Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Hermann Hesse 1919 ve Türkiye 2007!



Hermann Hesse/ÖLDÜRMEYECEKSİN!
Afa, Deneme, 1993
Çeviren: Kamuran Şipal


İNATÇILIK
Bir erdem var, bayılıyorum; öyle bir erdem ki, üstüne yok. İsmi de inatçılık. (…)O ağızlardan düşürülmeyip el üstünde tutulan öbür erdemlerin tümü, insanların koyduğu yasalara ittatten oluşuyor; bir tek inatçılıktır ki, bu yasaları umursamıyor pek. İnatçı kişi bir başka yasaya boyun eğiyor, kesinlikle kutsal ve biricik bir yasaya, “kendine özgülüğün” içerdiği anlama karşı itaatten şaşmıyor. İnatçılığın bu kadar az rağbet görmesi çok yazık doğrusu! Kim bakıyor ki yüzüne? Nerde! Hatta bir kusur sayılıyor ya da esef verici kötü bir huy diye biliniyor inatçılık. (…) Bu arada şunu da belirtelim ki, gerçek erdemler rahatsız eder hep, nefret uyandırır. (…) Kendine özgü bazı sezi ve görüşleri olan, ama bunları yaşamının temeli yapmayan bir adam “karakter” sahibi diye nitelenmekte. Böyle biri ancak arada bir, suya sabuna dokunmadan, başkaları gibi düşünmediğini, başkalarınınkinden değişik görüşlere sahip olduğunu imayla yetiniyor. Bu yumuşak ve bencil biçimiyle karaktere de yine erdem gözüyle bakılmakta. Gelgelelim, bir kimsenin kendine özgü birtakim sezgileri var da, gerçekten bunların gösterdiği doğrultuda yaşıyorsa, o övünç kaynağı “karakter” belgesine kavuşma şansını yitiriyor, böyle bir kimseye yalnızca “inatçılık” sözcüğü yakıştırılıyor. (…) Ve işin en garip yanı, keyfi yasaları tanımayarak kendi doğal yasalarına göre davranan az sayıda insan, çokluk mahkeme önüne çıkarılarak yargılanmasına, lanetlenip taşlanmasına karşın, sonran ebedi kahraman ve insanlığın kurtarıcısı aşamasına yüceltilmiştir. Kendi keyfi yasalarına itaatı en yüce erdem diye göklere çıkarıp herkesi bu erdemi edinmeye çağıran aynı insanlık, söz konusu çağrıya kafa tutun, “kendi amaçlarına” aykırı davranmaktansa canlarını vermeyi yeğleyen insanlara kendi ölümsüzler panteonun’da yer vermektedir. (…) “Trajedi”de de bu olağanüstü yüce, gizemli-kutsal söz, insanlığın mitlere kadar uzanan gençlik döneminden kalma bir ürpedtiyi kendisinde barındıran ve bütün basın muhabirlerinin her Allahın günü sayısız kez yanlış olarak kullandığı “trajedi” sözü de, geçmişten aktıralagelmiş yasaları çiğneyerek kendi bağrındaki yıldızın gösterdiği doğrultuda ilerleyen kahraman yazgısından başka bir şey değildir. Bu yoldan, yalnız ve yalnız bu yoldan insanlık kendi “amaç ve anlamının” bilincine ulaşır; çünkü trajik kahraman, o inatçı kişi, insanların koyduğu yasalara itaatsizliğin ilkel bir kendi başına buyrukluk değil, çok daha yüce, çok daha kutsal bir yasaya sadakat niteliğini taşıdığını sıradan ve ödlek milyonlarca insanın dönüp dolaşıp gözleri önüne serer. Bir başka deyişle, insanlardaki sürü içgüdüsü herkesten topluma uyum sağlamasını, toplum düzeninden dışarı çıkmamasını bekler. Ama en yüce onurlandırmaları hiç de boyuk bükenlere, yüreksizlere, uysallara buyur etmez, özellikle inatçı kişilere, kahramanlara saklar. (….)Basın muhabirleri bir fabrikada meydana gelen bir kaza için “trajik” sözcüğünü kullanmakla (bu soytarılar için “trajik” sözcüğü, “üzücü” sözcüğüyle aynı anlama gelmektedir) dili ayağa düşürdükleri gibi, savaşta bogazlanmış zavallı askerler için de kahramanca ölüm sözcüğüne başvurarak aynı hatayı işlemektedirler. Savaşta şehit düşenler, kuşkusuz bizim en yüce acıma duygularımıza layık kişilerdir. (…) Ama bu, onları kahraman yapmaya yetmez. Az önce üstü tarafından köpek gibi terslenen sıradan bir askerin, yediği ölümcül kurşunla kahramanlık aşamasına yükselmesi düşünülemez. Pek kalabalık kitlelerin, milyonların kafasındaki kahraman imajı aslında saçmadır. “Kahraman” söz dinleyen, dürüst bir vatandaş, görevini uslu uslu yerine getiren bir kişi değildir. Kahramanlar “kendi amacını”, kendi soylu ve doğal inatçılığını yazgısı yapan seyrek rastlanır insanlardır ancak. Ancak kahramanlardır ki, kendi yazgılarını benimseme yürekliliğini gösterirler. (…) İnsanların çoğunluğu bu yürekliliği ve inatçılığı göstermiş olsalardı dünyanın çehresi değişirdi. Gerçi öğretmenlerimiz, geçmiş çağlardaki kahramanları ve inatçı kişileri öve öve bitiremeyen bu baylar, böyle bir durumda dünyanın altının üstüne geleceğini söyleyip durmaktadır. Gerçekte ise, kimseye bağımlı olmadan kendi iç yasalarına ve amaçlarına uygun davranacak insanlar arasında yaşam daha bir zenginlikle büyüyüp gelişecek, daha yücelere tırmanacaktır. Biuzim işte öylesine çekidüzen içindeki dünyamızda dehşet saçarak başgösterdiğine tanık olduğumuz kimi korkunç, akıl almayacak kadar hazin, çılgınca eylemler varolma şansını yitirecek, kimsenin sözkonusu çıılgınlıklardan haberi olmayacaktır. (1919)


Çağlar Tanyeri


Anathema...



Deep inside the silence staring out upon the sea
The waves are washing over half forgotten memory
Deep within the moment laughter floats upon the breeze
Rising and falling dying down within me
And I swear I never knew, I never knew how it could be
And all this time all I had inside was what I couldn't see
I swear I never knew, I never knew how could be
All the waves are washing over all that hurts inside of me
Beyond this beautiful horizon lies a dream for you and I
This tranquil scene is still unbroken by the rumours in the sky
But there's a storm closing in voices crying on the wind
The serenade is growing colder breaks my soul that tries to sing
And there's so many many thoughts when I try to go to sleep
But with you I start to feel a sort of temporary peace
There's a drift in and out
Drift in and out
Drift


Şafak Çağrısı/ Ulus Fatih




ŞAFAK ÇAĞRISI


*Barış için*


İşte orda bekliyorum seni
köpüklü dalgaların yılan sürüleri gibi gelip
bıçak gibi kesildiği yerde
kumsalın
yarlarla bitiştiği

Hani,
başımızın üstünde göklere değin bir kaya vardı
ta uçlarındaysa
kısa, yalnız, gür bir maki

İşte orda bekliyorum Aleko
seni
Akdenizli bir korsan gemisinin ay ışığını parçalayıp
su perilerinin ürperdiği
o yerde.

Bilirsin;
o acaip kayanın başındakini taca benzetip
iyi yüreklilerin Artemis diye çağrıştığı
ve düşlerimiz de Venüs diye haykırdığımız
o yerde! ..

Bense, seni tanımazdan önce
tolgasıyla bir Isparta askerine benzetirdim
o kayayı
ya da Truvalı bir ata!

Ah! bildiğim kadarıyla
denizler ötesini dişleyen
masal hayvanı bir komutan gibi dikilirdi ayakta

İşte orda bekliyorum seni
o yarların ayakları dibinde
ve her günün ardında kayaların oyulduğu
ve her dağlı dalganın çarpınıp çevrildiği
fatihlerimizin ardındaki ordulara nispet
tekrar tekrar yüklenip yenildiği

"O ordular ki şahinlerle uçurulan zafer mektupları
ve tarih kitaplarının galip sayılır bu yolda mağluplarıydı! .."

Ve karanlıkta denizin uzak
yaslı senfonilerle ağlayıp
eridiği

Ve işte o
giderek suskunlaşıp, ıssızlaştığmız yerde
-gece içinde-
Seni bekliyorum Aleko...

Bekliyorum!
ne yapalım ki biz
Artemis için
bambaşka kavgaların
eşiğindeyiz!

Ve kayaların sorgucundan aşağılara uçan
kimbilir daha nice bereket ölüleri
ve aşıklar göreceğiz.

Güzel günlere inanıyoruz Aleko
o yalçın kaya
o ürkünç kule
bereketin Artemis'i
sevginin Venüs'üdür.

Öyle olacak
ve belki de bir ak güvercin
ta uçtaki gür makiye
bir yuva yapmakla meşguldür şimdi

Ve ben seni
şu gündüzlü gecede
o sevecen kayanın dibinde bekliyorum

Denizin
sarı başaklı ovalar gibi salınıp gerildiği

Dalgaların
çocuk başlı insanlar gibi okşanıp, kesildiği

O güzelim kayanın dibinde
-balıklarla elele-
seni bekliyorum!

Artemis'in bereketi
Venüs'ün sevgisi için
verimli güzel gerçekler için
Erliğin kılıcıyız Aleko
seni bekliyoruz!

Gelmelisin Aleko!
Gelmelisin!
"Tek Bir Vücut Olmalıyız..."


Yazarı: Ulus Fatih


Motorsiklet Üzerinde Aşk / Ali Rıza Arıcan


Bu güzel öyküyü sevgili Ali Rıza Arıcan,
Yaşadığı kent Ho Chi Minh (Vietnam)’dan deftere gönderdi,
Saigon’da bir aşk masalı da diyebilirsiniz…

Öykü görsellerini Ressam Frindin'in müthiş çalışmalarından seçtik...
Teşekkürler sevgili Ali Rıza//Defter

Image and video hosting by TinyPic





Hiçbir şey hayatın kendisi kadar şaşırtıcı olamaz, yazı dahil...

Büyük bir alışveriş merkezinin inşaatı için ayrılmış geniş arazinin üzerinden sessizce süzülüp gelen rüzgar, yola ulaştığında hız kazandı ve kenarda park etmiş hâlde duran motorsikletin üzerine hafifçe dayanmış olan Tram’ın saçlarını gözlerinin önüne doğru sertçe savurdu. Genç kız elindeki yemek kabını koyacak bir yer ararken bir yandan da gözlerinin önüne doluşan saçlarını toparlamaya çalışıyordu. ‘Bu rüzgar da nereden çıktı?’ diye geçirdi içinden yüzünde şikayetten çok tiksinti dolu bir ifade belirirken. Onu kızdıranın rüzgar mı yoksa geç kalıp yarım saattir yalnız başına onu bu ıssız yerde bekleten Khan mı olduğuna karar verememişti. Kentin merkezinde, Saigon Nehri’nin kenarında, Pham Ngu Lao’da ya da Bağımsızlık Müzesinin önündeki parkta buluştukları zamanlarda her şeyi birbirine katan rüzgar olmazdı. Belki olurdu da Tram fark etmezdi aşkın sıcak tuttuğu kalbiyle kente ve içindekilere farklı baktığı için! Hem o zamanlar Khan geç kalmazdı buluşmalara. Ne yemeğini soğuturdu ne de kendisini böylesine ıssız bir yerde bekletirdi uzun uzadıya. Oysa son bir aydır, buluşma yerini Phu My Hung’daki bu karanlık köşeye kaydırdıklarından beri Khan her seferinde değişik bahanelerle gecikiyordu. Geçen geç gelişinin gerekçesi o gün işe gelmeyen arkadaşıydı, bir öncekinde ise patronun herkese bir saatlik ek iş vermesiydi. Tram her ne kadar Khan’ın söylediklerine inanmak istemiyorsa da affediyordu onun geç kalmışlığını kısa sürede. Çünkü Khan yanında yokken saçları birer birer yolunan bir zavallı gibi acı çekiyordu elinde olmadan. Hiçbir şey olmasa, motorsikletin üzerine birlikte oturup, ellerini birbirlerine kenetleyip, yoldan geçen arabaları ve insanları izleseler yeterdi onun için. Sonuçta aşktan tüm beklentisi yakınlık ve sıcaklık idi. Bedenler birbirine değdiği ve gözler birbirini izlediği sürece aşkın devamı olanaklıydı. Aksini düşünümiyordu.
Image and video hosting by TinyPic


İlk zamanlar nehrin kenarına giderlerdi buluşmak için. Nehrin sonsuz uzunluktaki gövdesine ve akan suyun insana ruhunun durağanlığını unutturan gizemine bakarlardı henüz olmayan gelecekleri adına hayaller kurarlarken. Tram için kentin ortasından geçen bu çamur rengi nehrin çok farklı anlamları vardı. Yüzyıllardır aynı nehrin kenarında buluşup birbirlerine sarılarak şarkılar söyleyen aşıkların varlığını düşünürdü buraya geldiğinde. Bazen yüzyıllar önce nehirde gezinen aşık bir çiftin düşürdüğü fildişinden yapılmış bir tarağın ya da gümüş bir yüzüğün hayalini kurar, bu değerli hediyelerin nehrin dibindeki yalnızlıklarına kendisini ortak edip varlıklarından bile emin olmadığı şeyler için hüzünlenirdi. Orada, nehrin dibinde, çamur rengi bir yalnızlığa mahkûm olmuş üzeri Çinli ya da Fransız motiflerle süslenmiş fildişi tarağın varlığı kendi varlığına bir gerekçe yaratıyordu sanki. Onun için nehir hüzün demekti. Bunu renginden, akışındaki sessizlikten ve üzerinden eksik olmayan rüzgarından biliyordu. Birlikte olamayan aşıkların medet umduğu bir ölümsüzlük pınarı, bir çeşit mutlak dinleyiciydi nehir. Kentin her türlü insanı buraya gelirdi yorgun bir günden sonra. Dilenciler kimsenin göremeyeceği oturakların arkasına konaklanıp, yaralarını en acındıracak şekilde gösterecek sargıları burada sarar, ardından da akşam mesailerine giderlerdi. Zengin işadamları süslü eşleriyle birlikte nehrin kenarından kalkan ışıklı botlara binip, Tram’ın bir ayda kazandığı parayı, bir akşamlık müzikli yemekte harcarlardı. Çiçekçiler, yapışkan pilav satıcıları, tatlıcılar, ananas soyup, parçalarını torbaya koyup satan yaşlı nineler, sıcak toz kömürün içinde kestane kavuran delikanlılar, müşteri bekleyen motorsiklet taksiler ve tabii aşıklar nehrin her akşamki konuklarıydı.
Image and video hosting by TinyPic
Nehrin ve rüzgarın akşam karanlığındaki karışımı en çok yalnızlığı çağrıştırıyordu Tram’a. Yalnız olduklarını hissettikleri zamanlarda nehrin geçmişinin getirdiği şaşırtıcı güven duygusuyla Khan’ın sıcak gövdesine sıkı sıkıya sarılırdı Tram. Zamanla bu sarılmanın doyma noktasının olmadığını kavradı. Önceleri haşlanmış mısır, dondurma ya da kek getirirdi buluşmaları bölmeksizin uzun tutabilmek için. Zaman geçtikçe yemek bir lüksten çok ihtiyaç olmaya başladı her ikisi için de. Khan işten çıkınca bir yere uğramadan buluşmaya gelirdi. Tram ise genelde işten erken çıktığı için bekleyen olurdu. Yaklaşık son bir yıldır akşam yemeklerini Tram getirir, buluştukları yolun kenarında, bazen motorun üzerinde, bazen de kaldırımın öteki tarafındaki yeşilliklerde, tıpkı yeni evli çiftlerin bir masanın iki ucuna karşılıklı oturup gün boyunca başlarından geçenleri birbirlerine anlatarak yemeğe başlamaları gibi onlar da benzer bir ritüeli masasız ve sandalyesiz olarak yerine getirirlerdi. Günlük olayların yerini televizyonda görülen bir film, bir reklam alırdı. Bazen de Tram okuduğu bir kitaptan ya da dergiden beğendiği bölümleri özetler, duyduğu ilginç bir olayı ballandıra ballandıra anlatırdı.

Tram, karanlıkta beliren motorsiklete baktı bir süre. Az ilerde, yolun öteki tarafında genç bir çift park etti. Kızın saçları kısaydı. Belki de rüzgardan dolayı kestirmiştir diye geçirdi içinden. Yanındaki çocuk ise alabildiğine sıska görünümlüydü. Motorsikletin ışığındandır diye düşündü çocuğun sıska olmasının kendisine bir zararı olacağı zannına kendisini kaptırarak. Phu My Hung’daki bu ıssız yolu keşfedenlerin kendileri olduğunu düşünürdü Tram. Bunun için haklı nedenleri de vardı. Buraya ilk geldiklerinde kimsecikleri görmemişti haftalarca. Yoldan geçen arabalardan ve saklambaç oyununu abartıp uzaktaki apartmanlardan buraya sığınan Koreli çocuklardan başka kimse yoktu yolda ilk zamanlar. Sonra bir akşam başka bir çift belirmişti yolun kenarına park ettikleri motorlarıyla. Ardından gelen günlerde çiftlerin sayısı arttı. Şimdilerde her akşam, yolun her iki tarafında da bir düzinenin üzerinde çift buluşuyordu. Sabah olduğunda ışığa yaklaşmak için suyun yüzeyine yaklaşan kırmızı balıklar gibi Saigon’un bekar çiftleri de işyerlerinden çıkar çıkmaz, nehrin kenarını, parkları, bahçeleri doldururlardı. İlişkilerinde ileri gitmek isteyenler, insanların daha seyrek olduğu yerleri seçerlerdi bir şeylerin değiştiğini kanıtlamak için. Belki de bu yüzden önce nehrin kenarında başlattıkları akşam buluşmalarını, altı ay sonra müzenin önündeki ufak koruluğa, ardından da Don Koi üzerindeki ufak botanik parkının en ıssız köşesine, şimdi de herkesten uzak, ışığın bile yetersiz olduğu bu yol kenarına kaydırmışlardı. Birbirlerinin evine ya da en basitinden bir otele gidemedikleri için tüm zamanlarını ya motorun üzerinde ya da eğer şanslılarsa motorun yanına serdikleri küçük piknik hasırının üzerinde geçirirlerdi. Mekanın aynılığından kaynaklanan sıkıntıyı dağıtmak için her buluşmada, sırayla birisi kendi başından geçen veya birilerinden duydukları ya da bir kitapta okudukları ilginç bir olayı anlatırdı. Bugün sıra Tram’daydı ve hazırlıklı gelmişti. Khan’a anlatmayı plânladığı muhteşem bir olay vardı aklında. Oysa Khan biraz daha geç kalırsa bırak konuşmayı, akşam yemeğini bile zor yetiştireceklerdi. Akşam sekizden önce evde olmazsa babasının ne kadar kızacağını hatırladı Tram. Yüzündeki umudun yerini bir kere daha endişe aldı.

En son buluşmalarında Khan’ın anlattığı rüyayı hatırladı Tram, az ilerde buluşan çiftin tam karşı tarafında bir başka çiftin durduğunu gördüğünde. Khan rüyasında final sınavında boş kağıt verdiği hâlde bir yanlışlık sonucu geçtiği dersten dolayı diplomasının elinden alındığını görmüştü. Gerçekten de Khan üniversitede aldığı bir dersten ad karışıklığından ya da başka bir nedenden ötürü geçmişti. Bu dersi haksız yere geçmesinden iki yıl sonra mezun olmuş, okulu plânladığı zamanda bitirmiş ve hâlen çalışmakta olduğu şirkette ilk işine girmişti. Öğrenci olduğu yıllarda durum kendisini hiç rahatsız etmemişti. Oysa işe başladıktan sonra aynı rüyayı defalarca görmüştü. Tüm rüyalar aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde işkenceyle bitiyordu. Bilmediği bir yerde, bilmediği insanlar tarafından hak etmediği hâlde geçtiği dersin sınavına sokuluyor ve her defasında sınavdan kaldığını acıyla öğreniyordu. Bunun sonucunda diplomasının ve hatta işinin elinden alınacağını düşündüğü için korkuyla uyanıyordu terden sırılsıklam olmuş bir hâlde. Gerçekte, dersi veren hocanın kapısının yanına asılmış listeye bakıp, haksız bir sevince gark olmuştu yıllar önce. Kendisi bile şaşırmıştı sıfır alıp kalmayı beklediği dersten bir yanlışlık sonucu geçmesine. Rüyasında ise aynı sahne farklı bir şekilde sonuçlanıyordu. Rüyanın en kötü tarafı, Khan ile adları karıştığı için onun yerine dersten kalan ve sırf bu yüzden bir dönem okulu uzayan öğrencinin, aynı listeye bakıp “İşte hak yerini buldu!” diyerek, sevinçle boş koridorda taklalar atarak uzaklaşması ve Khan’ın kendisini tüm olanlardan sorumlu tutmasıydı. Suçluluk duygusu değildi Khan’ın içinde taşıdığı. Birilerinin bir gün gelip, intikam için kapıda belirmesinden ve sahip olduğu her şeyi elinden almasından endişe ediyordu. Peki neden daha önce anlatmamıştı rüyasını Tram’a. Belki de ilk zamanlar endişe edecek bir durumun olmadığını, kısa zamanda unutulacak bir rüya olduğunu düşünüyordu. Oysa rüyalar belirsiz aralıklarla tekrar etmeye başlayınca, birilerine anlatmanın iyi bir sağaltım olabileceğini düşünmüştü. Yıllar önce işlediği suçu bir başkasına anlatıp, kendisine bir suç ortağı aramaktı yaptığı. Çünkü her suçlu gibi Khan da suçun başkaları tarafından bilinmesinin suçun ciddiyetini azalttığı yanılgısına kapılmıştı. Paylaştıkça azalacaktı içindeki suçluluk duygusu, paylaştıkça daha çok sevecekti kollarına alıp, karanlığa bakarak, birlikte hayaller kurduğu sevgilisini.

Tram rüyayı başından sonuna kadar dinlemiş, nasıl bir cümle kurarak sevgilisini rahatlatacağını bilemediği için, her zamanki çaresiz aşık rolüne bürünerek, Khan’ın önce elini tutmuş, ardından da bedenini onun bedeninin üzerine bastırarak, göğsünün yumuşaklığını ona hissettirmişti. Bunu en çok Khan’ı ağlayacak derecede hüzünlü gördüğü zamanlarda yapardı. Khan ise bu durumlarda, önce neden ödüllendirildiğini anlamadan Tram’ın göğsünün yumuşaklığına şaşırır, ardından da yapılacak en iyi şeyin durumun zevkini çıkarmak olduğu sonucuna varıp, kollarıyla sevgilisini sarardı. Tram için Khan’ın zayıf noktalarını tereddüt etmeden ortaya koyabilmesi aşkın göstergesiydi. Bu yüzden onun bu davranışı aşkın diliyle ödüllendirilmeliydi.

* * *

Khan’ın motorsikleti usulca yaklaştı yolun kenarına. Motor susup, ışık kendiliğinden söndüğünde etrafın ne kadar karanlık olduğunu daha iyi fark etti Khan. Yüzünde her zamanki af dileyen hâli vardı. Sevgilisinin elini tutup, avucunun içini öpmek için yeltendi ama Tram elini hızla çekti ve “Neden geç kaldın yine?” diye sordu hiçbir mazereti kabul etmeyeceğini belirten haşin bir yüzle. Khan, “Kızma, sana bir sürprizim var!” dedi affedileceğinden emin bir şekilde, bir yandan da elindeki ufak kağıdı gösterip, mazeretinin her şeye değer olduğunu anlatmaya çalışırken. Oysa Tram ne kağıda dikkat etmişti ne de Khan’ın gülen yüzüne.”Bak yemek soğudu senin yüzünden!” dedi sanki konuyu değiştirmek kendi göreviymiş gibi. Amacı sürprizi önemsemeyerek sevgilisine acı çektirmekti. Çocuksu bir oyun olarak algılansa da genelde erkeklere istediğini yaptırtmak isteyen genç kızların işine yarardı bu yöntem. Khan ise ilk söylediklerinin anlaşılmamış olduğunu düşündü bir an oyunun farkına varmadığını açıkça belli ederek. “Sana yemek yok bu akşam!” dedi Tram sesini yükselterek. “Mazeretin beni hiç ilgilendirmiyor. Ben şimdi yemeğimi yiyeceğim ve sen izleyeceksin. Eve gittiğinde kendi yemeğini tek başına yersin artık!”

Elindeki iki kaptan birisini motorsikletin ön sepetine koydu. Ardından da diğer kutuyu açıp, plastik kaşık ve tahta çubuklarla yemeye başladı. Khan cezadan memnunmuş gibi gülüyordu. Tek hoşnut olmadığı nokta Tram’ın sürprizin ne olduğunu sormamış olmasıydı. Tram’ın yemeğini yerken yüzüne yayılan anlamsız memnuniyet görüntüsünde ceza veren bir yargıcın ‘Ettiğini buldun’ cümlesi değil, ‘Ne yaparsan yap, yine de seni seviyorum’ cümlesi okunuyordu. Belki de Khan bunu bildiği için pek önemsemiyordu Tram’ın kızgınlığını. Aşk zinciri ile bağlanmış iki insanın aşktan kaçıp, sığınacağı tek yer yine aşk olabilir diye geçirdi aklından. Sonra düşündüğü şeyin pek de mantıklı olmadığını fark etti ama yine de aşkın bir çaresizlik olması düşüncesi hoşuna gitti. Hem çaresizlik değil miydi onları birbirine bu derece bağlayan?

“Olay geçen yıl gerçekleşmiş” dedi Tram yemek kaplarını, plastik kaşıkları, tahta çubukları ve tek başına bitiremediği ekşi mangonun artanını plastik bir torbaya doldururken. Torbayı yolun kenarına, motorsikleti park ettiği noktanın gerisine doğru atarken bir yandan da Khan’ın kendisini dinleyip dinlemediğini kontrol ediyordu. “Bugün Amerikalı patrondan dinledim.” dedi Khan’ın sürprizi konusunda daha bir sabırsızlandığını fark ettiğinde. “Yaşlı bir adam karısıyla tartışıyor. Tartışmalarının nedeni adamın yıllar önce satın aldığı ufak bir botu kimin kullanacağı. Tartışma ufak olsa da yaşlarının getirdiği inatçılıkla büyüyor. Yaşlı adam yıllardır hiç kullanmadığı silahını sakladığı yerden çıkarıyor ve silahı kadına doğrultuyor. Kadın korkuyla odadan telaşla kaçarken silah ateş alıyor ve kurşun kadının kafasına isabet ediyor. Bundan sonrası ancak fantezi romanlarda görülecek kadar şaşırtıcı. Kadının kafasına çarpan kurşun sekiyor ve odadaki koltuklardan birisine saplanıyor. Yaşlı adam karısının kafasından sızan kanı görünce telaşa kapılıyor ve hastaneyi arıyor. Başlangıçta her ikisi de bilmiyor kurşunun kadının kafasına girmediğini. Hastaneye kaldırılan kadının kafasında kurşun bulunamayınca doktorlar, ufak bir pansumandan sonra yaşlı kadını taburcu ediyorlar. Tabii yaşlı adam cinayete teşebbüsten hapse giriyor. Bizim patronun olaydan haberdâr olması ise ayrı bir ilginçlik. Adam karısından o kadar nefret ediyor ki hapishanede verilen ayda bir telefon etme hakkını bizim patronun şef olduğu bankayı arayıp, bankanın bota el koymasını istemek için kullanıyor. Patron adamın ricasının hukuksal olarak dayanağı olduğunu ufak bir araştırmadan sonra öğrenince, bota el koyuyor ve kadının bota ulaşmasını engelliyor. Adam birinci aramasından tam bir ay sonra tekrar tek aramalık hakkını bankayı arayıp, ricasının sonucunu öğrenmek için kullanıyor. Patron her şeyin yolunda olduğunu adama söyleyince adam derin bir oh çekiyor ve mutlu bir şekilde hücresine dönüyor.”

Tram hikayesini bitirmiş olmanın verdiği sevinçle Khan’ın yüzüne yayılan parlaklığa bakmaya başladı. Khan anlatılan olayın gerçek olup olmadığından kuşku duymamıştı. Tram ise olayı ilk duyduğunda anlatılanların patronun uydurduğu bir hikaye olduğunu düşünmüştü. Khan’ın ne düşündüğünü öğrenmek için “Beğendin mi ufak hikayeyi” dedi. “Sence gerçek olabilir mi böyle bir şey?” Khan hiç duraksamadan “Evet, gerçek bir olaya benziyor” diye yanıtladı. “Ancak gerçek bu kadar şaşırtıcı olabilir. Patronun, kafasında kurduğu bir hikayeyi anlatacak olsaydı, dinleyicilerin daha az kuşkulanacağı bir kurgu ortaya koyardı. Çünkü o zaman patronunu olanaksız bir kurguyu icat etmekle suçlayamazdık. Sonuçta hiçbir şey hayatın kendisi kadar şaşırtıcı olamaz, buna kurgu da dahil. Kurgu hayatın taklididir. Her taklit gibi o da taklit ettiği şeyden daha az değerli ve daha az inandırıcıdır.” dedi. Tram şaşırmıştı Khan’ın filozofça konuşmasına. “Nereden de öğreniyor böylesine lafları?” diye geçirdi içinden. “Kurşunun neden sektiğini öğrenebilmiş mi peki?” diye sordu Khan olayla ciddi olarak ilgilendiğini ve dinlemekten memnun olduğunu kanıtlamak için. “Evet” dedi Tram. “Kurşun arızalıymış. Uzun süre rutubetli bir yerde kaldığı için yalpalayarak gitmiş ve yapılan incelemeler sonunda kurşunun ucunun değil de yanının kadıncağızın kafasına çarptığı anlaşılmış. Şanslıymış işte!”

“Evet, şanslıymış!” diye onayladı Khan. Tram’ın saatine baktığını görünce acele etmesi gerektiğini düşündü. Geldiğinden beri elinde tuttuğu ufak kağıt parçasını Tram’a uzattı. “Bak ne var elimde?” dedi. Tram kağıdı eline alıp okuduğunda bacaklarının eklem yerlerinde ufak bir çözülme, midesinde şiddetli bir yanma hissetti. Bu bir evlilik belgesiydi. Belgenin üzerinde kendi adı Khan’ın adının yanına yazılmış, üç ay önceki bir tarihte evlendikleri not edilmişti. Belgenin altında belediyenin ve evlilik dairesinin mühürleri vardı. Adının altında kendi imzasını görmemiş olsaydı belgenin kötü bir sahtekârlık ürünü olduğunu düşünecekti. Oysa belge her şeyiyle mükemmeldi. “Bu ne?” diye sordu, belgenin ne olduğunu değil de ne amaç için üretildiğini öğrenmek için. Khan, yüzünde utangaçlıkla beliren kızarıklığa engel olmayı düşünmeksizin bir kaç gündür kafasında tasarladığı plânı anlatmaya başladı. “Sahte evlilik belgesi! Artık sokak kenarlarında buluşmamız gerekmeyecek. İstediğimiz otele gidip, başkalarının gözlerinden uzak birbirimize sarılıp, öpüşebiliriz. Ne bir tanıdığın bizi göreceğinden korkmamıza gerek kalacak ne de iki ayda bir yer değiştirmemize. Sen değil miydin motorsiklet üzerinde buluşmaktan bıktığını söyleyen?” Tram, Khan’ın söylediklerinde ciddi olup olmadığını anlayamamıştı. Tüm olanların bir şaka olduğunu duymak istiyor gibi bir hâli vardı. “Evet, motorsiklet üzerinde buluşmaktan, iki de bir birileri görecek diye etrafı kollamaktan bıktım. Ama bunun çaresinin sahte evlilik belgesi olabileceğini düşünmen çok saçma! Aklını mı yitirdin sen? Ya polis yakalarsa? Ya kuşkulanırsa birileri? Az önce anlattığım hikayenin sonunda bilgiç laflar eden Khan, iş uçkur sevdasına gelince buharlaşıp uçtu herhâlde!” diye sesini yükselterek bağırdı.

Khan, Tram’ı sakinleştirmek için kollarını açtı ama Tram eliyle itti Khan’ın gövdesini. Kırılmıştı! Aşkını kanıtlamak için sahte bir belgeye muhtaç olması onur kırıcıydı. Khan ile bir odada yalnız kalmaktan korkmuyordu. Hatta bunu en az Khan kadar istiyordu. Kim istemezdi sevdiğiyle yalnız kalıp, baş başa vakit geçirmeyi? Ama işin sahte bir belge üzerinde yürütülmesi canını sıkmıştı. Sahte bir belge üzerine gerçek aşk kurulabilir miydi? Bugüne kadar belgesiz, imzasız sevmişlerdi birbirlerini ve yol kenarlarında, nehrin kıyısında öpüşürken daha fazlasını isteyen Khan’ı durdurmak zor olmamıştı. Yalnız kaldıkları bir odada Khan’ı durdurmak daha zor olacaktır muhakkak ama Tram bu konuda endişelenmiyordu. Bunun yanında bugüne kadar bir odada yalnız kalamamış olmalarının tek nedeni resepsiyonda sorulacak evlilik belgesiydi. Her ikisi de aileleriyle yaşadıkları için yalnız kalabilmek için kendi evlerine gidemezlerdi. Tram’ın babası evlilik öncesi her türlü ilişkiye, ilişkinin boyutu hakkında en ufak bir şey bilmeden olumsuz yanıt verecek kadar tutucuydu. Evlenmeyi düşünüyorlardı ama Khan’ın işinde yeni olması ve kendi başına ayakta duracak kadar maaş almıyor olması tüm gelecek plânlarına engel oluyordu. En iyi olasılıkla iki yıl diyordu Khan her seferinde konu açıldığında. Tüm bunlar sorun olarak yetmekteyken bir de Khan’ın sahtekârlığı katılmıştı denklemin bilinmeyenlerine. Tram sinirlenmişti ya da sinirlenmiş gibi görünmesi gerektiğini düşünüyordu. Saatine tekrar baktı. Beş dakikadan az bir zamanı kalmıştı. Ortam gergin iken ayrılmak istemiyordu ama işi sırf Khan istediği için kolaylaştırmayı da göze alamıyordu. Kendini bir süre para karşılığı otele götürülen kötü kızlardan birisi olarak düşündü. Yüzüne az önce Khan’ın yemediği ekşi mango ağzına zorla sokulmuş gibi buruşuk bir ifade yayıldı. O kötü kızlardan olamazdı çünkü seviyordu. Evlilik cüzdanı da resepsiyondaki görevlinin suçlayıcı bakışlarına engel olacaktı. Hem otele gitseler bile, Khan’ı hayal kırıklığına uğratacağını çok iyi biliyordu. Evlenmeden, ailelerin her ikisi de evliliklerini onaylamadan sevişmemeye kararlıydı. En fazla birbirlerine sarılıp, öpüşürlerdi uzun uzun. Bundan daha ileri gidemeyeceklerini Khan’a baştan söylemeliydi. Hem korkularını, tereddütlerini Khan’a öyle bir anlatmalıydı ki Khan da en az onun kadar tedbirli olsun. Öteki türlü, ortaya çıkacak sonuçlardan tek başına sorumlu olamazdı.

Gitmeye hazırlanırken Khan’ın elini tuttu. Gözlerinin içine bakarak “Bak bu gerçek!” dedi. Ardından Khan’ın elini alıp kendi kalbinin üzerine koydu. “Bu da gerçek!” dedi. “Ama senin getirdiğin belge sahte. Temiz bir aşk için kullanılmayacak kadar kirli ve değersiz.” Khan Tram’ın kırgınlığının geçmediğini biliyordu ama yine de yanıtsız kalmak istemiyordu. Tüm bu ufak törenin kocaman bir ‘Hayır’ olmasını kabul etmek de zor geliyordu. “Aşkımız eskisinden daha az olmayacak otele gidince” dedi son bir çırpınışla. Tram bu söze istemeden güldü. Vereceği yanıtı düşündü bir süre. “Madem aşkımızı arttırmayacak, o hâlde neden otele gidiyoruz?” dedi ve motorsikleti çalıştırdı. Motorun gürültüsü Khan’ın bundan sonra dediklerini bastırdığı için, anlamıyorum anlamında dudağını bükerek son bir defa daha baktı sevgilisine. Gaz verip, uzaklaşırken Khan bir yandan Tram’ın arkasından, motorsikletin gittikçe kaybolan kırmızı ışığına bakıyor bir yandan da geldiğinden beri yolun etrafına doluşan diğer çiftlere bakıp, içinde hafif bir tiksinti hissediyordu. “Ne kadar da çok insan var burada” dedi kendi kendine motorsikletine binip evinin yolunu tutarken.

* * *

Merdivenleri yavaşça çıkarlarken Tram kalbinin atışlarını neredeyse kulağıyla duyacaktı. Bir yandan da turistlerin bolca gezindikleri bu yoldaki, böylesine çok katlı bir otelde neden bir asansör olmadığını düşünüyordu. İnsan altı katlı otel yapar da otele bir asansör koymaz mıydı? İnce, uzun bir binaydı tırmandıkları. Sandığından da kolay olmuştu resepsiyondan geçmek. “Parayı verdikten sonra kim gelse alır bunlar” demişti Khan otele girmeden önce. Evlilik belgesine bakmamışlardı bile. Sadece üzerindeki adları ve kimlik numaralarını büyük bir deftere kaydedip, her iki tarafında da 63 yazan kocaman bir anahtarlığı gülümseyerek uzatmıştı resepsiyondaki genç kız. Kimsenin kuşkulanmadığından emindi Tram. Bundan sonrasının daha kolay olacağını sezmişti ama yine de içinde kıvrılarak yayılan korku rahat bırakmıyordu peşini. Daha önce bu otelin önünden defalarca motorsikletiyle geçmiş olmasına rağmen aklına hiç gelmemişti bir gün içine girip, bir odaya doğru ilerleyeceği. Evden arkadaşımla sinemaya gideceğim bahanesiyle çıkmıştı. Saçlarında on dakika önce aldığı duşun henüz buharlaşmayan parlak siyahlığı, dudağında yüzünü olduğundan yaşlı göstermek için sürdüğü hafif ruj, kolunda genelde evli kadınlarda görülen ince bileziklerin taklitlerinden birkaç tane ve parmağında Khan’ın geçen akşamların birinde verdiği incecik altın yüzük! Khan ise umutluydu bu maceradan. İçinde en ufak bir tereddüt yoktu. Tek korkusu Tram’ın vaz geçip, tüm plânı berbat etmesiydi. Tam üç ay geçmişti sahte evlilik belgesini Tram’a göstermesinin üzerinden. O gün bu gündür hemen her buluşmada bu konuda tartışmışlar, hemen her buluşmada doğru dürüst bir sonuca varamadan ayrılmışlardı. Üç aylık bir maratondan sonra ikna olabilmişti Tram ama yine de Khan emin olamıyordu yatağa uzanıp, Tram’ı kollarıyla saracağı an gerçek olana kadar.

Odaya girdiklerinde Tram midesinde utanç ile heyecanın birlikte meydana getirdiği sancıyı hissetti tekrar. İçinde bir yerlerde, doğrunun ve yanlışın ipleri aynı anda çekiliyordu. Khan’ın ise ayakları yere değmiyordu odaya adımını attıktan sonra. Kapıyı kapatır kapatmaz, Tram’ın dudaklarına yumuldu. Uzun uzun öptü, öpmeye doyamadığı dudakları. Odada yalnız olduklarını ve kimsenin kendilerini rahatsız etmeyeceğini biliyor olmak ne kadar da şaşırtıcı bir hafiflik sağlamıştı öpmelere. Sanki yerçekimi yok olmuş, kendilerini bakışlarıyla zincirleyen tüm toplumsal yasaklar yerin altına çekilmişti. Bu şekilde saatlerce devam edebilirdi. Dudaklarını yavaşça Tram’ın yanağına, ardından da boynuna doğru indirirken Tram’ın sessizce bedenini kapının yüzeyine sürterek kaydırmaya başladığını fark etti. “Bir banyo yapsan iyi olacak! Ter kokuyorsun” dedi Tram, bir eliyle çiçekli elbisesine sinen kokuyu siler gibi yaparak. Khan “Tamam sorun değil” dedi. “Zaman geçsin diye motorsikleti şirketin önüne park edip, buraya kadar yürüdüm. Bu sıcakta bir saate yakın, toz ve mazot kokan caddelerde yürürsen sen de böyle kokarsın.” diye de ekledi üzerinden etrafa yayılan ter kokusunun mantıklı bir açıklaması olduğunu savunmak zorundaymışcasına. Hemen yatağın üzerine konmuş havlulardan birisini aldı ve banyoya girdi. Ne de olsa bir filmlik zamanları vardı. Otelde tüm gece kalamazlardı ama iki saatliğine de olsa rahat edebilirlerdi. Soğuk suyun altına girdiğinde bedenindeki tüm gerilimin ortadan kalktığını hissetti. Ayaklarının tekrar yere değidiğini hissetti. Aklında yine Tram’ın dudakları ve eğer ikna edebilirse sadece başını değil, dudaklarını da üzerinde gezdirmeyi planladığı göğsü vardı.

Bu sırada Tram pencereden aşağıya, yoldan geçen arabalara ve taksilere bakıyordu. Klimayı açar açmaz titremeye başladı. Bedenini titreten klimanın üflediği soğuk hava değildi. Herkesten ve her şeyden uzak, ıssız bir otel odasında, Khan ile baş başa kalmış olmaktı bedenini elektrik çarpmış gibi titreten. Öylesine sallanıyordu ki bedeni kendini yatağın üzerine atıp, yorganı üzerine çekti. Bu şekilde titremenin sonlanacağını düşünüyordu ama hiçbir değişiklik yoktu. Yataktan kalktı ve klimayı kapatmak için uzaktan kumanda aletini tekrar eline aldı. Tam bu sırada kapıdan gelen sese kulak verdi. Birisi kapıya vuruyordu ama ses alabildiğine hafifti. İnsan dikkat kesilmese duyamazdı böylesine hafif şiddette bir sesi. Kapıya yöneldi. Tıkırtıların aynı ritimle devam ettiğini fark etti. Açıp açmama konusunda tereddüt ettiyse de gelenin oda servisi olduğunu tahmin ettiği için pek duraksamadı. Başka kim olabilirdi? Hayatında ilk defa otelde kalacak birisi için fazla bir tahmin olanağı da yoktu zaten. Fimlerden gördüğü, beyaz önlüklü, tekerlekli bir el arabasında beyaz çamaşırlar taşıyan, orta yaşlı bir kadını düşündü elini kapının tokmağına uzatırken.

Kapının önünde bir polis memuru vardı. Tram polisi görünce gözlerinin karardığını hissetti. Kapıyı azıcık açıp, polisin içeriyi görmesini engelleyecek bir konumda dikildi kapının ağzında. Bedenini kontrol altına alan tüm titremeler bir anda kaybolmuştu. “Buyurun!” diyebildi titrek bir sesle. Polis memurunun elinde resepsiyondan aldığı defter vardı. “Adınız Tram mı?” diye sordu. Tram, aynı titrek sesle “Evet” dedi. Polis memuru Tram’ın yüzündeki kaygıyı sezmişti. Rahatlaması için bunun sıradan bir kontrol olduğunu, Vietnamlı gençlerin batılılara özenip, turistlerin sıklıkla uğradıkları otellere giderek, birlikte oldukları konusunda duyumlar aldıklarını ve bu yüzden son zamanlarda Pham Ngu Lao üzerindeki otellerde sıklıkla kontroller yaptıklarını sanki Tram’ın yüzünde yazılı bir metni okuyormuş gibi hızlıca söyledi. Tram ise ne diyeceğini bilemediğinden kafasını aşağı yukarı sallayıp, söylenenleri onayladığını belirtmekle yetindi. Sevişmenin sadece batılı turistlerin yapabileceği bir ayrıcalık olduğunu düşündü bir anda. Vietnamlılar motorsiklet üzerinde oynaşmalıydılar en fazla. Oysa turistlerin ne yaptığına kimsenin karıştığı olamazdı. Çünkü aşk yaşayamayan turist Vietnam’a gelmezdi. Vietnam’a gelmeyen turist paraları başka ülkelerde, mesela Tayland’da ya da Kamboçya’da harcardı. Oysa aşk yaşayamadığı için bir Vietnamlının ülkeyi terk etmesi zor bir olasılıktı. Hem motorsikletler vardı bütün bir cadde halkının gözleri önünde, kontrollü sevişmeler için! Vietnamlı gençlerin neyine yetmiyordu motorsiklet aşkları? “Eğer sizin için çok yük olmayacaksa, aşağıya kadar gelip, ek bir formu hem kendiniz hem de eşiniz adına doldurabilir misiniz?” diye sordu polis memuru Tram’ın şikayet dolu düşüncelerinden dolayı boş görünen yüzüne bakarak. Tram, “Ne formu?, Neden?” gibi soruları polise soramayacağını bildiği için kendisine sormaya başladı. Yanıt bulamayacağını anlayınca da “Tabii neden olmasın” dedi yalancı bir gülümsemeyle. İçeri girip, gelirken yanında getirdiği tek eşya olan, Khan’ın da telefonunun içinde bulunduğu çantasını aldı ve banyoda suyun şakırtısıyla meşgul olan Khan’a tek kelime söylemeden odayı terk etti. Ne de olsa hemen geri dönecekti.

Tram polisin arkasından merdivenleri inerken, havluya sarılı bir hâlde banyodan çıkan Khan küçücük odada Tram’ın nereye saklanmış olabileceğini düşünüyordu. Bozulmuş yatak örtüsüne ve yorgana baktı. Tram’ın yatağın altına saklandığını düşündü. Demek önce yatağa girip kendisini bekleyecekti ama sonra işi zora sokmanın eğlenceyi arttıracağına karar vermişti. Ne de olsa yatağın altından eninde sonunda çıkacak deyip, bari çıktığında beni bu hâlde görsün diye yatağın üzerine üzerindeki havluyla uzandı. Bir kaç dakika bekledikten sonra, Tram’ı yatağın altından çıkmayacağını anlayınca, eğilip yatağın altına baktı. Şakanın bu anda bitmiş olmasını çok istiyordu ama Tram gerçekten de ortalıkta yoktu. Hemen üzerini giydi ve kendini dışarı attı. Cep telefonunu ilk bakışta bulamayınca vakit kaybetmemek için aramaktan vaz geçti. Anahtarı da ilk bakışta bulamayınca, geri döndüğünde sorun olmasın diye kapıyı kıyışık bıraktı. Merdivenlerden aşağıya hızla inerken, Tram’ın heyecanını yenemeyip, eve dönmeye karar verdiğini düşünüyordu. Başka ne olabilirdi! Bunca zaman uğraş, didin, ikna et. Korkak sevgilin bir odada iki saat yalnız kalamasın seninle! Olacak şey mi bu? Merdivenleri ikişer üçer inmişti ve koşmaya devam ediyordu. Bir şekilde Tram’ı evine giden yolda yakalayıp, otele geri getirmeliydi. Bütün o güzelim hayaller, zevk dolu beklentiler bu şekilde boşa harcanamazdı. Ne resepsiyondaki kıza ne de resepsiyon masasının yanında form dolduran Tram’a gözü ilişti oteli terk ederken. Koşa koşa motorsikletini park ettiği şirkete ulaştı.

Khan’ın şirketteki park yerine daha varmamışken, Tram hem kendisi hem de –kocası- Khan için doldurduğu formları polis memuruna vermişti. Korkusunu ve heyecanını büyük bir oranda yenmiş bir şekilde odaya çıktı. Odanın kapısı kapalı değildi. İçeri girdi. Khan’ın görmek için önce banyoya baktı. Ardından odanın içine, tıpkı Khan’ın kendisini ararken yaptığı gibi yatağın altına baktı. Yoktu! Belki de kendisini aramaya, dışarı çıkmıştı. Hemen aşağı inip, resepsiyondaki kıza kocasını görüp görmediğini sordu. Kız Khan’ı görmediğini ama eğer Tram odayı terk etmek istiyorsa anahtarı resepsiyona bırakması gerektiğini söyledi. Tram çantasındaki anahtarı çıkarıp resepsiyona verdi ve hemen ardından yola çıktı. Otelin önünden geçen yolun her iki tarafına da uzun süre baktı. Khan’ı bu şekilde bulamayacağını anlayınca, otelin park yerine indi. Motorsikletini Khan’ın şirketine sürdü. Oraya vardığında Khan’ın motorsikletinin park yerinde olmadığını fark etti. Ne yapacağını bilemeden tekrar otele dönmeye karar verdi.

Tram, sevgilisinin çalıştığı şirketin park yerinden umudunu kesip otele geri dönmeye hazırlanırken, Tram’ı yolda bulamayacağını anlayan Khan otele dönmüş, anahtarı resepsiyondan alırken Tram’ın oteli yarım saat kadar önce terk ettiğini öğrenmişti. Tram’ın nereye gitmiş olabileceğini sormak aklına bile gelmedi. Hem sorsa bilecek miydi resepsiyondaki kız? Odaya çıktı, son bir defa boş yatağa ve bozulmuş yorgana bakarken Tram’ın çiçek kokusunu hissetti. Orada, temiz yatak örtüsünün üzerinde park etmiş bir motorsikleti ve motorsikletin üzerinde tutkuyla sevişen bir çifti hayal etti. Motorsikletin üzerinde sevişenler Tram ile kendisiydi ve kalın bir halatla her ikisi de motorsikletin gövdesine bağlanmışlardı. İşin gülünç anı, seviştikçe düğümler daha bir çözülmez oluyorlardı. Her bir öpücükle hem motorsiklete hem de birbirlerine daha sıkı bir şekilde bağlanıyorlardı. Hayallerini başka bir zamana ertelemenin zorluğuyla resepsiyondan oda için verdiği garanti parasını geri aldı. Caddeye çıktı. Motorsikletine bindi. Havanın bozduğunu, biraz sonra yağmurun başlayacağını bildiği için evinin yolunu tuttu.

Tram ise otele döndüğünde Khan’ın odayı tamamen boşalttığını, garanti için verdiği parayı geri aldığını ve büyük bir olasılıkla kendisini aramaya dışarı çıktığını öğrendi. Bütün bu kovalamacadan yorgun düşmüş bir şekilde otelin hemen yanındaki bir fı* lokantasına girdi ve karnını doyurdu. Yağmur aniden bastırmış, motorsiklet sürücülerini hazırlıksız yakalamıştı.
Image and video hosting by TinyPic


Yemeğini yerken sabahtan beri başından geçenlerin gerçek olup olmadığı sorusu geldi aklına. Sonra da Khan’ın üç ay önce söylediği o sözü hatırladı... Hem ne demek istemişti Khan “Hiçbir şey hayatın kendisi kadar şaşırtıcı olamaz, kurgu dahil.” derken?

YAZARI:Ali Rıza Arıcan
Vietnam

*Fı: Vietnam’ın yerel yemeklerinden etli bir çorba. Bizdeki tel şehriyeye benziyor ama şehriyeler makarna gibi uzun.


Vietnam Efsaneleri / Dr.Ulaş Başar Gezgin




‘Vietnam Efsaneleri/ Vietnam Soylenceleri’ Ustune

Özellikle Avrupa masallarında çocuklara içten içe sunulan iletilerin pek hoş olmadığının, Zehra İpşiroğlu’nun bir yazısını okuduktan sonra farkına varmıştım. Masaldaki çocuklar, canavarları/ cadıları/ üvey anneleri, kısacası kötü kişilikleri kandırarak anlatıyı noktalıyor,
hatta kimi masallarda kötü kişilikleri kazana atıyorlardı. Özellikle üveylik kavramı üstüne de doğru bulamayacağımız varsayımları olduğunu görürüz bu öykülerin.

Kuşkusuz, aktardığımız eleştiri noktaları, tüm Avrupa kökenli masallar için geçerli değil. Yine de, insan, “aynısı, Avrupa kökenli olmayan masallar için de geçerli mi? Diğer masallar da çocukları alttan alta üçkağıtçılığa mı özendiriyor?” gibi soruları sormadan edemiyor. Hele de, geceleri masal anlatacağınız bir yavrunuz varsa, bu soruların yanıtsız kalması olanaksız.




İşte aklımızda bu soruyla açıyoruz sayfalarını 1997 basımı ‘Vietnam Efsaneleri/ Vietnam Söylenceleri’nin. Söylencelerde, onurlu olmanın, insancıl olmanın özendirildiğini
görüyoruz. Örneğin, ‘Ejder Kralın Öyküsü’nde, oduncu Cahn, baltasını nehre düşürür; nehir kıyısında sızlanır; o sırada sudan ejder kral çıkar; ne olduğunu sorar; Cahn, saygılı bir biçimde durumu anlatır; ejder kral suya dalar; bir altın balta çıkarıp altın baltanın Cahn’ın olup olmadığını sorar; Cahn, olmadığını söyler. Ejder kral yeniden dalıp bu kez gümüş bir
balta çıkarır; Cahn, bunun da kendisinin olmadığını söyler. Ejder kral son kez dalar ve Cahn’ın demirden olan baltasını çıkarır. Cahn, baltayı alır; Ejder kral, Cahn’ın doğruluğundan etkilenir ve altın ve gümüş baltaları da yanında verir.

Cahn, baltaları satar, varsıl olur. Komşusu bunu kıskanır, işin içyüzünü öğrenir ve nehre gider,
baltasını suya atıp dövünmeye başlar. Ejder kral çıkınca, O’na, lanet
olası nehrin baltasını kaptığını söyler; suya dalan Ejder Kral, altın baltayı su yüzüne çıkardığında, komşu, altın baltanın kendisine ait olduğunu söyler. Bunun üzerine Ejder Kral, altın
baltayı vermek üzere uzatır ve baltayı, baltayı yaşamı pahasına tutmakta ısrar eden komşuyla birlikte suların derinliklerine gömer…

Ama öte yandan, Vietnam söylenceleri, baskı gördüğünde tepkisiz kalan bir insan kipçiği
de önermiyor. Varkalım için, gerektiğinde, akıl da kullanılıyor hile de yapılıyor: Örneğin, ‘Kaplan Nasıl Çizgili Oldu?’ masalında, ormanlar hakanı kaplan, mandayı önüne katmış da tarla
süren insanı görür; “bu işte bir bit yeniği var” deyip gizlice onları izler;
insan gittikten sonra mandaya yaklaşır; ona insanın nasıl olup da manda gibi güçlü bir hayvana boyun eğdirdiğini sorar. Manda, insanda, ‘akıl’ adlı bir silah olduğunu söyler. Kaplan, bunun üzerine insanı bulur; üzerine saldırır; “senin ‘akıl’ diye bir silahın varmış. Onu bana
vereceksin!” der. İnsan, silahın köyde olduğunu söyler ve kaplana, silahı almak için birlikte köye gitmeyi önerir ve fakat uyarır: köylüler, insanın yanında kaplanı görürlerse onu taşlayacak ve
mızraklayacaklardır. İnsan, bu nedenle, kaplana, kendisini mandanın yanında beklemesini önerir ve fakat, kaplanın, kendisinin yokluğunda mandaya saldırıp yiyebileceğinden korktuğunu belirterek, bunu önlemek için, kaplanı ağaca bağlamanın en doğrusu olacağını söyler. Kaplan, insanın kendisini ağaca bağlamasına izin verirse; insan gidip silahı köyden getirecektir. Kaplan kabul eder; insan, kaplanı ağaca
bağlar bağlamaz onunla dalga geçer, “biz insanlar, aklımızı, en önemli silahımızı kafamızda taşırız” der ve öğle yemeğini pişirmek için ateş yakar. Ateş, yanlışlıkla kaplanın bağlı olduğu ipe sıçrar; kaplan, ipi yanar yanmaz, büyük bir korkuyla, arkasına
bakmadan, ormanın derinliklerinde kaybolur ama o günden, bedeninde yanık izleri kalır.
Kaplanlar bu nedenle çizgililerdir.
Vietnam tarihinin çoktanrılı geçmişine gönderme yapan söylencelerde ise, oldukça parıltılı ve yaratıcı ötegönderimlerle (mecaz, metafor, eğretileme) karşılaşırız. Budacı döneme uzanan söylencelerde ise, insanın doğayla çekişmesinin, uygarlaşma çabasının kısa bir dökümünü görürüz (bkz. ‘İnsan ve Kötü Ruh’ adlı söylence);
geleneksel kaplumbağa-tavşan yarışı anlatımının Budacı bir sürümünü görürüz (bkz. ‘Kaplumbağa Tapınağa Nasıl Geldi’ adlı söylence) ve söylencelerin çoğunda, günümüz yazarlarından çıkmaymış gibi bir kurgu ustalığı olduğunu ayrımsayıp şaşkına döneriz…

Sanırım bu kadarı yeterli olur şimdilik. Ben, çocuğuma, üçkağıtçılığı özendiren Avrupa kaynaklı masalları değil ‘Vietnam Söylenceleri’ni okuyacağım. “Belki siz de çocuğunuza bu söylenceleri okumak istersiniz” diye kaleme aldım bu yazıyı…




YAZARI:Dr. Ulaş Başar Gezgin


İlgilisine Kaynak:
Honzak, Mullerova ve Zakova. (1997). Vietnam
efsaneleri: Vietnam soylenceleri (cev. Esra Bilal).
İstanbul: Okyanus.



Image and video hosting by TinyPic


ÖNCE KÖPRÜLER BOMBALANIR!/Hakan İşcen



Önce köprüler bombalanır. Savaşın abecesi, Hannibal’dan, Sun Tzu’dan beri süregelen stratejidir bu! Karşı tarafın “lojistik desteğini” keserek “hayati damarlarını” koparmaktır amaç. Hrant Dink; bir köprüydü toplumumuz için. İpekçiler, Mumcular, Üçoklar gibi. Hür düşüncenin hâkim olduğu çağdaş demokratik (batı değil) toplumlarla, bizim aramızda…

Onların seçilmesi tesadüf değil. Zamanlaması da… Son dönemde bıyığı terlememiş bu cinayetleri, anlık öfke köpürmeleri olarak görmemiz, onları koruyamamamız kadar safdillik olur. Bu cinayetlerin kaç adım ötesine gidebildik ki?... Bu yolda verdiğimiz kurbanların hepsi farklı kültürde, özgün değerler… Oysa mermi, aynı silahtan çıkıyor. Üç beş halka ötesine gidebilsek göreceğiz… Göreceğimiz aslında şu: 1 Mayıs 77’de Marmara Otelinin katlarından ateş eden uzun namlular, 24 Aralık 78’de Kahramanmaraş’ta Alevi Dedesini hedef alan silah, hem sağın hem solun sembol isimlerine aynı postaneden gönderilen bombalı mektuplar, Madımak’ta nafile bir çabayla sazı, sözü, şiiri yakmaya uğraşan kara kalabalık… Farklı beyinler tarafından mı kumanda edilmişti?...
Tamam, “Dış Mihraklar…” deyip sokağımızın önünü temizlememek aymazlığına düşmeyelim; ama güçlünün haklı olduğu, küreselleşme örtüsü altında sömürünün zorbalığın rasyonalize edildiği, Sevr’i hortlatacak cinsten kaba saba bir emperyalizmin yine sınırımıza dayandığının da farkında olalım. Hepimiz aynı nehirde yıkanacaksak, 1915’in hesabını soran engizisyon senatosu, neden yukarıda saydığım katliamların ve son üç yılda yanı başımızda işlenen çoğu çocuk 300.000 cinayetin hesabını vermiyor?...

Hayati damarlarımızı kopararak, köprülerimizi uçurarak bizi yalnız bırakmak istiyorlar. Demokratik ve çağdaş olmamızı istemiyorlar. Evet, bölmeye çalışıyorlar!

Suçu, daha bir yıl önce düğünde dernekte her şeyden habersiz horon çeken bir zavallının omzuna yükleyerek sorumluluklarımızdan ne kadar kaçabiliriz ki?... Eğer körpe beyinlerimizi demokrasinin evrensel kazanımları ile dolduramazsak, karşı tarafın neyle dolduracağı apaçık! Teslim olmaya hakkımız yok. Hele umutsuz olmaya, hiç! Varsın, ellerinden geleni yapsınlar. Biz, farklılıklarımızın zenginlik olduğunun bilinciyle, onların oyununa gelmeden özgür düşüncenin yolunda yürümeye devam edelim.

Hrant’a sahip çıkmalıyız. Çünkü Hrant bizdendi; hiç onlardan olmadı…
Yarın orada olacağız. Artık, iki elimiz kanda olduğu için orada olacağız.
Sadece Hrant için değil; aydınlık düşlerimiz için de...

gökten bir zeytin dalı düşer

bin güvercin havalanır:



aortuma girdi son kurşun

çığlık çığlığa ölümün çığırtkanları

dağlarımın kekik kokusunu soludum

üfürdüm kurşunları!



yüzyıllardır taşıdım

sakladım kafatasımın kovanında

al emanetini, sür nadasladığın hayata!

umut,

ne kardelenlere kan suyu veren parkanın düşünde

ne karanlıkla çiftleşen pusucunun koynunda;

suya bir baksan

bakabilsen… göreceksin:

avucunda

güzbebeklerinin!



Hakan İşcen


Reddediyorum / Betül Dünder


Image and video hosting by TinyPic


KIRMIZI RED

Marks; “Kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser” der. Bu durumda derdimiz ağaç mı; yoksa gölgesi mi? Yeni dünya düzeninin şekillenişine ve modernizmin aşıldığı söylenen döneme dair biriktirilenler; bizi “helâllik” alamayacağımız mevzilerde yuvalanmaya doğru itmiş. Görünen o! Hakkıyla ne iyi’den ne de kötü’den bahsedebiliyoruz. Kaygılarımız var..!! Ya küresel dünyanın o ulvî çemberinde bir yezidi gibi cenkleşmeye mecbur kalırsak! Ve o çemberin içinden çıkamazsak! Vah bize vahlar bize!!! “Hırsız” olanlar aynı zamanda edebiyat tarihini yanlış okuyanlar değil mi? Kırmızı bir elmayı dişlemeyi göze alamayanlar “kızıl elma”yı dişleyenler değil mi?
Yasa koyucular insanlık yasasını tarumar etmeden rahat duramazlar. Oysa bilmezler mi, Shelley “Şairler onaylanmamış yasa koyuculardır” derken hizaya çeker şairin zihninin örgütlediği bütün karşı davaları! Şair sanıktır -bütün bereketi de buradan gelir- sanık olarak kalma yazgısının içindedir. Yargılanmak için ses veriniz eyy şuara! Sukûtu bir hakikat kalkanı sayanlar, kaygılarını “bilinir/görünür” kılmanın sıkıntısından olsa gerek, protezleriyle söz alırlar. Başkasının kolu bacağı olurlar böyle. En tehlikelisi de bu işte.
Protez bir dil, protez bir gövde… Misak-i millî sınırları dışına düşen tek bir şeyle avunmak: Küresel sermaye ve şerit metrelerle ölçülen kafatasları! Ve o sermayeden mayalananların iştahı. “BEN” demenin tutkusunu uçsuzlaştırmış ve ucuzlatmış her ağzın düştüğü kuyu…
Aklanacak bir hikâye bulun kendinize, kredi kartları “vadaaaa”lar…Bu da yetmezse Adana’da İnce Memed’in atını bağladığı yerin karşısındaki kumarhanelerden birine girin. Ortak kabul odur ki; bu memlekette, ne edebiyat ne de felsefe “kürsüleri” kendine yakın bulmuştur.. “Yetemeyen”lerin ağır hegomonyasına terk edilmiş bir süzgeçten geçecek edebiyat ortamından çok şey bekleyenler olabilir. Elbette kaygılarımız var!! Arşivlenmeye ihtiyacımız var, köşelerden şımartılmaya “olur”umuz var..pek iyi, bütün bunların karşısında “onur”umuz ne yapıyor? Sınıfta öğretmene, atölyede ustaya, mabette hocaya, dergide editöre rağmen, parmağını kaldırmadan konuşanların mecliste sözü okunmayacaksa, şiir ne demek ola ne işe yaraya?!...
Sermayeye eklemlenen, bağımsızlaştığı noktada gölgesiz kalan; ancak tek başına ağaç olmanın, o ağaçta yangın olmanın derdine sahip çıkamayanlar; erkin ağzından savunurlar geleceği! O ki kimin geleceği, kimin harcı, kimin duvarı? (Bertolt Brecht’i hatırlayın!)… Hayat ki hesap sormaz mı söz erbabından!
Baudelaire sanal muktedirlere ve burjuvaziye karşı şöyle sesleniyordu: “Şair, devletten ahırına birkaç burjuva tıkma hakkı istese çok şaşarlar; ama burjuva, kızarmış bir şair istese bunu pek tabi bulurlar.” Yapı Kredi bizden tecime uygun, “kızarmış şairler ve okurlar” istiyor! Onun savunucuları iyi şiirler! bekliyor seçmek için!
Şimdi hepimiz bir dönemden geçiyoruz. Vicdanımızın, onurumuzun ve egomuzun sınandığı bir dönemden. İnce Memed’in Karamemed’e karşı verdiği ahlâk sınavından!...Çukurova’yı Çamurova’ya dönüştürmeye çalışanların arasında olmayacağımızın beyanıdır bu. Yapı Kredi Yayınları’na bağlı Kitap-lık dergisinin armağanı! olarak Şubat 2007’de verileceği duyurulan Bâki ASİLTÜRK imzalı “şiir yıllığı”nın içinde yer alacak ürünlerin kaçına “TELİF HAKKI” ödendi!!!
İnsanın olduğu yerde “dil” vardır kuşkusuz; kuşkunun olduğu yerde insan, olacaktır!…Burada bir tercih yapmanın vakti geldiğini düşünüyorum. Ağaç mı gölge mi meselesine dönelim. Şimdi siz, yılarca elden elde şiirleri dolaşan Nâzım’ı mı saklıyorsunuz; Muş-Tatvan yolunda ruhunu kırmızı bir güle hediye eden Turgut Uyar’ı mı, “Ben Nasılım”ı Ruhi Bey’in üzerine inşa eden ahlâkı mı, siz kimin geçmişini kimin geleceğine yasaklıyorsunuz?!!! “Kapital”ın size öğretmek istediklerinden mi korkuyorsunuz? Bu iyidir bu kötüdür demenin cüretkârlık sayıldığı yerde duruyoruz. Ya siz nerede duruyorsunuz?
İnsanlık tarihi aynı zamanda edebiyatın tarihidir, dilin tarihidir.

Ne haddimize Bulgarcayı, Ermeniceyi, Kürtçeyi kendimize komşu kılmamak! Ne haddimize böyle düşünmeyenlerin yoluna düşmek!

Biz haddimizi biliriz:

Yapı Kredi Yayınları’nın çıkardığı yıllıkta “şaşkınlıkla okunmuş” ve “şaşkınlıkla kaydedilmiş” bir şiire imza olursa adım: Yokum orda! Olmayacağım.! Bundan esef duyarım biline!


Betül Dünder


Formless / Sanat iktidar olamaz!/Nefise Pınar


Image and video hosting by TinyPic

‘Hayatı kopararak ellerime aldım, hatırladığım en uzak anı içe sindirilecek gibi değil.’
Korkuyla çevrelendiğini fark eden çocuk, kendini korumanın tek yolunun, sessiz kalmak,
uyumlu bir görüntü sergileyerek sabırla güçlü olacağı zamanı beklemek olduğunu düşünür.

‘’Güçlü olmak, büyümek demekti, ben de büyüyene kadar bekleyecektim. Böylece beni kuşatan bütün o aptallıklardan kurtulacaktım. Sanırım altı yedi yaşlarındaydım, büyüklerden umudu kestiğimde. Hiçbirine güvenmiyordum, bana hiçbir şey vermeyeceklerini, veremeyeceklerini hissediyordum, ama kararlıydım, dayattıkları her şeye dayanacak, kendimi onlara asla belli etmeyecek, böylece beni kendilerine benzetmelerine izin vermeyecektim. Onların şiddetiyle boy ölçüşecek durumda değildim henüz, bu nedenle gizlenmek en doğru
yol gibi görünüyordu.
Davranışlarımı kontrol altına alıp, benliğimi gizlemeye başlayınca, büyüklerin dünyasında
harika çocuk oldum, ama böylece çocukluğumu geri dönülmez biçimde yitirdiğimi atlamıştım, başka bir şekilde de olabilirdi bu.
Kötülüğü göze almadan var olunamayacağını o zamanlar bilmiyordum, kendimce en akıllı yolu seçtiğimi düşünüyordum, şiddetten öylesine korkuyordum ki, ondan kendimi sakınarak, elden geldiğince koruyarak, ilerde bir gün var olabileceğimi düşlüyordum.
Etrafımı saran gerçeklik umurum değildi, çünkü o benim gerçekliğim değildi, benim istediğim olabilirdi ancak benim gerçekliğim, bu yüzden satmıştım ben çocukluğumu, bozulmamış bir dünyanın peşinde koştuğumu, bunun bedelinin çok ağır olduğunu, insanın tek başına bunun altından kalkmasının sınırlı sonsuzluğunu, bu anlamda medet umduğum yol yordamın beni uzun süren bir boşluğa sürükleyeceğini bilemezdim. Erken gelen bahara kanarak, zamanından erken uyanan sürgünlerin ilk soğukta çarpılıp yok olması gibi.
Direncin, bilgiyi önceden hissedip kavrayarak değil, bizzat yaşayarak, örselenip, kaybederek, sürekli kaybederek elde edilen bir yeti olduğunu nerden bilecektim. İnsanların dünyası böyleydi, her seferinde al baştan yeniden yaşayarak öğrenmek gerektiren bir dünyaydı.
İnsan, özsuyuna işlenen yaşam bilgisiyle yetinen bir ağaç değildi.
Böylece, ilk donla birlikte öldüm.
Benliğimde belli belirsiz hissettiğim gerçeği içime gömdüm. Bu kez, çocukken kaçıp sakındığım dünyanın içinde direncimi sınamaya koyuldum. Aslında derdim bu değildi, tuttuğum yol iflas etmiş görünüyordu, sürdürmek için ötekilerden geç de olsa başka yol kalmamıştı.
Alfabeyi sonradan hatmetmek gibi bir şeydi, ne yapsam yetişemiyordum, hep gerideydim, geride kalıyordum, üstelik deneylediğim her şey, her durum, bana bunları çok önceden,
ta başından bildiğimi hatırlatmak dışında bir yarar sağlamıyordu.
Sonuç fecaatti, ne küçük bir çocukken aklıma yazdığım ve kaybetmemek için onca özveride bulunduğum dünyayı var edebilmiştim kendime, ne de sonrasında boyun eğdiğim dayatılmış dünyada var olabilmeyi. Olmayan biriydim ben, kendi ıslığımdan yarattığım bir hayalet..’’

Gerçeklikle yüzleşmek anca bir kırılmayla olabiliyordu. İnsanların dünyası, doğada verili olanın dışında, insanın kendi elleriyle yarattığı dünyaydı. Değişmek ve değiştirmek ancak onun yaralarına açık olmak ve böylece onu yaralamayı öğrenmekle mümkündü.
Kazara da olsa, doğanın gizinin erkence farkında olmak, o dünyanın içinde ya da o dünya için bir yarar sağlamıyordu. Kendini bir kaplan gibi hissedebilirdin ama kaplan gibi kükremek için insanlığın berbat kafeslerinde zaman harcaman, sirklerinde soytarılık yapman, günlük et ihtiyacına karşılık her türlü acıya boyun eğmeyi öğrenmen gerekiyordu. Yani bilmek yetmiyordu, birebir her şeyi kendi adına da al baştan yaşamak zorundaydın.
Yaşayabildiğin ölçüde değiştirebilme şansın vardı. Çünkü değişim yaşamın ta içinden geliyordu, çekirdekten fışkırıyordu, ancak yaşarken kavranabilen bir öğretiydi o.
Korkup saklanarak, yok sayarak, yadsıyarak, yarını bekleyerek anca o yapay dünyanın
ömrünü uzatıyordun.
Sonrasında, kendini bir ermiş gibi hissettiğin zamanlar geldiğinde, sana verilen süre zaten bitmiş oluyordu. Böylece daha iyi kavrıyordun, yaşadığını sandığın yanılsama senin için değildir, insanların dünyası içindir, artık kendin için arayacağın tek mana onu tekrar başlangıç noktasına döndürebilmenin bir yolu olup olmadığını sorgulamaktır.
Doğuştan kükremeyi bilen bir kaplan gibi, ilave hiçbir öğretiye gerek kalmadan kükreyebilir miydin. Bunu kaçırdığını düşündüğün için, kendini kaplanların yaşamına adayabilir, düzene inat, giderayak yaşamına anlam katabilirsin.
Edilgen bir çabadır bu, ama hiç yoktan iyidir.

İnsan ne de olsa kendini, tıpkı yok etmeyi becerdiği gibi, çevresini saran doğanın, dünyanın, her şeyin koruyucusu ve kollayıcısı sanmakta, sonsuz tekrarlardan ibaret zamanın içinde ölümsüz bir kimliği olduğuna inanmakta, kendisini hayatın olmazsa olmaz bir parçası saymakta, böylece kendi dışında ve kendisinden bağımsız olarak var olan evreni, kendinden menkul bir şefkat ekseninden bakmak şekliyle bile olsa, kendi imgelemi olarak görme öğretisini ısrarla sürdürmektedir.
Oysa evren, insan olsa da olmasa da var olacaktır. Bir evren yok olduğunda, bir diğeri doğacaktır. Her başlangıç, yok oluşun ilk ayak seslerini duyurur, doğanın verdiği gizil
örnek hayatın yaşayarak tüketilebileceğidir, yaşanmalıdır ki ölümün içinden yenisi doğabilsin.
Yaşamadan, yaşamı iterek, korkarak tüketmeye kalkmak onu yok etmektir, bu ise anca
insana özgüdür. Tüketmek, kullanma edimini içerir, giderek aşağıya doğru inen bir fayda
eğrisidir o. Yok etme ise faydanın görmezden gelinerek, baştan yok sayılmasıdır. Günümüz dünyasının, satın alındığı anda cazibesini yitiren malları gibi. Dolaplarda bekleyen hiç giyilmemiş kazaklar, tanımadan sıkılıp vazgeçtiğimiz sevgililer, çoğunluğun etkisiyle okumaya kalkıp ilk on sayfada vazgeçip attığımız kitaplar, yarısını görmeden terk ettiğimiz filmler, arsızca satın alınıp bir kez bile durup bakmaya tenezzül etmediğimiz bir dolu nesne ekranda kayıp durmaktadır. Görüntüler dünyasının, tüketimi kullanmaktan yok etmeye dönüştüren içi boş nesneleri. Vitrin esaretimizdir. Orda görüp deli olduğu oyuncağı eline
alır almaz kırıp döken çocuklar gibi. Elde etmek, tüketmenin yerini almıştır. Böylece sözcüğün anlamı değişmiş, sahip olup yok etmek, tüketim kavramının içini doldurmuştur.
Hayatın ancak yaşayarak tüketilebileceği meselesi de, kavramın birikimin elinde aldığı yeni şekle uygun biçimde, yaşamın reddedilmesi olarak somutlaşmıştır. Yaşamın reddedilerek tüketilme yoluna gidilmesi - yok edilmesi- durumunda içinden yeni hayatın doğması engellenmektedir. Oysa hayat, ölümle var olabilir. Ölüm ise yaşayanların özgürlüğüdür.

Hayatın yaşanamazlığına duyulan inanç, insanı zihinsel bir buluşlar dünyasına götürür.
Korunaklı kulelerde üretilen yeni fikirler, buluşlar, heyecanlar, kendi kendini yüceltmenin senaryolarıdır, ama yaşamdan kopuk yaratılan hiçbir şey, yaşama dönemeyecektir.
Pygmalion miti bu gerçekliği bize binlerce yıl öncesinden anlatır. Azılı bir kadın
düşmanının, arzuladığı kadını, yaşamın içinden idealize ederek yarattığı sanatsal estetik nesne, arzularının samimiyetine inanan tanrılar tarafından gerçekliğe dönüştürülmüş ve
ona eş olarak verilmiştir. Böylece yaşamın içinden çıkarılan sanatın tekrar yaşamın içine döneceğini anlatmak istemişlerdir bize..
Ölümün içinden hayat, hayatın içinden ölüm...

Tıpkı Bataille’ın, formless’i gibi. Doğadaki tüm formlar, formsuzun sapmalarından ibarettir,
insan bir çarpışma anıyla başka bir forma dönüşebilir, bu anlamda hiçbir form bir diğerinin üstünde olamaz.

Düzeni sürdürme gayretiyle çekilen sıkıntının, yara diye pazarlanmaya kalkıldığı ve bunun sanat sayıldığı yerde; düzenin karşısında durmanın acısına katlanmak, yaşadığı anın tanıklığını yapmak, onu bizzat yaşayarak keşfetmek, böylece yaşayanlarla iletişim kurmayı denemek elbette dışlanacaktır.
Sanatçıyım diyen, düşünsel anlamda düzenin memuru olmayı kendi yaşamında aşamamışsa, elbette bugünün tanıklığından korkup kaçacaktır.
Bir yanda sokak beklerken, bıçak gibi adamı keserken, gerçek ensemizde nefes alıp verirken, her gün al baştan yaşanan kendine dair bir yüzleşmeyken, ötesi yokken, varlığı engellenirken, apaçık olan deliliğe mahkum edilirken, yaşamaktan korkup, koşup odasına sığınıp, buluşlar peşinde koşacaktır.
Yaşamı ötelemek, onu bir kurmacaya çevirir. Yarın, adına vazgeçilen her şey gibi, onayı olmayan - onayı bugünden yapılamayan- gelecek için bugünü çalan bir hırsızdır.
Böyle gizli kapaklı maskeli süvari olmak iyidir, korunaklıdır.. Çünkü tesadüf ve kazalara açık olmak, yaşanan an içinde tepkilerini vermek gibi ağır bir yükümlülük içerir. Öngörüsüz bir pratiktir bu, tıpkı kentin devinimi gibi. Aşk gibi.
Sürekli değişen ama durağanmış izlenimi veren, sanki hiç ilerlemeyen , hareket etmeyen o devinim, denemekten yılmayan insanla bizi yüzleştirir, böylelikle kaybettiğimiz sevinçleri tutuklusu olduğumuz melankoliyle avutarak eylemden kaçışımızı hatırlatır. Kendini tesellinin ötesinde bir yer vardır, bizi boğan sıradanlık aynı zamanda bizi eyleme çağıran boşluktur.

Gelen şey zaten oradadır, sanatçı bunu yaratıcı bir eylemle kendi anlatısına dönüştürür.
Var olanla ve düşünceyle sınırlı olan akıl, bize ifade becerisi kazandırır, yaratma gücünü veren ise yaşanılandır. Sanatçının işliği yaşamıdır. Yaratım sadece ölümden çıkar çünkü.
Kentin dokusu, boğucu bir sıradanlık maskesi altında, sürekli bir değişim içerir. Kaos un
hayat içeren soluğu oralarda bir yerlerde durur, hangi karede hangi dondurulmuş anda olduğunu hislerimizin yordamıyla ellediğimiz şey, sanattır.
Biz onu ne kadar kışkırtırsak ve kendimizi, o kadar var olabiliriz.

Nefise Pınar







Kafka Araştırmaları / Cemil Atik



Sondan başa doğru için girizgah
niteliğinde bir öykü...
( Kafka Araştırmaları Enstitüsü Yayınları 1 )


Cehennemin kapısı, üç notalı taksimle ebedi karanlığa açıldığında, bu onunla karşılaşmamızın ilkiydi. Ağır aksak, biribirilerinden ilkinde kopuk zamansallığın içinde nedense armonik bir bileşen oluşturarak bir bütünlük sağlamışlardı...Buna müzik deniyor bilirsunuz... Yönümü kaybetmiştim, daha doğrusu ilk kez görünmez olmuş, sahte ihtiyaçlarımın farkına dehşetengiz bir biçimde vakıf olmuştum... Benim için geçerli ne bir amaç, ne de gidilecek bir yön vardı; kaybolmuştum velhasıl. Buna daha sonra böyle demeyecektim... Bu düştüğüm cehennem çukurlarının ne ilki ne de sonuncusuydu. Sadece ölmek üzerine korkusuzluğun kamusal kanıtı üzerine bir bildirgeydi diyebilirim... Hem ölmek nedir ki; hem kamusalın dışında hem de şöhreti peşine takan bir tür kamusallık mı? Böyle bir tür ölmeyi reddettiğim cehennem benimkisi, benim ölümüm, en bencil hislerle reddettiğim orjinal bir ölüm, ne kanını taşıdığım ebeveynelerimle özdeş, kaldı ki sizinkilerle... Ölümünüzü düşünün; nasıl ölürdünüz söyleyiniz?... Her ölüm, ah ne güzel!..; taşır sizden birşeyleri... Ölmeden ölmek ne yabancı(mı) size... Herneyse bu sizi iligilendirir biliyorsunuz.

İşte, sadece karakteri, doğası farklıydı denilebilir... Saç diplerimden, sırtıma yayılan iç ateşi, terlemeyi biraz anımsasam gelip kurulur yine öyle. Yaşama değgin tüm düşlerimi yaratan hücrelerin bana nasıl ihanet ettiklerini görmeliydiniz. Hepsi hamamböcekleri gibi benden çıkıp gitmek için beş kapıya yüklendiler; böcek olmak varoluşun en zavallı, panik halidir çünkü. Onlara kızmıyorum, yaşamak zorundaydılar. Tek isteğim canımı yakmaya bir son vermeleriydi; fedakarlık insan idealine mahsustur değil mi?.. Baş dönmesi nöbetleri içinde kendimi bir nişi, daha doğrusu bir kutuyu andıran küçük bir kafenin içine, kaba, sıradan taş merdivenlerini çıkarak attım. Ön cephesi bütünüyle açıktı ve sokağa bakıyordu. Sağlam, neredeyse yağlı taş duvarları vardı. Soğukkanlılığımı geri kazanmaya çalışarak geçirdim, ilk birkaç dakikayı, oturduğum masada. Bira siparişini aldı garson, yüzüne bile bakamadım.

Karşımdaki boş iskemle yavaşça çekildi. İçime doğan güvene bugün bile nankörlük edemem. Sevgili düğün böceğim, kör edici soğuk ışığın önünde bir kalkan gibi duruyordu. Renkleri iç yakan bir özlem gibi parladı. İskemleye oturdu ve o devasa gözlerini gözlerime dikti. Sözcüklerinin herbirini bir nota gibi bastı kalbime, bana güç verdi ve ısıttı.

Sol omuzuma dokunulduğunu hissettiğimde o yöne başımı çevirdim; genç bir kız, mahçup bir eda ve kısık bir sesle, '' özür dilerim, arkadaşlarımla, sizin gibi adamlardan hoşlanmadığımı size söyleyip, söyleyemeyeceğim konusunda bahse tutuştuk da... '' dedi. '' Önemli değil '' dedim, çarçabuk, bunu bekler gibi... Edebi refleksim beni bile şaşırtmıştı. Gerçekten hiç önemli değildi. Gülümsedim, bütün şüphelerim şimdilik, düğün böceği ve kızla uçup gitmişlerdi işte.

Pek yakında, Sondan Başlayarak Kafka...

Cemil Atik


Damla/ Enis Batur



Cemal Süreya Üzerine/ Mustafa Günay



9 Ocak
Şair Cemal Süreya'nın göç yıl dönümüdür,

Büyük Şairimizi Özlemle Anıyoruz!

Borges Defteri

'Yalnızlığın başkenti'nde bir Şair...

Güncel sorunları da, genel insanlık durumunu da şiirsel bir söylemle
anlatan Cemal Süreya'nın şiirinde siyasal boyut da belirgindir.
Ancak onun şiirinin siyasallığı, alışılmış bir siyasallık değildir.
Çünkü siyasal şiir dendiğinde, çoğunlukla belli bir düşüncenin ya da
dünya görüşünün anlatımı ve şiirin estetik boyutunun zayıflaması söz
konusudur. Ancak Süreya'nın şiirindeki siyasallık, güçlü bir
imgesellik ve tarihsel-kültürel derinlik içerir...


Asıl adı Cemalettin Seber olan Cemal Süreya (1931 - 9 Ocak 1990),
adının bir harfini atmış ve bunu şiirinde de dile getirmiştir.
İkinci Yeni şiir akımının en önemli adlarından biri olarak
hatırlanırsa da kendine özgü bir şiirin yolunu yürüdüğünü söylemek
mümkündür. Söyleyiş biçimiyle, imgeleriyle, içinde yer aldığı
kültürel-tarihsel ortamı şiire dönüştürmedeki ustalığıyla önemli
şairlerimizden biridir.

Bazı şiirlerinde dil üstüne düşüncelerini, dilin şiirsel bir
yorumunu bulabiliriz: ''Sıralanmışlar su boylarına / Bıçakla
soyuyorlar kelimeleri.''

Cemal Süreya, şiirsel söyleminde günlük konuşma diline de yer verir.
Günlük dilin sözcükleri ve deyimleri sıkça bulunur
şiirlerinde. ''Cemal Süreya'nın şiirinde en can alıcı öğe dil ve
imgedir. Onu Birinci Yeni şiir geleneğine bağlayan da, ondan
kesinlikle ayıran da dile yüklediği bu imge gücüdür. Şiir, gündelik
dille bu imge dilinin kesiştiği noktada oluşmaktadır.'' (1)

Zamana direnmek...
Günümüzde şair ve üretilen şiir sayısı için belki şiir
istatistiklerine gereksinim duyulmaktadır. Süreya ise az yazan bir
şair olarak dikkati çeker. Şiir kitapları arasında şunlar
sayılabilir: Üvercinka (1958), Göçebe (1965), Beni Öp Sonra Doğur
Beni (1973), Sevda Sözleri (1984, Uçurumda Açan ile birlikte toplu
şiirleri), Güz Bitiği (1988), Sıcak Nal (1988), Sevda Sözleri (1990,
1995, tüm şiirleri, ölümünden sonra). Yaklaşık kırk yıllık sanat
yaşamında yer alan bu şiir kitaplarındaki pek çok şiirin de zamana
başarıyla direndiğini ve yarına da kalacağını söylemek mümkündür.
Elbette Türk şiir tarihinde hangi şairlerin ve şiirlerin kalıcı
olacağını ve iz bırakacağını şimdiden bilemeyiz. Ancak Süreya'nın
şiire verdiği önem ve şiire yönelik tutumu, bugün için de örnek olma
işlevini taşımaktadır.

Bir yazısında şairin hayatının şiire dahil olduğunu söylemişti.
Gerçekten de onun şiirinin belirgin özelliklerinden biri de
yaşadıklarından süzülüp gelmesidir. Aşklarından, sevdiği
kadınlardan, yalnızlıklardan söz etmiş, hangi şehirde ise
orayı ''yalnızlığın başkenti'' olarak duyumsamıştır. Ancak
Süreya'nın şiirinde yalnızca kişisel yaşantıları değil, aynı zamanda
ülkesinin ve dünyanın sorunları ve insanlık durumuna ilişkin
gözlemleri ve değerlendirmeleri de büyük yer tutar.

Tarihte adı geçmeyen, unutulan ve unutturulan pek çok şeyin sesini
duyurmaya çalışır. Bu konuda özellikle Afrika ve Ortadoğu'dan söz
eden şiirlerini hatırlamak mümkündür: ''Afrika hariç değil.''
Güncel sorunları da, genel insanlık durumunu da şiirsel bir söylemle
anlatan Süreya'nın şiirinde siyasal boyut da belirgindir. Ancak onun
şiirinin siyasallığı, alışılmış bir siyasallık değildir. Çünkü
siyasal şiir dendiğinde, çoğunlukla belli bir düşüncenin ya da dünya
görüşünün anlatımı ve şiirin estetik boyutunun zayıflaması söz
konusudur. Ancak Süreya'nın şiirindeki siyasallık, güçlü bir
imgesellik ve tarihsel-kültürel derinlik içerir: ''üç anayasa
ortamında büyüdün/biri akasya/biri gül/biri zakkum.''

Şiirin siyasallığı
Bir söyleşide, şiirimizdeki siyasallık/siyasal şiir konusunda
şunları söyler Süreya: ''Tanzimat'tan bu yana şiirimiz hızlı ve
toplumsal değişmelere paralel bir gelişme içinde olmuştur. Bu arada
yetişmiş şairlerden bazılarının siyasal eylem sahibi olduklarını
görüyoruz: Namık Kemal , Tevfik Fikret , Mehmet Akif , Nâzım
Hikmet , Necip Fazıl Kısakürek ...
(...) Her dönem kendi görüşüne ve çatışmalarına uygun siyasal şiiri
sunmuştur. Hatta Tanzimat'tan bu yana uzayan şiirimizde şairin
siyasal işlev taşıması açısından bir gelenek kurulduğunu bile
söyleyebiliriz. Bu işlev bazan şiirde görünür, bazan da şairin
sadece hayatında. Sözgelimi, Tanzimat düşüncesi kendini Namık
Kemal'de özetlemiştir. Meşrutiyet, Tevfik Fikret'i yaratmıştır.
Bununla birlikte, Nâzım Hikmet'i ayrı tutarsak, içlerinde bir dünya
görüşünü, bir ideolojiyi, bir eğilimi ayrıntılara indireni pek
azdır.'' (2)

Küreselleşen/küreselleştirilen bir dünyada şiirin siyasallığı
üzerinde yeniden düşünmeye ve tavrımızı ortaya koymaya gereksinim
olduğun u söylemek yerinde olur. Süreya, en güzel aşk şiirlerini
yazdığı gibi en güz el siyasal şiirleri de yazmıştır. Şiir zaten bir
güzellik siyaseti içermez mi?

(1) 'Firesiz Bir Şiir' , Mehmet H. Doğan , Yusufçuk, Sayı: 15, Mart
1980.
(2) 'Cemal Süreya İle' , Yusufçuk, Sayı: 15, Mart 1980.
Cumhuriyet 09.01.2005

Mustafa Günay

Felsefe Böl. Öğretim Üyesi
borges defteri yazarlarından.


Aslında ne tartışıyoruz? / Ergin Yıldızoğlu





defterin notu:
Sn. Ergin Yıldızoğlu politik kültür alanımızın en önemli, en verimli yazarlarındandır,
Kılı kırık yararcasına ve engin-derin bakışıyla pek çok girift konuda kendine özgü bakış-yorumlarıyla açılımlar getiren değerli yazarlarımızdandır.
onun düşüncelerini daha çok okura taşımak bizim için büyük mutluluktur her zaman,
bu tercihimizden kendilerinin haberi var,
bundan sonra birçok yazısı düzenli olarak defter okurlarına ulaşacaktır,
borges defteri okurları adına çok teşekkür ediyoruz.

Aslında Ne Tartışıyoruz?

Orhan Pamuk Nobel aldı. Büyük bir tartışma ve saflaşma oluştu: Sevinenler ve sevinmeyenler. Sevinenler, sevinmeyenleri, Orhan Pamuk’a karşı husumet duymakla suçluyorlar. Bu da yetmiyor, işi milliyetçi, faşist ve benzeri sıfatlara kadar vardıranlar var. Dahası Orhan Pamuk’un Nobel almış olmasına sevinmeyenlere karşı büyük bir düşmanlık… Aslında, burada kimin milliyetçi hatta ırkçı duygularla davrandığı çok tartışmalı… Bir Türk yazarı Nobel aldı Hurra!

Değerli dostum Kaan Arslanoğlu’nun saptadığı bir ironiye de değinmek isterim: “Orhan Pamuk özgürlük savaşçısı olarak ödül aldı varsayımını benimseyenler kültür endüstrisinin karşıt görüşleri bastırmak için gösterdiği çabayı, hatta uyguladığı zihinsel şiddeti görmezden geliyorlar”

Aslında durum şu kadar basit olmalıydı: Orhan Pamuk Nobel almak istiyormuş, almış. Kendisini kutlayıp yolumuza devam etmek varken, hepimiz bundan pay çıkartmaya zorlanıyoruz neden? Sakın burada söz konusu olan Orhan Pamuk'tan ve aldığı Nobel’den başka bir şeyler olmasın?

Bu yüzden dikkatleri Orhan Pamuk üzerinde değil, onun ve ödülün üzerine adeta bir sülük gibi yapışarak sömürmeye başlayan “makine” üzerinde yoğunlaştırmak gerekiyor. Medya neden bu kadar ateşlendi? Bu medya aslında kim/ne? Türkiye’de kültür endüstrisi, aslında bizden ne istiyor, Orhan Pamuk’un Nobel’ine sevinmemizi isterken?

Bence artık gerçek bir insan olarak, yazar, romancı, olarak Orhan Pamuk ile, ürünleriyle, bir simge, “cultural icon” (“celebrity”, ünlü- boş kimlik) haline getirilmeye çalışılan Orhan Pamuk arasında bir ayrım yapmak, bu ikincisini anlamaya çalışmak gerekiyor. Bu “simge”, “icon” haline getirilmekten de en çok, gerçek Orhan Pamuk’un zarar göreceğini unutmadan. Ne trajik! İki açıdan: Eğer Orhan Pamuk’un tüm hedefi Nobel almak idiyse, şimdi, bundan sonra ne olacak? İkincisi, medya Orhan Pamuk’u “kültür savaşlarının” içinde hegemonya kurma süreçlerinin nesnesi haline getirerek, bir sanatçı olarak algılanma alanını daraltıyor. Halbuki Pamuk önce sanatçı olarak algılanmak istiyor sanırım (umarım).

Özetle esas tartışılması gereken sorular bence şunlar: (a) Simge olarak Orhan Pamuk ne anlama geliyor? Bu “bir sanatçı olarak Orhan Pamuk”u tartışmaktan farklı bir tartışmadır (b) Onu kullanan "makine" aslında bizden ne istiyor?


Ergin Yıldızoğlu


İdeolojiler ve Şiir/ Ziya Alpay



Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi
sırrımı söylüyorum vefakâr balıklara
yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
koyuverip telli pullu saçlarını rüzgâra
bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
peygamber çiçeğinin aydınlığında ara..
(1952, yılbaşı gecesi)

KAR ŞİİRİ
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın

Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın

Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın

Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın
(SEZAİ KARAKOÇ)

İDEOLOJİLER VE ŞİİR


Yukarıda Sezai Karakoç'dan bir kaç alıntı yaptım. Aslında pek fazla şiir okuyan biri değilimdir. Edip Ustam haricinde pek okuduğum da söylenemez. Son dönem yazılan şiirler pek anlaşılır gelmiyor bana. Hani o Varlık dergisinde falan yayımlanan şiirler vardır ya doğrusu hiç bir şey anlayamıyorum onlardan. Bir de Edip Ustamın kapalı şiirler yazdığından söz ederler, hayır, bence gayet açık, son dönem şiirlerine bakılacak olursa. Asıl sözünü etmek istediğim konu bu değildi ya neyse. Ne diyecektim, bugüne kadar Sezai karakoç'un ismine pek rastlamadım şiirde. Neden acaba diye düşünecek olursak cevabı pek güç değil. "Sağcı" bir şair olduğundan. Şimdi durduk yere bir sağ-sol tartışması ( Bazıları bile bile "polemik" diyor. Lütfen, rica ediyorum güzel dilimizi temizleyelim bu lanet İngilizce istilasından) açmak niyetinde değilim, zaten aklı selim hiç kimse de girmez böyle bir tartışmaya. Ama su götürmez bir gerçek var ki kimi usta yazarlarımız sırf sağ görüşlü diye ikinci plana itilmiş hor görülmüştür. Buna en bariz örnek ÜSTAT TANPINAR olmuştur ki o öyle bir şahsiyet ki sağ ve solun çok fevkinde mümtaz biriydi. Ama ülkemizde maalesef her şeyin olduğu gibi edebiyatın üzerine de ideolojilerin gölgesi düşüyor. Bu aşılması gereken acı bir durum. Ülkemizde aydın olmak eşittir "solcu" olmak anlamına geldiği için sağ görüşlü aydınlarımız hor görülüyor. Bana kalırsa Aydın kelimesi de çok muğlak. kim kime göre aydın tartışma mevzusu. Aydınımız, yazarımız dediğimiz Orhan Pamuk kalkıyor Ermeniler ve Kürtler hakkında ülkemiz aleyhinde ileri geri konuşuyor. Ülkemiz ileri gelenleri ise iddiaların asılsız olduğunu anlatmaya çalışıyor. işte size basit bir örnek: Oğuz Demiralp. Tanıyanınız vardır. Ben maalesef tanıdım. Kitaplık dergisindeki bir röportajında çocuğunu Fransız okuluna gönderdiğini, Fransızcanın üstün bir dil olduğunu gururla anlatıyor... Aydını(lar)ımız Türklüğünden hoşnut değil anlaşılan. Avrupa Türklere barbar diyor da ondan mı? Orta çağda Cadı avına çıkanlar, sanayi devrimiminden sonra bir çok ülkeyi iliğine kadar sömürenler çok medeniler...Başkalarının acıları üstüne mutluluklarını bina eden emperyalist devletler çok medeniler, insaniler öyle mi?
Ben ülkemizin kimi “sözde sol” aydınından böylece soğudum gitti.
Bir zamanlar üstat Atilla İlhan vardı o da rahmetli oldu. Dünya görüşü açısından ondan farklı baktığım olmuştur. Ama ben çok artık biraz da kıyıda köşede kalmış terk edilmiş başka cenahtan olan aydınlarımızın da gün yüzüne çıkmalarını istiyorum. Mesela bir Sezai Karakoç, Necip fazıl anılsın, adlarına günler düzenlensin... Haber bültenlerinde saçma salak magazin haberleri vereceklerine Üstat Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitütüsü okunsun... Anlamıyorum neden bizim de seyredebileceğimiz bir Kültür-Sanat kanalımız yok... Neden aşağılık magazin el üstünde tutuluyor böyle... halkımıza damardan zehir enjekte ediliyor bu kanallar vasıtasıyla kim neden “itiraz” etmez anlamıyorum. Şu an en önemli sorunumuz ne ekonomi ne pkk ne başka bir şey.... Çöplüğe dönüşmüş, halkımıza durmadan öldürücü zehir pompalayan basın-medya... Nefret ediyorum hepsinden. Konu nerden buraya geldi anlamadım ama Basını ve medyayı elinde tutan güç insanlarımızı canlı canlı toprağa gömüp üzerine toprak atıyor... Aydınlarımız ne yapıyor peki? Bu gidişe neden güçlü bir ses çıkmıyor... Her şeyimize karışan AB neden berbat durumdaki eğitimimiz-üniversitelerimiz hakkında tek kelime etmiyor... Neden olacak, onların sömürecek aptal insanlara ihtiyacı var...Bilinçli ve kültürlü insanlara değil. Bu böyle olduğu halde neden aydınlarımız hep AB taraftarı... Bence artık bütün gerçek aydınlarımız ortaya çıkmalı kendilerini göstermeliler…
Saygılarımla


Ziya Alpay


ANDROMAK / Ulus Fatih



defterin notu:
Yılın ilk harika öyküsünü sevgili dostumuz Ulus Fatih'in
kaleminden sunuyoruz, birçok öykü, deneysel metin kitabının
yazarı olan Ulus Fatih edebiyat ortamımızın
en üretken nitelikli kalemlerindendir,
onun son öykü kitabını( Demir Kitap) tüm
defter okurlarına öneriyoruz.
Ayak bastığımız coğrafyanın muazzam kültür birikimini
ustaca işaretleyen öykülerin yazarıdır.


I
Andromak, tırmandığı tepeden, hafif yelde karların uçuştuğu çam ormanına baktı. İçinden geçtikleri köylük, uzaklarda karın altında uyukluyordu. Keşiş Rusalem, üç gün önceki panayırdan kalan son ekmeği çıkardı heybesinden ve ikiye bölerek yarısını Andromak'a verdi. Andromak, ikiye bölüyorsak, biri sana biri bana kalmaz mı dedi! Keşiş ya üç kişi olsaydık nasıl paylaşırdık diye yanıtladı. Andromak, dörtlü sistem, onlu sistem diye mırıldandı. Keşiş onlu sistem kimbilir nasıl aşılacak diye düşündü.

Önlerindeki gök suyu geçtiler. Buz öbeklerinin yüzdüğü kolu geride bırakıp, karlı vadide iki yanı yüksek kayalarla çevrili boğaza geldiklerinde, ilerde, sürüyle akbabanın guğuldaşarak birbirlerinin üstüne çıktığını görünce, oraya yönelerek, ölen şeyin ne olduğunu anlamak için hızlandılar. Bir genç kız ölüsüydü bu ve cesetin yalnızca güzel başı kalmıştı. Güzel baş keşişe dönerek: Adım Hippolyta dedi!..

Andromak boğazın derinlerindeki ilk sapaktan döndüğünde, gümüş gibi parlayan yüzüyle, ak başlı, balık vücutlu, yüzüyormuşcasına kıvrılıp bükülen bir yaratık çıktı karşısına; yaratık onları görür görmez, topuklarındaki minik kanatları birbirine vurarak, tepedeki koruya doğru uzaklaştı.

Keşiş yürüyordu ve Andromak'a çok uzaklardaki sessiz tanrılar ülkesinden, orada bir adadaki kız kulesinden ve kulenin dibindeki iğde ağacının altında uyuyakalan prensesle, insan başlı keçiden, içerideki küçük mabetteyse, sese tepki verebilen altın bir buzağıdan söz ediyordu...

II
Perilerin uyluğundan dökülen pullar gibi yağan karın altında, tatlı bir yorgunlukla uykuyu özlüyordu Andromak, Akheron'un kıyısında, palamut gözlü, kıvırcık saçlı yarı tanrılara el sallayıp -gülüşerek, kuş avlayabilen örümceklerin bulunduğu mağaranın ağzına geldiklerinde yavaşça içeriye girerek, uyuyakaldılar...

Düşlerinde, sayısız kır hayvanıyla, inci bilekli, ceylan ayaklı nymphalar elele dansediyorlardı. Ortada yanan ateşin içinden, birer birer fırlayan, gözleri maskeli, Apollon gibi erkek güzeli satyrler, hemen oracıkta nymphalarla birleşiyor ve garip iniltilerinin süslediği, betimlerle dolu kıvrak danslarının gölgesi, duvarlarda tuhaf salınımlarla gezinerek, bir süre sonra ansızın yere düşüyorlardı.

Andromak ve keşiş sabah uyandıklarında, mağaranın taş zemininde, hâlâ genizleri kavuran bir dumanın hâleler çizerek tavana yükseldiğini ve incecik bir külün, yosunlu taşlara sinmiş belirsiz lekesini gördüler... Andromak cesaretle adım atıp, Marsyas dövmeli ayakkabısıyla küle bastı ve tiz bir çığlıkla, minik bir kırlangıç fırladı külün içinden. Mağaranın ağzından sızan ışığa doğru yaklaştıkça büyüyen kuş, geniş kanatlarıyla havalanıp, renkten renge dönüşen gövdesi ve duvarlarda yitip giden sesiyle 'bir Anka gibi' sağa sola çarpa çurpa uçtu gitti.

III
Çamların dallarında, yanıp sönen karların, kış güneşiyle bezeli oyunlarına bakıyordu Andromak... Keşiş, kar kürelerinin, değişen yer çekimiyle, dallarda aldığı biçemin geometrisini arıyordu bilincinin derinlerinde. Çamlarda ipek ötüşlü, iricil kuşlar dolanıyordu. Metalik bir parıltıyla uçarak, gökte yer değiştiriyordu kralın sincapları. Sihirbaz demirci, her on dört günde, taş ve demir aksamlı uçabilen sincaplar armağan ediyordu krala!.. Andromak demek ki Epir'e yaklaşmışız dedi. Uçan sincaplar ülkesiydi Epir. Keşiş, ikindiye doğru, baygın kokulu, gür sarı çiçeklerin dolup taştığı bir bayıra gelince, Zeus'un amansız kışında, çiçeklerin nasıl açabildiğini sordu Andromak'a... Andromak, gökte parlayan yıldızı göstererek, düş görüyorsun dedi keşişe, çiçek yok, kar var ve karın ışık rengindeki yabanıl dökülüşleridir bunlar. Keşiş inandı ve uzaklardan gelen bir atlıyı işaret etti ona... Gelen bir tanrıydı, balina gövdeli bir yarı insan, yarı attı. Tanrı hışımla, kırbacını gösterip gülerek, tümüyle som altından olduğunu kanıtlarcasına parıldayıp, kırmızı kuyruklu yüzlerce sülünden oluşan ordusuyla, fener alayı gibi geçip gitti.

Andromak yorgun ve şaşkındı, ilerdeki koyağın arkasına dolanıp kayalara yaslanarak, düşüncelerinin derin uykusuna daldı. Keşiş uzaklara bakıyordu...

IV
M.Ö 600'de, Andromak, Epir'e geldi. Kentte demircileri dolaştı, varoşlara girip çıktı, agoraya uğradı. Delphoi'de uyuyakalan çocukların meselini dinledi, odeonun taş merdivenlerinde izleyici oldu, Atena'ya geçerek, Akropol sırtlarında, liriyle mürenleri çağırdığı söylenen çobanı alkışladı, kentin ortasındaki ünlü bulvardan Melankoia'ya doğru yola çıktığında, keşişle birlikte sekiz yüz yıllık gezilerinin sonuna geldiklerini anladı... Masallarda anlatılan altın yolun bitimine kavuştuklarında, yalnızca oturan, sessiz tanrı Uranos'la karşılaştılar. Bedensiz ve ateş gücünden başka bir şeyi olmayan Uranos'u görünce, ikisi de biricik ve sonsuz olan 'tek gerçeği' bulduklarını düşündüler; Uranos, düşlerin varlığıydı ve devinimsizdi!.. Titreyerek; (varlıkların düşüymüşçesine) "Zaman yok, hiç birimiz yaşamıyoruz" diye haykırdılar...

V
Kız, doksan dördüncü sahifede gözleri ağırlaşınca kitabı kapattı! Kandili üflemek için ayağa kalktığında, o ana dek sessiz duran öteki de kalktı!.. (çift gölgeli başı göründü) ve birbirine bağımlı ama aynı zamana bakışan, iki ayrı gerçeklikle kandile üfleyerek, uyuyakaldılar...&


Ulus Fatih


Onlar Ki...


Image and video hosting by TinyPic


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***