimiz için kısa perdeden iç tellerimizi okşuyor.
Bugün Özge Dirik’i anıyoruz onun nezdinde erken zamanlarda toprağı koklayarak. öperek
göç eden bütün canlarımızı da anıyoruz, bir nebze de olsa onları anlamaya çalışıyoruz, belki de kendi vicdanımıza örtüyü indiriyoruz…
bir Özge geçer bu eski topraktan…
Ardında derin bir sessizlik bırakarak
son kez göz ucuyla baktı arza, yarına…
“Uzun, uzun anlatacak değilim, bir düello var kapımda” diyerek, birilerine sükut işaretini fırlatmış olmalı.…
Ekşi bir tren tadı mıydı dünya? Kimbilir? Oysa o “trenlerin makaslandığı yerlere” bir “ben” sözcüğü yerleştirmişti…
Sonra, yerkabuğunun etten kabarmasına
pıhtılaşan bir adacık gibi baktı; peşisıra önüne konulan tüm görüntülere…
Ne ardında bırakacağı çığlıklara ne de şiirin derisine sızan isyan seslerine hiç aldırmadı…
Bir özne-nesne uyuşmazlığı mı dediniz? Sanmıyoruz!

Dilsiz bir bekleyişe değil, yandıkça kokmayan ve karanlığı geceden ayıran nağme tadında bıraktı son dizelerini…
Belki de sokak aralarına sıkışmış çocukluğunu aramaya çıkmıştı, kınında kocaman bir yürek ve keşifsiz şiirlerle…ama olmadı…

çocukların kahkahalarıyla açtım
yaşlanmış gözlerimi..”
tekrar acıkan tekrar ağladı dünyaya.
oysa bana okunan masallarda
ağlamak mutlu sona yaklaşmadan verilen
bir çocukluk molasıydı
…”
(Özge’nin-“masalınız var” şiirinden)

Ya onun iç dehlizlerinde ne vardı?

Bir saniye sonra!
Tam bir saniye sonrası vardı…

Rahat Uyu Sevgili Özge Dirik,

birileri hala bekler seni bu kentte.
asi kırlangıçların kaçışan umuduyla.

Borges Defteri

ÖZGE DİRİK ŞİİRLERİ*

BOR’UN PAZARI

aynı kadınla ikinci defa evlenmek,
İkinci defa yakılan sigaranın ağır tadı,
Ha bitti, ha bitecek…

aynı kadınla üçüncü defa evlenmek,
denizin demlediği vapur çayı,
ama pahalı.

aynı kadınla dördüncü defa evlenmek,
bohçacılar topluyorlar kalanları,
ısrarkar geçimsizlikten hoşnut şehrin baro’su.

Aynı kadınla beşinci defa evlenme.

5 eylül 2002


EMNİYET KAYĞI

yalnızca hüznünde anlıyorsun yüzümü,
ve arkasında çelimsiz, yitik bir kayık götürüyor,
kendine güvenen, güzel bir gemi…

23 eylül 2002

İÇİMİZDEKİ MÜZİK
bam telimde parmak izin duruyor
yeni boyanmış aşka oturduk
kalkarsak üzerimizde kalacak izi

korsan limanlarda bekliyoruz sırlarını
bu aşkı herkese susmak
şarapsız çalmam kadar ayıp kapını

içimdeki müziğin susması
altındaki tabureyi tekmeleyip kemancının
çalması gibi son notalarını…

21 ekim 2002




* :
(Defter için seçtiğimiz Özge Dirik şiirleri Kuzey Yıldızı Dergisin arşivimizde bulunan 11. sayısından(Nisan-Mayıs 2005) alındı. Hazırlanan dosyada tam 21 adet Özge Dirik imzalı şiir var( Bu sayı,Özge’nin basılı tek toplu kaynağıdır), istekli arkadaşlar dergiyi temin etmek için Kuzey Yıldızı Dergisi ile iletişim kurabilirler: www.kuzeyyildizi.com)


Borges-Turgut Uyar:Çağrışımlar / Ela Dincer



Borges ve Turgut Uyar

çağrışımları:tereke ve kafiyesiz ölüm


Tereke

“..bütün çağrışımların en gariblerini seçtiğimi anlarım
bil ki, kendi yolunda, her çağrışım gariptir..” (borges)


..
seni ince bir sarsıntının
sahile sürüklediği yosun kokusuna sardım
başıma üşüşen cenaze merasimcileri
adını sorup kaçtılar: ölen yok dedim
ağız birliği etmiş gibi ağustosun böcekleri ile
ki
yosuna sardım dedim: ölen yok


ağustosun sesinde iki iklimin
tam ortasında kalandım
sarıp sarmalamasam çıldırırdım
neyin uzantısıydık binlerce metre derinimizde
su gibi bir şey
neyin kalıntısı olmalıydık
da şölenler kuruluyordu o kokuya/
cenaze merasimcilerine aldırmadan kendimizden geçip
sıyırıveriyorduk ince incir yapraklarını
soruların parmak arasından


ince bir sarsıntı
her şeyi
ama her şeyi
darmadağın etmezden önce
yosun kokusu bulamaz ise
yeşile kılıf olsun diye
bileklerini kesen o kalabalık
soru işareti gibi kalakalıyordu
biz dışındaydık hep intiharların (öğleydik)


ezberlediğimiz hiçbir sahile işaret olmadık
ayak izlerimizi silsin diye kuşun gölgesi
güneşi taşıdık yanımızda yorulmadan
nemli bir sıcak bizi boğana dek
karanlığı el fenerlerine gizledik
ki güneş bizi bu yüzden terk etmedi
iki iklim arasında sıkışıp kalandık (yine de)


oysa bağıra çağıra
o kalabalığa: insan yokluğun tekrarıdır
mı demeliydik
uzaklaştılar az önce
sözlerini ceplerine doldurup
kendi
merasimsiz cenazelerine intihar girişimi olmaya
onlardan farkımız şuydu:
acemaşiran nakkaşın suzinak bestesi-ni çal
derdin
hep onu derdin
oysa biz biliyorsun hiçbir sahilde ayak izimiz dahi
kalsın istemedik
ki dinlediğin ses
ağustosun sesi: yalnızca
ötelerde değil tam da iki iklimin ortasında:
cenazesiz merasimlerimize gark olmaya
elsiz dilsiz kimliksiz kalmaya
alışılmadık şeyleri birbirine katmaya
ve seni yosun kokusuna sarmadan
hemen önce
ince bir sarsıntı ile öpmeye

/
söyledik ve bitti bütün çağrışımlar (öğle mi)
bütün dudakların öpüldü senin
sırlara gömülen aynan kırıldı
her bir parçası şimdi
beyaz bir çarşaf gibi yataklıklarımda
batıp duruyor zamanın durduğu yerlerime


son:
tarihi unutalım
camilere işeyen çocukların sesinde
yaşlı kilise çanları gibi unutalım kendimizi
geriye bir o kalsın
o sarsak yosunlu çözülüş

//
not: pejmürde cenazelerine sinen şaşkınlığı saatin gösterdiği
zamanda boşuna
arıyor o kalabalık ileriye dönüp sobelemek yerine eğilip
gölgesini
tekmeliyor!
..
önü ardı: “herkes pek bi kendi”




kafiyesiz ölüm

“kafiyeye ve ölüme inanırım” (turgut uyar)


boğazıma dolanıyor şu delicenin dalları
kıskıvrak yakalıyor dilimi
yutkundukça hıçkırığa dönüşüyor
ve ucundan tutulası bir şey olmaktan çıkıyor
bu yaşamak


//kurumuş dallara benziyor bakışı
öpüşürken ağlayan bir kadının
son nefesinde kırılıyor//


yakın iklimleri
ve yaklaştıkça üşüten iklimleri düşünüyor
birdenbire nasıl oluyorsa düşünüyor işte ve üşüyor durup durup
o yaprak


(sahi masumluğunu red edip
kendini sermest bir ırmağa sunan o yaprağın
ödeyeceği bedeli (!)
soran bir tanrı var mı (?)
boğazıma dolanan dallar arasında
gösterin
tükürmeliyim suratına dünyanın)

ELA DİNCER


Turgut Uyar'ın Şiiri.../ Mustafa Günay



TURGUT UYAR’IN ŞİİRİNDE

TARİH, ZAMAN VE İNSAN


Turgut Uyar bir şiirinde şöyle der: kışsa/zordur bir yazı anlamak/(...)bir yazı anlamak/zordur ve anlamlıdır”. Yaza girdiğimiz bu günlerde kışı anlamak kolay mı diye sormak geçti aklımdan.
Bazı şiirlerde yanıtlarını buluruz, izinden gittiğimiz soruların. İçimizdeki sislerin dağıldığını hissederiz, önümüzde bir ufkun açıldığını görürüz. Ama bazı şiirlerde de sorularla karşılaşırız; hem de yanıtı zor sorular... Elbette şiirin soruları/şiirdeki sorular, günlük yaşamın ve felsefenin sorularından farklıdır. Günlük yaşamda saatin kaç olduğunu, felsefede zamanın ne olduğunu sorarız. Turgut Uyar “Büyük Saat” şiirinde ise şöyle sorar: “Şimdi tarihte saat kaç?”
Tarihe ve zamana, insanın tarihle/zamanla ilişkisine ve geçmişine ilişkin temel bir sorudur bu, Uyar’ın şiirlerinde. Çeşitli şiirlerinde bu sorunun ardından giden Uyar, zamanla/tarihle/vakitle ilgili kaygıların, arayışların ve sorgulamalarının gerekçesini ise şöyle dile getirir: “bizim tasalarımızın eskidir tarihçesi/sonunda umutlanmak, başında gül bahçesi/bir bayrama su veriyor bir gümüş çeşme/çünkü dünyada artık/vakit dardır”(s.339)
İnsanı içinde yaşadığı dünyanın tarihsel koşullarıyla, zamanla/vakitle hesaplaşmaya yönelten şey, yalnızca geçmiş değil, aynı zamanda gelecektir. Çünkü saate baktığımızda/saati sorduğumuzda şimdiyi saptamak/öğrenmek isteriz. Şimdi ise geçmiş ve geleceğin arasındaki kısacık/daracık bir an değil midir? Uyar’ın dediği gibi, “vakit dardır” gerçekten. İşte bu daracık vakitlerde insan varolmaya, kendini gerçekleştirmeye uğraşır. “eririz tükeniriz, toplanır yaratırız.Bu bize aşktır/biz belki de en uzun yaşamalı bir su’yuz”(s. 272)
“Acıyor” şiirinde insanlığın “dikey ve yatay mutsuzluğundan” söz etse de, şiirlerinde hep bir hüzün tortusu hissedilse de, umutsuzluğun şairi değildir Uyar. “Güllerin, buğdayların ve acının şarkısını”, herkesin sesinde duyumsayan şair, “çağımıza pek uygun bir hızla” gerçekleşecek bir gelişmeden de söz eder: “Bütün çalar saatlerin/Derin ve güzel bir su’yu vurduğu zamanda/Hızla gelişecek kalbimiz”(s.249)
“Şimdi tarihte saat kaç?” sorusunun zor bir soru olduğunu söyledik. Belki de yanıtsız bir soru. Zaman/tarih hep akıp gittiğine ve insan da bu akışın içinde yer aldığına göre, yanıtlama denemelerimiz başarısız kalacak gibi görünmektedir. Çünkü Uyar2ın dizeleriyle, “durursa anlaşılır saatin kaç olduğu/Ürkek yürek bütün geçmişi kabulleniyor.”(s.211)
“Tarihi bir olmaz akış gibi” yaşayan insan, “hangi soruyu yanıtlasam yetersiz kalıyor yanıtım” demekten alamaz kendini. Hiç kızmadan saatine bakar; belki biraz geri kalmışsa, düzeltir.(s.215) Uyar, güneş vururken başına, geceye hazırlanır, “yanılmışların ve hazırların gecesine”. Ve Şehzade Mustafa, Hacı Bektaş, Mustafa Kemal gibi tarihsel kişilikleri ve iz bırakan olayları hatırlatarak, “şimdi tarihte saat kaç?” sorusunu yineler, yıldızlar evet derken uzaklarda.
Soru önemlidir ve süreklidir, yinelenir sık sık şiirlerde ve yaşamda. Çünkü şair, insanın geçmişle gelecek arasındaki zamanın o dar vadisinde, “kuru güller gibi sessiz ve ince” halini dile getirirken, ölmüş bütün biçimleri de kullanır. Ama soru aklımızı kurcalamaya ve şiiri kurgulamaya devam eder: “saat, sat kaç hala/Bilmem? Ben güneş saati kullanıyorum”(s.216)
Uyar’ın şiirleri bir günebakan tarlasıdır, hasatçısını bekleyen ve onu sorularla karşılayan.


Yazarı: Mustafa Günay

NOT:Yazıdaki dizeler Büyük Saat (Can Yayınları) kitabından alınmıştır


Turgut Uyar



Senfoni

Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.

İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.

Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.

Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum...

* * *

Ses

seni sonsuz biçimde buldum o biçimi almıştın
sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın
yürüdü üstüne herkesin neonu, herkesin babaannesi
herkesin en eski olan kökü, en eski hanesi
yeşili bozup suya çevirdin, akşamı sonsuz uzattın
ne buldunsa o akşama uygun, ne buldunsa ona kattın
sen bir atmacanın en uzun çığlığısın, her türlü gökte
göğü büyüttün, otobüsleri aldın, şehirleri ufalttın
seversin diye söylerim her şeyi, sana uygun olsun
çünkü her şeyin birbirine uygununu sen bulursun
gel ellerini ver en güzel ellerini öyle
ruhum, ateş yüreğim, kokum birlikte öyle...

* * *

Deniz Anlatıyor

adı çok duyulmuş bir ozan değildi
Tonyalı balıkçılar arasında
-onlar ki her türlü balığı tutarlardı denizden-
ama iyi bir ozandı
bütün söylentilerin tersine
denizde de olabilirdi sandalla
uzun geçmişli denizle
gün batımında var olan
ve gün doğumunda da


TURGUT UYAR


2+1: Şiirler



Sanatçı

Zaman, oturtur kucağına sanatçıyı
öper ince boynunun kuğusunu
tutarak inci damlayan ellerini
der ki dur artık
önümden gidemezsin.


Jackson POLLACK, siyahla çizgiyi dans ettirir.
Alberto GIACOMETTI , şiiri heykelleştirir.
William SHAKESPEARE, aşka ve ihanete bulanmış sözcüklerin sihirbazı.
Salvador DALİ, şizofren düşlerinden doğan dahi.
Van GOGH, yoksullukla beslenen günebakan.
ADONIS, ateşle suyun rüzgârla dansıdır.
Franz KAFKA, yalnızlığın Prag damarında dolaşan gezgini.
Emily DICKINSON, doğanın ve aşkın tutkulu cenneti.
Andrei TARKOVSKI, zamanın izini bir şair gibi görüntüler.
Charles BAUDELAIRE, içindeki şeytanı yazarak sindirir.

Şiir:Dilek Değerli
(Eylül'de Çekirdek Sanat Yayınları'ndan
çıkacak "Gece Kelebeği" adlı kitabından)

* * *

İKSİR

Herkes hizasını seçsin
Aşk yoksa kuyular boş
Açıkçası ben şöyle düşünüyorum
isyancı çocuklar kalksın ayağa
Ne anlamı pineklemenin

Hudey zebanilerin evliyası
Kanın hesabını kim tutuyor
Kim biliyor yalanın gerçek olduğunu
işte mazlumların vebalsiz kılıcı
Cenneti de cehennemi de ikiye bölüyor

Susuzluğun çölleşen töresi
Var mı konuşmanın bir anlamı
Artık kuyularda Yusuf yok
Herkes bulsun hizasını
Utanıyorum kan içinde yaşamaktan

Açıkçası ben hiçbir şey söylemiyorum
Sular karardıktan sonra
Son sözümü söyleyebileceğim
Kimse yok kimse yok çünkü aranızda

Keşke bana bir iksir olsaydınız

Şiir:Bayram Balcı

* * *


Suskunlar

Örülmüştü bu yürekler insan kaygıları,
İnsan coşkularıyla,
Yıkamıştı onları keder, o iç titreten bir güzellikle.
Sevinçle, neşeyle hemen çarparlardı, iyiliğiyle yoğurmuştu onlar yıllarını;
Günbatımı ve renkleri bu toprağın: onlarındı.
Bu yürekler, med-cezirler, uyku-uyanıklık nedir, bildiler.
Müzik dinlediler, vurgun oldular,
Gururla gezdiler dostlar çevresinde, yalnız da kaldılar.
Duydular düş gıcıklayan şeylerin tez itişini,
Çiçeklere, kürelere, yanaklara dokunmanın yumuşak hazzını.
Bunlar artık hep bitti..

Şiir: Brooke
Türkçesi: Sufi.





YİNE OLMADI / Ziya Alpay



Yine olmadı tutunamıyorum-
Onlar da mı gelecek
Gelmeseler
Birkaç nöron eksik birkaç nöron fazla
Ne fark eder ki
Hiç- yani bu kadarcık mı fark var aramızda-

Söylenecek bir şey kaldı mı? Kalmadı ki
Gidiyorum işte
Artık onlar da otursunlar
Aradım durdum bir yol
Yok ki
Bir cenaze alayının peşinde ben –var mıyım ki-
Seçenekler azalmış artık çoktan seçmeli bir şey yok
Onlar otursunlar demedim mi?
- Ne diyorsun ?
- Diyorum ki günden güne anlam kaybediyor her kelime kan kaybeder gibi
- Olmassa baştan başlayalım mı ki
- Hadi başlayalım. Geçen gece rüyamda bir kirpi gördüm, şişman besili.
- Olabilir. Ben de bir tren kazası gördüm. Fakat niyeyse yolcular inmemişler
Trenin tekrar hareket etmesini bekliyorlardı.
- Ölü var mıydı ölü?
- Bilmem. Görmedim. Hem ne fark eder ki. Hem bunu öğrenirsen hayatının geri kalanında ne değişecek ki
- Olsun, senin gördüğün ölülerin sayısını kendi gördüklerimle ile mukayese etmek istedim
- Diyelim ki ben söyledim sen de mukayese ettin, eline ne geçecek?
- Hiç…(Gülüşmeler…)
- Anlamıyorsun, yine olmadı.
- O zaman anlat sen de
- Tamam anlatıyorum öyleyse
Onca yaşanan günden sonra
Bir gün dokuz ciltlik bir romanı okumaya başladım
Ben okurken zamanı unuttum ama bir yanımla
Biliyordum ki aradan günler geçti
Ve haftalar, aylar sessizce geçti üzerimden
Ben ise yedinci cildin 199. sayfasına geldiğim halde –evet, doğru, hiç çıkmadım odamdan-
Hiç kimse çıkmadı romandaki odadan .

[Bununla birlikte zaman zaman birileri tuhaf gıcırtılar çıkartan tahta kapıyı itip sessize içeri girerek bir yere oturuyorlardı. Onlar – Sanırım bu dünya ile öteki dünya arasında kalanlar- Yavaşça ve sessiz adımlarla girip girip oturuyordular sandalyelerden birine. O kadar çok sandalye vardı ki –hepsi ahşap, hepsi eski- Onları saymak yıldızları saymak gibiydi. Ve herkes sırayla bir şeyler anlatıyordu: Mesela biri çocukken bindiği bisikletle geçirdiği kazayı –kafasından anlar akmış- Diğeri yüzyıllar boyunca sürdüğünü düşündüğü aşkının çok sıcak bir yaz günü- 2 Ağustos- Gözlerinin önünde nasıl dondurma gibi eridiğini, çocukken elindeki kırmızlı beyazlı uçan balonunu nasıl kaçırdığını. Birisi işsiz kaldığı bir günde şehirdeki rasgele otobüslere binip, gece yarısına kadar gezdiğini, Bir diğeri ise ölüm meleğinin büyüleyici güzellikte bir kadın olarak akşamüstü evine geldiğini ve Bach eşliğinde onunla nasıl arzuyla seviştiklerini anlatıyordu ki (Ve de önemli önemsiz her şeyi) Duvar saatindeki saniye ibresinin tik takları beynimi kazıdı.

–Niyeyse hiç kimse çıkmadı odadan, mevsimler değişti ve yağmur başladı-

Dışarıda yağmur başladığında içeride adeta bir ölüm sessizliği oluştu
Sardı odayı. Ve her şeyi uçsuz bucaksız naylon bir örtü gibi örttü
Sonra onlar yağmurun söylediği;
Bestesiz, güftesiz ve sözsüz şarkıya alkış tutup dansa başladılar
Bu sesleri duyan
Gökkuşaklarından yaratıldıkları anlatılan tuhaf yüzlü insanlar
Pencerelerin önünde
Bir belirip
Bir kayboldular

[ Bütün bunları okuduktan sonra aniden ve istem dışı bir hareketle başımı kaldırdım kitaptan ki ne göreyim!! O odadayım. Her tarafta sandalyeler ve onlara oturmuş tanımadığım insanlar. Tek tek yerlerinden kalkıp okuduğum romanın kara kaplı ciltlerini bembeyaz ellerine alarak sayfalarını karıştırmaya başladılar. –bana öyle geldi ki bu iş bitecek gibi değildi- Sanırım kendileri ile ilgili bölümleri aradılar. Zaman her şeyi ezip geçen bir silindir olarak geçtikten sonra herkes tek tek kitapları aldıkları yerlere bıraktı. Sonrasında, nedendir bilinmez, hepsi birden bakışlarını bana doğrulttular. İşte o zaman her birinin gözleri renkten renge girdi-çıktı. Yerimden kalkıp yanlarına giderek bir şeyler söylemek istedim. Fakat işte tam da o zaman önümde baştan aşağı kırmızılar içinde bir kadın belirdi. Saçları siyahtı. Omuzlarının üzerine düşmüştü. Yüzü görünmüyordu. Boynu, gerdanı ve bacakları açıkta ve beyazdı. Kollarını sonsuz bir arzuyla bana doğru uzattı. Ve ben de ona doğru uzattım kollarımı. Fakat Heyhat!! Ellerinin içinden geçti ellerim –düşlerin düşlerin içinden geçmesi gibi-Böyle olunca ben daha önce hiç tatmadığım ve bilmediğim bir hüzne kapıldım Gözlerimden yaşlar süzülüp aktı yanaklarımdan. Buna sebep aslında hüzün değil, acı hiç değil, sadece ulaşılmazın peşinde yıllar boyunca yalın ayak koşmanın insana verdiği çaresizlik karışımı bir umutsuzluk duygusuydu. Evet, öyle, ben ki umutsuzum, Leyla’sının peşinde koşarken çölde yolunu kaybetmiş bir susuzum. Bana zamanında çok şey anlattılar, söylediler, yol gösterdiler ama nerden bilsinlerdi ki ben yolsuzum. Olmadı, geceleri parklarda oturdum, karakolları gezdim bir bir. Durup durup sorgulardan geçirdiler beni, inan ki çoooook…. Uykusuzum. Gerçek bildiğim şeyler için duygularımı, düşüncelerimi ve kendimi ortaya koydum. Ne oldu? Hiç. Şimdi kimsesizim. En karanlık koridorlara doğru gözüm açıldı o zaman atıldım, ehliyetsiz, Ankara’nın ana caddelerinde, eski bir golf’le çıkmaz sokakları aradım. Anla ki umarsızım. ]


Ne zaman ben
Evin içinde bir oraya bir buraya dolaşmaktan
Canım sıkılsa ve balkona çıksam –akşamüzeri-
Karşı binadan birileri en güzel elbiseleriyle
Düğüne giderdi.
Ne zaman da içeri girsem –balkondan-
Milyonlarca ay gökyüzünde belirirdi. –gecenin yarısı-
Beyaz ışınlarla aydınlanan dünyada
İsa’nın “Lazarous çık dışarı” demesiyle
Ölüm meleği yağmur gibi damla damla inerdi aramıza
Ve sonra
Yeryüzünün bütün ölü insanları bir bir dirilirken
Gökyüzündeki bütün “ay”lar kızıla dönüşürdü

[9. cilt ellerimin arasından göğsüme düşmüş olarak uyandığımda odamdaydım. Hemen kitabı masaya bıraktım. Yatağımın tam karşısına gördüğüm aynaya doğru gittim. Önce kendimin sonra odamın yansımasına baktım, baktım, baktım… Nasıl oldu bu bilmiyorum ama yüzüm geçen yılın dokuzuncu ayının dokuzunda ölen kız arkadaşım “Gizem”in yüzüydü ve bedenimin aşağısı görünmüyordu. Bundan sonra ne odam aynı odaydı ne de ben aynı bendim.]
Aklımda Gizem’in yazdıklarından bir dörtlük:

Hiçbir güzel şeye sevinmeye
Zaman tanımadı ya kader
Ne de kötü bir olaya layıkıyla üzülmeye
İmkân olmadı

[Peki, böyle oldu mu? Sanmıyorum, yine olmadı]
İyi ama Gizem,
-Böyle şeyler mi yazılır? Yazıyorum
Yazmaz olayım-

Ziya Alpay




David Hume ve İnsanın Ontik Yapısı / Sufi





Yıl 1997, İbni Rüşt ve Hume düşünce sistemlerini inceleyen ve iki düşünürün birbirlerinden yüzlerce yıllık “uygarlık” mesafesi + farkıyla varlık sorununa nasıl yaklaştıklarını irdeleyen uzunca bir yazı o dönemlerde, daha internet paylaşımının olmadığı zamanlarda “Sessizliğn Sesi” adını verdiğimiz atölye içi defterimizde defter okurunun yakından tanıdığı dostumun kaleminden çıkmıştı, o gün bugündür bu iki düşünür ilgi alanıma girmiş bulunuyorlar. İbni Rüşt’e içsel ve temelden bir yaklaşım için (dil sorunundan dolayı + Arapça bilmiyorum) fazla bir şansım yok, ancak ben de sadece hepimize sunulan çevirilere güvenmek zorundayım. Sonrasında, “ben İbni Rüşt’ü değil, ileri sürdüğü “sistem” açısından İbn Sina’yı tercih ederim” görüşünü okudum jm’den, o an zihni bulanıklığım iyice derinleşti. Felsefe ve düşünce kulvarı kimi zaman dil donanımını da gerekli kılar, yıllardır dilimize çevrilen çoğu metinlerin düşük volümlü çıkışlarından ben de herkes gibi ciddi biçimde rahatsızım.
Dil sorunu açısından tam tersi Hume, benim için böylesi bir zorluğu ifade etmiyor. Borges Defteri’nde( arşivinde) ise üç yıl önce yine birkaç yazıyla onlara odaklandığımızı anımsıyorum. Bilirsiniz kimi düşünür ve filozoflar var , onları tanıtan yazılardaki o ilk saptamalar çok önemlidir. Zihnin “ham” ürünleri, ilk kıvılcımları olduğu için ciddi ip uçlarını da barındırırlar.
Düşünür, Filozof Hume bunun için uygun bir örnektir sanırım.
Hume’un çok belirgin bir özelliği onun asla bir “ism” filozofu olmadığıdır. Yani bir Adorno gibi Marksizm’in yeni yorumcusu düşünür olarak algılamamız pek olası değil( biçim açısından), onun ilgi alanı daha çok Sistem ve Anti-Sistem temel üzerinedir. Adorno’yu 5-6 yıl önce irdeleme fırsatım oldu. Minima Moralia adlı yapıtı onun baş yapıtıdır, üstelik Türkçeye de kazandırıldı bu yapıt. Adorno üzerine de bazı yazı notlarım var, sırası gelince üzerinde duracağım, ama şunu söyleyebilirim Adorno’nun bir konuda dehşet bir ustalığı var, o tam bir düşünce “parçalama” ustasıdır, çağdaşı düşünürler arasında bu özelliğiyle hemen dikkat çeker. Vurgulamak istediğim nokta ise örneğin Adorno’dan uzunca bir paragraf okursunuz, sonunda o paragraf ve düşündüğü “şey”i öylesine atomize ediyor, öylesine parçalıyor ki, elinizde bir tek kuşku dumanı kalıyor.

David Hume, tıpkı Kant gibi içinden çıkılmaz bir “yapıştırmayla” karşı kaşıya kalmıştır. Sanki her türlü metafiziğe karşıymış gibi yansıtıldı uzun yıllar, daha ziyade onun şu düşüncesinden kuvvet aldıklarını tahmin ediyorum: “ Bu eserde acaba nicelik veya sayı ile düşünceler varmıdır? Hayır. Olayların bilgisi ile ilgili herhangi bir deneyime dayanan düşünceler var mıdır? Hayır. O halde onu ateşe atınız, zira onda safsata, kuruntu ve boş hayalden başka bir şey yoktur”. Şimdi bu sözlerin her devirde geçerliliği vardır ama bir tek metafizikle sağlıklı bir bağlantı kurmakta zorlanıyoruz, ne ilgisi var?
Onun metafizik’le ilgili olarak daha açık sözleri var ( kaynak: Hume. D: Enquiry Concerning the Human Understanding – Oxford Press), bu yapıtta şunları yazıyor: “ Fakat çok defa durum böyle olmayıp iş daha ileriye vardırıldığında, hatta derin düşünce ve usavurmaların hepsini yahut da genel olarak metafizik denilenin kökünden red ve inkarına kadar gidildiği için, biz de, şimdi metafiziğin lehinde ileri sürülebilecek olanı araştırmağa başlayacağız”. (Çev. Sufi)
Birkaç sayfa sonra konuya daha da açıklık getirir: “ Hayatta tutabileceğimiz en hoş ve en masum yol bizi, bilginin ve öğrenmenin peşisıra götürendir. Her kim ki bu yolu birkaç engelden olsun temizleyebilir yada bu yolda herhangi yeni bir ufuk açabilirse o kimse, o ölçüde insanlığın velinimeti sayılmalıdır”. Hume’u açarsak şu çıkıyor, karanlığın derinliğinden aydınlığı fışkırtabilmek ne kadar emek gerektirirse gerektirsin insanda derin bir sevinç yaratmasın mümkün mü? Kaynağıyla beraber çevirdiğim bölümler onun ne düşündüğüne dair açık ipuçlarını taşıyor. O aslında Kant gibi analtik yargılara dayanan bir sistemi savunuyor, yanılmaları korkusuzca dile getiriyor. JM’nin yazsında da aynı buna benzer bir paralel

düşünce dikkatimi çekiyor: “ Yanlış metafiziğe aldanmamak için sahici has metafiziği ele alıp onunla özene bezene uğraşmak gerekiyor, hoş ve boş gevezelikle bu işler olmaz, spekülasyondan iberet olan eski, köhnemiş bakışı terk etmeliyiz. Bugün bizim için artık ne bir sistem metafiziği-Hegel, Schopenhauer, Fischte, Schelling’te olduğu gibi- ne de sahalar metafiziği söz konusu olablir, kaynak problemlerimiz var ve sonuna kadar çözümlenemeyen
irrationel bir artık taşıyan problemlerdir tümü. İnsan aklı daima onlarla karşı karşıyadır. Metafiziğin bugün bir problemler metafiziği olarak ortaya çıkmasında birçok düşünürün payı vardır. Hume onlardan sadece bir tanesidir”. (JM, sessizlik kulesi arşivi-1997).

Hume için felsefedeki, bilimdeki uğraşlarımızda insanın konkret bütünlüğünün kaybolmamasıdır. Bence de boş hatta yer yer zararsız gevezelik, bir masa başı felsefesi bütün bunlarda, insanla hayat arasındaki yakın ve içten ilgi söz konusu değildir. Bilimde ve felsefede her yeni şey insan içindir. Konkret hayat ilişkileri dışında kalan bir felsefe insana ne sağlayabilir? Fenomenlere sırtını çevirmiş, “boş bir spekülasyondan” ibaret olan felsefe ile ne yapılabilir? Yukarıda da açıkladım Hume bir “sim” filozfu hiçbir zaman olmadı, felsefe ile uğraşanların Hume’u empirismin temsilcisi olarak hatta işi onun posivitismin “kurucusu” olarak göstermeye vardırırlar. Buna hangi temel düşünce sebebiyet verdi diye sorduğunuzda yanıt almanız mümkün değil!
Hume bütün bilgilerimizi bunlar ister “analitik” olsunlar ya olmasınlar, tümü “experince”(deneyim-tecrübe)den elde etmiştir. Analitik bir bilgi olan matematik ve lojik bile deneyimden elde edilmiştir.Onu ilgilendiren sorun bilgilerimizin kaynağı problemi değil, bilgilerimizin çeşitleridir. Hume çapında bir filozofun gelecek hakkında bilgimizin mümkün olmadığını düşünmesi ancak şu şekilde anlaşılabilir: gelecek, şu andaki bilgimizin sınırlı olması dolayısıyla, olması mümkün bir bilgi niteliği taşır. Şartların totalitesi değiştikçe, şu ya da bu imkandan hangisinin gerçekleşeceğini bilmiyoruz, çünkü bilgimiz şu andaki şartlarla bir aradadır. Ama bir başka zaman, bizim henüz bilmediğimiz şartların meydana gelmesiyle, güneşin doğmaması mümkündür, akıl bunu herhangi bir çelişme düşünmeksizin, kolaylıkla kavrayabilir.
Bu, dış dünyanın varlığından şüphe edilmesi demek değildir; bu, bizim bilgimizin daima eksikliklerini tamamlayan, yeni araştırmalarla bilinmeyenlerin bilinir olması niteliğini taşıyan yolculuk olduğunu gösterir. İşte Hume’u dış dünyanın varlığından şüphe eden septik bir filozof olarak düşünmek bunun için imkansızdır. O ne bir empirist ne de septik bir filozoftur.
O problemlerle haşırneşir olan, onlara açık bir filozoftur. Sözümü “Sessizlik Kulemiz”de çıkan o yazıyla bitireceğim: “ O bir “sistem filozofu” değil, bir “problem filozofu”dur.


Sufi.


" Amoroso ma non troppo " / Leon Felipe



" Amoroso ma non troppo "

Piyano hırsızı kadar
tuş çaldım aşkla
ama hızlıca değil
o gece o
uyurken dehlizde
ben gizlice kemirdim
kulağını farece
veba saldım sinsice
uyuttum onu tatlı nefesimle
hohladım ben kulakları dik
labirentsiz fare
sevdim işte enayice
üstüme kapan kurulmadan önce.


TROMPET

Çöpçüler gelmeden toplanan kağıtların arasındaydı. Hürriyet gazetesine sarılmış boylu boyunca uzanıyordu ağacın dibinde. Kağıtçı bu uzun zurnayı eline aldı. Dudaklarına götürdü. Üfledi. Ses yok. Üfledi. Ses yok. Tekerlekli arabasına attı. Diğer çöp torbalarını karıştırdı.Süt kutuları, tereyağı kağıtları, sigara paketleri, gazeteler...Tekerlekli arabasını yokuş yukarı itti. Hesabına göre yetmiş kilo vardı. Bir otuz kilo sonra günü kurtarabilirdi.
Yokuşun tepesinde elindeki şişe biradan son yudumu alan belediyenin kadrosuz memuru kağıtçıya bakıyordu. Yanındakilere döndü. “ Vurun ibneye!” dedi. Adamlar yokuş aşağı ellerindeki sopaları sallayarak koştular. Kağıtçının üstüne abandılar. Tekerlekli araba yokuş aşağı kaydı, kaldırıma çarptı, durdu.
Kağıtçı ortalığa saçılan kağıtların arasında parçalanan arabasını görüyordu. Adamlardan teki trompetle arabaya vuruyordu. Trompet ortadan ikiye kırıldı.
Tekerler söküldü, dört bir yana savruldu. Belediyenin kadrosuz memuru kağıtçının yanına geldi. Kırık burun, yarık kaşlar, şiş gözler, çatlak kaburgalar...kağıtçıyı ayağıyla dürttü memur. “ Lan dürzü! Yok artık atık katık işleri. Gezme buralarda bir daha canını alırım.” Dedi. Etraftaki binalardan sadece birinin perdesi aralandı. O da hemen kapattı. Kağıtçı doğrulamadan bayıldı. Az sonra da iç kanamadan öldü.
Gelen polisler yerdeki kırık trompeti gördüler. Savcı “ Sarhoş, kimliği belirsiz müzisyen” tutanak tuttu. Belediye mezarlığına onun olmayan trompetle gömüldü kağıtçı.
( Bu olay Ankara’da gerçekleşmiştir.)

Yazarı: Leon Felipe



Samih Rifat için 3 Mersiye




…SESSİZCE…

- Samih Rifat’ın ardından…



sessiz okuma sanatını belledik önce
sonra susmayı

ilahlar hep kuşkulu
şair diline dilsiz
gömütlük ıslığıydı kimliğimiz

anlamsız bir şakırtı emerdi terimizi
intiharın cinayet olduğunu söylemediler hiç!
sesime konan kuşlara kızdığım gün
anladım öldüğümü

“bütünün habercisidir parça”
ve oğlun kaderi babaya…

bu eksiliş
bu aceleci gidiş ah!
sesimin yırtılışı sesinizde...
bulutu yağmanızı özlerdi
nefsime tembihlediğiniz sessizlik

cinayetler tanıktır
“akla kara arası”

sessizce öldük biz


(6 Ağustos 2007) - Naime Erlaçin

* * *


ada

çevirileriyle aklından fotoğraflarıyla yüreğinden rızklandığım ada;
Samih Rifat,
ve onlar için;
onun gibi ışıkla ağırlanacak sessizler’ e ;

insan insanı unutturmayacaktır.

olimpos’ ta ölüm


sen üzülmeyeceksin dio..
bunu sana uykumda söyledim

gece periler fısıldarmış nerden bilecektim

açığın dalgalarında ararken sessiz bir ölüm
batan günün ufkunda şafağın rengini gördüm

ışığın davetiyle sarhoş
rüzgar alıp götürür tekrar
yaşlı omurga fırtınalara açık
gömülmeden de unutulmak var

limanda gülümsüyor kaptan eudomos
alarga! gözümü alan şafağa hayran yine
yenilmeye gideceğim ben hiç bıkmadan

el sallarken kırılan dalgalarda periler ardımdan


Nefise Pınar



* * *

Yeryüzü Suları

(Herakleitos: Bir Kapalı Söz Ustasıyla Buluşma
Denemesi'ni yazan ellere ithafen)

Ay'dan geriye kalan:
Pencere üzerinde bir avuç kül,
Ve tüm yeryüzü sularından
bir damla
senin yüreğinde.
Ve sınırlar Tanrı resmini o denli
kirletti ki
geriye ne bir "ada", ne de bir "ad" kaldı.


Renkler
fil cinsinden bir kolye
boyunlarımızda.


Ve gidişin için bir timsah
akşam sofrası üzerinde!


Yarın sabah,
Belki yarın sabah
"İnsan" tekrar sokaklarda görünecek,


aldırma
nasılsa serçeler dallar arasında
gizlenecekler.

Sufi.


Samih Rifat Anısına...



Samih Rifat en üretken yıllarında yeryüzünü "bilmeceler" yurduna doğru terk etti, bu müthiş değerimizin ani gidişi hepimizi derinden yaraladı...birçok yapıta, projeye, fotoğrafa imza atan Samih Rifat'ın yeri kolay doldurulamaz...kederli ailesine, sanat-edebiyat ortamımıza, "İstanbul Araştırmaları Enstitüsü"ndeki çalışma arkadaşlarına başsağlığı diliyoruz.


Enis Batur'un Samih Rifat'la Mimar Sinan ve Köprüsü üzerine"sanat mekan"programı için gerçekleştirdiği söyleşiyi dinliyorsunuz.
Söyleşi kaydı için Sn. Mert Yıldız'a çok teşekkür ediyoruz!..

BORGES DEFTERİ








LEONARDO DA VINCI

Bilmeceler
(Kehanetler)
Türkçesi: Samih Rifat
(kısa bölümler)*

“Vincli hezarfen kahinin” kehanetleri –el yazıları Samih Rifat tarafından dilimize aktarılmıştı.
Kitap hakkında Samih Rifat uzun bir giriş yazısı kaleme alır. Yapıt hakkında:‘Rönesans’ın büyük ustası Leonardo da Vinci’nin, yalnızca aynada okunabilen ters yazısıyla ünlü defterlerine yazdığı bilmeceler, “muammalar” kehanetler…aykırı bir söylem” der.

Öğüt üstüne:
-En gerekli olanı kimse bilmeyecek, bilinse bile yanlış bilinecek.



Sefil birine dalkavukluk edecek birileri ve aynı dalkavuklar, her zaman aldatacaklar onu, parasını pulunu çalacaklar, öldürecekler.

- Bir şey çıkacak ortaya, onu örtmek isteyen kişiyi örtecek.

Gümüş ve altın üstüne:

Mağaraların dibinden çıkacak o nesne; ve dünyadaki tüm insanlar, onu yanlarına çekebilmek için büyük telaş ve sıkıntılar içinde, gayretle çalışacaklar, acı çekecekler, terleyecekler.

Kehanetlerin bölünmesi:
Akıllı hayvanlardan söz et önce, ikinci olarak düşünme yetisi olmayanlardan; üçüncüsü bitkilerden, dördüncüde törenlerden, beşincide alışkanlıklardan, altıncıda öneri, bildiri ve tartışmalardan, yedincide doğal düzene aykırı önerilerden( örneğin eksildikçe çoğalan bir maddeden). Ağırlıklı önerileri sona bırak ve en az önemlilerden başla, önce kötülükleri göster
Sonra da cezaları; sekizinci sırada da felsefeyle ilgili şeylerden söz et…

Düş üstüne:

İnsanlar, yeni örenler gördüklerini sanacaklar gökte, ve oradan sarkan alevler, ürkmüş gibi sağa sola uçuşacak. Her türden hayvanın insan dilini konuştuğunu duyacaklar, bir anda koşacaklar, hiç kıpırdamadan, dünyanın çeşitli yerlerine, karanlıklarda en büyük görkemleri görecekler. Ey olağanüstü insan soyu! Hangi taşkınlık buralara sürükledi seni? ….

(*): Sel yayıncılık-geceyarısı kitapları dizsinden-2001


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***