Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Dört Güvercin / Nazım Hikmet





Geldi dört güvercin
suda yıkanmak için.
Su mahpusane yalağındaydı.
ve güneş
güvercinlerin
gözünde, kanadında, kırmızı ayağındaydı.
girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun içine.
ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
Güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında
uçabilirler.
Durdurmaz onları demir ve duvar.
güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve kanatlar
Şimdi burda, şimdi damın üzerinde.
İnsanların kanatları yok
İnsanların kanatları yüreklerinde.
Dört güvercin
güneşe varmak için
yıkandı, uçtu sudan.

*Nazım Hikmet’in son sürprizi!
Türk şiirinin en büyük ozanlarından Nazım Hikmet’in yeni bir şiiri bulundu. Eşi Piraye’nin arşivinde “Dört Güvercin” adlı şiirin yanı sıra, yarıda kalmış üç roman taslağı da var. Taslaklar yakında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılacak.


J.L. BORGES-iki şiir / Çeviriler: E.Tokman-L.Felipe




SINIRLAR

Gün batımında belirsizleşen bütün sokaklarda
Şu birisinin adımında
Bir şey olmalı (Bilmediğim)
Şimdi onu düşünmeden son kez yürüdüm

İlahi yasaları kim önceden düzenler
Bütün gölgeler, rüyalar ve şekiller uğruna
Gizemi ve kusursuz dengeyi kurgular
Bu hayatın kumaşına işler?

Eğer bütün şeylerin bir sınırı ve ölçüsü varsa
Ve son ansa ve başka hiçbir şeyse ve unutulmuşluksa
Kim anlatacak bize bu evin içindekini?
Tanış olmadan söylediğimiz elvedayı?

Aydınlanan pencereye doğru gece çekilirken
Yığınlaşan kitapların arasında
Düzensiz gölgelerinin düştüğü o loş masada
Asla okumayacağım bir şey olmalı

Ulaşılmaz, bir taş baskıda* olduğu gibi
Dolgu süslemeleri ve dikili kaktüsleriyle
Halen benim geçişime yasaklı
Birçok denenmiş yol vardır güneyde

Bir kapı vardır sonsuza dek kapadığın
Aynalar seni boşuna bekler
Kesişen yollar sana sonuna dek açık görünür
Fakat seni izleyen, dört yüzlü, Janustur*.

Ne beyaz bir güneşle ne de sarı bir ayla
Şu kaynağın derinliklerine doğru görünmeyeceksen
Bütün anılarının içinde bir tanesi vardır
Çağırışının ötesinde şimdi kaybolmuş

Günbatımında, ışık kaybolmandan önce,
Hiçbir zaman anlamayacaksın yeniden, bir Perslinin
Kuşlarla ve güllerle örülü diliyle söylediğini,
Sözler adamak isteyeceksin unutulmuş şeylere

Kararlı akan *Rhone ve *Göl, gün doğarken
Romalılar tarafından tuz ve ateşle acı çektirilmiş
Kartacalılar* kadar kayıp olacaklardır
Bugün eğilir miyim bütün şu engin dünün gölgesinde?

Düzensizliği duyar gibi oldum,
Kalabalıkların fısıltısını, yalpalayan ve yiten;
Onlar sevildiğim, unutulduğum her şeydi
Boşluk, zaman ve Borges şimdi benden ayrılırken

Jorge Luis Borges
Çeviren: Erkut Tokman


* * *

BIÇKIN...

Sağ şakağının damarından akan kan dansında
yaşlandıkça körelen ölümün bıçağının izi
büyüdüğüm sokaktaki borcunu ödüyor bana
her damlada resmedilen harfler
alefin izinden geçit yapıyor
bu ölü çocuklar sokağında
kalemimden yarılan harflerle eski ahit
yeniden yazılıyor .

Şiir; J.L. BORGES
Türkçesi; Leon Felipe

-------------
notlar:
Rhone: İsviçre ve Fransa arasından doğan, Alp dağlarını izleyerek Geneva gölüne doğru akan ve oradan da Aslan körfezine dökülen nehir.
Göl: Geneva gölü.
Kartacalılar: M.Ö 814 tarihinde Kuzey Afrika sahillerinde, bugün modern Tunus’un kuzey doğusunda kurulmuş olan bir Fenike kolonisi ve buradaki antik şehir ve haklının adıdır. Romalılarla Pön savaşları olarak anılan ve Romalıların yakıp yıkmasıyla sonuçlanan üç savaş yaşamışlardır.
Taş baskı: Litografi olarak bilinir. Kireç taşı üzerine çizilmiş şekil ve yazıların basım sanatının adıdır.
Janus: Sanattaki temsillerinde kafadan yapışık ve iki karşıt yöne bakmakta olan iki yüzlü bir Roma tanrı olarak gösterilir. Burada dile getirilen kavram, bir yüzünün geçmişe, bir yüzünün geleceğe bakmakta oluşudur. Şair burada kesişen yollardan dolayı, iki yolun kesişmesindeki dört yol ağzı gibi Janus’u her yöne bakan bir dört yüzlü olarak tanımlıyor



'Bekleyiş Zamanın Toynaklarıdır' / Borges Defteri



Bir ülke ve bir halk!

“Gözünle değil, yüreğinle hüküm ver”
Lumbee


“Yapmamız gereken: her şeyi eski sadeliğine döndürmektir, böylece bozulan düzenimiz yeniden kurulacaktır” diyen bir halkın çığlığıdır son günlerde bizlere ulaşan sesler..
Amerika topraklarında yaşayan Kızılderili Lakota kabilesi!
Bir yanda postmodern nimetler, külfetler, görkemli hayatlar, savurganlıklar, obes bir toplum ama öte yanda, yani bu sefahat topulumun yanında süre giden bir başka hayat(lar).Ortalama yaşam süreleri şu an bile 44 yılla sınırlı olan ve dünyadaki en çok çocuk ölümlerinin yaşandığı bir topluluk. Bu insanlar bir zamanlar o toprakların, coğrafyanın asli, asıl sahipleriydiler.
1800’lı yıllardan sonra uygulan sistematik katliamlar, soykırımlar neticesinde neredeyse yok olma aşamasına gelirler. Tarihi Cherokee kabilesinin gözyaşı sürgünü ( bilinen en uygar Kızılderili kolu sayılan Cherokee’lerin üçte biri yok olur bu sürgü yolunda) ve 1880 yılında Oklahama vadilerindeki katliamları kimse unutmadı.
AP haber ajansının geçtiği bir haberde Lakota kabilesi temsilcisi Russel Means (Güney Dakota) bir açıklama yaptı:
“ Biz artık ABD vatandaşı değiliz!”
Çılgın at ve Oturan Boğa gibi bilinen Kızılderili şeflerini de barındıran Siyular ( Lakota kabilesi), Amerika’da hala etkisini kaybetmeyen ve olanca gücyle devam eden “sömürgeci apartheid rejiminin” uyguladığı baskılar sonucunda bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Russel Means 150 yıl önceki tüm anlaşmaları tek taraflı olarak feshettiklerini açıkladı.
Açıklama metninde şu ibareler dikkat çekicidir:
“Nebraska, Kuzey ve Güney Dakota ve Montanada yaşayan Siyular olarak bizler, sömürgeci apartheid rejiminin dayattığı kültürel ve fiziksel soykırımına maruz kalarak yaşamak zorunda kaldık. Artık özgür ve bağımsız bir ülke olmak amacıyla ABD’yle imzalanan anlaşmalardan çekiliyoruz”.
Lakota şefleri ABD’yle yapılan tüm anlaşmaların “değersiz bir kağıt parçasındaki değersiz sözler” olarak nitelediler.

“Sırtımda bu ağır yükü çocukluğumdan beri taşıdım.
Nihayet bir gün beyazlarla mücadele edemeyeceğimizi anladım.
Bizler geyik gibiydik, onlar boz ayı gibi. Bizim küçük bir memleketimiz vardı.
Onların ülkesi genişti.
Biz Büyük Ruh’un bizim için yarattığı şeylerden hoşnut idik.
Onlar değildi, uygun bulmazlarsa ırmakları, dağları bile değiştiriyorlardı.”
Okanicon, Delawara Kabilesi

Borges Defteri’nden
Washakie’nin yüce ruhuna ithaftır:
“ Rüzgar Nehri’nin vadisindeki topraklarımda
Ve dağların arkasında saklanan ormanlarımda tekrar “düş kurmak istiyorum”.
Washakie, 1868


Trenler.../ Ziya Alpay



Trenlerdeki Ayna


I
Durdum, aynaya baktım olmadı
Koltuğuma oturup bacak bacak üstüne attım
Gene olmadı
Perdeleri çektim, bu defa hiç olmadı

Kafamın içinde trenler
Bu trenlerle hep bir yere gidenler
İstasyonlar var istasyonlar çeşitli
İstasyonlar var görünmez

[Gözlerinin rengi ela olanlar biraz baksalar o istasyonları görecekler
Uyurken insan aynada görebilir mi hiç kendini? İşte öyle görecekler
Çürümüş bankları ve heykel gibi duran bembeyaz kedileri de]


İşte “boşvermişlik” istasyonunda
İndiler, inmesi gerekenler
Ve bindiler, binmesi gerekenler
El ele gezen sevgililer

[Ona bir gün sevgilim olur musun? Dedim
Anlamadım, dedi. Yani bir çeşit varoluş biçimi mi?
Yok. Demek istediğim dünyaya başkaldırmanın bir yolu]

İçimizden dileyelim ki karanlık bir sokakta çay içmesinler
Piyango biletçisinin önünden hızla geçsinler
Şarkı söylemesinler, şiir okumasınlar
Birbirlerine hiç mi hiç alışmasınlar

Hava karardı olmadı
Biraz yağmur yağdı
Gene olmadı
İstasyonlarımı yaktım, bu defa hiç olmadı
[Gazetelerden tren kazaları haberlerini kesip topluyorum şimdilerde
İçlerinde ölen sevgililer var mı diye merak ediyorum.
Gece uyuyamıyorum
Kalkıp aynaya bakıyorum,
Ve içimden diyorum kendime “son istasyon “ölüm” ”
Öyle değil mi? Ne çıkar sanki…Tren…Ayna… rötar…
Sanırım benim trenim rötarlı
Onlara sorarsanız (Onlar: Trenlere aynalar koyup kaçanlar)
Kiminin treni biraz rötarlıdır aynalarda
Kiminin-kisinin de acelesi vardır son istasyona]


II
Hiç bilmiyorum günlerden neydi
Aylardan ne?

(Yok ya öylemi? Hadi canım sende)

O yaşlı balıkçının yanına uğradım
Yolumun üstünde de değildi ama uğradım işte
Beni kapıda gördüğünde
Yüzümden ne diyeceğimi anlamış olmalı ki
“Çektiğim muz yiyen insan fotoğraflarına bakıyorum” dedi
“Yok ya öylemi? Hadi canım sende”


Şiir; Ziya Alpay


V. / Ferit Edgü





Nerde şimdi?
Ne zaman şimdi?

Ne yer
ne zaman
bir hiç şimdi.

Hiçliğin tanımı mı bu?
Hayır.
İçliğin-belki.




Ferit Edgü


Kar / Metin Altıok



Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Tıkandı geçitler yollar kapandı.
Yalnızlığın buzdan çetelesinde
Kimseler umursamadı karı.
Yüzlerinde iğreti bir kibirle
Hep düşürmekten korktukları,
Dalıp gittiler günlük işlerine.

Diz boyu birikmiş kar içinde
Yürürdük uzatarak açtığımız kanalı,
İki kar güvesi gibi sokaklarda seninle
Anardık bütün yitik aşkları
Bu karlı kış gününde.
Güngörmüş dağlara karşı
Sımsıcak öpüşürdük sarılıp birbirimize.

-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!

Şölensiz, sevinçsiz yaşıyoruz şimdilerde,
Bir iğdiş ve buruşuk zamanı.
Kimsenin türküsü yok dilinde
Karşılayacak yağan karı
Coşkulu ve sarhoş sesiyle.
Bıçak açmıyor ağızları;
Acı, yalnız acı var yüreklerde.

Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı,
Pencerelerden baktı ev içlerine.
Kar hiç böyle kimsesiz kalmadı
Kendi özgül tarihinde.
Çıngırakların, kızakların karı
Yağdı herşeyin üstüne sessiz bir öfkeyle.

Birikti bir çamaşır ipine bile.
Saçaklardan sarktı,
Attı kendini gürültüyle yere,
Kimse sahip çıkmadı;
Yığıldı kaldı duvar diplerine.
Yalnız kuş ayakları
Bastılar incelikle göğsüne.

-Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!

Kar var yaşadığımız günlerde.
Umutsuzluk çevremizi kuşattı,
Kıtlık kıran gündemde.
Yine de ele güne karşı,
Özenle saklıyorum yüreğimde
Sana duyduğum aşkı,
Dört yanım kar içinde.

Şiir; Metin Altıok





FEDERİCO GARCİA LORCA İÇİN ÜÇ



Ah işte her şey orda...
Ben severim omuzlarımı bir gün
Sırmaları, apoletleri olmasa da.

Ben severim omuzlarımı bir gün
Göçen bir maden direğinin altında

Su akar kendir tarlalarından
Ah her şeyim...Ben severim omuzlarımı bir gün
Savaşta bir başka omuzun yanı başında
Yatakta bir ince omuzun yanı başında

Yol uzun, hava sıcak
Kırbaçlarım atımı varırım Kurtuba ya...

İndiğini görürsem bir gün sığırcıkların
ve sürüler halinde,ovaya
İnsanların dünyayı bölüştüklerini hatırlarım
Bir gün daha...

Sevişirim ölürüm, savaşırım, ölürüm
Doldururum çantama kara ekmek ve peynir
Varırım Kurtuba ya...
'saat beşte akşamleyin'

Ah ellerim ve kalbim
Her şey orada kaldı.
Keçeler keçeler ve portakallar
Kireç döktüler yere. Kara gözlüm, kalbim,
Halkımın fakir akşamlarıdır, biliyorum
Kanlı bir mendil diye bağlanan gözlerime
Kireç döktüler yere,
Bir duvarın dibinde
Bir deppoyun önünde
Kiraz ağaçlarına ve sığırcıklara karşı
.......

Bir halkın gösterişsiz, sessiz cömertliğinde
Ölüm nasıl söylenirse öyle
İspanyol dilinde ve her dilde...

obra
completas

Artık kat’iyen biliyoruz;
Halk adına dökülen kan
Sapı gül dalı güzelliğinde bir bıçaktır.
Dişlerin arasında...
İspanya’da
ve her yerde...

Şiir; Turgut Uyar


Bulunmaz o....


Free Image Hosting at allyoucanupload.com


Gönlü Saf Sufi; Rumi




4 Şair, 4 Şiir / Borges Defteri



…Lupus…

bir düşü aramaktı yürümek
sözün tutuştuğu yerde yalınayak
kaldırımlar ateş tuğlası
yol amansız duruşma

dışa vurduğunda acı
zamanı tersten okur gerçek

sorumlusu “hiç kimse” düşsel fırtınanın
tini yalayan çığlık tek umursanan
farklıdır öyküsü yanık tabanların

“homo homini lupus”

fal da biter ey Avigdor!
Beckett’in kaşığına kulak ver
onu diline savur

çünkü şiirde geçmez zaman
şiirde ölmez masallar

tükenir lupus
sabır ve diken küle beyan
rüzgâr sus pus…


(*) Avigdor Arikha: Samuel Beckett’in dostu. Öldüğünde Arikha’ya bir tek kaşığı kalmıştı. (Sn. Enis Batur’un bir yazısından esinlenerek…)

Şiir; Naime ERLAÇİN

* * *

SEV BENİ

sana geldim uzun yollardan
trensiz garlarda beklemelerden
içimin tünellerinde
yitirip yitirmeler felaketini
hiç gitmediğin ülkeler gibi uzak
uğramadığın şehirler gibi yaban
ve tanıdık bir anne ninnisi kadar
sıcak
sımsıcak
sana
geldim
göğsümde binicisiz atları hayaletlerin
görünmeyen ölümün çıngırağı
çünkü uzaktan geldim, bilinmeyen ülkeden
yürüdüm acı dolu öpüşlerle kirletip an’ı
sana geldim yemişlerle
doldurup ağzımın ormanını
alnımda sıcak bir el gibi gezen
saydam günle, sonsuz gül imgesiyle
bana geldin
senden geldim
bir kelebek ömründen
yağmur çiçeklerinden
kuraklığın düğün evine
çünkü uzaktan geldim, daralmış bir ışıktan
göç yolunda bir kuşun kanatlarından
geldin bana
yorgunum, karanlığım
ağırla beni n’olur, bir şafak imgesiyle
imgesiyle tükenmemiş aşkların
yalansız kardeşliğin
babasız bir çocuğum
itilmiş, örselenmiş
suskuyu bilmiş
susmayı bilememiş
annesiz bir çocuğum

bağışla
bir sıcak ekmek imgesiyle sesini bana
ellerini bağışla yoksulluğuma
adını adıma kat
okşa usul ellerinle saçımı
bir anne imgesiyle
ölümüne dek ölümsüz bir imgenin

sev beni


Şiir; AYTEN MUTLU

* * *



* * *

Düş Bakışı

Duvar solgun bakıyor göğün karalığına,
açgözlü dudaklar duvar dibinde
çığlık çığlığa şarkı söylerken,
çırılçıplak, soyunuk teninden bile
iki beden dans ediyorlar.
Bir sincap sıçrıyor orta yere
utangaçlığını sıyırıp atıyor
açgözlü dudaklara
ve Tanrı, şapkasının altında saklı yüzü
çırılçıplak uçuyor,
belli ki sarhoş, belli ki yalnız.
Şarkı en tiz göğünde yükselirken
kozalak kokulu bir çıplaklık sarıyor
sincaptan gelen, Tanrıyı sarhoş eden.
Yıkılıyor duvar kendi dibine.

Şiir; Dilek Değerli

* * *

Tek Sesli Opera

“al! semender! gizli dileklerin ağzındaki ateşi ve yan!”


mavi kadifeden gece çığlığın içinde dağıldı
en derin yerinden çizildi yüzün
sabahı tükürürken incinen güne
ağzın: cennet kapım!

/
ağır ağır uzaklaşmakta idi ışık
gölgenin sırrını aralayan kapıdan içeri girdim
soluğumu tutar gibi tuttum bakışımı
çevirmeden başımı kendimden
dinle! dedi bir ses: duyulmayanı duyana dek!
bekle.

sabrın ikindi suları ile sırılsıklam olan ağzım
dilime yapışan emredici bir ortaçağ açlığı
bekledim…
yükselirken kendimden
gölge: dibimde sessiz bir tufan gibi gözledi an-ı
ne kadarını geçtim yolun
ne kadarında ışık
ne kadarında gölge sandım kendimi
eşsiz görkemi ile ellerimi kanat yapıp
ne kadar nefret ettim kendimden de
kutsal aşkların aşikar seslerini dinlemeye koyuldum
soyun! dedi o ses. (duyulanın ötesinde duyulamayana dek)
çarparak ellerimi biri birine
duymanın vahşi çağrısında
sesin doğruluğunu sınadım
an: kendine uzayan dehliz anladığım an yok olan)

//ve an ki bir pencere açılır esrarın perdesine: araftan yansır ışık

kapanır kapı
gölgeler uzar
gitmeler albümüne ilişen tek sesli ışık düşer perdeye: yüzümüzden
unutuş kalır geriye
unutuş:
,bağlanıp kaldığımız
,nesnesini kendi yaratan aşk engizisyonu
,unutamayacağımız ‘kararlılıkta’ ödenecek diyet
soluk
karanlık benizlerimizin en şuh gecesi
ki: terk ettiğimizdir her şeyi
salıncaklarımız boş kalsın: sallana! sallana!//
soyun! der tekrar
salınım şiddetlenir havarilerin gölgesi uzadıkça
soyun!
küçük şeytanlardan!
yeni tanrılar besle rahminde
ne dişil bir öfke
ne bir çocuğu böyle öpen kadın
ne de şehvetin dudağında ısırık
yalnızca yeni tanrılar: “adamlar” olsun adı
böylece soyunduğun yerlerde uzadıkça uzasın çığlık

(kırmızı şarap soluyorum kan diyetine
bütün yüzüm çöle dönerken
vahalarda kutsal soytarılarla çiftleşiyorum
‘üryan’ı dirimden sayan bir tat ağzımda
bakıyorum durduğum yerden gölgeme)


oku!
dedi sonra
gördüğünü: girdiğin kapıların ardında/
cehennem! diye araladım ağzımı
ağzım ki yarattığım tanrıların cennet kapısı

/girdi içeri biri!
“ben”: gizli bir dilekti bundan sonra


Şiir; Ela Dincer


NOT:

Borges Defteri'nin bu prıl prıl
Şair ve Kalemlerine
Teşekkür ederek, bu güzel
şiirleri hepimizle paylaştıkları için...

Borges Defteri




Dışarıda Kar / Behçet Aysan








kar yağıyor dışarda
sokak lambasına düşüyor
ve serçeler
üşüyor

kenarları hafifçe yanmış
sayfalarına kan
sıçramış
bir kitapta
nâzım hikmet
okuyorum.

dışarda kar yağıyor
ve dağ lokantasına
gidiyor
zengin
kasabalılar.

kar yağıyor dışarda
mektubun yeni gelmiş
istanbul
kokuyor.

dışarda kar yağıyor
seni seviyorum.






Şiir: Behçet Aysan




‘ Sakın Ağlama’! / Sufi





"hiç bahar

vurmayacak sanki

bu topraklara.

Uzun zamandır

gözlerimden haberim yok." T.T



Bir Kızılderili sözüdür: “ Tanrı Taşta Uyur !”. Doğru olabilir, hatta “gözyaşında” bile uyuduğu görülmüştür. Ama ben onun çoğu sessiz gecelerde Ressam Atölyeleri, Şiir kitapları arasında uyuduğunu da gördüm, hatta bilir uyandığını: insanın içinde.
Aristoteles ünlü Poetika yapıtında şiir sanatında “düşünce” ve “dil” etkinliğinden söz eder, düşünce uygun söz, sözcükler bulma yetisiyle de ilintilidir, aradan binlerce yıl geçmesine rağmen değişen pek bir şey de yok aslında.

Her Şiir, ya da Şair’in benimsediği bir “karakter” var, onun öznel seçimini belirleyen şeydir ve bunun dil ile ilişkilendirilmesi anlaşılmaz bir durum değil.

Takmaz şiirinde “Dil” yetkinliği ve dilin ilk yaklaşımda görülmeyecek, ama varlıklarından ve işleyişleriyle dili oluşturduklarından da kuşku duyulmayacak kendilikler sunmak gibi yadırgatıcı ve çarpıcı bir özelliği var, onun benimsediği dilin bütün göstergesel kuramlardan ayıran bir özellik söz konusu, bundan zerrece kuşkum yok.
Tuncay Takmaz’ın kullandığı “dilin” katışıksız değerler dizgesinden başka bir şey olamayacağını anlamak için, onun işleyişinde ortaya çıkan iki öğeyi göz önünde bulundurmak yeterlidir: Kavramlar ve Sesler, ben bütün bunlara çok daha farklı bir unsur olan “renk” bilgisini de katıyorum.

Onun tercih ettiği dilin, düşünceye karşı içten içe çok özel bir görevi var, kavramların anlatımı için özdeksel bir ses aracı yaratmak değil, düşünceye sese aracılık yapmaktır.

Sözcüksel anlatımından soyutlanarak ele alındığında düşüncenin, ruhbilimsel açıdan, biçimlenmemiş, ayrımız bir yığın olduğu görülür. Tek başına düşünce, hiçbir zorunlu sınıra rastlanmayan bir bulutsuyu anımsatır, işte dilin ortaya çıkmasından önce hiçbir şey belirgin değildir, kavramsal yönü bakımından her ikisinin nedenli büyük bir yer kapladığını görüyor, hissediyoruz.

Goethe dönemin genç, yetenekli bir kalemi için söylediği “ O, her hafta bir başkası, daha mükemmel biri oluyor” nitelemesi, şimdilerde ister ilk kitaplarını yayımlasınlar, ya da “kitapsız” olarak yazmaya devam eden “Siyanur” bir kuşak için geçerlidir (Tuncay Takmaz da bu “kuşak ” içinde yer alır ).
Cehennemin sesi kolay duyulmuyor! Bir bedel ister, katlanılabilecek, olağan şartları zorlayacak ve o gözle görünmez gerçekle yüzlüşmeyi gerektirir, işin kolay olduğunu sananlar “elim” bir yanılgı denizinde kayıp dalga olurlar.

Sufi.



Kitap: Okunmuyor Aşk-Şair Tuncay Takmaz'ın kaleminden...Çıktı!


Sokrates’e ait ne var elimizde!../ Argos



Sokrates, 77. Olimpiyatın dördüncü yılında, yani İ.Ö 470/469 yılında, Atina’da doğdu. Atina’nın demokratik serpilme dönemiydi o sıralar. Bir sanatçının, yani heykeltıraşın oğlu olan Sokrates ergenlik yıllarından itibaren baba mesleğini usta sayılabilecek ölçütte öğrenir, çoğu kimse aslında Sokrates’in çok usta bir heykeltıraş olduğunu bilmez. Hatta kendini felsefeye adamadan önce uzun bir süre heykeltıraşlık yaparak hayatını sürdürür. Bazı antik dönem kayıtlarına göre Sokrates’in elinden çıkmış heykeller olağanüstü güzellikteymiş.Bin yıların ardından kim bilir hangi toprağın altında kendilerini zamanın akışından koruyorlar. Bir süre sonra kendini tamamen felsefeye verir. Sokrates’in felsefi yönelimine, yöntemine Meotik adını vermesi ise ilginç bir öyküyü anımsatır. Meotik Yunanca “maieuein” sözcüğünden türetilmiş, anlamı ise doğurmadır. Ama her şeyden önce Sokrates’e bu ismi benimseten ise mesleği ebe olan annesi olmuştur! Peleponez savaşlarına katıldığını biliyoruz, kimisi onun cesaretini, kimsi ise korkaklığından söz eder. Zamanın güç erkine meydana okuyarak Attika demokrasinin durumunu bir zamanlar eleştirdiği için kendisinden destek uman oligarşik zulüm egemenliğine yardımı reddetmiştir, ama öyküler Sokrates’in felsefi yaşamını eksiksiz olarak vermekten de uzak. Zamanın komedi şairlerinin şiirlerinde ona yer vermelerine de şaşırmamalıyız. Sokrates heykeltıraşlığı bıraktıktan sonra hiç bir işe girmedi. Sık sık Pazar yerinde, Atina’daki spor salonlarını çevreleyen kutsal ormandaydı. Zamanı ve keyfi olan herkesle doğru bir yaşam üzerine konuşuyordu. Konuştuklarının kafasını karıştırmayı da fazlasıyla beceriyordu. Erdemli yaşamayı bildiklerini iddia edenlerin havası kısa sürede sönüyordu onun öne sürdüğü derin sözcükler aracılığıyla. O anlarda sözde bilgi, bilgisizliğin bilinmesine dönüşüyordu. İşinden başka bir şey düşünmeyen sadık Atik yurttaşları Sokrates’e herhalde hem değerli zamanını çar çur eden, hem de geleneğin kutsadığı değerlerden kuşkuya düşen mızmızın, zıt düşüncelinin biri diye bakıyorlardı. O dönemlerde bazı meraklı bakışlar Sokrates Soruları’ndan etkilendi. Ortada bir göz boyama, olmadığını, soruların altında büyük bir bilgeliğin yattığını hissettiler. Delf’li falcı Sokrates’in en bilge kişi olduğunu boşuna ilan etti. Çünkü Sokrates’in kendisi hiçbir şey bilmediğini söylüyordu. Bu kimseler Sokrates ile diyalog kurdular, Sokrates çevresini oluşturdular ve hocalarını yücelttiler. Onu dinlemeye gelenler Sokrates’i bir otorite olarak kabul etseler de, o hiçbir zaman öğreten biri olarak ortaya çıkmadı.O hep soran, arayan, öğrenen oldu. Bu onun bir mal sattıklarını öne süren ve bu yüzden para isteyen Sofistlerden ayırır. Sokrates, değil para armağan bile almıyordu. Sokrates her akşam eve cepleri boş dönüyordu, günümüzdeki bir çok ressamın, heykeltıraşın, şairin, yazarın, sanatçının hala içinde bulunduğu sıkıntılar gibi, şan, şöhret, ün, para, meta aşığı ucube tayfalar haricinde toplum hala doğru düzgün üreten, yaratan insanı cezalandırmaya devam ediyor, öte yandan tüm manevi hazzını, doyumunu da bu kuşak üzerinden türlü hilelerle tatmin etmeyi başarıyor, bu çarkın en sıradan dişlisi ise günümüzün bezirgan kılıklı kimi küratörlerdir.
Tarihi kaynaklar Sokrates’in Ksnatippe adında güzel bir Atina’lı kızla evlendiğini aktarır.
Bilgiyi kendine özgü neşeyle birleştirmesi, nevi şahsına münhasır komik biri diye ünlenmesine yol açar. Ziyafetlerde şarap içmede kimseden aşağı kalmıyordu. Herkes masaların altında sızıp kalmışken o pazara çıkar ve felsefi konuşmalara girerdi: “ Alacakaranlıkta durur, dalıp gider, bir şeylere kafa yorardı. Çözmedikçe oradan ayrılmaz, kafasında araştırarak öylece kalırdı.Öğlen olur, insanlar bu durumu fark eder, şaşırırlar, birbirilerine Sokrates’in sabahın köründen beri orada durduğunu, sürekli bir şeylere kafa yorduğunu söylerlerdi. Sonra akşam, bazı İyonyalılar serinlemek için sokaklara çıkarlardı. Biraz da Sokrates acaba bütün gece orada duracak mı diye merak ederlerdi. O ise gün ağarana, güneş doğana kadar öylece dururdu. Sonra güneşe dua eder ve giderdi.” (Platon-Ziyafet, 220)
Sokrates on yıllar boyu filozof yaşamını özgürce sürdürdü. Çoğu ona güldü, hatta ondan nefret etti. Diğerleri ise hayranlık duydu ve yüceltti. Ne var ki, 5. yüzyıldan 4. yüzyıla geçerken üzerine kara bulutlar çöktü. İ.Ö 399’da yargılandı. Dava sonucu zehir içerek ölüme mahkum oldu ve ceza infaz edildi. Ne olmuştu? Perikles zamanında( İ.Ö 426- 493) Atina kültürel ve ekonomik gelişiminin zirvesinde ve demokratik düzen hiç olmadığı kadar sağlamken siyesi güçler Sokrates’e pek aldırmıyorlardı. Tersine onu Atina’nın atraksiyonlarından biri olarak görüyorlardı..

Devam edeceğiz;
(düşünüz bol olsun)

Argos


Erekte Şiir Nedir? / Bay Perşembe (R.A)



Erekte Şiir de Nedir?
Erekte şiir ayaktadır, başkaldırır… Sadece sisteme değil; aynı zamanda dünyaya ve insana da… Parıltılı hümanizm nutuklarına karnı toktur; kötülüğün kaynağını hep insan da arar. Karanlığı çift yönlü okur; gerektiğinde karanlığa dalmaktan çekinmez.
Politik doğruculuğa ve benzer liberal zırvalara pabuç bırakmaz; hep uyanıktır, ayaktadır. Aynaların ve kadınların çoğaltma gücü ile sistemin kendini yeniden yeniden üretme gücü arasında gerekli analojiyi kurar; bu yüzden fallik bir dilden kaçınır.
Hayatın her alanından sızan şiddeti görmezden gelmez; yalancı reddeder; hastalıklarına karşı da dürüsttür. Şiddetin söylemini-eylemini de içine alır. Sade’dan Artaud’a bir gelenekten beslenir, yani Erektedir…
P.



Deklanşörün Nefesi

Berduş sokak köpeği ve sarhoş martı
Havva cennette elmayı dişlediğinden beri
Portakal olmuştular
Sekiz yıl önceydi, sanırım yazdı ve Atlantis
Henüz batmamıştı
Bizim martı şarabı fazla kaçırmış, berduş inlemelerle kafayı
Pluto gezegenine takmıştı;
Gökten yağan çekirgelere inat.

Yazdan sonra, ufukta moraran tavşanlara ve
Asal sayılara karşı yekpare bir felaket felaket
Berduş sokaklara köpek ve misyoner pozisyonunda karmaşa.
Modellerini sevebilirdim
Kırmızı deklanşörün olmasa…


Kendimi Bozduğumun Resmi mi?

Adab ile ırzına geçmeli kontes
Kalabalık kahvelerin alkol bulutlarında
Taramasız bir desen kadar makyajsız kamusal alanlarda
Tedirgin nefeslerindeki baloncuklar kadar
Öpsen dudak kenarımdan
Abartısız herifliğimden utanırım, sabaha kadar..

Salon sosyalistlerinin kabarık samimiyeti
Boşuna sarmasın seni,
Ben diyeyim Madrit’e son tren
Sen oportünist ikircikli
Takmasaydın o güzel kafanı politik doğruculuğa
İtinayla sevişirdik boş akşamlarda
Bitmez ibadet;
İlelebet!

Şiirler: Bay Perşembe(R.A)


Dalgın ve Ağrıyan / Doğan Ergül



Dalgın ve Ağrıyan


(10 Temmuz 2005- gece saat 01:24 ; Doğan tarafından
Defter sayfalarına düşen şiir.... seni hiç unutmadık ki...bd)


acı titreyen yaprağın rengini alıyor
güngörmemiş bahçesinde evlerin
harflerin kendini tuttuğu
yapıların göğe değen yerinde
durdum
ellerime bulaşan ezgilerce
zamanı gördüm diyen üzünce
rüzgarlar kestim
susku düşdükçe masama
ey dün ey vişneyi tutan istek
sizin için yürünmemiş mavilere çıktığım
bin yıldır söylenmiş şarkılar,
yok kahkalarla... çekiçten, çividen
ahşap kuş uçurtmalarıyla
baktıkça uzağından
susamış dağların büyüttüğü nehirlerim
o hep yıkanmış sabahlar gibi kasabalarım
ey yürünmüş keder!
beni de zamana sür
bu yıkıntının gökle buluştuğu
boşluğa at, vişne de
bu harften çıkar elimi
masa kendiyle kalsın
yenilensin diye içimi taşıyan ağrı
yüzünüz için rüzgarları öptüğüm


Şiir: Doğan Ergül


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***