Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Gian Carlo Menotti../ Sufi



Gian Carlo Menotti : Konsolos
Enis Batur:Adres

Hür fikirlerin en güzelleri çoğu zaman baskının ve bürokrasinin hakim olduğu rejimlerde yeşerir.İnsanlar, hak ve hürriyetlerini kazanmak ya da en azından seçeneklerinin sayısını artırmak amacıyla her zorluğu göze alırlar.
Madrid kentinin sisli bir Sonbahar akşamında İstanbul’a dönüş yolculuğumun arifesinde yüreğimi bıraktığım Endülüs Opera Binasında Gian Carlo Menotti’yi andım.
Onun Konsolos adlı eseri, yaşadıkları toplumda kendi seçeneklerini arttırmak için bütün değerlerini tehlikeye atarak kendilerini kurtarmaya çabalayan bir ailenin öyküsüdür aslında.
Konsolos adlı yapıt, mükemmel bir ekip çalışması isteyen zor eserlerden birisidir.
Piyano tuşları bu oyunun neredeyse tüm orkestra işlevini üstleniyor, çocukluğumdan beri aşina olduğum o tuşlar, Piyanist olmama üç adım kala bıraktığım ergenlik aşkım.
Eseri yazılı notlalar biçiminde çok uzun yıllar irdelemiştim, ama canlı (şimdilerde “live” dedikleri ) olarak o kocaman sahnede izlemek ayrı bir zevkti.
Konsolos yapıtının konusu 2.Dünya savaşı sonrasında Orta Avrupa’da bulunan herhangi bir ülkede geçer.
Sıradan insanlar için zorluklarla dolu bir dönemdir.Savaşın bıraktığı sefalete bir de sosyal sınıfların baskı ve karmaşaları,savaş sonrasının büyük bir hızla yapılaşmaya geçişinin doğurduğu bürokrasi cehennemi ve gizli güvenlik birimlerinin serbest rejimlerden yana olanlarla acımasızca mücadelesi eklenmiştir.
Özgürlükçü John Sorel, onun güzel eşi Magda, küçük bebekleri ve annesi ile birlikte zor günlerin yükünü sırtında taşımaktadır. Tek kalemde,sıradan bir aile olan Soren’ler için de hayat tam anlamıyla kabus gibidir. Nihayet John dağ yollarından ülkeyi terk etmek ister ve Magda ise kurtuluşu bir Konsolosluğa sığınmakta bulur.
Magda’nın dramı aslında yarım yüzyıllık bir Orta Avrupa Kadın dramıdır.
Siz bakmayın Avrupalıların aşırı medeni görünümlerine, birkaç yıl önce geride bıraktığımız yüzyılımızda yeryüzünün en çirkin, en rezil katliamları yine onların kanlı elleriyle yapıldı, Bosna’da Unicef ‘in verdiği rakamlara göre 100.000 Anneye (Kadına) tecavüz edildi. Anadolu’yu bu berbat, perişan zihniyete teslim edenler ve AB'yi gereğinden fazla abartanlar düşüne dursunlar, nasılsa bir gece o sihirli değnekle hepimiz zenginleşeceğiz( nasıl oluyor?), üretmeden, yatırm yapılmadan, on yılların büyük emeği ile oluşturulan kurumlar “sudan ucuz” serseri yabancı sermaye’ye haraç, mezat satılırken bunun nasıl mümkün olacağı ayrı bir "elim" karikatür. Öylesine garip bir girdabın kıyısındayız ki, ne onurumuzu koruyabiliyoruz bu eli kanlı sözde medeniyet çete bozuntusun karşısında, ne de içten içe kendi Rönesans’ımızın kıvılcımını ateşleye biliyoruz, günlük, gündelik suni, yüzeysel tartışmalara mahkum bıraktılar hepimizi "ortalama zekalar"! Biline ki insanı hakir, kem gören yok, ama bir ülkenin maddi, düşünce kaynakları böylesine bir savurganlıkla harcanmaz ki, her gün ağıtlara uyanan bir coğrafyada yaşamanın bedeli mi bütün gördüklerimiz, yaşadıklarımız? Dip ve "temmeli" bir zihin temizliği gerekiyor hepimiz için, bilimin, kültürün, aydınlığın gücü herkesi, her şeyi sarmalamaya muktedirdir, ama galiba bu "basit" çarpma işlemini iktidar hırsıyla yanıp tutuşanlar pek anlamak derdinde değiller, bundandır ki başları da bir türlü, türlü "beladan" kurtulamıyor. Unutmayın her ne kadar Asya steplerinden kopup bu coğrafya'ya yerleşmişsek de hala aramızda tarihin Maximus'ları dolaşıyor, o gücü, esas o "akımı" kem gördüğünüz an, "isteruz..isteruz" nidası yükseliyor babı divandan! Ey Alt-Üst tüm çapraz yönlerim silkinin , kendinize gelin bana değil artık, yoksa tarih sizi aşınmış bir kilim gibi öyle silkeler ki, ruhunuz bile duymaz. Uyandığınızda sadece"anılarınızı" kaleme alırsınız başka da bir şeye yaramazsınız.
Kültür arenamızın silahşör Gropius'lara ihtiyacı var. Magda'nın titreyen ruhu dolaşıyor sanki aramızda. O Magda ki Konsolos binası onun için çok soğuk gelir. Magda hayatının tehlikede olduğunu anlatamaz.
O bir kağıda kaydedilmiş bir isimdir sadece. Tıpkı diğerleri gibi.
Bu arada ailenin içinde bulunduğu sefalet Sorel’lerin en küçük ferdini yok etmiştir.
John ise dağlarda kayıp.
Magda’nın günleri konsoloslukta geçer.nihayet konsolos onunla görüşmeyi kabul eder,ama yanında hayatlarını karatan gizli polis ajanını bulundurur! Bu onun için tam yıkım olur, ardından Kocasının ölüm haberi ulaşır Magda’ya.
Bu haber bir insanının tüm umudunu ,geleceğini ,Aşkını, Sevdasını yitirmesi anlamındadır,
Magda için başka seçenek kalmıyor, ya her şeyi kabul edip boyun eğecek ya da mücadeleye
devam edecek, o başka çok acıklı bir seçenek yaratır :intihar eder..
Müziğin ritmi bir dramı nasıl anlatır? Böylesi modern bir eseri sahnelemek ve Menotti’nin
mükkemel müziği ve Büyük bir orkestradan “insan dramını” kentin sisine karıştırarak dinlemek!
Öğrencilik yıllarımda (1990’lı yıllar) Azerbaycan Devlet Bale ve Operası “konsolos” yapıtını CD olarak tüm dünya marketlerine sundu, şiddetle tavsiye ederim.
Neden konsolos üzerine yazdım peki?
“Ölümün” hiçbir zaman son çare, tek çare olmadığını vurgulamak için.
İnsanların son seçenek olarak ölümü görmeleri fikrine asla katılmıyorum.
Hayat bütün zorluklarına, sıkıntılarına, çaresizliklerine rağmen bir gece vakti
Sisli bir kente bakmak kadar güzeldir.
Sisli bir gecede dışarı çıkarak gökyüzüne doğru sisi yudumlamaktır.
Bir kedinin sıcak araba üzerine atlayarak gevşemesidir.
Eski pencereler karşısında annenizin özenle sakladığı kahve bardağında kahve yudumlamaktır.
Ya da :
“Eski kapı anahtarları,gözyaşı şişeleri,
sigara tabakları” ve “Mehmet Müfit’e uğramaktır” tıpkı Enis Batur gibi.
“Kafasını mühürlerle bozmuş “ diyor Enis.
“Bu mantarlara ne dersin?Yeni kartpostallara bayılıyorum aslında :insanın
içini açıyor fotoğrafta üstüste, yanyana getirilmiş şu sarı lekelerin yarattığı istif..
işte susadım bile ..hangi evin susuzluğu taşırdı susuzluğumu?”
Enis Batur: Adres şiirinden.

Sizin susuzluğunuzu hangi “hane” taşıyor sahiden?
Magda, John Sorel ya da Enis Batur! Hepimiz o düş susuzluğunu arıyoruz sanırım.
Bir el yazma eserden dostum dostumun gönderdiği şiirle virgül koyacağım yazıma, güncenin öteki sayfası çevrilsin:
“Cismimiz oldukça düçari fenayi rüzgara
ismimizle resmimiz kalsın cihanda yadigar”

Sufi.


YORUMSUZ ( I )





Yalnızca açığa çıkan ışığı görebiliyor
ve yalnız söylenen sesi
duyabiliyorsan;
Öyleyse aslında, ne görüyorsun ne duyuyorsun!



MESH / Emel İrtem



Yaratım süreci, yaratılana, iç bükey bir kasveti, suçlu bir şekilde şapkasının altında taşıma zarureti yükler. Sonra bu zavallı, onu mahremiyet duygusunun içine mıhlar. Şapkanın altını böyle algılamak gerekir. Bu şekilde modern bilimin hafızasını vakumlayan prova maymununa küçük bir şaka yapabiliriz. Şimdi hikayemizdeki karakteri bahsi geçen şapkanın direnç noktasından yavaşça kurtaracağız. Burada biraz sabra, rahatlığa ve psişik güçlere ihtiyacımız olacak. Kısaca, ona özgürlüğün zulmetmesi için geniş olanaklar tanıyacağız. Hatıranın o kibirli acısından arındıracağız. Tabi ki yasalar el verdiği ölçüde. İşleme zigot mayoz bölünmeye uğramadan ve olgunlaşmadan hemen önce başlamamız gerekiyor. Hatta şu anda...Şimdi..
. Cehennemdeki atmosferin ağırlığı altında ilerlemek oldukça güç. Gerekli önlemleri almamışsanız iyonlaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsınız. Buradaki atmosfer tabakaları oldukça ince olduğundan ( bizimkine oranla %42,07 daha ince-Kaynak:İklim kuşaklarının alegorik hezeyanı, Yazan; Aleyk Benvenite. New York ) sıkı giyinmek gerekiyor.Sık sık değişen hava koşullarını hesaba katmayın, ben öyle yapıyorum. Her an bir dikkatsizlik sonucu dibini boylayabileceğiniz iki adım başı açılmış kartezyen kuyularıyla, bu mücerret coğrafyanın, davetsiz ziyaretçileri tasfiye etmekle istihdam etmek arasında kararsız kaldığı anlaşılıyor. Onun bir karara varmasını beklemeden elimi çabuk tutmalıyım. İşte orada, orta sınıf ahlakının ciddiye alınmadığı tek yerde : 23 çift kromozomun oluşturduğu çamurlu zigot. Gidip onu almamı bekliyor. Usulca ve acemaşiran bir şarkı eşliğinde onu buradan çıkarıyorum. Şu an yaptığımız iş oldukça özen isteyen ve nezaket gerektiren bir durum. Unutmayın bir doğum yaptırmıyoruz burada. Kaldı ki jinekolog olmadığım da çok açık. Küçük bir hırsızlık yapıyoruz. Onun, cehennemin henüz doğurmadığı inzibat erlerinden biri olduğunu varsayın – doğru da olabilir. Bu düşünce süper egonuzu biraz bastıracaktır. Sonraki işlem basit 39 dereceye ayarlanmış bir etüvde 72 saat bekletilecek. Bu yeni ay zamanında yapılmalı. Sanıldığının aksine yeni ay dolunaydan daha güçlü bir enerjiye sahiptir. ( Kaynak: Aylar arasındaki tümevarımsal gerilim, Yazan; Hans Melange.Berlin ) Nedeni sadece yeni olması değil, kendi etrafında dönme hızının da dolunaydan üç misli daha süratli olmasıdır. Bunu bilim adamlarının yanında eski efsuncular da bilirdi. Artık sizde biliyorsunuz. Bu kısa, özlü bilginin ardından karakterimizi güherçileyle yıkamamız gerektiğini de eklemeliyim. Sonrasında yeni dünyanın biçimini öğütecek ve bunu yaparken asla mafsalları ağrımayacak dirençli bir kahramana sahip olacağız. Yahut ben öyle umut ediyorum.
Güherçile azgın bir el çabukluğuyla tatlı güzel oğlanı- ki böyle olması gerekiyor- zamanların penceresinden yitip giden bulanık bir sanat yapıtıymışçasına boşluğa sabitledi. Sonraki yirmi gün onun büyümesi izlenecek. İtiraf etmeliyim ki içinde bizim oğlanı barındıran çamurun eğilip bükülerek kendi çapının iki metre genişliğine kadar bir alanda yaratacağı mini hortum, sefil hayatımıza oldukça heyecan katacak.
Olgunlaşıp dönen, döndükçe büyüyen numune, yerçekimiyle doğru orantılı olarak sağlıklı bir ağırlık kazandı. Sonra yasalar gereği zamanımızın her hangi bir yerine fırlatılması gerekiyor. Böylece toprağa temas ettiğim yıllar boyunca, iç güdüsel olarak ayak izlerimden acemaşiran yarasını kanata kanata beni takip edecek olan karakterimi de huzurlarınızda yaratmış oluyorum.
Hikayemiz artık başlayabilir.
Kalabalığın taşeronluğunda coğrafya yer değiştirirken, kahramanımız kendini yıllar sonra bir incir ağacının altında buldu. Onu doğal sınıfın nazik üyesi Buda’nın huzursuz bir tasviri olarak algılayın şimdilik. Zira yaratıkların dünyaya hakim olmaya hiçte istekli olmadıkları bu zamanda kılıç kuşanmış birini yaratma cesaretini gösterdik hep birlikte. Ne yapması gerektiğini biliyor. Artık pişme vakti geldi. Çünkü yasalar gereği bilmesi gerekti. Kendini 4500 derecede bir porselen fırınında ısıtacak, sonra aklını acıklı ama hatırlayamadığı bir hatıranın iç cebine gömecek. ( hatırlarsanız ona hiç hatıra vermemiştik- yasa gereği) Ama önce oradan kalkması gerek. Bunun için temposu hızlı bir iş gününe ihtiyacımız var. Yani kalabalık caddelere, telaşlı ayaklara. Yürürken yasalar aklından şunları geçirmesini emrediyor.
Efendisi olduğum genişliğe artık itibar etmiyorum. Çünkü basamak basamak daralıyor. Tıpkı zirveye tırmanır gibi. Ama kim zirvede olmak ister. Hangi akıl aç gözlü oksipital sinirlerinin kendini mahvoluşa sürüklemesine izin verir. Hayır ayaklarıma dört numara dar gelen küçük izlerle bu yoksul genişliği zirvede onarmamın yolu yok. Genişlik esnemeli. Bende genişliği Çin porseleniymiş gibi deşifre etmeliyim.
Onu kalabalığın içine gömmemizin bir nedeni daha var elbet. Aradan geçen yıllar boyunca bir ölüm mahkumu olduğuna inandı. Fakat nedenini hiçbir zaman öğrenemedi. Zaten bir neden bulsa dahi kısa süre içinde unutacağı su götürmez bir gerçek.Onun kolektif aygıtlarımızla tanışması gerekiyor. Biraz vakit geçirmeli, hayatın spesiyalitesini tatmalı.kısacası biraz pratik yapacak. Çünkü gevşemiş beden yüksek ısılı fırında daha iyi sonuç veriyor. İşte kalabalık onu kanatlarının altına almaya başladı bile. Gözlerim doluyor. Şu an kendimi evladının diploma törenine gitmiş bir ebeveyn gibi hissediyorum. Sizde hissetmelisiniz, malum.. yasalar gereği....
Fırının ayarları iyi yapılmış olmasına rağmen sık sık düşen voltaj beni biraz endişelendirdi. Aksilikler her zaman olur, teklifsizdir. Yasalar karşısında teklifsizliğe karşı alınmış önlemler var, fakat aksiliklere karşı koruyucu önlem paketleri hala tartışmada. Bunu anlamakta biraz zorlanıyorum. Eğer sözlüklerde bu iki kelimeyi eş anlamlı ilan edersek sorun ortadan kalkmış olur. Ama tabi ki yasaları eleştirmek bize düşmez. Bu otoritelerin işi. Konumuza dönecek olursak kahramanımız Moğol bir porselen ustası bulmakta oldukça zorlandı. Artık Moğollar Çinlilere karşı eski komplekslerinden arındıklarından bu işlerle pek uğraşmıyorlar. Çinli ustaların ise işleri başlarından aşkın. Modern dünyanın matematik formüllerini değiştirmeye çalışıyorlar. Moğol usta kendi gayri meşru oğluyla birlikte attı bizimkini fırına. Ama önce bir güzel sırlamayı ihmal etmedi.Güherçile burada işe yaramıyor. Kahramanımız belki elli, belki de yüz elli yıl sonra balıklarla konuştuğunda anlayabilir, sırrın ona nasıl, zavallı bir geçmişe mal olduğunu. Bir müddet yalnız kalmalı, dinlenmeli. Bizim de arada sırada rüyasına girmemiz gerek yasalar gereği.. Bırakalım zaman onun için zulme devam etsin.
Zavallı kahramanımız yirmi üç yıl boyunca hep deniz kıyılarında yaşadı. Onu bıraktığımız andan itibaren pek çok salgın hastalıkla, savaşla, yoksullukla mücadele etmek zorunda kaldı.. Onu durağan bir zamanın bilincinden yarattık. İşte bu yüzden histerik hafızası yaşamı boyunca birlikte olduğu kadınların isimlerini bile saklayamayan bomboş odacıklarıyla onu dünyanın en saf seyircisi haline getirdi. Deniz kıyısını da bu yüzden tercih ettiği düşünülebilir. Hiç değilse ölümün hatırasına sahip olmayı bekliyor. Deniz; zarif bir hiçlik. Ondan hatırayı esirgemeyen tek şey. Zihnindeki boşluğu anımsatan muğlak genişlik..
Sonuç olarak, kumdan kadınlar yapmaya başlayıp onlarla sevişen bir adamımız oldu elimizde. Rüzgarın ve dalgaların sanki hafızasıyla iş birliği halinde düzenledikleri bir kumpas vardı. Yarattıklarının bu çete tarafından yok edilmesini izledi. Süreç işlemeli bu yüzden onu tarazlanmış bir çölün ortasına çekmemiz gerekiyor. Böylesi zamanlarda küçük ayak izlerini yeniden devreye sokuyoruz. Sizinle bir suç ortaklığı yapalım. Onu çölde susuz bırakalım. Yasalar buna izin veriyor. Suyu yeniden keşfetmeli. Çünkü onu yavaşlığın göstergesi olarak, iktisadi bir otorite gibi algılamasını istiyoruz.Avcıların ne yaptığını hepiniz iyi bilirsiniz: Pusu kurarlar. Hiçte adil değildir. Ama kuralsızlığı kural haline getiren yasalar buna izin verir. Biz de bu duruma ayak uyduracağız. Ve avımızı sessizce avlayacağız, düşerken de kaderinin böyle olduğunu düşünmesi başarılarımıza bir yenisini daha ekleyecektir, kuşkunuz olmasın. Ve oyun başlasın.
Yıllarca çölde boş yere dolaştı durdu. Geceleri yıldızların yerlerini ezberledi sabahında unuttu. Bedeviler bu umutsuz vakaya boş yere su taşıdılar. Çünkü o işediğini içti. Zamanla etleri yumuşamaya, o güçlü pazuları hamur kıvamına gelmeye başladı. Bir süre sonra patır patır kumun üstüne dökülen deri parçaları, sinirler, süngerimsi doku, kaypak mukoza bile inadını kırmaya yetmedi. Su içmeyi red ediyor. Ama kıkırdaklar hala yerinde. Duyabiliyor koku alabiliyor ve kendisiyle alay edebiliyor. Bu yeteneğini buraya geldikten sonra kazandı. Yasaları çiğnemesinin belki temel nedeni budur. Sonra, aniden bir gün elinde şekillendirebileceği bir malzemeyle karşı karşıya olduğunu fark etti. İşte o zaman son bir gayretle kendini yoğurmaya başladı. zavallı akbabaların hayal kırıklığını bir düşünün. Ölemeyen bir insanın ölmemek için uğraşması nasıl bir aç gözlülüktür. Sanırım farkındasınızdır. Adamımız yasaları hasat ederek hızla geleceği muhalifleştirecek tehlikeli biri haline geliyor.
O kendini yeni baştan yarattığında çöldeki dengeleri bozacağını bilip bilmediğinden pek emin değilim. Ama böyle oldu. Bu aşağılık suçlunun ihaneti ve inançsızlığı karşısında inanın dehşet içinde kaldım. İşte incir ağaçları, çınarlar, gürgenler. Güney batıdan da bir dere peydah oldu. Ebegümeci, ısırgan otu ve daha niceleri. Çamurun içine yuvalanmış o zigot, zavallı tek hücre bakın neler yapıyor dünyamıza. Oysa biz bunu istememiştik. Şuna bakın hele, içindeki mülevves coşkuya bir bakın, dikenleri bile şekillendiriyor. O bunları yaptıkça hafızasında minik kıvrımlar oluşuyor ve o kıvrımların aralarına saklanmış yeni bir dünya imgesinden çalınmış, gasp edilmiş habis bilgiler, eskiye ait her şeyi de peşlerinde sürükleyerek, gittikçe onu teklifsiz bir özne haline getiriyorlar. Artık ciddiye alınması gereken biri o. Çünkü bunu talep etmeyi biliyor.
Ah ! nankör. Bu saatten sonra ruhunu almaya artık yasalar izin vermez. Elimden gelen tek şey bu hikayeyi burada bitirmek olacaktır. Böylece sen eski bir kahraman olarak geçmişte kalacaksın. O çok sevdiğin ve içini doldurmak için her şeyi berbat ettiğin geçmişte. Oysa sana sonsuz gelecek vaat edilmişti. Geçmişin beceriksiz kaleminden çıkan yazgını silmiştik.
Ve siz sevgili okurlar, sizinle de yaptığımız suç ortaklığı burada bitiyor. Yine de sizlere karşı sorumluluğumu yerine getirdiğimi düşünüyorum. Yalan çoğu zaman hakikate hakikat de yalana dönüşür. Şapkanın altından hangisinin çıkacağını bilemiyoruz. Zaten yasalar öğrenmemize izin vermiyor. Sizlerin, kasvetimizden başka hayatlar yaratma konusunda tereddüde düştüğünüzün farkındayım. Ama bu paradoksu ben yaratmadım. Ben paradoks yaratmam, bunu yasalar yaratır. Olaylara fazla etki edemememin nedeni de aynı şey. Zaten biliyorsunuz: Yasalar.
Gitmeden son söz,
Ayak izlerime bak, Çamurcu, fakat açıklama. Sadece mesh et. Ayaklarım genişlesin.

Yazarı: Emel İrtem




FELSEFE NOTLARI!..





Toplumsal bir varlık olan insanoğlu, Daniel Defo'nun ünlü romanının kahramanı Crusoe gibi tek başına bir adada yaşamaktadır, günleri ailesiyle, iş arkadaşlarıyla, dostlarıyla birlikte geçmektedir.
Herkes nesnelerin ve fenomenlerin çeşitli yönleriyle her an yüz yüze gelmektedir, neredeyse bir enformasyon seli akmaktadır.
Bu durumda olaylarn iç yüzünü, gerçek nedenlerini nasıl anlayacağız?
Bunun tek bir yanıtı vardır: Yaşadığımız dünyada olup bitenleri anlamak,
toplumsal olayları nasıl etkileyeceğimizi ve yaşamımıza nasıl anlam kazandırabileceğimizi bilmek için bir "dünya görüşüne" gereksinimemiz vardır.
Her dünya görüşünün temelinde de belirli bir FELSEFE yatmaktadır.
Demek ki , felsefe , kişinin kendine bir dünya imgesi yaratması ve ona özgül bir tarzda biçim vermesiyle dünya görüşünün özümsenmesine ilişkin karmaşık mekanizmalar üzerinde etkide bulunmaktadır.

Binlerce yıllık birikimin düşünce tarihine bıraktığı bilgelik ağacının gövdesini merak ediyoruz...
Antik Yunan Felsefesi, Atina Okulu, Didim, Artemis tapınak yollarına konulan felsefe taşları,
İon'ya, Asur, Babil, Hitit uygarlığı, Uzak Doğu bilgeliği, Batını alan-kelam, Pers Uygarlığı felsefi, mitoloji mirası, Felsefileşmiş İslam Medenyetleri, İbn-i Arabi, İbn-i Sina, Farabi, Biruni, Harezmi, Razi, Hayyam, Rumi, Hafız'ın dünya görüşü- felsefesi ; Tarihin en parlak Türk Devleti Karahanlı döneminin tüm Fars, Çin, Hint ve Batı uygarlığıyla felsefe alanından kurdukları ilk temaslar, Kutadgü bilgi nehirinin felsefi kaynakları... hepisi, ama hepisini en yalın ve anlaşılır bir terminoloji ve "dil" ile zaman, koşullar izin verdiği sürece aktarmaya çaba sarf edeceğiz...
Felsefe dünya gidaşatı, hayatla bir sorunu- derdi olanların alanıdır,
“Odunun iyisi meşe,Bilginin iyisi Neşe” diyerek sizin için bir sofra hazırlanmış,
tüm hesaplar “ortalamalar” üzerinden kesiliyor, kendi dünyanlarını yeni baştan yaratabilecekleri inancını çoğu kimseden geri almış bu “ortalama ve sadece tüketen yığınlar” ; inanacağınız, savunacağınız bir “hiç”iniz bile kalmıyor bu ortamla tezgahında, Sizin en yüksek erdem olarak gördüğünüz değerler toplamınız “onların” nezdinde neyi ifade ediyor sahiden?

'dostum, sen ve ben hayata yabancı kalacağız,
Ve birimiz diğerine ve her birimiz kendine,
Ta ki, senin konuşup benim dinleyeceğim güne dek
Senin sesini kendi sesim sayarak...
Ve senin önünde "yıkılacağım" ana dek
Bir aynanın önünde durduğumu düşünerek'....

ama unutmayın:
“Siz şarkı söylerken"( bilgiye, paylaşıma, insani değerlere) aç olanların mides de kulak olur sizi işitir.

Yüreğiniz “ volkansa eğer”
ellerinizde “çiçekler açacağını nasıl” umabilirsiniz?

Sevgi ve Saygılarımızla,


www.felsefenotlari.blogspot.com

Felsefe Notları


Ultime Poesie /Şafak Çubukçu



I.


İlkyazın serin esintisine çeviriyorum yüzümü
siyaha dönmüş demir korkuluğun yanında
menekşelerle ışıldayan plastik şişelerin üstüne
atılmış,nefti bir battaniyeyi tırmalıyor bir kedi.
böyle zamanlarda adım atmak bir devrimi çağrıştırıyor
bastırılmış,kıyımlarla kana bulanmış dev meydanlarda
en son haykırılan “sloganları”
atlı arabalar,illaki gece ve karda kaçarken sığındığın
bir kapının kapanışını üstüne.

İlkyazın serin esintisine çeviriyorum yüzümü
hemen bir masaya çökerek yutkunarak beklemek
şişeyi,taze bakla dereotu az çiroz ve bir kadının
artık anımsamadığın gülüşü.
“anna pogudko 2.numaralı mitralyözcü
birisinin mutluluğu kadar güzelsiniz.”


ŞOLOHOV’a saygıyla



II.


Kızarmış yağın halılara sinen kokusuyla irkilen
yeşil vitrindeki boş bakışlı balıklar,aydınlık
giriş kapısının kolunu örten besmelenin yanından
eşiğe uzanan ıslak beyazlığı döşemenin.
belki bir rüzgara tanıklık eden ağaç-resmi
resimden çıkarak masaya konan bir serçeyi tanımlıyor
serçeyi yuvasına dek kollayan bir “şivekar”kararlılığı
resmi duvara asan garsonu anımsatıyor.
ot ve otoparka eşlik eden rakı
bir bakış-alanında yalnız “sen “ ve artık” yok-sen”
hiç kimse aldırmazken sevginin kızıl-bayrağını
yüreğinin tam ortasına gülümseyerek dikiveren
oysa geceyi çağrıştıran o eski aldanmışlık
son sözüne bir susuşla veda ediyor.

Bu veda
Bir vedaya bile benzemiyor.


Şafak Çubukçu




TANKALAR // J.L. BORGES - çev. Ulus Fatih



( Tankalar: Borges'in yazdığı ve ilk kez
Türkçe'ye( defter'de yayımlanıyor) aktarılan
şiirleridir, çevirilerden dolayı
dost Ulus Fatih'e teşekkür ederiz../ defter)




I
Altın renkli ay ışığı
dorukları ve bahçeleri aydınlatırken

Mücevher ağzını
dudakların kıskacıyla

gölgelere boğuyorum ben.


II
Çınlıyor alacakaranlık
bir kuşun ötüşüyle

ölüp gidiyor sessizlik
sen adımlarken bahçeyi.

Öyle özlüyorum ki bazı şeyleri


III
Fosilleşmiş kâse,
kılıç
bir zamanlar onu tutan
bambaşka eller.

Bulvarlarda solup giden ayışığı-

Söyle bana,
bütün bunlar yetmez miydi?


IV
Ayın altında yüzen
altın kaplan, gölgesi,
çekici, ürkütücü pençe.

Yavaşça tan ağarıyor

nasıl da solup gidiyor
insanlığın değerleri


V
Üzünçlerle dolu yağmur
gözyaşları gibi düşüyor

acıklı dünyanın üzerine

bu elemlerin içinde olmak
insanlığın, düşlerin, sabahların.


VI
Aşağılık savaşta
düşenler benim değil
soyun öbür bireyleriydi

kahreden gecede,
kimdi onlar

heceleyip, saymak şimdi,
solgun adları.

Şiirler: J.L.BORGES
Türkçesi: Ulus Fatih


Tasma / George Herbert


(Borges'in tutkuyla sevdiği şiir ilk kez Türkçe'de../
Sibel Danande dostumuza bu muhteşem çevirisinden dolayı
çok teşekkür ediyoruz../ defter)


TASMA

Yıktım mabedi, kestim zırlamayı,
gideceğim artık buralardan!
Kısmetim firari bir süvarininki kadar açıkken
ve tuvale tesadüfle düşen
bulutunki kadar aflak,
ne sandın, Ah edip sızlanacak mıydım?
Çıkarmayacak mıydım cüppeyi, salak ?

İyi ama şimdi ben gitmekle acaba
Ekini mi bıraktım, ağustosta tarlada?
İshamından kanlı bir diken parçası mı yoksa elimde kalan?
Ve şu cennet yemişinden toplayamayacak mıyım bir daha?
Ki en mühim bir esastı: hurmanın sırrı ihlastı,
hey yüce yemişleri yaradan!

Aslına bakarsan, kutsal kase de doluydu
Burnumu çeke çeke içmeseydim onu..
Ve nasırım da mısırım da oradaydı
Göz yaşımla boğmasaydım tarlaları.
Şimdi zaman mı benden çalmış oldu ben mi zamandan ..,
hey Allahın şaşkını?
Tek bir defne yaprağı yok mu artık koca evrende
Şu başıma tac olacak,
Yoluma dökülecek çiçekler, o parlak renkli çelenk
Hepsi havaya mı uçtu?
Mabedinden çıkmakla
İsraf ta mıyım, alayını sarfta mıyım, söyle!

Ah Hayır ehl-i kalbim
Kalbimin sabırsız eli hayır,
öyle değil tabi ki,
Bir meyvesi olacak elbet bu firarın.
Haydi çifte zevkle geri getir kederle uçan seneleri:
Kurtul şu rigor mortis münakaşadan evvela;
öyle mi fitiz böyle mi?
Ve sonra terk et altın kafesini
O kafes ki, Senin kumdan kemendin
Teemmül terkeşinde tepili
kum misali zibil gibi,
zerre-i tefekküründen imaretti.
Seni iten ve içine çeken
ibrişim bir kuşak idi.
Ve Yasa’ndı seni ipe çeken
sen ona göz edip de hiçbir şey görmezken.

Haydi ama topla artık dikkatini
Gideceğiz az sonra, vakit geldi.
Çıkar korkularının kravatını.
Çağır şu can çekişen kafanı da:
Cüppeyi giyen o değil miydi
Abd-al rahman
ve rabbin semerine layık olan kafan!
Çağır işte onu!

Çağır çağırmasına da,
Şu bedevi figanımla
her kelimede gittikçe büyürken
hiddetim ve yabanlığım,
Kulağım da bir yandan ezanda:
“Haydi çocuklar namaza!”
ve yine cevap verdim işte, hay alla:
“La ilahe illalla...”

Şiir: George Herbert
Türkçesi:SİBEL DANANDE





"Aklın tarihöncesi' Üzerine/ Ulaş Başar Gezgin



Yazarı:Dr. Ulaş Başar Gezgin

Bilişsel Bilimci

Kazıbilimci Mithen’ın ‘Aklın Tarihöncesi’ adlı kitabı, kazıbilimsel buluntuları bilişsel bilimler açısından anlamlandırma çabasında olan, ilk insan aklı üstüne bir inceleme. Mithen’ın ilk insan aklı üstüne geliştirdiği kuramın üç kaynağı var:
1) Kazıbilimsel bulgular,
2) Primatlarda beyin büyüklükleri ve topluluksal yaşam yoğunluğu oranı üstüne çalışmalar,
3) Bilişsel bilimler kuramları (Boden, Case, Chomsky, Dawkins, Dennett, Fodor, Gardner, Karmiloff-Smith, Piaget, Pinker, Premack, Spelke, Sperber, Talmy, Tooby ve Cosmides, Tulving).

Mithen, kitapta, beyin çalışmalarına daha çok önem verip kazıbilimcilerin buluntular üstüne yorumlarının yanıltıcı olabileceğini söylüyor. Çünkü Mithen’a göre kazıbilimciler, ilk insanlarda dört zeka türünün birbiriyle ilişkisiz olduğunu unutuyorlar ve ilk insanların bu zeka türlerinin bütünlüğüne sahip olduğu düşüncesinden kalkarak yorum yapıyorlar. Bu da, Mithen’a göre, kazıbilimcilerin buluntular üstüne yanılgılı yorumlar yapmalarına yol açıyor.

Yukarıda anıldığı gibi, Mithen’a göre ilk insanlarda dört zeka türü var:

1) Dilsel zeka: Dilsel zeka, insanlık tarihinin görece geç bir döneminde ortaya çıkacak, iletişime yönelik bir zeka türüdür.
2) Kılgısal (teknik) zeka: Kılgısal zeka, çeşitli araç-gereçleri kullanmaya ve bunları kullanarak doğayı değiştirmeye ve dönüştürmeye yönelik bir zeka türüdür.
3) Doğal tarih zekası: Doğal tarih zekası, doğa olaylarını anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik bir zeka türüdür.
4) Toplumsal zeka: Toplumsal zeka, topluluk halinde yaşamaya yönelik bir zeka türüdür.

Mithen’a göre, insanlık tarihinde zihinsel olarak üç dönem vardır:

1) Yalnızca genel zekanın bulunduğu dönem (4.5-1.8 milyon yıl önce)
Mithen, bu dönemi, şempanze ve maymun çalışmaları üzerinden inceliyor; insanımsıların 6 milyon önceki ortak atalarına en yakın varlıklar oldukları için insan olmayan primatlar üstüne çalışmaları ele alıyor.

2) Yukarıda sıralanan dört zeka türünün birbirinden bağımsız olarak varolduğu dönem (1.8 milyon-100 000 yıl önce)

Bu dönemde, Mithen’a göre insan zekası, bir İsviçre çakısı gibiydi. Çeşitli bıçaklar ve araçlardan oluşmaktaydı ama bu bıçak ve araçların bir bütünlüğü yoktu. Bir bıçak, başka bir bıçağa ayrılan iş için kullanılmıyordu. (İsviçre çakısı olarak insan zihni benzetimi, bilişsel bilimlerde, bir bilgisayar olarak insan zihni ve bir sünger olarak insan zihni (ya da tabula rasa) benzetimlerine seçenek olarak ileri sürülmüştür. Mithen, çağdaş insan aklı için, bu benzetime katılmıyor; yalnızca ikinci dönemde geçerli olduğunu söylüyor.)

3) Bu dört zeka türünün birbiriyle ilişkilendiği bilişsel akıcılık dönemi (100 000 yıl önceden günümüze)

Mithen, insan zekasının ortaya çıkışını insanların büyük topluluklar halinde yaşamaya başlamalarına dayandırıyor. Mithen’a göre ilk insanlar, sürekli yırtıcı hayvan saldırısı tehlikesi nedeniyle ve avcılık ve yiyecek paylaşımı nedeniyle, toplu halde yaşamak zorunda oldukları için, daha karmaşık insan ilişkilerini düşünmek zorunda kaldılar ve böylece çağdaş anlamıyla insan aklının ilk öğeleri ortaya çıkmaya başladı. Diğer bir deyişle, Mithen’a göre, zeka, önce toplumsaldı; toplumsallığın bir ürünü olarak ortaya çıktı, ondan sonra toplumsal olmayan alanlara uygulandı. Mithen’ın bu savını dayandırdığı temel nokta, topluluk sayısı arttıkça beyin büyüklüğünün artması olgusudur.

Mithen’ın bu zekanın toplumsal kökeni savının üstüne, günümüz için şu nokta, çalışma yapmaya değer olacaktır: Zeka kavramı, uzun yıllar boyu, toplumsal ilişkilerden bağımsız olarak incelenmiş ve ancak yakın zamanlarda, zekanın toplumsal süreçlere uygulanmasının örnekleri sayılabilecek toplumsal zeka ve toplumsal biliş çalışmaları yapılmıştır. Tarihin ileri bir döneminde zekanın matematik yeteneğine indirgenmesi olgusu ve yakın zamanlarda görülen yeniden toplumsallaşması olgusu, zekanın toplumsal kökeni açıklaması açısından yeni bir değerlendirmeyi gerektirmektedir. (Bunun, sanıyoruz, başka bir yazıda ayrıntılı olarak ele alınması daha doğru olur.)


Mithen, sanatın çıkışını, üç zeka türünün arasında ilişki kurulmaya başlanmasına bağlıyor. Mithen’a göre sanat, ilk insanların aklındaki doğal tarih zekası (“ayak izleri gibi doğal sembollerin yorumlanması), toplumsal zeka (bilinçli iletişim) ve kılgısal zekanın (“akılsal şablonlardan yararlanarak el ürünü yaratmak”) ilişkilendirilmesinden oluşuyor.


Mithen, aynı biçimde, kısaca, “hayvanlara, tanrılara ya da nesnelere insan özellikleri yüklemek” olarak tanımlanabilecek insanbiçimcilik (anthropomorphism) ve totemciliği, toplumsal zekanın doğal tarih zekasıyla ilişkilendirilmesine bağlıyor; ileri avlanma kılgılarını doğal tarih zekası ve kılgısal zekanın ilişkilendirilmesinin bir ürünü olarak görüyor; bireysel süs eşyalarının, toplumsal konum simgesi oluşlarını göz önünde bulundurarak, toplumsal zeka ve kılgısal zekanın ilişkilendirilmesi sonucu ortaya çıktığını ileri sürüyor. Mithen, ırkçılığı da, toplumsal zeka ile doğal tarih zekasının ilişkilenmesine bağlıyor. Hayvanlara insan özellikleri yüklenmesi yerine, ters yönde bir ilişkiyle, bir öbek insana insan değillermiş ve hayvanlarmış gibi davranılıyor.


Mithen, avcılık-toplayıcılıktan tarım-hayvancılık toplumuna geçişi de bu dört zeka türünün değişik düzeylerde ilişkilenmesine bağlıyor. Bu düzeylerden birinde, toplumsal zeka ile doğal tarih zekasının ilişkilenmesi sonucu, bitkilere ve hayvanlara insanlarmış gibi davranılıp onlara bakılıyor; böylece, insanbiçimcilik ve totemizm yanında, tarım da ortaya çıkmış oluyor. Aynı biçimde, sanat, din ve bilimin çıkışını, toplumsal, kılgısal ve doğal tarih zekalarının ilişkilenmesine bağlıyor.

Mithen, Tulving’in yordamsal (procedural) bellek ve anlambilgisel (semantic) bellek ayrımına girip insanlık tarihinde ilk olarak yordamsal belleğin (sözle dile getirilemeyen otomatik bellek; örneğin, bisiklet sürme ya da yüzme ile ilgili bellek) çıktığını söylüyor ve anlambilgisel belleğin, toplumsal zekanın toplumsal olmayan zekayla bireşiminin bir sonucu olarak çıkmış olabileceğini öne sürüyor.


Mithen, bilişsel dilbilimci Talmy’yı anarak, dilbilimdeki izleksel (tematik) roller sorununu ele alıyor. Diller, cansız varlıklara da eyleyicilik (agency) özelliği veriyor. Örneğin, “rüzgar esiyor”, “yağmur yağdı”, “yaprak düştü” vb. Mithen, bu durumu, önce toplumsal zekanın çıkıp sonra doğal tarih zekası ile eklemlendiği biçimindeki görüşüne bağlıyor. Oysa bu örnekler, bizce, bu görüşü değil, dilin çıktığı dönemlerde, cancı (animist) görüşün egemen olduğunu; diğer bir deyişle, evrendeki her varlığın bir cana, dolayısıyla bir özne olma (gizil)gücüne sahip olduğunun düşünüldüğünü gösterir. Söylenbilgileri de (mitoloji), bu savımızı destekler niteliktedir: Doğanın belirgin öğeleri (örneğin, güneş, rüzgar, ateş, orman, dağ vb.), çeşitli söylenbilgilerinde, tanrılar ya da tanrısal güçler olarak betimlenir. Dolayısıyla, bizce, izleksel roller sorunu, toplumsal zekanın önce çıktığını göstermez; ilk insanlardaki cancılığı imlemekten öteye geçmez.

Kitapta cancılık konusu hiç ele alınmıyor ve doğal tarih zekası ve toplumsal zeka, ayrı türler olarak değerlendiriliyor. Oysa, Mithen, insanlığın ilk döneminde, yalnızca genel zekanın varolduğunu ileri sürdüğüne göre, ilk dönemin bu dört zeka türünün alanlarının birbirine girdiği ve fakat ayrı bir alan olarak algılanmadığı bir dönem olması beklenir. Dolayısıyla, doğa-insan eşitliği ve bütünlüğü üstüne kurulu cancılık ve tümtanrıcılığın (panteizm), insanlığın, başından beri sahip olduğu düşünce biçimi olduğu sonucuna varılabilir. Diğer bir deyişle, Mithen’ın kuramı, farklı yorumlara fazlasıyla açık. Bu farklı yorumlara fazlasıyla açıklık görüngüsü, insanlığın ilk dönemi üstüne yeterince bulgu ve buluntu sahibi olmamamızdan kaynaklanıyor.


Mithen, bu kitabı, keşke Bickerton (1995)’i okuduktan sonra yazsaydı. Bickerton, yaygın kanıdan ayrılarak, düşüncenin dilden önce değil, dilin düşünceden önce çıktığını ileri sürmüştür ve kitabı, çeşitli çalışma alanlarındaki araştırmaların bir dökümüne dayanmaktadır.


Mithen, insan zihnini 4 zeka türü ve bunların ilişkilendirilmesine bağladığına göre, 24-4=12 ilişkilenme olasılığı olması gerekir. Ancak Mithen, bütün bu olasılıkları incelemiyor. Zaten Mithen’ın yalnızca 4 zeka türü ortaya atması da, Gardner türü çoklu zeka kuramcılarına yöneltilen eleştiriyi ortadan kaldırmıyor: Neden 4 de daha fazla zeka değil? Mithen’ın kitabı, tam 4 zeka türü ileri sürülmesini temellendiremiyor. Oysa, bu zeka türü sayısını temellendirebilseydi, açıklama gücü daha yüksek bir kuram ortaya çıkacaktı; çünkü tam da bu temellendirme, kuramında yeni açılımlar getirecekti.

Kaldı ki, yine başka bir çoklu zeka kuramına yönelik eleştiri, Mithen’ın yaklaşımına yöneltilebilir: Bu zihinsel özelliklere neden ‘zeka’ diyoruz? Bu neden sorusu da yanıtsız kalıyor ve bu da, Mithen’ın yaklaşımının en zayıf yanlarından biri. Bu sorunun yanıtsız kalması, Mithen’ın ‘zihin’, ‘zeka’, ‘akıl’ vb. sözcükleri açıklamaması ve birbirinin yerine kullanması olgusuyla birleşince, karşımızda, belirsiz kavramlara dayalı bir kuram olduğu ortaya çıkıyor. Kuramın bu niteliği, yazımızı da etkilemiş bulunuyor: Yukarıda biz de bu ve benzeri sözcükleri, yanlış olarak, birbirinin yerine kullandık. Ama bunu, Mithen’ın da böyle yapmasıyla gerekçelendiriyoruz. (Çevirmenin de, kullandığı karşılıklarla (örneğin, ‘mind’ için ‘zihin’ yerine ‘akıl’ karşılığı kullanması) bu kavram kargaşasını arttırdığını belirtelim.) Gezgin (2005)’te ‘zeka’ sözcüğü yerine ‘(bilişsel) yetenek’ sözcüğünün kullanılmasını önermiştik. Bu öneri, Mithen’ın kuramındaki kavram kargaşasını bir ölçüde de olsa azaltacaktır.


Son olarak, Mithen’ın aklın tarihöncesi konulu bir kitapta derinleştirmesini beklemediğimiz, ancak başka bir metinde derinleştirilmeye değer olduğunu düşündüğümüz aşağıdaki dizi film konulu alıntıyla yazıyı noktalıyoruz:

Bilinç(lilik) sıralaması” filozof Daniel Dennett’in sosyal zekanın nasıl çalıştığını düşünmemize yardımcı olmak için ortaya attığı bir terimdir. Eğer sizin bir şey bildiğinize inanırsam, bir “bilinç(lilik) sıralaması” ile başa çıkabiliyorum demektir. Eğer sizin, benim bir şey bildiğime inandığınızı bilirsem, bu iki bilinçl(lilik) sıralamasıyla baş edebildiğim anlamına gelir. Sizin, karımın benim bir şey bildiğime inandığına inandığınızı bilirsem üç bilinç(lilik) sıralaması ile başa Biz çağdaş insanlar genel olarak üç bilinç(lilik) sıralamasıyla karşı karşıya kalırız – ya da en azından soap opera dizilere inanıyorsak böyle olur, çünkü bunlar genellikle üçüncü bir şahsın inandıklarına inanan başkalarının inançları etrafında dönen dizilerdir ve genellikle de dizinin sonunda bu inançların yanlış olduğu ortaya çıkar. Sınırımızın, beş “bilinç(lilik) sıralaması” olduğu anlaşılmaktadır. Daniel Dennett, “En iyi koşullar altında, çoğumuzun ancak beş ya da altı bilinç(lilik) sıralamasını izleyebileceğini açıklamamı istediğinize inanabileceğimi fark ettiğinizi söylemek amacında olup olmadığımı anladığınızdan emin olmanın, sizin için ne kadar zor olduğunu anlayıp anlamadığımı merak edip etmediğinizi” sorarak, bunu oldukça etkileyici bir biçimde göstermektedir (Mithen, 1999, s.125, altını biz çizdik).

Kaynakça

Bickerton, D. (1995). Language and human behavior. Seattle: University of Washington Press.
Gezgin, U. B. (2005). Bilişsel bilimler elkitabı (8. bölüm: Duygular: İçli robotlar, kalpsiz insanlar ve ‘duygusal zeka’). Yayınlanmayı bekleyen kitap.
Mithen, S. (1999). Aklın tarihöncesi (çev. İrem Kutluk). Ankara: Dost Kitabevi.


Fuzuli..."beni candan usandırdın"...



Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
(şem: mum)

Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
(Kamu bimarına: hasta gönlüne)

Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
( Şeb-i hicran: ayrılık gecesi, çeşmi giryan: ağlar gözler, efgan: feryat)

Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı
( gül-i ruhsarına: yüzünde açan gül'e)

Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı
(pinhan: gizli; gam: keder, bı- vefa: vefasız, kıl ruşen: aydınlat, açıkla)
Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı
( ettin aklımı zail: aklımı elimden aldın)


Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
( rind-i şeyda: sermest, aşık rint; hemişe: her zaman)

Fuzuli
Açıklamalar:(defter)

BORGES DEFTERİ


Kumda Tango Ve Borges/ Hakan İşcen



Borges okumak, hanımelinin balını emmek gibi bir şey… Başlangıçta otun kekre tadı, yüzünüzü ekşitse de, nereden geldiğini bilemediğiniz o baş döndürücü koku, birazdan çekecektir sizi metnin içine. İşte, düşle gerçeğin tangosu başlıyor! Hele, yılmayıp o kokunun izini sürdüğünüzde, şekerli özsuyun saf, büyülü tadı damağınıza ulaştığında, artık yapacak bir şey kalmayacaktır size. Hoş geldiniz sözcüklerin kozmosuna; artık siz de bir Borgenist’siniz.

Kum Kitabının, kitaba adını veren son öyküsüyle Borges’e (1899-1986) başlamak, sanırım onun dünyasına adım atmak için en uygun kapılardan biridir.
Önce Kum Kitabı öyküsü için gerekli malzemeyi vermem lazım:
1. Ana Britannica
2. Binbir Gece Masalları (Takımı eksik olabilir.)
3. Pançatantra (En Eski Hint Masalları)
4. G. Herbert ve Tasma ( The Collar)
5. Stevenson ve Define Adası
6. D.Hume ve Din Üstüne
7. J.L.Borges - Alef

Tabii, okurken onunla aynı hazzı almamız için şartları eşitlememiz gerekir. Yoksa Borges ile başa çıkamayız. Bunun için “görme engelimizi” ortadan kaldırmamız lazım. (1) Işıkları kapatalım!
Ben önceden okumuştum bu öyküyü. Ama şimdi karanlıkta, zihnimde yeniden okuyacağım sizinle birlikte. Sıkılır mıyım?... Asla! Konu Borges ise, yola her çıkışınız da bilin ki, sizi yeni bir sürpriz bekliyordur. Çünkü birkaç okumadan sonra varacağınız yer, her zaman öncekinden farklı olacaktır… Kolay okunduğu için “sağlam” görünen bazı sözcükler, karşı kıyıya geçerken bastığımız taşlar gibi kımıltılıdır. Bir anda sizi felsefi derinliklere çekebilir. Tabii, taşı kaldırmak isterseniz!.. Onun düşsel gerçekliğinin size sunduğu olanakları, asla küçümsemeyin ve asla o kadarla yetinmeyin!

Kum Kitabı öyküsünün kısa özeti şu:
Günün birinde bize bu hikâyeyi anlatan kişinin kapısına Kutsal Kitaplar satan bir yabancı gelir. Çantasından çıkardığı kitap çok ilginçtir. Anlatıcının tanımadığı bir el yazısıyla kaleme alınmış kitabın başı ve sonu yoktur. Sayfa numaraları bir dizi takip etmemektedir. Kitabın her açılışında içeriği kendiliğinden değişmekte, görünen sayfa ve resim asla tekrarlanmamaktadır. Anlatıcı, yüksek fiyatına rağmen elindeki değerli ilk kopya İncil’i ve daha yeni aldığı emeklilik çekini vererek, kum gibi sonsuz olduğu için böyle adlandırılan “Kum Kitabını” alır. Bu kitaba öyle bağlanır ki, dostlarını ihmal ederek onun tutsağı olur. Sonunda, Ulusal Kütüphanenin nemli bir rafına bırakıp kaçarak, ondan kurtulur. (2)

Şimdi karanlık ve sessizlik. Zihnimizin derinliklerine doğru, bu keyifli yolculuğa başlayalım:
“ thy rope of sands…”
Öykü, başlığının altına iliştirilmiş bu epigrafla başlıyor. Bu yarım dizenin kitapta çevirisi yapılmamış. Oysa, Borges’in -sık sık yaptığı gibi- öyküye serpiştirdiği ip uçlarının izini sürmek açısından önemli bir ayrıntı.
“senin kumdan kemendin (ilmiğin)…”
Bu alıntının altındaki isim George Herbert. (3) Boşuna demedim; Ana Britannica’yı elimizin altında tutmalıyız diye. Borges’in entelektüel aklının zenginlikleri dillere destandır. Bu dize, Herbert’ın Tasma (The Collar) adlı şiirinden. (4) Şiirin hematik yapısı içinde yaptığımız kazıdan günışığına çıkarabileceklerimiz şunlar: Bir monolog tarzında yazılan şiirde, insan, o güne dek öğrendiği ve gerçek olduğuna inandığı her şeyin, aslında onu bir kafesin içine aldığının farkına varır. Sahici olarak kabul ettiği gerçekliklerin, kumdan bir kement gibi, geçersiz ve gerçekdışı olduğunu görür. Kuralları yargılamadan bir hayat kanunu olarak ele almış ve tasmayı (kemendi) böylelikle boynuna kendi takmıştır. Kafes ve tasma, sonuçta, canlının özgürlüğünü elinden alan alegorik öğelerdir. Tasma şiiri, kendi elimizle verdiğimiz özgürlükleri yeniden kazanmaya yönelik yazılan bir isyan ve ikilem şiiridir.

Daha sonra öykünün girişinde, “sonsuzluğun” somut olarak görünür kılınması yer alıyor. Bu görünürlük, göze değil, zihne hitap ediyor. “Çizgi sonsuz sayıda noktalardan oluşur; düzlem ise sonsuz sayıda çizgilerden, oylum sonsuz sayıda düzlemlerden; üstoylum da sonsuz sayıda oylumlardan…” (5) Burada oylum, derinliği ve hacmi olan sonsuz bir mekândır.
Borges için, sonsuzluk kavramı, tüm ömrü boyunca öykülerinde zaman zaman irdelediği bitimsiz bir hayat tezidir. Tanrının Elyazısı öyküsünde biri şöyle diyecektir: “Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin sayısıdır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin.” (6) Borges, Alef’te ise, bütün noktaları içine alan tek bir noktadan bahseder. Sonsuz bir noktadır ve her şeyi kapsar. “Alef’in çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi, ama tüm âlem gerçekten ve eksiksiz içindeydi.” (7) Gerçekten de, öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir noktadan başka neyiz ki?..“…iki ayna arasında duran bir küre gördüm, aynalar küreyi sonsuz sayıda çoğaltıyorlardı.” (8)
Bu sonsuzluk algılaması içinde, anlatıcının anlatacağı şeyin gerçek olduğunu iddia etmesi de masum bir ironi olarak kalıyor. “Her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benim ki gerçek.” (9) Anlatıcının araya girerek öykü ile ilgili yaptığı açıklamaların, bir Borges klasiği olduğunu bildiğim için artık eskisi gibi şaşırmıyorum.

Kapıyı çalan yabancının hatlarının belirsizliği, anlatıcının miyopluğunun ötesinde, düşle gerçeğin ince sınırında dolaştığının bir göstergesi. Sonsuz bir akış içinde, hangi gerçek, bir düşten daha sahici olduğunu iddia edebilir ki?.. “Yüz hatları pek keskin olmayan uzun boylu bir adamdı. Belki de miyop oluşum yüzünden bana öyle göründü.” (10)

Anlatıcıda, İncil’in ilk Wiclif (11) kopyasının bulunması fantastik bir durumdur. Öykü içinde Borges’le örtüşen pek çok yanı da karşımıza çıkacaktır. Borges öykülerinde, kendiyle ilgili veya ansiklopedik bir çok bilgiyi, tarihi, mitolojik öğeleri, öykünün gerçek çivileri olarak temeline çakarken bunların üstünde asıl kurmacasını oluşturur. Gerçekle gerçeküstünün büyülü yapısıdır bu.

Satıcının, anlatıcıya teklif ettiği Kutsal Kitap, Bikaner sınırından (12) alınmış, sırtında “Holy Writ” (Kutsal Kitap), altında “Bombay” yazan, sekiz ciltlik, bez kaplı, bir çok elden geçtiği belli olan, ağır bir kitaptır. İncil’de olduğu gibi iki sütun olarak basılmış, bentler halinde düzenlenmiştir. Sayfa numaraları Arap sayılarından oluşsa da bir sıra takip etmez. Satıcı, bu kitabı yoksul bir Hindu’dan İncil karşılığında almıştır. Yerli, adının Kum Kitabı olduğunu söylemiştir. Çünkü kitabın da kum gibi, ne başı, ne sonu vardır. Satıcının “Kitapların Kitabı” diye adlandırdığı bu kitabın her açılışta, sayfalarının içeriği değişmekte ve asla
tekrarlanmamaktadır. Sayfalar, kitabın içinden fışkırarak bilinmeyen bir sona uzanmaktadır. İşte, sonsuzluk kavramı yine çıktı karşımıza! Sonsuz bir akış içinde anlamlı görünen her türlü sınıflamanın, normların, hatta bilginin -sayfa numaraları- ne önemi var ki?..

Kitabın kutsallığı, diğer kitaplardan farklı olarak bu “şeytansı” özelliklerinden gelmektedir. “Şeytansı kitabına karşılık Tanrı’nın kitabını verdiğimden bu yerli adamı kandırmadığımdan eminim.” (13)

Anlatıcı, satıcının Orkney’li (14) olduğunu öğrenince, Stevenson (15) ve Hume ’a (16) gerçek bir tutkusu olduğundan bahseder. Satıcı ise, onu düzeltir:
“Ve Robbie Burns’e demek istiyorsunuz.” (17)
Yani satıcı, Stevenson ve Burns’e sahip çıkarak, Hume’u dışarıda bırakır.(18) Burada zekice bir alegorik yaklaşım vardır: İkisinde de ortak bir değer ifade eden Stevenson, dipnotlarında belirtildiği gibi, yapıtlarına koşut olarak düş dünyamızın, imgelem gücümüzün simgesidir. Hume ise, deneyciliği ile kuşkuların tabii! Satıcı, Burns’ü ekleyerek, kuşkuların yerine lirik söylemi ve inancı koyar.

Anlatıcı, kendinde olan İncil’in ilk kopyasını ve emeklilik çekini vererek Kum Kitabı’nı alır. Böylelikle Kitapların Kitabı yine İncil’le yer değiştirmiştir. Hem de en değerli İncil ile! Üstelik, ömür boyu bir emeğin karşılığı olan bir çek ile birlikte.(19) Bu ne büyük bir bedeldir!
Anlatıcı hem onca yıl sarf ettiği emeğin karşılığını, hem de evindeki en değerli hazinesini vermiştir. Satıcı ise, hiç pazarlık etmemiş ve “kitabı ona satmaya” kararlı gelmiştir.

Anlatıcı, satın aldığı Kum Kitabını önce Wiclif’in yerine koymayı düşünür; ama sonra takımı eksilmiş Binbir Gece Masallarının “arkasına” gizlemeyi kararlaştırır. Tüm çevirilerin haklı olarak “arkası” şeklinde yapılmasına rağmen, ben “arasına” diye düşünmeyi yeğliyorum. Çünkü takım eksiktir. O takımın arasına koyarak gizleyecektir. Sonsuzluğun Kitabının gizleneceği en doğru yer, Dünya Edebiyatı’nın sonsuzluğu simgeleyen en önemli baş yapıtlarından birinin arasıdır tabii.

Anlatıcı için artık Kum Kitabı bir hazinedir. Onun çalınma korkusuyla birlikte, sonsuz olup olmaması kuşkusu atbaşı gider. Ama kitabı günlerce inceledikten sonra hiçbir kuşkusu kalmaz. Ayrıca resimlerin iki bin sayfa arayla ortaya çıktığını, bir resmin de bir daha tekrarlanmadığını keşfeder. Düzensiz görünen kitapta sanki gizli bir düzen vardır. Düşünde bile kitabı görür.

Kitap korkunçtur. Tabii, ona dokunan da bu lanete bulaşacaktır. “Kitabın korkunç olduğunun ayrımına vardığımda yaz bitmek üzereydi. Gözleriyle gören, on parmağıyla ve tırnaklarıyla dokunan kendimi ondan daha az korkunç algılamam bir işe yaramazdı.” (20)
Anlatıcı bu kitabın, bir karabasan nesnesi, gerçeği lekeleyen ve bozan kötü bir şey olduğunun farkına varır. Kitaptan kurtulmak için yakmayı düşünür. “Yakmayı düşündüm, fakat sonsuz bir kitabın yakılmasının yine sonsuz olmasından ve dumanı ile gezegenimizi boğmasından korktum.” (21)
Sonunda Anlatıcı, kölesi haline geldiği Kum Kitabını, bir yaprağın en iyi bir ormanda gizlenebileceğini düşünerek, Ulusal Kütüphaneye bırakarak kaçar.

Ve Suyun Altındaki Öykü(ler)
Borges’in diğer öykülerinde olduğu gibi, bu öykü de burada bitmez. Bitmemeli! Fantastik bir kurguyla bir solukta okuduğumuz bu keyifli, eğlendirici öyküyü, kütüphanemizdeki ait olduğu yere terk etmeden önce başka açılımları üzerinde durmamızda yarar var. Öykünün her düşünsel egzersizinde, Kum Kitabı’nda olduğu gibi, karşımıza farklı bir sayfa, farklı bir resim fışkıracaktır. Zihnimizi karanlıkta biraz daha eşeleyelim:
Kitap kavramı bize iki şey çağrıştırır. 1. Kutsal Kitap(lar) 2. Edebiyat.
Kum ise, zamanı ve sonsuzluğu…

Kum Kitabı, yeni bir Kutsal Kitap mı?...
Kutsal Kitaplar, bir sonsuzluk (ve başlangıç) bilgisidir aynı zamanda. Borges, mucizevi bir Kutsal Kitap üzerinden, insanların bitmek bilmeyen sonsuzluk (hayatın gizi, kader, ölüm…) arayışlarını ve aslında bu çabanın gereksiz olduğunu ortaya koymaktadır. Zamanın ve mekânın sonsuzluğu içinde “Kutsal” ın anlamı nedir ki?... İnsanlar, ancak bu amansız sorgulamadan -ve Kum Kitabı’ndan- kurtulduklarında huzur bulabilirler.
Satıcının yoksul Hindu’ya İncil’i vermesinin evengalist çabaların bir sembolü olduğunu rahatlıkla düşünebiliriz. Bu nedenle Orkney’li Satıcının Hume’dan haz etmemesi de doğaldır. Çünkü anlatıcının benimsediği Hume, kanıt ister! Ve, “Hıristiyanlığın gerçekliğinin kanıtı, bizim hislerimizin gerçekliğinin kanıtından daha azdır.” der.
Yoksa, bu Kum Kitabı dediğimiz şey, bu alemin “Yazın Külliyatı” mı?
Edebiyat, öyküde Kitapların Kitabı olarak kutsallığın ötesinde konumlanmıştır. Tek bir Kum Kitabı’na indirgenen edebiyat, kitapların en kutsalıdır. Yeni imgelemlerle, yeni düşlerle, yeni sözcüklerle kendini sürekli yenileyerek sonsuz yolculuğuna devam edecektir.
Öykü boyunca irdelenen sonsuzluk, iki temel çağrışımın da ortak paydasıdır. İnsanın mutluluğu için sonsuzluğun açımlaması gerekir. Kutsal Kitapların olduğu kadar, Edebiyatın da ereklerinden biri budur. Öykünün başında, şiirine gönderme yapılan ve bir Papaz olan Herbert’ta bunun peşindedir. Hem din adamı kimliğiyle hem şair kimliğiyle boynundaki kumdan ilmeği çıkarmak ve özgürleşmek ister.
Diğer taraftan, her yazar, başka bir yazarın aynı zamanda okurudur. Her okur, metni yazarından bağımsızlaştırarak yeniden yazar. Bu öyküde satıcı ve anlatıcının aralarındaki ilişkinin sırrı budur. Borges’in anlatıcı ile aynı adreste oturacak kadar örtüşmesi boşuna değildir.
Edebiyat, metinlerin birbirine görünmez iplerle bağlı sarmalıyla, kâh öykünerek, kâh keşfederek sonsuza uzanacaktır. Her metin başka bir metnin döl yatağı olur ve Kum Kitabı’nın içinden sürekli fışkıran tekrarlanmayan yeni sayfalar olarak ortaya çıkar.

Öyküde Edebiyat, her seferinde, karşılığında Kutsal Kitap -hatta en değerli ilk kopyası- verilerek elde edilir ki, bu da öyküde edebiyata atfedilen önemin somut bir göstergesidir.
Kum Kitabının gerek fiziki ayrıntıları, gerekse büyülü içeriği , edebiyatın genel karakteristik özelliklerinin sıralanmasından başka bir şey değildir. Edebiyat (Kum Kitabı), dinler ve kültürler üstüdür. İncil’deki bentler şeklinde yazılmış olması, Arapça sayfa numaraları bu nedenledir. Kitabın elde edildiği Bikaner sınırı, dinlerin ve kültürlerin karıştığı eski bir coğrafyadır. Hemen hemen bütün dinler bu topraklarda mevcuttur. Burası aynı zamanda Edebiyatın doğduğu yerdir. Çünkü yazılı ve sözlü Hint söylenceleri dünyanın en eski edebi yapıtları olarak kabul edilmektedir. Bu da Kitapların Kitabının üzerinde yazan “Bombay” yazısını yeteri kadar açıklar.

Kutsal Kitaplar karşısında Edebiyat, tabii, biraz da “şeytan işi” dir. İnsanda olduğu gibi, onun bir aynası olan Edebiyatta da, iyi ve kötü bir aradadır.

Stevenson-Hume-Burns, yani üç ünlü İskoçyalıda şekillenen imgelem-deneye dayalı, kuşkucu nedensellik arayışı- şiiri de içine alan duygulu, inançlı söylem, bir edebiyat yapıtının temel unsurlarındandır. Hume ve Burns örneğinde de görüldüğü gibi edebiyat, inanç ve kuşkuyu birlikte kapsayan, herhangi bir Kutsal Kitabın kapsama alanının dışında, çok daha geniş bir şemsiye açar yeryüzü üstüne. Burada asıl olan imgelem kudretidir. Bunun için, öyküde, Stevenson hem satıcının hem anlatıcının ortak tercihi olmuştur. Çünkü edebiyat her şeyden önce bir kurmacadır.
Satıcının alıcıyla pazarlık etmemesi ve satmaya kararlı gelmesi, aslında yazar-okur ilişkisi ve metinler arası etkileşimin bir ifadesidir.

Wiclif İncil’inin yerine Edebiyatı konumlamak, dogma bilginin yerine sanatı önererek insanı özgürleştirmeye bir davettir. “Kum Kitabı’nı, Wiclif’den boşalan yere koymayı düşündüm, fakat sonunda ciltleri eksilmiş Binbir Gece Masalları’nın arkasına gizlemeyi yeğledim.” (22)
Bununla birlikte Dünya Edebiyatının en eski başyapıtlarından biri olan ve sonsuzluğu simgeleyen Binbir Gece Masalları, “Edebiyatı” kucaklamak için en uygun yerdir.

Anlatıcının, satın aldıktan sonra Kum Kitabı ile olan ilişkisi, yazarın huzursuzluğunu ve gündelik yalnızlığını ortaya koyar. Kitap yüzünden anlatıcı-yazar, dostlarını bırakır, kitabın
-edebiyatın- tutsağı olur. Edebiyatı, sahip olduğu yegâne hazine olarak görür, çalınma korkusu duyar ve onun, sonsuzluğu yakalayabilmenin biricik anahtarı olduğunu bilir.
Yazarların, özgün yapıtlar ortaya koyması, değişik anlatım yolları bulması, yeni biçemler oluşturarak kendini farklı kılmaya çabalaması, edebiyatın sonsuza akan yolculuğunda çok önemli rol oynayacaktır. Sayfalar bu nedenle asla tekrarlanmaz. Metinler, görünmeyen, ama birbirine sıkı ilmeklenmiş -kumdan- bir zincir oluşturur. Edebiyat tarihinde dönemsel inişler çıkışlar olsa da akış süreklidir. Anlatıcı-yazar, düşünde de yazmakla iç içedir. Kuşkusuz düşlerle yazı arasında sıkı bir ilişki vardır. Düşlerimiz tam anlamıyla özgündür; sadece bize aittir, tekrarlanamaz. Kum Kitabı’nda bir kez görünen resimler gibi...

Edebiyat tabii ki, korkunçtur. Hayatı değiştirir. Gerçeği bozar; kendi cemaatini ve cennetini yaratır gibi, yeni bir gerçeklik ortaya koyar. Bu yaratımın mimarı olarak yazar da korkunçtur. Bu anlamda yazar, edebiyatla lanetlenmiş düş gezginidir. Yazarın kitaba “on parmakla” dokunması yazma eylemine açık bir göndermedir.

Kitabın yakıldığında yeryüzünün dumana boğulabileceği betimlemesi, edebiyatın ortadan kalkmasıyla, insanın yaşamsal damarlarının koparılarak hayatın sonlanmasından başka bir şey değildir. M.Ö. 200 yıllarında Çin’de başlayan kitap yakmanın tarihi, günümüzde Isparta Sütçüler Kaymakamının Orhan Pamuk’un kitaplarının yakılmasına ilişkin genelgesine kadar uzanır. Kuşkusuz bu yakımların en meşhuru, 1933 Berlin Opera Binası meydanında gerçekleşmiştir. Birçok ünlü yazarın yirmi bini aşkın kitabı, Naziler tarafından yakılmıştır. Borges böylelikle, zaman zaman edebiyatın karşılaştığı bu yobazlıklara da gönderme yapar.

Ulusal Kütüphaneye bırakılan kitap, edebiyatın sürekliliğini ifade eder. Metnin yazarla yolları ayrılır. Ama yapıt, ondan bağımsız bir kum tanesi olarak, sonu belli olmayan bu kumdan nehirde -bizim şimdi yaptığımız gibi- binlerce kez yeniden yazılarak yolculuğuna devam edecektir.

Yzarı: Hakan İşcen


(1) Bu öyküyü Borges, kitabın diğer öyküleri gibi, tümüyle kafasında oluşturdu ve sekreteri Maria Kodama’ya dikte ederek yazdırdı. Çünkü artık neredeyse tamamen kör olmuştu.
(2) Kum Kitabı, J. L. Borges, İletişim Yayınları, 7.Baskı 2006, Çeviri: Yıldız Ersoy Canpolat.
(3) George Herbert, İngiliz rahip ve şair. [1593-1633]
(4) www.ccel.org/h/herbert/temple/Collar.html: Şiirden bir bölüm: (…) forsake thy cage/ Thy rope of sands/ Which pettie thoughts have made, and made to thee/ Good cable, to enforce and draw/ And be thy law/ While thou didst wink and wouldst not see./ Away; take heed:/ I will abroad.(…)
(5) Kum Kitabı, Syf.101
(6) Alef / Tanrının Elyazması, J. L. Borges, İletişim Yayınları, 6.Baskı 2005, Çeviri: Tomris Uyar, Syf. 105
(7) Alef, J.L. Borges, İletişim Yayınları, 6.Baskı 2005, Çeviri: Fatma Akerson, Syf.146
(8) Alef, Syf. 147
(9) Kum Kitabı, Syf.101
(10) a.g.e, Syf.101
(11) John Wiclif (1320-1384) İngiliz Teolog. 1380’de Yeni Ahit’i Latince’den İngilizce’ye çevirdi. Bu, bin yıldan sonra halk diline yapılan ilk çeviridir.
(12) Bikaner: Hindistanın Pakistan’a yakın sınır şehri. Şehre yakın Karni Mata, en bilinen Kutsal Hindu Tapınaklarından biridir.
(13) a.g.e, Syf.103
(14) İskoçya’nın Kuzey Kutbuna en yakın takımadaları. 5500 yıllık bir tarihe sahiptir.
(15) Robert Louis Stevenson [1850-1894] İskoç, yazar. Edinburg’da doğdu. Define Adası ve Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın Yazarı. Define Adası, fantastik dünya klasiklerinden biridir.
(16) David Hume [1711-1776] İskoç filozof, ekonomist ve tarihçi. Deneyden bağımsız elde edilen bilgiyi yadsır. Bilgide zihnin ötesine geçilemeyeceğini savunur.
(17) Robert Burns [1759-1796] İskoç şair. İskoç Milliyetçiliğinin ve Kültürünün sembolü olarak görülür. Öldükten sonra romantizmin önemli bir karakteri olmuştur. Doğum tarihi 25 ocak, İskoçya’da ulusal tatildir.
(18) Norman Thomas Di Giovanni çevirisi. (“You mean Stevenson and Robbie Burns,” he corrected.) Ayrıca Münir H. Göle çevirisi. (İletişim Yayınları,1990)
(19) Ben burada Yıldız Ersoy Canpolat’ın çevirisine sadık kalıyorum. Ama Norman Thomas Di Giovnni’nin İngilizce’ye çevirisinde bu çekin bir aylık emeklilik çeki olduğu belirtilir. (H.İşcen)
(20), (21), (22) a.g.e, Syf.105


Gece sır kadar güzeldir / Sufi



"İnsan başkasının felaketi önünde şair, alim, filozof olur" diyormuş M.C.Kuntay ( “Üç İstanbul” adlı o her zaman okuduğumda beni tarih koridorlarında sarhoş eden yapıtında).
Ya İnsan birde kendi girdapları, çıkmazları karşısında ne olur acaba?
Filozof ötesi bir şey olabilme ihtimali ne ölçüde mevcuttur?
Bu gibi durumlarda insan en çok kendine yakışan tavrı sergiler sanırım.
O anlarda durduk yerde yol da uzar, gecelerde! Yorgun ayaklarınla baş başa kalırsın ve cılız bir ses duyarsın: “ağlama dostum”, hem ağlarsan bu senin çaresizliğin değil, gözyaşı senin zarfındır, o göz önünde duran, bakan her göze açık.. anlam o damlanın ışığında saklıdır, gözyaşın, yaşamın mazrufudur. Yaşamak için ağlamak bir nedense, o zaman sonuna kadar yaşayın.
Yaşam “kutlanılacak” mükemmel bir armağandır, bazen hiç şükran bile duymadığımız bir armağan. Bütün keder, coşku oklarına rağmen insan bir seçim dünyasında yaşar, hiçbir şey tesadüf değil, kararlılıkla var olmalıyız.

Hele ki "ölüm" var gücüyle ve bir gece baskını gibi tüm hücrelerimize saldırırsa ve bunu hissettirirse ne olur? Yaşam ne ifade eder o an? Şu birkaç sene zarfında iki kez çok ciddi biçimde “ölüm” duvarının önünde durdum, bir düşünün aylarca su musluğuna dokunuyor ama bir türlü ellerinizde o musluğu çevirme gücünüz olmuyor.
O an, ama tam o an musluk, “nesne” olmaktan çıkıyor, çetin bir Çin Seddi’ne dönüşüyor. Tüm var oluş “bir yaşam dansıdır” diyerek atlatmaya çalışıyorsun, o anki var oluşunuzu tüm çilesine, güçsüzlüğünüze rağmen kutluyorsunuz, kutlama bizim Tanrıdan tüm armağanları alma şeklimizdir.
Aksi halde?
Ruhunuz bir anda ihtiyarlar, yine tıpkı Kuntay bey'in Roman kahramanı gibi hiç aldırış etmez ve misafirlikte çok oturan "ihtiyar" adam olursunuz.
Dostum son mektuplarının birinde ilginç bir “görüntü karesi” çizdi bana, kağıt palete, kalem fırçaya dönüşünce demek resim böyle oluşurmuş. Anlattıklarıma benzer bir haleti ruhiye içinde nasıl bir Örümcekle arkadaş olduğunu aktarıyor!
O satırları ilk okuduğumda çok sarsıldım, ama ondan daha önce Karıncalar hakkında, ve bir "cırcır" böceğinin yakarış sesinin öyküsünü dinlediğim için ve o duyduklarımı anımsayınca daha baştan ne kadar "yaya" olduğumu hep gizledim kendimden, bir bölümünü birlikte okuyalım:
"Sevgili Sur,
O Örümceğin sabrı, sersem edici bekleyişi, ağır aksak, ölçülü hareketleri adeta "Sanat, hayat dediğimiz yalanı gerçek sanmamız için uydurduğumuz ikinci yalan" masalını tekrar tekrar gecenin sessizliğinde kulağımıza fısıldar durur. Hani Godard’ı anımsa ve onun “Gerçek saniyede 24 kez küçük kareler biçimde tekrarlanandır” sözünü. Her baktığımda gerçek tek bir kare'ye yerleşiyordu, [“Hakka” sözcüğünü bilirsin “kesin gerçek”tir anlamı, hangi gerçek kesin olur? Nasıl bir gerçeklik ki?] o örümcek öksürmüyor, nefes darlığı belki hiç çekmiyor, astım nöbeti nedir bilmiyor, panik içinde havayı solumuyor, her defasında göz göze geldiğimizde sanki sessizce “adın ne senin? neden bunca geç kaldın?” diye soruyor ve ilave ediyordu “gördüğün bu uzun ayaklarlar her kendimden uzaklaştığımda beni "bana" doğru çeken seyyahtır"; sevgili sur, tek bildiğim o küçük şirin Örümceğin sır dolu bekleyişi, içinde hep canlı tutuğu sabır “durumudur” ve ben ancak incinen hücrelerimi kayıp bir çocukluk bahçesinden kurtarmaya niyetliydim o günlerde…anladım ki insan kendi kurtuluşunu bahçedeki reyhan demetinin kokusunun saf hücrelerinde de bulabilir ya da “havanda ışık döven” bir anne’nin bakışında bile özgürlüğün tadını da çıkartabilir, tutsak olan bizleriz sufi,..” (daima dostun x...x)

İzinsiz de olsa kısa bölümünü aktardığım satırlar bana neyi düşündürdü biliyor musunuz?
Tensel akışta bir aksama olduğunda insanın içinde bulunduğu çevresel koşullar da önem kazanıyor, insan bazen çok değer verdiği bir kimseyle eş zamanlı acılar da yaşar, sevince de boğulur. Bunu hiç kimse önceden kestiremez, ama oluyor işte!
Hep düşünmüşümdür o anlarda hayatın köşesinden değil içinden bir el size doğru uzanmalı, jm. der ki “Sorumluluk ya da Vicdan, dostun sesine karşılık vermeye her an açık olmaktır” ne ilave edebilirim ki? Sözün bittiği andır işte, o zor anlarda, sarıldığın şey bir örümceğin veya bir İnsanın direnç destanı ya da bir Anne'nin sıcak demli hatırası, anısı olsun, “inanın” yetiyor, ne kadar uzakta olsanız, ne kadar uzakta da olsa fark etmiyor. O aşamada artık akıl ve “doğru+ yanlış ikilemi” ve antinomiler, bilginin diyalektiği falan fazla umurunuzda olmuyor. Çünkü o zor durumlarda bazen hiç ummadığınız şeyler olur, mesela bilincin zaman zaman oyun oynaması gibi.
O an; keşke "bu kaskatı beden eriyip çözülebilseydi, bir çiğ tanesine dönebilseydi keşke!” dersiniz.
Ve "tohuma kaçmış" ne varsa doğada çürümüş, kokuşmuş ne varsa, bir an, bir anlığına benim için geri dönsün" dersin içinden. Bilmelisin dostum,
Hayat o kadar da gaddar değil, ince bir zaman aralığına küçük gizemleri sığdırmalıyız ve en azından bazen kendimizi üzecek şeyleri düşünmemeliyiz.
İnanmalısın:
"Mucizenin ta kendisi Sensin"

Yukarıda dost mektubundan kısa bir pasaj aktarmamın anlamı ne?
Gözlem gücü bir insan için hayatı derecede önemlidir, örneğin aramızdan bazı kimseler bir yağmur sonrasında o trafik ışıklarının caddeye yansıttığı müthiş ışığı hiç görmezler hele ki birde alacakaranlık bastırmışsa.
McLean adında çok sevdiğim bir duyarlı yürek tıpkı kadim dostum gibi oturmuş Kertenkeleleri uzun uzun irdelemiş, izlemiş, yetinmemiş birde videoteyple kaydederek incelemiş. Yaşam alanı edinme, kızgın sesler çıkarma, istifçilik, selamlaşma, sosyal gruplaşma gibi olgulara pür dikkat kesilmiş.
Bu gözlemlerde, özgeci davranışlar ve bazı davranış örüntülerinin dışında, kertenkelelerin birçok davranışının insanlarınkine çok benzediğini fark etmiştir.
Sonraki yıllarda o meşhur “R-komplesi” önermesini oluşturur.
Uzun sözün kısası, kıssası:
İnsanoğlu öyle bir varlıktır ki kendini hep mantıklı sanır!
Ama günlük yaşamımızda yaptığımız mantık dışı davranışların sayısı da azımsanmaz derecede. R-kompleksten kaynaklandığı varsayılıyor(muş) bay McLean’a göre!
Siz siz olun R-kompleksinize sahip çıkın, sonra aklınızın limbik sistemi devreye girer, işte o an sizin için yedi evren bile çaresiz kalır.

Hamuş’un o en çok sevdiğim sözü ile bitireceğim yazımı, beklemediğiniz bir anda ya işitir, ya da okursunuz ondan,
onu az çok tanıyanlar ne demek istediğimi çok iyi biliyorlar:
“Özün kaygı durumu
Söze,
Kaleme yansımıyorsa bilgi sadece kirletir…”


Muhabbetle,


Sufi.


Kavafis


Image and video hosting by TinyPic



Image and video hosting by TinyPic


Dost!..


Image and video hosting by TinyPic

Ey siz tepeler vadiler dereler göller ağaçlar otlar
topraktaki siz hepiniz
lütfen beni duyun
aranıza yeni bir yaşam geldi
onu aranıza alın lütfen
yolunu düz kılın
ki ulaşsın
üçüncü tepenin yamacına

ey kuşlar
büyük ve küçük
havada uçan siz hepiniz
onu aranıza alın
yolunu düz kılın...


Dostların...



SAYDAM DÜNYALARIN SONUNCUSU/ Emel İrtem



Tam yirmi bir gündür odasından dışarı çıkmadı. En son olarak evrenin açlığını yatıştırmaya gideceğini söylemişti.Ben de onun uzak bir yere gideceğini sanmıştım yanılmışım. İçeriye girdi ve kapıyı kapattı. Arada sırada hışırtılar duydum; homurtular,küfürler, kahkahalar, ama çoğu zaman derin bir sessizlik..
Ben her şeyin yerli yerinde kalmasını tercih ederim. Öyle koltuk kumaşlarını, perdeleri zırt pırt değiştirmem.. Şu yirmi bir gündür odasından çıkmayan kişiden bahsetmek istiyorum. Onun da değişikliği sevmediğini hissediyorum. Değişiklik genellikle belleği değiştirir. Bir ara böyle bir tehlike ile karşılaşmıştım. Fakat bunu söylemem ne kadar doğru bir şey bilmiyorum; çünkü geçici bir rahatsızlıktan yakınmak şifasız dert çekenler tarafından hakaret gibi algılanır. Otuz yedi dakika önce muslukçuyu çağırdım, zeminden su sızıyor. Eski borular yüzünden olmalı. Bilirsiniz iki de bir sorun çıkarırlar. Rutubet kokusunu sevmem.neredeyse yuvarlanarak içeriye girdi muslukçu O zemini kazarken ben de değişiklik meselesini tekrar düşünüp daha cesur olmaya karar verdim. “sen işine devam ediyormuş gibi davran yerine ben geçeyim parasını da ben alayım” dedim. Bana, namuslu bir muslukçu olduğunu söyledi. Eğer benim yerime de o geçerse, ona iyi para vereceğimi ima ettim. Kabul etti, böylece yirmi bir gündür odasından çıkmayanla da kendimi değiş tokuş etme olasılığım kalmamış oldu.
........
.....
Tam yirmi sekiz gündür odasından dışarıya çıkmadı. Burguyla kapıya küçük bir delik açmayı başardım. Kötü bir niyetim yok, sadece onun nasıl biri olduğunu hatırlamak istedim. Ama nafile..onu göremedim.Kitaplığın büyük bir kısmını boşaltmış. Zaten son birkaç gündür devamlı kağıt sesi duyuyorum.Hışır... hışır... hışır... sadece bu kadarcık bir gürültü çıkarıyor.
Muslukçu bu gün ben olmaktan sıkıldığını söyledi.Kibar gazetelerden nefret edermiş. Göz ve meme uçlarına yapıştırılmış bantlardan hoşlanmazmış. Daha sonra da dizgi hatalarının iyi olduğunu ekledi. Anlam genişlermiş. Bu konuşmadan kırk beş dakika sonra bir telgraf aldım. Üstünde; bana bir daha telgraf çekilmeyeceği yazılıydı.Mors alfabesi birileri için anlamını yitirmiş olmalı. Demek ki anlam her şey demek değil. Bu arada muslukçu yeni bir beste yaptı. Adı: Islak Ada... na...na...na..na özledim kavakları...
Şarkıda ıslaklık veya adayla ilgili bir şey yok. Üstelik muslukların saat yönünde kapalı olacağını iddia ediyor. “Sizinkiler ters dedi.” Bu bir şaka olmalıymış. Ama bu şakayı kendi şahsiyetine karşı yapılmış büyük bir hakaret olarak algılıyor. Yeteneksiz bir kaçık mı, yoksa sadece yeteneksiz mi? Anlayamadım.
......
....
Tam otuz dört gündür dışarıya çıkmıyor.Kapıdaki deliği biraz daha genişlettim.Anneme göre, merak ve endişe bilinen bütün kuralları bozardı.Onun yaşama eyleminin temelinde bu iki kavramı ortadan kaldıramamanın öfkesi vardı.Benim içinse fark etmez. Zamanı yutarak beslenen ne varsa, ben de onun peşinden giderim. Neyse.. muslukçu bu gün kendisi olmak istediğini söyleyip, yine sızlandı. Kabul ettim, öğleden beri ortalıkta görünmüyor. Ona dışarıda Bengal Kaplanlarının dolaştığını söylemeyi unuttum. Zaten sayımda üç şişe kırmızı şarap eksik çıktı. Acaba ne düşünmeliyim? Şöyle bir şey olabilir: değişiklik bana göre değil.
.....
....
Tam kırk iki gündür hiç dışarıya çıkmadı. Ama orada yüz ölçümü fareden daha geniş bir şeyin varlığını hissediyorum. Bedenden yayılan ısıyı bilirsiniz, buradan yola çıkarak,size onu kızıl saçlı biri olarak tarif edebilirim. Uzun süre matematik çalıştıktan sonra bu sonuca vardım.Zifron’un yanlışlığın matematiği üzerine yazdığı bir kitabı neredeyse yuttum diyebilirim.Birkaç gün daha bekleyip kapıyı kıracağım. Bu arada borular yine su sızdırıyor.
Islak Ada..na...na...na...Muslukçu Allah belanı versin senin. Beni bu saçma sapan şarkınla birlikte neredeyse havuza dönen acınası sığınakta bırakıp gittin. Bengal Kaplanları tarafından parçalanmış olmanı dilerim.
....
....
Tam elli üç gündür dışarı çıkmıyor.Bu arada mevsim değişmiş olabilir. Kapıyı kırma teşebbüslerim başarısızlıkla sonuçlandı. Gerekli bütün malzemeleri muslukçu alıp götürmüş.Ama kapıdaki deliği biraz daha genişlettim. Anlaşılan kitapların büyük çoğunluğunu konfeti haline getirmiş. Bir müddettir hiç ses duymuyorum.Yani sessizlik yasamız tıkır tıkır işliyor. Beş altı tane solucan buldum. Tuhaf yaratıklar. Fazla yumuşak, fazla hareketli, fazla sessiz..Galiba şu, su boruları yüzünden ortaya çıktılar. Sonra rutubeti de sever bunlar. Acayip kelimesinin bir anlamı varsa, bunu solucanlar hak ediyor olmalı. Acayip anatomi, acayip hayat. İşte zamanı durdurmanın yolu.
....
....
Tam yetmiş iki gündür... Artık günleri saymayacağım diye karar almıştım. Ama hayatta hiçbir karar almamış biri olarak, şimdiden sonra yeni kararlar almanın saçmalık olduğu sonucuna ulaştım. Tamamen kararsızım. Bu durum beni yeterince özgür kılmıyor. Eğer ensemde bir gözüm daha olsaydı, o sınırsız özgürlük dedikleri şeyden bende de olurdu. Kapıdaki deliği biraz daha genişlettim.Elimi içeriye, bileğimin üç parmak üstüne kadar sokabiliyorum. Devamlı kıymık batıyor. Canım acımıyor ama görüntüsü pek hoş değil. Birden aslında içeriyi görmek istemediğimi fark ettim. Ben içeriye girmek istiyorum. Beni içeriye almalı. Orada ben olmalıyım.
Bir saat otuz iki dakika önce muslukçu geri geldi. Geçen sefer ki konuşkanlığından eser kalmamış. Ona Bengal Kaplanı görüp görmediğini sordum.İkiye bölünmüş bir tane gördüğünü söyledi. Ama kaplan olup olmadığını hatırlamıyor. “Dışarıda her şey ikiye bölünmüş ama ben artık neyin ne olduğunu hatırlamıyorum” dedi. Sonra bütün şarap şişelerini kırdı. Sesimi çıkartmadım. Belki böyle karar almıştı.
....
....
Tam seksen altı gün....ortalıkta hiç hareket yok. Üç gün önce muslukçu kendini damıtmayı başardı. Serseri, evde içecek şarap bırakmadı. Onun da kendisini ifade etme biçimi bu olsa gerek. Sonra damıtılmış bir halde musluktan damlayan suların oluşturduğu, küçük gölete karışıverdi. O gittikten sonra imzasız bir mektup aldım.Mektubu alma şeklim belleğimdeki görüntüye ters düşüyordu. Saatte üçyüzelli kilometre hızla giden bir arabaya, bisikletiyle bir posta memuru yaklaşıyor. Mektubu el bombası gibi fırlatıp hızla uzaklaşıyor. Tuhaf olan mektuptaki hiçbir harfi tanımamam. Konuşma dilinde yazılmış olma olasılığı son derece yüksek Bilinen hiçbir yazı türüne benzemiyor. Bellek sorunu yaşıyor da olabilirim, hatırlamayı ret ediyor da. Ama kırık seramik parçalarını yapıştırarak ortaya sanki hiç kırılmamış gibi bir obje çıkartan seramik ustasını hatırlıyorum. Yaşlanınca böyle çalışmaya başladığını söylemişti. Yetmişinci yaşına girdiği gün o tarihe kadar yaptığı her şeyi kırmıştı. Şimdi artık onları birleştiriyordu. Bu arada galiba mektup sandığım şeyi deşifre edebildim. Şöyle diyor:
Israrla bak, sanki harp ilan eder gibi.....
....
....
Artık bilmem kaç gün oldu. Öldü diye düşünüyordum ama otuz iki dakika önce böğürdü. Bu arada ben yüzmeyi öğrendim haftalarca suyun üstünde kalabiliyorum. Muhtemelen biraz da değiştim. Küçük solungaçlarım var. Belki o da köstebek olmuştur. Eğer öyleyse beni bir propaganda aracı olarak kullanmasına ses çıkartmam. .
Uzun zaman önce- ne kadar uzun, anımsayamıyorum- bir kumarhanede krupiyelik yaparken patronundan dayak yiyen birini tedavi etmiştim. Bana şunu söylemişti: “hayatım rulet masasında geçti, artık dönen hiçbir şeye bakmak istemiyorum n’olur gözlerimi çıkar.” Belki kapının ardında duran odur. Ama artık ne fark eder ki. Zaten, ben çok mutlu bir balık olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum. Böylece dünyanın dönme hızıyla kendi evrimim arasında nihai bir genişlik elde edebiliyorum. Siz insanlar, buna, galiba boşluk diyorsunuz.


Yazarı: Emel İrtem


Cennetin Dönüş Yolu: Demir Çağı // Sibel Danande


Image and video hosting by TinyPic
Cennetin Dönüş Yolu: Demir Çağı

Mümkün olan “zorunlu” tek dünyada yaşadığını varsaymakla, mümkün olan en iyi dünyada yaşıyoruz demek arasındaki fark nedir ki? Promethe efsanesini bilip de, Voltaire’in “herşey iyidirci” Leibniz’e atıfla anlattığı şu Suriye masalını bilmemek arasındaki fark gibidir: “Erkekle kadın, dördüncü kat gökte yaratılmışlar. Cennet yemeği yerine kuru peksimet yemeye kalkmışlar. Cennet yemeği deri deliklerinden uçup gidermiş. Ama peksimet yiyince ayakyoluna gitmek gerekmiş. İyice sıkışmış oldukları halde ayakyolunu arayan kadınla erkek, rastladıkları bir meleğe yol sormuşlar. Melek de onlara, dünyamızı göstererek, işte, demiş, buradan altmış milyon fersah ötede şu, gördüğünüz küçük yuvarlak yok mu, evrenin, ayakyolu orasıdır.”... Mümkün olan alemlerin en yetkininde yaşıyoruz, öyle mi? Veya biz şöyle söyleyelim: Cennetin dönüş yolu değil de, cennete(sınıfsız toplum) giden yolda maddi güçlerin gelişmesi öyle mi?
Ama Voltaire’in mekanikçi Leibniz karşısında takındığı bu hürriyetçi tutum, saf eşitlikçi Rousseau karşısında yerini tam bir resmi tarih kabulleniciliğine bırakır. Rousseau’nun “eşitlik üzerine söylev” isimli yapıtını alan Voltaire ona şu karşılığı verir: “Yapıtınızı aldım. Teşekkür ederim...Bizi yeniden hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamıştır.” İnsanoğlu işte, gerçek bir tehlike karşısında hemen arketipler cehennemine savruluyor. Bu yazının konusu da buydu zaten. Neyse... devam edelim:
Neticede Neolibik devrimci Promethe’yi (Prometheus Desmotes), zincire vurulduğu kayadan kurtaran kişi, altın postu aramak için argos gemicileriyle birlikte Elbruz dağlarına gelen ve tarihsel “12 görev”in sahibi olan Heracles(herkül) oldu. Siz bunu, “Promethe’yi Mazanalar’ın elinden yasalar kurtarmıştır ” olarak okuyun. ‘’12’’ sayısı hemen bütün kültürlerde yeryüzü iktidarının kutsallaştırılarak değişmezliğinin ilanı ve göğe taşınması anlamına geliyor. “12” Tanrıyı(devlet-tüze) yeryüzünden koparıp göğe taşıyan matematiktir ve Zodiak takım yıldızının 12 burcunu simgeler. Zodiak Yunan dilinde “hayvan çemberi” anlamına gelir. Avesta’ya göre peygamber Zarahustra’nın 12 iş’i vardı. Eski Türklerde “12 hayvanlı takvim” tüzel değişmezliğin bir simgesi olarak zamanı düzenlerdi ve kader habercisi idi. Biri kayıp olan 12 imam şiası ve yine biri kayıp olan İbrahim peygamberin 12 aşireti Yahudilerde ve Şiilerde iktidar hiyerarşisinin değişmezliğini anlatır. Roma uygarlığını 12 levha kanunları kurar. Avrupa Birliği bayrağı 12 yıldızdan oluşur...modern toplum 12 iş ayının kutsanmasına dayanır... İnsanlara giyinmeyi, yazı yazmayı, işlikler kurup çalışmayı ve kentler kurmayı öğreten terzi Hermes, “büyük” öğretisini 12 zümrüt levha üzerine yazmıştı...vs.
Terzi Hermes’in ilk olarak bundan 5000 yıl önce Mısır’da Hermes-Tut(thoth) adıyla ortaya çıktı. Bilgeliğin tanrısı idi. Yunanlılar ona “ermis” ya da “üç kere bilge” anlamında “Trismegiste” dediler. Araplar Hermes-ül Heramise diye anıyorlar. Kuran’a göre O, Adem ve Oğlu Şit’den sonra gelen üçüncü peygamberdir. Kısas-ı Enbiya’ya bakılırsa, kalemle yazı yazan, elbise diken, insanlara işlik kurup çalışmayı öğreten, 100 şehir kuran, 72 dilde konuşan, Nuh tufanını haber veren ve en sonunda göğe kaldırılıp tanrılara karışan bir kimsedir. Yahudilere göre iki Hanok (Hermes) vardır. Birinci Hanok, Cain( Kabil- Ademin fahişe Lilith’den doğma oğlu)’in oğludur. Diğeri ise, Cain(Kabil) Abel’in(Habil) kafasını patlattıktan sonra(ilk kan) Havva’dan olma Şit oğlu Hanok’dur. Eski Ahit’de iki farklı Hanok’un olması Hikmet Kıvılcımlı’ya göre göçebelikten yerleşik tarım toplumuna geçmeye çalışan Semitler için Cain’in (Bunu: Kentliler, medeniyet olarak okuyun) önceleri kötü(kardeş katili), sonra iyi(bilge Hanok’un babası ve Habil öldüğüne göre Semitlerin atası) olmak üzere, Semitlerin farklı gelişme dönemlerine denk düşen iki farklı görünümü olmasından kaynaklanır. Semitlerin henüz göçebelikten kurtulamadığı erken ve klasik pagan dönemde Cain(kentli Sümerler), bu göçebe hayvan tacirlerinin gelişme arzularını küçümseyen kıskanç ve zalim ‘Kabiloğullarını’ temsil eder. Semitlerin ilk devleti olan Akad-Sargon krallığı döneminde(demir çağı) ise, İbrahim peygamberin bir misyon figürü olarak bin yıllık düşü gerçekleşmiş neredeyse göçebe Semit kalmamış, tamamı kentleşmiştir. İşte o zaman Cain’in durumu değişir, o birdenbire bilge Hanok’un babası ve demiri ilk döven Tubal-Kain’in atası olur. Hanok belki de bunun için 365 yıl yaşamak zorunda kalır ve en sonunda göğe kaldırılır. Kur’an’ da ise durum tamamen düzeltilir: 100 şehir kuran bilge Hanok ( İdris Peygamber) komüncü Habil’in yeri dolsun diye yaratılan Şit’in oğlu olur nasıl oluyorsa. Habil’in yeri dolmaz tabi ki. Habil- Kabil efsanesi, Habil ve Kabil rollerinin olumlanış biçimi Gılgamış’tan bu yana içine girdiği her kültürde farklılaşır. Ama bütün bu muamma içinde kesin olan tek şey var: İnsanlık hafızası daha en başında özel mülkiyetçi Kabil(erkek nefes) karşısında ortakçı Habil (nefes)’i öldürmüş ve toprağa gömmüştür. İlk kavgada postu vermiştir. Kabili ise şeytan ilan etmiş, ama soyunu da bir güzel ona dayandırmıştır. Carl Gustav Jung buna kollektif bilinçdışında kahramanla şeytanın yer değiştirmesi diyor. Nasıl değişti bu yer? Demek ki çok yoksul kanı aktı, Habiloğulları çok yenildi: Mithra’nın ( antlaşmanın) adaleti!
Tevrat’a göre Neolitik devrimci İbrahim ve onun selefi terzi Hanok’un düşmanları aynıdır: “Nefilimler”. Nefilim İbranice’ den diğer dillere “dev” olarak çevrilmiştir. Kuran’da onlardan ‘esfel-i safilin’ diye bahsedilir. İnsan-ı kamilin zıddı olarak aşağıların en aşağısı, sefillerin en sefili anlamına gelir, aynı zamanda cehennemin yedinci katı(gayya) anlamına gelmektedir ki, Yunanca’da gaia(gayya), Tabiat Ana’dır. Tevrat’ın ve Kuran’ın cehennemi bunlar için, tabiatçılar, aşiretçiler için hazırlanmıştır adeta. Tıpkı Zarahustra’nın düşmanları Daeova’lar gibi Nefilimler de dev cüsseli, kabile düzeninde yaşayan ve ortakçı kimselerdir. Yeni dünya düzenine muhaliflerdir. Şeytan anlamına gelen “satan” İbranice’ de muhalif olan, karşı koyan anlamına gelir. Tevrat’a göre Büyük Nuh tufanı tanrı tarafından Nefilimler’i (Siz bunu ortakçılık olarak okuyun) yeryüzünden silmek için salınmıştır. Tevrat’ın tufanı doğal bir afet midir yoksa bir kıyam mıdır bilinmez ama bugün Nuh mitinin kaynağı sayılan Gılgamış’ta tufandan sonra insanların azaldığı ve gürültüleri kesildiği için tanrıların bundan hoşnut olduğu yazılıdır. Anlaşılan tufandan sonra Nefilimler’in sayısı öyle azalmıştır ki, Tevrat’da tanrı İbrahim peygambere bir daha tufan olmayacağına dair söz verir. Demek ki yeteri kadar kan dökülmüş. Tufandan sonrası demir çağıdır zaten; Heseidos’a göre altın çağın(ütopya) sonu, devlete ve bir tarih olarak tarihe geçiş.

Temkinli Kahraman

Nihayet kara göründü. Demek ki insanlığın bu tarih öncesi dönemine ait ne kadar destan varsa, Gılgamış’tan Alp Eren destanlarına , Homeros epopelerinden yoksulların savunucusu Katilina’nın Çiçeron’a karşı verdiği savaşa ve oradan Spartaküs’e kadar, hep iki tür kahraman olmuş: Göğe çekilenler ve ipe çekilenler. Tanrılardan kut almış olan soylu kişilerin giriştiği maceralarda olay genellikle kahramanın evi terk etmesiyle başlıyor, yolculuk ekseninde devam ediyor ve sağ- salim bir insanı kamil olarak eve dönüşle yahut göğe çekilişle son buluyordu. İkincilerin maceraları ise destandan çok tür olarak trajedilere konu oldu.
Anlaşılan bunlar öyle büyük trajedilerdi ve daha tarihe adım atmadan öyle çok kan dökülmüştü ki, İ.Ö hemen 5. yüzyılda Sofokles’in ünlü kader tragedyası( Antigone ) yazılıverdi. Bu kez kahramanın görevi kardeşini gömmekti. Ama töre ölülerin gömülmesini yasaklıyordu. Oyun boyunca koro(toplum) Antigone’a nasihat edip durdu: “Ölülere saygı bizi yüceltir ama güçlülerin gücünü hor görmek doğru değildir.” Erdemlerinin gerektirdiği görevi yerine getirerek töreye rağmen kardeşinin ölüsünü gömen Antigone’u ise koronun da isabetle öngördüğü gibi kader kapıda bekliyordu: Diri diri gömülmek. Antigone acılar içinde öldü ve toplum oyunun sonunda koronun ağzından şu sonuca vardı: “Ey insan…Temkinli bir akıl mutluluğun ilk gereğidir”. Temkinlilik mitosu çoktan oluşmuş.

Kolektif bilinçdışı kavramının mucidi C.G. Jung’a göre, akıl hastalarının hayalleri ve mitoslar arasında bir benzerlik var. Akıl hastasının hayalleri de tıpkı mitoslar gibi, arkaik simge ve imgelerden oluşan kolektif bir fondan yararlanıyor. Ya da biz şöyle diyelim: Hiçbir mitos “yalan” söylemez. Hiçbir şey mitoslar kadar bu dünyaya ait değildir.

Bir keresinde şizofren bir arkadaşım üzerine gelen panzerlerin arkasında zalim firavun Ramses’in fillerini gördüğüne yemin etmişti: Eylem alanından en önce o kaçmış! Bergson buna “şuurun bilvasıta mutaları” diyor. Yani bir tür insiyak, sezgi. Bilincin dışında yer alıyor ve bilinçle kontrolü hemen hemen olanaksız ya da çok zor. Bergson’un sezgi kavramına yüklediği tuhaf meditatif anlam bir yana, yaşanan zamanı mekanın (an) egemenliğinden kurtararak kişiselleştirmiş olması, başka bir deyişle zaman algısını psişenin özel durumuyla ilişkilendirmesi iyi bir başlangıç olmuş. Goethe buna “anımsamalı algı” diyerek biraz geliştirir; bu celsede algının gerçek kaynağı o “an” algılanan nesnel gerçeklik değil, zamanın içinden süzülerek gelen “kaygı” dır: Yani tarihin belleği. Proust’un “istençsiz anımsama” dediği şey ise bu tür bir belleğin özünü oluştur. Bu anımsamada somut bir geçmiş bilgisi , ya da somut geçmişte kalmış bir tek an söz konusu değildir. Geçmişin tümüyle şimdiki anda, onu çağıran imge ile birlikte yeniden inşası söz konusudur. Kayıp Zamanın İzinde şöyle der: “..çünkü insanlar yıllara dalmış devler misali yaşamış oldukları sayısız günden oluşan birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.” Böylece Proust’da sezgi tıpkı zaman gibi ileriye doğru değil geriye işler. Sezgi geriye doğru şimdinin peçesini kaldırmaya çalışır. İleriye demek istemez. Aslında, onu ileriye yönelik tasarımların mutası kılan sadece “kaygı” dır.
Nihayet Jung onu(sezgiyi) kişisel bilinçdışının kaygılarından da kurtarır ve ona tüm bir tarihin tek bir insanda özetlenmesi olarak “kolektif bilinçdışı” adını verir. Kolektif bilinçdışı; “Her bireyin beyin yapısında yeniden ayaklanan, insanlık evriminin bütün ruhsal mirasıdır.”
Böylece yeteri kadar geriye gidildiğinde personaya(sosyal duruş) tekabül eden ve sınıf konumlanışlarından kaynaklanan tüm sınırlar netliklerini kaybederler. Bulanık derinlerde tedirgin edici aşinalıkta ortaklıklar belirginleşmeye başlar: Yılandan korkarız, rüyalarımızda uçarız, ağaçtan düşeriz vs…Bu simgelere Jung, kolektif bilinçdışının temel malzemesi olarak arketip(ilk model-prototip) adını verir. Genetik kalıtımla aktarıldığını ileri sürer.
Onun arketiplerinden biri de ödül vadeden tehlikeli yolculuktan sadece kendisini bularak dönen kahraman prototipidir. Joseph Campbell ‘’Kahramanın Yolculuğu’’ adlı eserinde kahraman arketipini etraflıca inceler. Ayrıca Monomoyth adını verdiği ve bir kahramanın yola çıkışı, inisiyasyonu ve geri dönüşü olmak üzere üç ana başlık ve 17 olay düzleminde incelenebilecek bir mitin, dünyadaki bütün mitlerin atası olduğunu savunur. Burada bizim açımızdan önemli olan ise şudur: Kahramanın yolculuğa çıkmasına neden olan ödüle(arzu nesnesine ) asla ulaşılmaz, ulaşılırsa bile ondan vazgeçilir, vazgeçilmezse bu ödül kahramanı için tam bir kabusa dönüşür. Bu hemen hemen Simurg’un öyküsüdür. Macera bir “arayış öyküsü” olarak noktalanmalı ve öylece kalmalıdır. Sonunda ise bulunan yalnızca tek bir hakikattir; arzu nesnesinin imkansızlığı. Bu imkansızlık herhalde çok acıtmasın diye olacak, “aradığın şey aslında sendedir” gibi Muhiyiddin el Arabi tarzı bir saçmalıkla süslenerek sunulur. Trotsky’nin “sürekli devrim”i gibi ya da Ursula Le Guin’in pek severek tekrarlayıp durduğu şu söz gibi: “Devrim yapılmaz, devrim olunur”. Bütün bu sezişlerde insana olağanüstü renkli gelen büyüleyici bir felsefe bulmak mümkün elbette, ama bu daha çok kullanılan dilin büyüsü. Ya şöyle söylenseydi: “Hiçbir farenin labirentteki peynirle beslendiği görülmemiştir, ancak bunların zamanla diğerlerinden daha zeki fareler haline gelmesi mümkündür.” Yazgıcılık mı derdiniz buna?.. Umutsuzluğa mı kapılırdınız; aç bir fareyseniz evet. Yoksa hemen labirente atlar mıydınız, tok bir fareyseniz ... bazen.

Yazarı: Sibel Danande




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***