Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Kendini Bil / Sufi



Bireysel ben ile toplumsal ben arasındaki savaş çok defa dikkat çekmiştir. Hem nasıl çekmeyebilirdi? Benim asıl korkum buna layık olan değerin verilmemesidir. Bireysel ben ile toplumsal ben arasındaki bu savaş görüldüğü halde muhakkak görülmek istenmemiştir. Onun gücü ve zorunluluğu da gizlenmiştir. Bireyleri birbirine bağlayan bu bilmeksizin, istemeksizin, hatta istekleri tersine onları birbirine karşılıklı göreve ve yardıma zorlayan ve aralarındaki geçimsizlik kadar da gerçek olan dayanışmayı gözlerimizin önüne sermek üzere bireyi bütün öteki bireylerin duşmanı haline sokan sürekli ve azaltılıp giderilemeyen(irréductible) aykırılığı bizden saklamak, ahlak biliminin belli başlı yalanlarından biridir. Bir başka belli başlı yalan da bireysel ben ile toplumsal ben arasındaki birbirine karşı olmayı görüp bilerek bir sürü şüpheli fikirler ve yapma duygularla bunu telafi ve tazmine kalkışmak olmuştur. Çok defa Etika'nın yeni şekilleri(Spinoza ile bir bağlantısı yok), hatta bu şekillerden, değerden düşmüş sayarak ahlaksal sıfatı bir yana bırakanları bile, bu ebedi yalanlara bilinçsiz olarak bir yeni şekil vermekten başka bir şey yapmazlar. Bireysel hayatla toplumsal hayat arasındaki bu çarpışmalar bütün varlıkların nizamını aynı derinlikte bozmaz. Hakkında hüküm verebildiğimize göre bu çarpışmalar ancak insanda görülür. Onun doğasındaki bu eksiklik ve tutarsızlıklardır ki, biz insan en çok ahlaksal bir "hayvandır" diyoruz!
Bu eksiklik ve tutarsızlık onun en yüksek fikir gelişiminin de nedendir, bu gelişim için bazı hususlarda bunlar ona yardımcı da olmuşlardır.
Sonuç olarak eğer
bizdeki her şey toplumsal olmasa ve biz başkalarına dönmesek(intibak etmesek) bizde hiç bir şey doğrudan doğruya kendimizin olmazdı ve oldukça açık tek mühürle damgalanmazdık.
Çeşitliliği kim kabul etmez?
Veya etmeyebilir? Aklına şaşırım.
Çeşitlilikten bazen çok ciddi bir çarpışma doğar. Ben başkalarıyım, fakat ben de "Ben"im. Ben her zaman için herkese bağlıyım, fakat her zaman için onlara da aykırıyım. Dostumun acısı her zaman, belki farkına varılmayacak surette, benim acımdır, onun saadeti, mutluluğu benim saadetimdir diyebilmeliyiz, bunu yapmamak için neden bunca kas gücü sarf ediyoruz, önce kendi sonra "yakınızmdakinin" sesini hiç duymuyoruz? Olympus dağının Tanrısı mıyız?
Anlatmak istediğim: "dost"bacağını kırarsa ben yine yürüyebilirim onun adına.
Ama gelin görün ki bu hep böyle değil, herkes hem başkalarıdır, hem de başkalarının "düşmanıdır". Herkes başkalarına dayanır, başkalarıyla yaşar, ancak başkalarına zarar vererek de sevinenler var!Başkalarının "ölümü" ile yaşar. Dedelerimiz de bizde yaşarlar, fakat onlar hala yaşasaydılar yeryüzünde bize yer kalmazdı, Herkes hem başkasıdır, hem de başkası değildir. Bir kimse ancak başkasıyla yaşar, fakat başkasına karşı gelmeksizin de yaşayamaz, başkaları da ancak kendisyle ve kendine karşı gelmeler vardırlar.
Bu hal ve durum varlığın trajik çarpışmasdır. Bu çarpışmadan bir şeyler doğar, ama adını ben bilmiyorum!
Felsefe tarihinin zümrüt taşı Kant boşuna mı onca çabaladı?
Eleştirel felsefe; sistemler kurma ya da yıkma çabaları değildir, barınacak bir yer bulmak için çatısız bir ev oluşturmak da değildir, tersine insanın akıl gücünün araştırılmasından buluşlar yapmaya başlamak ve amaçsız ve anlamsız akıl yürütmelerden kaçınmaktır. Hele ki bizim coğrafyamız bu işlerin (tersinden) cenneti sayılır. Tarih bilmeyiz "tarihçi" kesiliriz! Felsefe okumayız, tiksiniriz:"alim" kesiliriz! Bilime uzak dururuz "müneccim" kesiliriz.
Kuşku duymayız, küşkuçuluk nedir bilmeyiz, gerçeğin izini sürmek için ne denli elzem bir "araç" olduğunu önemsemeyiz.
Doğaya, özgürlüğe sırtımızı çeviririz, oysa şu iki "terim" yani doğa ve özgürlük kocaman felsefe kapısının menteşeleridir..
Ne söylenir, ne yazılır?
'Herkeste olduğu gibi, ben dahil, en budala insanda bile, sanki kalbine ayrıntısıyla yazılmış kolayca anlaşılabilen bir bilgi vardır. O bilgiyi merak etmek az şey mi?
Kendi yaklaşımı, yani "yaşamsal" alanın bakış açısı üzerine diğeri ile anlaşmak için söylenmesi gereken bir yasa' dikkat edin "öteki" terimini hiç kullanmadım, çünkü kimse benim için"öteki" değildir. Bu saçma sapan terimler birileri tarafından birilerini "uyutmak" için uydurulan zırvalıklardır. Ne "ötekisi" kardeşim? kim bu öteki?
Öyle davran ki, istenç ilkelerin her zaman için evrensel bir yasanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin.
"Biz böyle düşünür, böyle yaparız" dedik, belki de en doğrusu buydu..ben'de hep "sen-biz" var, "öteki" değil, erdeme götüren nedenleri, sefalete götüren nedenlerle aynı kefeye oturtmak benim işim değil, bu işin de uzmanları var dünyanın heryerinde, kimleri kullanmazlar ki bu "haksızlığı" savunmak için, Zizek, Hegel, Kafka, Nietzsche'yi.. oysa keşke mesela bir Zizek'i "olduğu gibi" kavrayabilselerdi ve gelip yazsalardı, minnetdar olurdum tümüne. İşleri güçleri laf salatası üretmek, anlamsız, hesapsız, fütürsüzca ve büyük bircehalet, küstahlıkla o düşünürleri harcamak! Bunca yıldır, mangalda kül bırakmazlar, ama bir Allahın kulu da çıkıp bir Walter Benjamin, Adorno üzerine "öznel" bir yorum, katkı getirmez, şunu ekledim, şunu saptadım, kuşku duydum sesini hiç duyamazsınız, boş boş dolu dolu saatleri sayfaları tüketirler. Tipik periferi hastalıkları.Kültür hakkında, gidişat hakkındaki tüm fikirleri"soyuttur", hatta gereğinden fazla kibirlidir, "tözeldir".' Geçmişin büyük eserleriyle, şiirler, sanatla, edebiyatla ilgilenir, ama ona göre ucuz bir karışıma indirgenmiş olan ülke kültürünün düşüş durumuna küçümsemeyle bakar'.Oysa bu "sakat zihniyet" bazen modernliğin çıkışından beri kendi mirasının tarihin dışında kaldığını da bilir bilmesine, yine de kendi rezervlerine yönelir, bizim şaşkın meftun kurtuluşu nerde arayacağını bile bilmez!
Düşünce ahlaksızlığının, pornografisinin alası, daniskasıdır bu yaptıkları. Çünkü zihinleri darmadağın, duman olmuş! Yazınsal serüvenleri "aşırmakla" geçmiş birçoğunun, orjinal, özgün düşünce sahibi kaç kişi var? Nermi Uygur ve birkaç değerli isim dışında kim geliyor aklınıza?
14 Senemi üç filozof için verdim daha bir arpa boyu yol alamadım henüz. Bu ne "yavanlık" bu ne bonkörlük, bu ne havada bulup tavada mideye indirmek?

Ötekiymiş!
İnsan kalbinin karmaşık derinliklerinde "öteki" yok!
Tümü "sen","sen", "biz" olmalı. Buradan yak şimdi kendini, önce kül ol, sonra küll!
Kendini bil!


Selam,
Muhabbetle,

Sufi.


Bazarov Caddenizde Dolaşıyor/ Bayram Balcı



Hayat ağrıyan bir diş midir. Sizi rahatsız eden, ağrıyan bir diş.
Verdiği acı ile size kendisini dayatır. İki de bir diliniz kayar oraya, onu
kurcalar durursunuz. Kurcaladıkça acı verir meret, artar acı. Söküp atmak mümkündür, ama bir gün bir şeyleri öğütürken ona ihtiyacınız olacağını düşündüğünüzden çekip çıkarmaya gönlünüz razı gelmez. Öğütme ihtiyacı bilinçaltınızda bir yerlerde saklı olduğundan, ağrıyan dişinize kıyamazsınız. Hayat, çekilmiş bir diş yarası olmasın istersiniz. Borges’in söylediği gibi; ölümsüzsem intihar gereksizdir. Ağrısa da, acı verse de dişinizden vazgeçemezsiniz kolay kolay. Onunla bir şeyleri öğüteceksinizdir çünkü. O zaman ağrıyla başa çıkmanın yolunun, ağrı kesici haplar olduğunu düşünürsünüz. Böylece hayata nanik yaptığınızı hissedersiniz. Oysa, dişlerinizi her gün düzenli
fırçalıyor olmanız, ya da acı veren dişinizi, kanal tedavisi vb.
yöntemlerle kurtarmaya çalışmanız daha sağlıklı olabilir, ama bunca zahmete ne gerek var deyip; haplarla gidermeye çalışırsınız ağrıyı ve hayata nanik yaptığınızı sanırsınız. Hayat mı size nanik yapıyor, siz mi hayata buna kafa yormazsınız. Ağrıyan dişinizi uyuşturursunuz olur biter.

Turgenyev’in zavallı Bazarov’u, nihilizmin çağdaş/modern yorumları
karşısında afallayarak caddenizde huysuz huysuz dolaşıyor. Eşekten
düşen Hoca, “Zaten inecektim” demiş ya; sonuçta yer’dedir işte. İnerek ya da
düşerek ne fark eder. Hayata nanik yaptığınız yanılgısıyla, dişinizi
uyuşturarak yaşar gidersiniz, ama organizmanızın içine sızan hapçıklar,
yavaş yavaş kemirir organizmanızı. Ağrıyan dişinizi söküp atamadığınız
için, acıdan kurtulmak adına haplara sığınırsınız. Mücadele ya da kaçış her ikisi de, hayat çekilmiş bir diş yarası olmasın içindir. Hayat, tek dişi
kalmış bir canavar değildir size göre. Ne ki ağrıyan bir diş, içinde
yaşadığınız toplumun tabi olduğu, boyun eğdiği düzendir aslında. Size acı veren, hayat değildir, düzendir. Her türlü mikropla beslenen düzen/sistem. Öyle ya, politika sizin için iğrençtir değil mi?

FIKRAYI BİLİRSİNİZ

Adam balonla yolculuğa merak sarmıştır. Havalanır havalanmaz, sert bir
rüzgâr çıkar ve balon boşlukta/havada sürüklenmeye başlar. Adam balonu
kontrol altına aldığında, neresi olduğunu bilmediği bir yere gelmiştir.
Issız bir yerdedir. Kafasını kaldırıp aşağılara bakar. Balonu alçaltıp
aşağıda gördüğü adama seslenir. “Bakar mısınız, ben neredeyim?”
Aşağıdaki kafasını kaldırır yanıt verir: “Havadasınız.” Bizim ki, “Biliyorum”
der, “Bulunduğum yeri soruyorum.” Aşağıdaki yanıt verir: “Bir balondasınız.”
Balondaki ya sabır çeker, “Kardeşim, mevki olarak neredeyim?” Bunu
nasıl bilmezsin gibilerinden güler aşağıdaki. “Tabi ki balonun sepetinde.”
Bir an susar bizimki. Sonra dayanamaz sorar: “Pardon, siz akademisyen
misiniz?” Bu kez aşağıdaki şaşırır. “Evet, nerden anladınız?” Bizimki açıklamaya girişir, “Analiz ve gözlemleriniz çok doğru, çok yerinde… ama… ama… bir boka yaramıyor!”

Bu dünya kötüdür. Bunu biliyoruz. Dünyanın daha iyi nasıl olacağını da biliyoruz. Hüzün mü, hüzün en çok bize yakışmaz. Yağmur ve hüzün.
Yağmur gökten inen sudur. Ona bu adı ve daha pek çok imgeyi yakıştıran biziz. Cisil cisil yağar, sicim gibi yağar, toprağı kamçılar, bardaktan boşanırcasına yağar, ahmak ıslatırcasına yağar, gökten inen suyun zihnimizde oluşturduğu imgeler.

Teknoloji insanı insandan kurtarıyor ne fena. Şimdi ben masamın
üzerindeki beyaz cama yağmur yağdırabilirim. Ama uzaklarda yağmursuzluktan üşüyen bir dostunuza, beyaz cama yağdırdığınız yağmurun ne yararı olabilir.
Ali’nin kuyusu, gayya kuyusu mudur sahiden?
Her neyse, her kuyunun dibinde bir Yusuf vardır nasıl olsa.


Muhabbetle.


YAZARI: Bayram Balcı


...Yıllıklar-Yıllıkçılar /Hakan İşcen



ÖZNELLİĞİN NESNELLİĞİ :

YILLIKLAR-YILLIKÇILAR


Son dönem Şiir Yıllıklarının en bilineni 1993 yılında Adam Yayınlarının öncülüğünde başlayan Mehmet H.Doğan’ın hazırladıklarıydı. Yetmişli ve seksenli yıllarda bu gönüllü, ağır işçiliği Nesin Vakfı üstlenmişti. Daha eski yıllara ilişkin ise, Edebiyatçılar Birliği, Tan Edebiyat ve Varlık Yıllıklarından bugün hâlâ bahsedilmekte. Tabii “Memet Fuat’ın Seçtiklerini” de unutmamak gerekir. Geçen yıl Ahmet Yıldız’ın hazırladığı 1000 sayfalık “Edebiyat Yıllığı 2006” son yılların en oylumlu çalışması oldu. Sanırım şu günlerde bu yılki çalışma da yayınlanmak üzere.
Her şeyden önce “Yıllık” ve “Seçki” ayırımını irdelememiz lazım. Mesela, Varlık bir yıllıktı;
Memet Fuat’ın ki ise, bir seçkiydi. Bu bağlamda, bu yıl İlya Yayınevinden çıkan, Veysel Çolak’ın hazırladığını, kendisinin de “daha çok kendim için yapıyorum” diyerek belirttiği gibi, bir “şiir seçkisi” olarak kabul etmemiz gerekir. Ahmet Yıldız’ın geçen yıl Kritik Kitaplar Yayınevinden çıkan son yayınladığını ise, içindeki bazı öznel yorumlara rağmen, bütün yazın türlerini ve yılın tüm yazınsal devinimi kucakladığı için, bir “yıllık” olarak ele almak yerinde olacaktır. Bu konuda Türk Şiirine, Türk Edebiyatına kim ne yapıyorsa, yolu açık olsun.
Konu, sanat yapıtlarının seçimiyse, Nobel ödüllerinin de kritik edildiği bir ortamda, her zaman için bu tür tasniflerin nesnelliği tartışmaya açık kalacaktır.
Özellikle şiir seçkileri, o dönemin şiir hasadının en damıtılmış ürünlerini sergilemek anlamında, sanat ortamına ciddi bir katkı sağlarlar. Seçenlerin veya seçilenlerin nesnelliğini tartışarak bu çalışmaların işlevlerini görmezden gelemeyiz. Hem okurlar, hem genç edebiyat araştırmacıları, bu yıllıklardan fazlasıyla yararlanacaklardır. Yapıtların ait oldukları dönemin dinamiğini ve karakteristiğini yansıtan en uygun örnekler arasından seçilmesi, gelecekte bu tür edebi kazıları yapacaklar açısından önemlidir. Seçkilere, sadece yayınlanan ürünlerle sınırlı olarak bakmamamız gerekir. Edebiyat yıllıkları, aynı zamanda o yıl yayınlanan kitaplar, çıkan dergiler, verilen ödüller, anmalar, çeşitli kutlamamalar, yapılan yazınsal tartışmalar, eleştiriler ve edebiyat ortamının önemli olayları ile ilgili bilgi sağlaması nedeniyle de belgesel kaynak niteliğindedir.
Bazı seçkilerde yapıtın yazınsal estetiğinden çok şairin kimliğinin öne çıktığı durumlarla karşılaşıyoruz ne yazık ki. Temel alınan yapıtın kendisi olursa ve değerlendirilme kriterleri baştan ortaya konup bu seçkiden yararlanacaklara önsöz kapsamında iyi açıklanırsa, bu çalışmaların öznelliği daha az tartışılır hale gelebilir. “Eksiklikler” veya “Gözden kaçmalar” iyi niyet olduğu sürece, sadece yapılan çalışmanın derinliği ile ilgili kalır ki, bu da eklerle giderilebilecek bir olumsuzluktur. Tabii, ne olursa olsun, bir Türk yazarının Nobel almasını, gözden kaçan bir eksiklik olarak görmek safdillik olur.
Burada diğer önemli bir nokta, bu seçkilerde yer alan yapıtların telif sorunudur. Maalesef bu konuda, yapıtı alan da, veren de gereken özeni göstermemektedir. Özellikle genç şairlerimiz
yer aldıkları seçkilerde neredeyse üste bedel ödeyecek konuma sokulmaktadır. Onların bu özverili tavrını, maalesef istismar eden “Yıllıkçılarla” da karşılaşmaktayız.
Kültür Bakanlığının kültürel yaklaşımın dışında “şairlere haber vermeden” hazırladığı antoloji de sanırım bu tür yaklaşımlara “örnek” oluşturmakta.
Yıllıklara konu olan şiirlerin, sadece kitaplardan veya dergilerden oluşturulması da, çifte standart yaratmaktadır. Ayrıca bu bağlamda kolaya kaçarak yerel dergilerin ve sanal ortamdakilerin tasnif dışı bırakılması da ayrı bir sorundur. Oysa bugün, bazı basılı ve süreli yayınlar kadar kaliteli sanal dergiler yayınlanmaktadır.
Bazı yayınevlerinin yazara veya araştırmacıya siparişle seçki hazırlatması, doğal olarak yılık enflasyonuna yol açmakta. Bu kaçınılmaz bir işveren-emekveren ilişkisi. Bu konuda, PEN ve Edebiyatçılar Birliği gibi oluşumların da sorumluluk alması yararlı olur düşüncesindeyim.
Sonuç olarak, bu dönemsel seçkilerde yer almayanların şair sayılamayacağı konusu, yazınsal bir paparazziden öteye gidemez. Bu seçkiler, bir vefa borcu tasdiknamesi değil; hele, şair yeterlilik belgesi hiç değildir. Bence bu noktada ciddi bir algı hatasına düşülmektedir. Ortak yaklaşımın “şair değil, şiir seçmek” olduğu konusunda anlaşmaya varılmalıdır. Konu, o yıla ilişkin yazınsal estetik performansın ortaya konulmasıdır sadece. Yapılan iş, nihayetinde bir seçkidir; yazarı yoktur; hazırlayanı vardır. Öznel yorumlar söz konusu olabilir. Amaç, bunun keyfi bir tutum haline dönüşmemesi ve başta açıklanan kriterler bazında çalışmanın kendi içinde tutarlı olmasıdır.
Burada belki gözümüzü karartıp yıllıklardan yola çıkıp Dergi Localarını da tartışmamız lazım. Dergilerin, şiirin filizleneceği toprak olması açısından edebiyat ortamımızın zenginleşmesi anlamında tartışmasız hayati önemi var. Ama diğer yandan, belli dergiler çevresinde oluşan “gruplar” hizipleşmelere yol açarak her yılbaşı yaşanan bu kısır tartışmaların öznesi durumuna gelmekteler. Şiir gruplarının oluşması tabii ki doğaldır; kültürel bir zenginliktir;
ama bunun faşizan bir tavra dönüşmemesi gerekir. Her yazanın kendi şiirini basmasından sonra, şimdi sıra kendi yıllığını çıkarması aşamasına mı geldi?...
Farklı izleklerden yola çıkarak farklı kültür ve kimlikteki şairin ortak paydası, sonuçta şiirdir! Şiir bu çatlakları kapatmayacaksa, farklılıklardan bir bereket üretmeyecekse, bunu başka ne başarabilir?...
Sorun, “okuyandan” çok “yazanın” olmasıdır. Kuşkusuz burada bahsettiğim okur, ortalama okurdan farklı bir işlevde ve donanımdaki bir okurdur. Beş yüz, çok çok bin satan dergilere bunun iki katı kadar yapıt(!) gönderilmesi, şiirin şiirden beslenmediğinin en büyük kanıtıdır. Bu zafiyet, sadece şiirin değil, diğer türlerin de geleneksel acıklı halidir. Memleketteki nesnel eleştiri zenginliği ve birikimi oluşmadan bu tartışmaların ardı arkası kesilmez. Biraz da sokağımızın önünü temizleyelim ve itiraf edelim; şair şairi, yazar yazarı okumuyor! Son yirmi yılda ne kadar şiir yayınlandı; buna karşılık kaç tane şiir incelendi?
Doğru; şiir kimsenin tekelinde değil; ama okur, hiç değil! Zaten ortalıkta üç beş dolaşan okurun kafasını da, sonu bir türlü bağlanmayan şair liyakati sorunlarıyla, “öznelliğin nesnelliği” gibi kaotik tartışmalarla daha fazla karıştırmayalım. İsteyen istediğini seçsin, alsın, okusun. Kimsenin “En iyi ben seçerim” diye iddiası yok ki? Eğer şiir adına bir iddiası olan varsa, bir el atsın, biraz daha fazla düşünsel emek koysun, iki şiir irdelesin…
Eğer “En iyi biz okumazsak” şiir de böyle her yıl aynı dönemde yaşandığı üzere, sonu paparazzilik olur. Gelin, şiiri barlara düşürmeyelim
!


Yazarı: Hakan İşcen


Tarantino Karikatürü! / Argos



Lümpen Kültürün Yüceltilmesi
"BARDA"
ya da Tarantino Karikatürü!

Lise eğitimini yardı bırakarak "hayatın" arka bahçesinden her şeye yeniden başlayan bir yönetmenden söz ediyoruz, şiddetin her türlüsüne maruz kalmış, şiddeti kendine özgü yöntem ve tekniklerle bir çeşit estetize edebilen ve sinema tarihinin kült filmlerine imza atmış bir yönetmen: "Quentin Jerome Tarantino” 27 Mart 1963’te Knoxville Tennessee’de doğdu. Sinema literatürüne "Tarantinovari" deyimini kazandıracak kadar özgün filmlerin ve senaryoların yaratıcısıdır. Filmlerinde genellikle göz ardı edilen, doğuştan kaybetmeye mahkum marjinal kişileri Shakespeare oyunlarındaki kahramanlar edasıyla işlemesi ve onlara muhteşem replikler eşliğinde hayat vermesiyle ünlüdür. En kanlı ve vahşi olanların da bile ince bir mizah duygusuyla seyircileri gülümsetebilen sahneleriyle, Amerikan bağımsız sinemasının yakın dönemde yetiştirdiği en büyük yönetmenlerdendir." Tarantino'ya göre sinema alanındaki en verimli ülkelerin başında "Amerika, Hindistan ve Hong Kong geliyor", doğrudur yılda binlerce, on binlerce sabun köpüğü tarzında filmler hep bu ülkelerde üretiliyor.Multiplex tarzı sinema sayısında çekirge sürüsü çoğalma eylemi de bunun bir göstergesidir.
Ama Tarantino tüm o aksiyon ve şiddet kokan filmlerindeki diyaloglara zekice mizahi unsurları serpiştirerek ve neredeyse efsane olacak tarzda müzikler seçerek bütün bunları gerçekleştiriyor. Kurtlar Vadisi dizisindeki tabutu “içten yumruklayarak” kırma sahnesini anımsayın ve bir de Kill Bill'i! Ne acemilik ama!
Peki bizim yerli dostlarımız neyi amaçlıyorlar bu girişimleri ile?
Yarattıkları "ağır ağabeyi" tiplemeleri yeterince şiddet serpiştiremedi ki şimdi kentlerin izbe sessiz kıyı köşesinde soluk alma mücadelesi veren binlerce genci böyle sersefil, lümpen, kan emici, hayat-ırz düşmanı olarak göstermeye çalışılıyorlar. Böylesi bir düşün ne ortasında ne de kıyısında sayın Serdar Akar bile soluk alamaz, bırakın sıradan masum olanları. "Adam indirme", "Adam kaldırma", "Ben racon kesmem boğaz keserim" tarzı lümpence replikleri gururla savunan bu yeni yetme tayfa, topulumun görünmeyen hücrelerine kan, kin, vahşet, nefret, şiddet tohumları serpiştirdiklerinin farkındalar mı?
“Sinemada, tv’de gördüm özendim yaptım abi” savını son 3-5 sene içinde kaç aklını kaçırmıştan dinlediniz? Anımsayın lütfen. “Ağır Ağabeyinize” özenen, düne kadar kardeşinin düğünde masumca halay çeken bebek yüzlü kandırılmışları? Bu ülke sizin kıytırık düşlerinizin faturasını böyle ucuzca ödemeye mecbur mu? İnsan öldürme, insan hayatına son vermek bu kadar kolay mı baylar?
“ÖLDÜRÜMEYECEKSİN” arkadaş, diyebiliyor musunuz repliklerinizde?
Satmaz o zaman, değil mi? Akçenin tadı insan yaşamından, şerefinden, haysiyetinden daha mı ağır? Hafif olan kan mı? Göz yaşı mı?
İnsan hayatı, şiddet, nefret, tiksinti üzerinden “yapımcılık” olmaz, hele hele baştan aşağı tiksinti kokan Amerikan Şiddet Endüstrisi özentisi hiç olmaz. Fişiniz hala insanın o vahşi avcı yönüne takılıdır, çekin çıkartın benliğinizi bu fazdan, başka türlü “göstermeyi” deneyin. Örnekleri çoktur, yeter ki sadece bakmayı bilin.
Bir toplumun temel dinamikleri, değerleri, böyle ucuz ve insafsızca ucuzca harcanamaz, havaya uçurulamaz, bu ülke Amerikan pazarı değil, bizler Amerikalı değiliz.
Beş genci karşılarındaki “avlarıyla” bir odaya tıkayıp içinizdeki öfke patlamasını yedinci “sanat” adıyla, aracılığıyla böyle her türlü zeka unsurundan yoksun biçimde veremezsiniz! İfade özgürlüğü değil bu, zihinimizi, benliğimizi işgal etme girişimidir, soysuzlaştırma, soylu düşünceden koparma girişimidir.
Dönün biraz caddelere, sokaklara bakın, hayat sizin çizdiğiniz çizgilerde yürümüyor! Sokaklara bakın.
Kimi mi göreceksiniz?
Katil it sürülerini değil, onlar bu toplumun minimumu bile oluşturmuyorlar, en ağır ekonomik krizlerimizde bile bu toplumu ayakta tutan, birbirine kenetleyen o denli anlamlı maddi-manevi unsurları var ki, tümünü algılamaktan aciz olan sizlersiniz, hani daha bugüne kadar çözemediğiniz sırlardan söz ediyoruz, aklınızın bunca hoyratca tutukluk yaptığına şaşı bakıyoruz! Şaşkın değiliz. Biliyoruz siz ve sizin gibi bu toplumu esir almış zihniyetlerin sorununu. Akçe sandukanıza bir miktar daha akçe eklensin, toplum, değerler, insan onur, haysiyeti hak getire, ama doğrudur kendini beş kez daha besleyebilecek kapasitedeki bir ülkeyi hep beraber ele ele verip bir “üçüncü sayfa” manyaklığı, sapkınlık rengi ile başta başta boyamaya kalkışırarsak, sizin o Bardaki beşli şaheseriniz çerez bile kalabilir. Suç sizin değil, bir ülkenin gökyüzünden umudu, yarını, sevinci, moral değerlerini devasa bir kartel medyasının marifeti ile böyle har vurup harman savurursak, olacakları, geleceği parlak sözcüklerle yazmak marifetlerin marifeti sayılacak. Hayatımızı karatan, sabah akşam sefahat tellalığı yapan şanlı medyamız, insanımızı ışıktan yoksun bırakan Tekel Medyası bu toplumun bir parçası olduklarını unuttular. California il sınırlarında yaşıyorlar sanki. Anlıyoruz sizi: "Işıklar sönüce tümüzün çok güzelsiniz"!
Alışmışsınız kuru gürültü, patırtıya. Sinemamızda artık “insan”ım diyebilen, basit hiçte karmaşık olmayan insani öyküleri görmek istiyoruz!
Sokaklarda, caddelerde sağına soluna bakmadan geçer giderken görürsünüz onları. Bütün o bolluk taşan vitrinlere, iki yanından akan güzel kadınlara, iyi giyimli erkeklere küskündürler sanki. Selamını alan selam veren tek kişi çıkmaz. Dertlerinin yükü altında dalgınlaşarak karşıdan karşıya geçecek olsa otomobiller üstüne üstüne gelir, horlanır, azarlanır, küfürler işitir.
Vatandaş o da!
Yasalar önünde herkesle eşit, arasıra onları kalabalık meydanlarda birilerini sadece “alkışlarken” görürüz!
Alkışladığı ne? Neye teşekkür ediyor?
Hayata kum kireç taşıyarak, kazma sallayarak soluk almasına, duvar diplerinde güneşlenmesine izin verilmesine mi?
Ama o da aşkı bilir, o da hastalıkları bilir, o da “çareyi” çaresizliği bilir, sırtını bazen de kökeninden getirdiği değerlere dayar, direnir, yalvarmaz, onurunu korur, kendini, kardeşini kollar, el uzatır. Can almaz, can verir.

Bu güzel yurdumuz böylesine garip, tuhaf, “sıradan” insani öyküleri de barındırıyor, hem binlercesini.
Ama “BAR” nedir, “Barda” nedir hiç bilmezler. Gördükleriniz yeni yetme “velutların” zihnindeki sapkınlık senaryolardır, onlar boş gözlerle, boş umutlarla “Bang Bang”e özenti duyarlar ve sadece o özentinin karikatürü ile yetinirler.

“bang bang”…

Biz racon değil, kuru ekmek, zeytin, peynir yeriz sevgili “ağı ağabeyi”!
Azerilerin bir deyimi var: “ Men yazığam, değme mene”.
“yeterince hırpalanmışım, dokunma bana” gibisinden,
Dokunduğunuz yerden ahlakın çöküş lağımı akmasın artık, hayatımızın filminde bu karelere yer olmamalı!


“ÖLDÜRMEYECEKSİN ARKADAŞ”!
Bu kadar Basit!
Tüm Sokak, Caddelerimize etimiz, tırnağımızla kazıyalım:
"ÖLDÜRMEYECEKSİN".
Bu bir kez anlaşılırsa birileri sevginin de gizini öğrenmeye başlayacaklar.
Yaşamı kaçırmanın en iyi yolu ona karşı, belli bir tavrın olmasıdır.
Tavırlar zihinde doğar ancak yaşam zihin ötesindedir. Tavırlar bizim imalatımızdır, bizim ön yargılarımızdır, bizim icatlarımızdır.
Yaşam bizim imlatamız değildir.
Tersine yaşam gölünde sadece küçük dalgacıklarız hepimiz.
Görmek istediğimiz o dalgacıkların ardına sıkışan insani öykülerdir, gecenin bir vaktinde çoluk, çocuğun da izleyceği bir saat ve zamanda: topluma ahlaksız teklif yapma marifeti değil, marifet hiç değil. Pılınızı pırtınızı toplayan bir kez de hep birlikte içinizdeki türküyü söylemeye çalışın, kuru şiddetin ruhunu yüceltmeyin. Daha duyarlı, daha hisli, daha ruhsal, tinsel olun..
“Babam ve Oğlum” Filmi mi? Evet, işte özlemini duyduğumuz tat bu! Bu işte!
Son zamanların en iyi, duyarlı filmi hangisi diye sorarsanız,hiç şüphesiz " Babam ve Oğlum" derim, gerisi kelle suyu!

YAZARI: Argos


Zafer Ekin Karabay Anısına!.. Özlemle.../ defter



Çiçek

ipatya'ya

toprağa değen su dokununca anlatır
elinde kalan mektubu, durula

gözlerini sakındığın yarına
çiçek sandığın kadar açacaktır

sorma mektubun huyu böyle, yoksa
kim benzetir harfleri, toprağa değen suya

ben benzetiyorum işte, bir de elini
dokununca mektubun ruhuma


* * *

Saklı

uyurdum,
dokunduğum camlar kırılırdı derinliğinde uykumun.
Nil, gözlerimden geçsin diye
güne kirpiklerim kırılırdı.
oysa, saklambaç oynayan bir çocuktu büyüttüğüm;
babasının dudaklarına sıkışmış ve unutulmuş...

sobelendim, saklandığım saydam düşlerin ardında.
sunacak başka birşeyim yoktu, bir çocuğun
bayram sabahındaki beklentisini sundum yaşama
ve tedirginliğini oğlu savaşta bir annenin.
uzak ezgisini dinleyerek bırakıp gitmelerin.

nil güne akarken şubat gibi biriktim;
dört yıl topladığı acısını
yirmidokuzuncu adımında gösteren.
ve çıktım yaşama
onun sakladıklarını sunarak saklandığım yerden.
sonra kendime dönüp dinledim
yeniden acılarıma sordum:
yaşamın neresinde saklanmalı ozan,
yada nasıl saklamalı yaşamı?


Zafer Ekin Karabay


LERMONTOV'UN YUMURTASI / Leon Felipe





'' Bütün balıklar karnını doyurur.
Bütün balıklar yumurtlar.
Karnını doyurduğu yere yumurtlayan pek balık yoktur.''
Arne Lindroth

LERMONTOV'UN YUMURTASI


Anıtmezarların üstlerini ipek örtülerle bir günlüğüne kapatarak, geçmişi unutma fikri pek canlı tutuyordu ünlü plastik sanatçı Lermontov'u. Yaşadığı şehrin kralı olan belediye başkanı da onaylamıştı bu yüksek aklın ürünü olan eseri ve aynı yıl bir ilkbahar sabahı ulu ölülerin mezarları ipek kumaşlarla kaplandı, kapandı.
O gün şehirde bir festival de düzenliyorlardı. Kayıp kentin oğulları filmi ile başlamıştı bu şaşırtıcı eğlence. Sinemanın içi ve dışı doluydu. Bir sonraki filme bilet almak için kuyrukta bekleyenlerin etrafında belediyeden çalışma kartı almış gıda, poster, çalgı aletleri ve maskeyle balon satıcıları dolanıyordu. Şehir insanları sonsuza uzanan ağır bir yas kadar kasvetli olan ideolojilerini unutmuş gözüküyorlar, yüklenmekten bıktıkları tüm ciddiyetlerini salıvermiş eğleniyorlardı. Bugün çok uzun zamandan beri ilk defa bir bütün olduklarını hissediyorlardı ve bütün olmak hiç de sandıkları kadar fena bir şey değildi anlaşılan ki birbirlerine şaka yapıyor, kadehlerini tokuşturuyor, güzel kızlara laf atıyor, karılarına ikide bir onları ne kadar sevdiklerini tekrarlıyorlardı.
Lermontov mutluydu. Belediye Başkanı olan kral ile yanyana oturmuş, yabancı ülkelerden akın eden gazetecilere eserinin ve festivalin nasıl beraber yaratıldığını anlatıyor, başkanın yardımı sayesinde gerçekleşen bu aktiviteyle sanatın en yüce değer olduğunu anımsattıkları şehirliler için düzenlenen konsere herkesi davet ediyordu. Belediye Başkanı da bu sözlere şunu ekliyordu, '' Bütün aktiviteler halkımıza ücretsiz gerçekleşmektedir.''
Gece konserden sonra mutlu olan halk evlerine döndüler. Karılarıyla seviştiler. Sevgililerine yemek yaptılar. Çocuklarına masal anlattılar.
Lermontov o gece ipek örtüleri köhnemiş anıtmezarların üstünden kaldırdı. Evine döndü.
Bir kadeh şarap içti. Vasiyetini yazdı ve sonra da kimse onu öldürerek hapse girmesin diye başına bir kurşun sıktı.
Şehirliler ertesi sabah gazetelerde ve televizyonlarla radyolarda dinledikleri intiharın, makul bir tavır olduğunu düşünerek birbirlerine hınç beslemeye devam ettiler. Karılarını dövdüler, sevgililerini aşağıladılar, çocuklarını silah atış talimlerine götürdüler. Birkaç kişi öldürüldü. Her şey normal nefret seyrine döndü. Anıtmezarlar çiçekler ve birbirlerinden nefret eden insanlar için yakınmalarla doldu. Ölülerin keyifleri yeni ölümlerle yerine geldi.

YAZARI: LEON FELIPE


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***