Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



MUTLU YILLAR



'Her insanın,
yerçekiminden arınmışçasına, bedenini hissetmediği,
sınırsız arzusundan usanarak,
havaya,
suya,
toprağa ya da ışığa öykündüğü anlar geçicidir...
Dilin yetmediği
bütün bir ahengin gerektiğini anladığı anlar,
bu anların çekimi...

Aramak, aranmak
ve hiç konuşmamaktan geçen bu
yolculuğun büyüsüne karşı koyamıyordum.
Bazen, kendimi,
Bayram ziyaretine gitmiş uzak akrabalara,
iki laf etmek için belki de şeker ikramı bekledikleri düşünülen uslu çocuklara
benzetiyordum...
Ancak ikramdan sonra, suskunluğu bozanlar olduğu gibi bozmayanlar da vardır.
Belki de bayramın coşkusunu, sarhoşluğunu tadanlar yalnız bu ikincilerdir...

Henüz bir masal olan
şu zaman
sana göstermeden bir yere gizlenmiş olabilir...

Sevgili Hür Yümer'imizi hasret ve özlemle anarak...

Yeni yılın tüm okurlara esenlik, mutluluk, başarı ve tüm insanlığa barışı müjdelemesini
temenni ediyoruz...

BORGES DEFTERİ



ŞAİR OLMAYA KARAR VEREN BROWNING



ŞAİR OLMAYA KARAR VEREN BROWNING

Şiir: Jorge Luis Borges (1899-1986)
Türkçe Çev.(Borges Defteri için):Erkut Tokman

Londra’nın şu kırmızı çıkmazlarında
Bütün çağrışımların en gariblerini seçtiğimi anlarım
Bil ki, kendi yolunda, her çağrışım gariptir,
Civada felsefecinin taşını arayan
Bir simyacı gibi.
Hergün sözcükler türeteceğim
Bir kumarcının işaretlenmiş kartları, demir para
Onlara ait bir oyunu ele veriyor
Ne zamanki Thor* hem Tanrı hemde gümbürtü,
Fırtınanın öfkesi, duacıyken
Günümüzün deyimiyle
Diyeceğim ki, ben kitabımda, sonsuz şeylerle:
Byron*’un eşsiz yankısının
Doğruluğu olmaya çalışacağım.
Bu tozla ki ben daha da dayanıklı olacağım.
Eğer bir kadın aşkımı paylaşırsa
Satırlarım merkezi cennetlerin onuncu küresine dokunacaktır
Eğer bir kadın aşkımı kendine çevirirse
Mutsuzluğumu müziğe dönüştüreceğim,
Bütün bir nehiri zamana doğru yeniden çağıracağım.
Kendimi hatırlamayacağım.
Şöyle bir bakıp unuttuğum bir yüz olacağım,
İlahi görevin isyankar ruhunu başlatan
Judas olacağım,
Kendi bataklığında Caliban* olacağım,
Korkusuz ve inançsız ölen
Bir asker olacağım,
Kaderiyle geri dönen mührüne, merhametsizce bakan
Polycrates* olacağım.
Benden nefret eden bir arkadaşım olacağım.
Persler bana gece kuşunu, Roma kılıcımı verecek.
Maskeler, mücadeleler,yeniden doğuşlar
Hayatımı örüp gerisin geriye sökecek
Ve zamanda Robert Browning* olacağım.

.


Dipnotlar:

Thor; Iskandinav mitolojisinde fırtına, hava ve ürünler tanrısı
Byron: (Lord)1788-1824 yılları arasında yaşamış Ingiliz romantik şairi
Judas: Incilde Isa’ ya karşı ayaklanması ile adı geçen 12 havariden biri.
Caliban: Sheakespeare’ in “The Tempest” adlı oyununda adı geçen vahşi ve yıpranmış köle.
Ploycrates: 522 b.c de yaşamış Somos tiranı, Ege denizi havzasının ve korsanlığın ustası.
Robert Browning: 1812-1889 yılları arasında yaşamış; şiirlerindeki belirsiz ve anlamsız olarak nitelenen göndermeleri eleştirilere hedef olmuş Ingiliz şairi.


Seri Katilin Epistemolojisi / Mehmet Özcan




Modernliğin bilgi konusundaki kesinlik arzusuna rağmen belirsizliğe dayalı insanlık durumunu dışarıda tutmayı başaramamıştır. Modernlik şüphe ile başladı. Descartes’in şüpheyi dışarıda tutma konusundaki girişimleri çağdaş felsefede bilginin ve varoluşun temellerine ilişkin bitmemiş arayışların da bir ifadesi olmuştur. Burada felsefe tarihindeki yönelişleri büyük ölçüde belirleyen temel tema bu olmuştur.20.yüzyılda Heidegger’in temel ontolojisini de yakalan kabus bu olmuştur. Bu belirsizliğe dayalı olarak geçersizleştiği düşünülen geleneksel ontolojinin yerine bilgiye ve hayata bir temel sağlamaya dönük bir güzergahtır. Bu macerada haklı çıkan Nietzsche olmuştur. Nihilizm her geçen gün daha da kurumsallaşarak dünyayı kaplamıştır.’’Çöl büyümüştür’’.Bu şüphe ve belirsizliğin ekonomisine dayalı olarak gelişen bir uygarlığın kara deliğidir. Bu çerçevede devasa bir felsefi belirsizlik tufanı ortaya çıkmıştır. Bu sadece günümüzün postmodern kültürel ortamına ait bir durum değildir. Bu adeta ‘’dünyayı kaplayan bitmeyen bir gecedir’’.
Modernliğin felsefi krizi bilginin ve varoluşun temellendirilmesi konusundan kaynaklanır. Modernliğin yeni serüvenleri yani postmodernleşme de bu krizin veçhesidir. Modernliğin temellük alanı olarak aklın kendisi de krizdedir.
Modern kahraman Raskolnikof bu konuyu bütün yakıcılığıyla ortaya koydu:’’Tanrı yoksa her şey mümkündür’’.Bu ses yankılanarak modernliğin temellerini sarsmaya devam ediyor. Modern aklın bu çerçevede hayata ilişkin meşruiyet temeli krizlerle maluldur. Günümüzde hakkında en zor konuşulacak kavram modern aklın dünyasında hakikat olmuştur. Şiddetin varlığı aklın bunalımıdır. Raskolnikofun krizleri de bu maceranın süreçleridir.
Son günlerin seri katil konusu değişik tartışmalara kaynaklık etti. Bütün bunların arasında manşetlere yansıyan seri katilin cinayetleri işleme gerekçesiydi. Kendisine niçin yaptın sorusuna;’’zevk için’’ cevabını vermesiydi. Bu cevap Amerikanın Irak çıkarmasını nükleer silahlara dayandırmasından farklı gözüküyordu.Bu da Amerikan öznelliğinin bir ifadesidir. Eylemin epistemolojik gerekçeleri ikisinde farklı olarak ifade edilse de, bu farklılaşma Raskolnikofvari bir felsefi durumu açığa vuruyor.’’Tanrının ölümü’’nden sonra dünya zaten yeni paganizmin geçidine sahne olmuştur. Bilgi modernliğin dünyasında referansını yitirmiştir. Onun için pragmatizm gözdedir. Mikro düzeyde zevk için gerçekleşen, makro düzeyde yüksek kavramlarla taçlandırılıyor. Bugün her düzeyde dünya belirsizlik atmosferinde şiddetin ritüalize olduğu bir alana dönüşmüştür. Bir anlamda uzlaşımsal olarak aşılmaya çalışılan belirsizlik, bu uzlaşımları da çözmüştür. Felsefe ve toplumsal teori bütünüyle bugün belirsizlik krizinin beslediği bir derin gündemin ortasındadır. Seri katilin bireyselliğin temellerini de dinamitleyen cevabı belirsizliğin bir intikamıdır. Açıkça itiraf edilmelidir ki dünya her zamankinden daha çok bir tımarhaneye benziyor.


Mehmet Özcan


İki Yazı : iki paralel görüş: dijitalleşme senfonisi



"X ! X" i Anımsadım

"x!x= yeni çağ epistemolojisi" der, jm, çıkan açmazları çözümlemek için çok etkin bir katkdır bence, demek istediği "bilimde kehanete yer yok" meselesidir.
Merak edip sormuştum birinci "x" nedir? ikinci "x" nedir ki dil aracılığıyla, çarpımıyla o noktaya sürükleniyor gidişatımız, "şimdi" ve "burada" kısıtlılığı içinde geçerli bir denklemden" söz etmişti. Ben tuttum nesnel aklın dışında başka bir şeyle de ilintilendirdim ama adını realizm koymadım. Dijitalleşeme senfonisi diyorum.
Bütün hayatımızı çepeçevre kuşatmış şu an.
Dijitalleşme denilen bir "şey" var, nedir biliyor musunuz?
Her şeyin bir ikilem içinde ortaya konması anlamına gelmektedir.
İkilem, bir olgu, olay ya da nesne ile ilgili farklılaşmaları, ayrıntıyı, özellikleri göz ardı edip, "yandaş mısın- karşı mısın?" türünden ele alınması demektir.
Neden olguların görünmeyen yönünü hiç araştırmayız.
Acıklı olan ne biliyor musunuz sevgili okurlar?
Olayların görünmeyen yönünü araştırmayı bir yana bırakın, "aradakı" ilişkileri kurmaya kalkışmak bile önemini ve ağırlığını çoktan yitirdi.
Bunu e-edebiyat öbekleri için söylemiyorum tam tersi Hayat'ın içinden bir olgudur.
Öyle bir noktaya sürüklendi ki toplum insanların neyi beğenip, neyi beğenmeyecegi, nasıl davranacağı ya da nasıl tepki göstereceği medya tarafından kodlanmaktadır.
Bütün bunlara "Sibernetik denetimi" de ekleyin.
Bizler pre dijitalleşme sürecin ilk merdivenlerinden izliyoruz dünyayı, olup biten her şeyi.
İşte bu kodlar, formatlar sizi hiç hissetirmeden ele geçirmiş durumda,
tüm şifreleri yine o kodlara ve dile tam hakimiyeti olan kesimler tarafından kırılıcaktır, başka seçeneği yok bu işin.
Daha formel dille toparlarsam, bizler tam üçüncü Simularca düzeninin orta yerindeyiz.
Yani Sanayi devrimini ikinci evre olarak algılarsak, "şimdi" vardığımız bu yeni dönemde artık işarete ya da sembole doğru kaydı bütün işler.Nerdeyse her şey her olgu kendi replikasi üzerinden hareket olanağı buluyor. Bu içinden çıkılmaz girdabın kıyısında bir yandan da kodlama ve modelleme dil ortamında yapılmaktadır.Bu sebepten dolayı bizler bu formatın bir köşesinden birşeyleri dert edinmişler olarak dil üzerinde bunca duyarlılık gösteriyoruz.
Eğer birileri size dünya ya da evren televiziyon ekranıdır ve özne ile nesne arasındakı mekansal farklılığı en rezil bir dil yapısıyla ortadan kaldırmaya niyetlenmişse, izin verin de şu gidişata karşı iki çift lafı olsun şu insanların.
Neredeyse (insanların) zaman duyumlarını bile yeniden düzenlenmeye yeltenenlere aynı aracın en keskin ama en ağırbaşlı üslubuyla yanıtlar gelsin.
Kim ve neden bu durumdan rahatsizlik duyar ki? Çökersek hep beraber çökeceğiz, belirli çevreler esas bunun farkında değiller ve bu toplumu yoz, rezil gidişata, sefahate, vurdum duymazlığa, herşeyi har vurup harman savurmaya,

görüntü kirliliğine, tüketim kışkırtmasına, kaos, yalan, riya, aşağıllık görselliğe
mahkum eden "zümre ve zevat" bunun farkında değiller.

Tarih insanlık için belli bir doğrusallık içinde akar durur, gelecek 50 yıl için ne teolojik ne de ideolojik( teorik) öncül zemini kimse merak etmiyor, kurcalamıyor,
doğal toplum, doğal düşünce bu gösterilen, hissettirlen değil, etik ve birçok yönelimli çöküşün eşiğindeyiz, doğruluk ve anlamlılık arssındaki bağlarımız durmadan zedeleniyor kartel medyası tarafından..


Oysa tümümüz alt dili, alt kültürü biliyoruz, ama bazen bildiğimiz, hiç bilmediğimiz çevrelerin savundukları şey bu bile değil! Olsaydı zaten bunca yatay ve dikey kültürel kopukluk olmazdı, oluşmazdı.
Yilda 6 kişiye sadece 1 kitap düşen bir toplumun içinden sesleniyorum, içinde çirpındığım felaket durumun neresi iç açıcı?

Böylesi bir gidişatta neyin, nasıl serpilip yeşereceğini bekliyoruz.
Balık baştan kokuyor!
Oysa aynı balığın alt, işlevsiz kanatları hep sağlam durur!
Yaman bir celişkidir şu alt kültür meselesi.

Düşünüz bari bol olsun!

Argos .a

**************************

Eskimiş, Ekimişlik

aslında ne
biliyor muyuz
ego bize pahalı bir ev sunar
eko kalbimizi parçalar
tüm saatlerin yelkovana diklenişi
tüm zehirlerin akrebe akan simyası
bu bir örnek, ezberin ukalâ kimyası
küçük bir gülümseme
ne mi
neyime
aslında ney 'im'i biliyor
o güzel resme baktığınızda görürsen(iz)
bana bir yıldızı işaret parmağınızla göstermelisin(iz)
neyimize
aslında bildiğiniz neyiniz
sıradan cinnetlerin bu anlama
düşebilmesi bu sahne
tereciye tere
ya da tereye ter
fakat en kısa heceyle
anlatamadığınız bir şeyler var
sahnede

değerli dostlar bu soyunmuş insandır. internet mahremiyetsizliğinde gerçekleşen bir eylemdir. artık alışmalıyız.

değerler yaşanan dünya için boyutsal anlamda geçerlidir. boyutsuz bir yerin değeri olmaz. ironik elbet, sanırım oldukça büyük değer yargıları üstlenecek de zamanda gittikçe.
enformasyon-dezenformasyon şeklinde süre dursun, işaret kimyası gereği engisyona benzer.
lezisfayr (bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler)
isterseniz bırakmamayı deneyin, kalacak olan parmaklarınızdır.
işin özü şu: retorik yasaları değişmiştir artık. yanıt sorunun karşılığı iken eskiden, şimdi kargaşanın yeridir.
bu akşam okuduğum tüm kalemler en doğruyu zaten söylemiş ama bir bulguyu eklemeden edemedim: cennet ve cehennem.
bir bilgeye soru sormaya gelmiş samuray: cennet var mıdır? varsa kapısı nerede? cehennem var mıdır? varsa kapısı nerede?
bilge gülümseyerek bakmış, demiş ki; sen samuray mısın? "evet" iyi ama şarlatana benziyorsun...
onuru zedelenen samuray kılıcına davranmış, kınından onu çıkardığı zaman bilgenin başı uçtu uçacakmış ki; bilge gülümsemiş yine: işte cenehhemin kapısı budur.
soru sorduğunu ve daha yanıtını bile almadan düştüğü durumu kavrayan samuray bir an durmuş. olguyu kavrayıp bir utanç içine girmişken, kılıcı kına bırakmış yavaşça...
bilge konuşmuş, işte cennetin kapısı da budur...
içinizde kılıcın sapını tutanların olduğunu biliyorum. ama aynı zamanda bilgeliğinizi de kavrama gücünüzden eminim.
burası internet, anlayın ve rahat bırakın. lezizfayr (bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler)...

Ömer Serdar




Yüzey Ölçüleri / Nefise Pınar



Derinlik.. bütün mesele bu. Derinliği kavrayamamak.
Anlamaya çalışmadan yürüyüp gitmek.
Her şeyi ama her şeyi sadece yüzey ölçüleriyle değerlendirmek.
Hemen göz ucuyla bir bakış atarsınız, gözbebeğinizin ışığa duyarlılığı ile
orantılıdır görmek ya da görmek.
Gözlerimize kıyamadığımız için aynalı gözlükler takmıyor muyuz ?
Bütün ıskalamalar buradan nasiplenir.

İyi güzel de, bir de çıplak gözle bakmanın, bırakalım faydasını, ne zararı var.
Bu bir sunum, evet. Böyle de okunabilir diyor, deneysel bir çalışma da denebilir.
Beğenir ya da beğenmezsiniz. Ya da kimi işleri beğenir, kimilerini beğenmezsiniz.
Tıpkı bir enstelasyonda olduğu gibi.
Ama izlemekle bir şey kaybetmezsiniz.
Tersine farkındalığında olduğunuz veya olmadığınız kazanımlarınız olabilir.
Sanat da bunun için vardır.
Kafamızda yerleşmiş kopyaları yıkmak için. Başka türlü bir bakış ta olabileceğini
anlatmak için. Siz o bakıştan hoşlanmasanız da, böyle de olabileceğini görürsünüz.
Bu bilgiyi kapmak yeterlidir zaten.
Tüketip atmak psikolojisinden kurtulmak için, biraz ağırlaşmak, durup bakmayı, dinlemeyi, anlamaya çalışmayı denemek gerek. Kendimizden bunu esirgiyorsak,
bu bizim sorunumuzdur. Zaten böyledir, deneyselliği bir kez yadsıdınız mı, geriye kalanlar iyice iç sıkıcıdır. Bunalıp durursunuz, iyi bir şey olsa , ama kafama göre olsa. Kafama göre dediğiniz kendi ezberinize, gündelik alışkanlıklarınıza aykırı durmayan şeylerdir. Kaçırdığınız, görmezden geldiğiniz, bunların zaten herkesin ezberinde olduğudur. Bu nedenle arzuladığınız ‘iyi’ olmaları mümkün değildir.
Yadsınan her deney, bir yenisinin doğumunu engeller. Böylece siz bekleyip durur, ama arzuladığınız ‘iyi’ ye asla kavuşamazsınız.
Değişim, çekirdeğin özündedir. İçselleştirmediğiniz hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. İçselleştirmek, eleştirinin temelinde yatar. Eleştiri, deneyselliği daha iyiye götürmek içindir, geçmişten kalan kötü kopyalara benzetmek için değil. Bu yüzden, kullandığı dil literatüre uygun olmalıdır.
Ha şunu söyleyebiliriz belki, edebiyat internete yakışmaz. Doğru yakışmaz.Yakışmıyor. Yakışmayacak. Çünkü yol geçen hanı değildir.
Düşünce, arkasında durulduğunda, düşünenin kişisel pratiğinde karşılık bulabildiğinde bir anlam ifade edebilir ancak.
Yoksa sorarlar adama, kendin için yola çıkmadığın neyi satıyorsun bana..
internet adına kurulan tercih ise, çağın iletişimi budur gibisinden, hala her türlü pratikten öcü gibi korkan bir yanılsamalar dünyasının, giderek sağalacağına tersine sahteleşen albenisinden değil, yaşadığımız coğrafyanın kültür adına zavallılığının getirdiği yoksunluktandır.
Tıpkı geçmişte, ansiklopedik bilginin erişim kolaylığı ve etrafa hava atma dışında bir fayda sağlamadığı gibi. Anlamak için zaman ayrılması gerekir.
Zamanını vermek, özen göstermek demektir, yani belalı iş’tir.
Kafaya bir sürü gereksiz dert sarar. Oysa uçmak en iyisidir. Elbette, kuş olmanın zahmetine katlanmamak şartıyla..
Bütün sorun da bu’dur..
zaman.. ağrısız iğne..mutluluk hapı.. olmalı.. hani nerde..ben de isterim..
Altın değerinde, bir o kadar da çapaçul olabilen şey..
hadi.. bana da versene..hadi geçir,, beni de mükemmel aklınla düzerek sağalt.. ne o, bize gelince yok mu ?
madem öyle zaman diye bir şey de yok..
pespaye zevklerimizdir zaman adına kıymet biçtiğimiz..
hep birlikte şükredelim biraderlerim ve kız kardeşlerim, ayakta durmamızı sağlayan , esas avcılara bizi dayanıklı kılan, plastik kartlarımız var, timsah derisi bir cüzdanı düşman belletmeyen salaş barlarımız ve ekranlarımız var, birbirimizi ite kaka aşağılayarak aşağılandığımız anlık düzüşmelerimiz var, ertesi günün bordrosuna endeksli biricik motivasyonumuz kulaklıklarımızda hep aynı seçili müzik, aynı ritimle dalgalanan sert kalçalarımız var
kes yapıştır fantezilerin harika çocuğu olmalıyız..
ah o ..
o ulaşılmaz şehvet kopyacısı,
o akıllı bıdık, her kimse o
her ne ise artık,
ver diye dua ediyoruz
yalvarıyoruz!
ah ver !

- afişlerimiz mükemmeldir, satışımız garanti, ama bizden içerik beklemeyeceksiniz..
- kaç kere yapabiliyorsun onu söyle bari, boşa zaman harcamayalım..
ne berbat mezarlık burası..oradan oraya koşturup duran yersiz yurtsuz ölülerle dolu, üstelik durmaksızın ve komik olmaya hiç aldırmaksızın, zamanları olmadığından yakınıyorlar..
eski mezar taşları da olmasa ve altında yatan yaşamış ölüler, insan ne ölüme ne de hayata inanacak.

tek yol devrim!

- inanın bana komserim, iki gözüm önüme aksın, ölümü görün, şurdan şuraya gitmek nasip olmasın, çocuklarımın ölüsünü öpeyim, ne zamandır bundan da başka bir şey görmedim ben..

- kafa ütüleme lan, bildiğimizi satma bize hıyar, ordan iki malboro uzat..


Amin.
hepsine amin.
Duamız bitti, artık huzur içinde uyuyabiliriz...


Nefise Pınar


Sait Faik'in Elleri-2.Bölüm/ Onur Caymaz


Image and video hosting by TinyPic

Hani ne demiştiniz, ben çok severim; yüzümdeki kırışıklar gülmekten değil, güneşe bakmaktan diye. gülmediniz sanırım o kadar çok. sizin gibiler için hayatta şöyle bir ağız dolusu, nazım’ın deyişiyle (size hediye ettiği çakmağı çok severmişsiniz) sıcak bir ekmek gibi gülmek pek kısmet değildir. kısmet olmak. bu güzel deyim sanki sadece sizin hikâyelerinizde geçiyor artık. hikâyelerinizden kocaman bir hayat geçiyor. beyazıt’taki taş havuzun oradaki göçmen karı kocayı anımsıyorum, bazen eski bir ermeni mahallesini, bazen dolapdere’nin bir arka sokağını, bazen bir lokantayı, kimi zaman da masaları mermerden eski bir kahvede yenen kaşarı ve simidi… siz dünyaya nasıl bir hisle bağlandınız bunu düşünüyorum.
adaya kaçarım dediydim ya, sizi okurken o vapurda ben hep bir ses duyarım. sizin sesinizdi sanırım. bir kadın yağmur altındaki o boş güvertede durur hep. hani martısı öldüğünde ceketinin yakasına siyah bir şey takan adamın karısıydı belki o kadın. bir kez bana saati soruyor (benim hiç yapamadığım o adaya kaçıp gidişlerim vardır hep tek başıma, tek başıma olmaktan korkarım orada çünkü). 10:42 derim mesela cevaben.
kışlar erken kararır hep. ben saati söyleyince merci monşer der hemen kadın. biri de bir şeyden sayar bizi o zaman, sevinirim. monşer olurum. eski bir operaya gideceğizdir sanki arkadaşlarla. öyle arkadaşlardan bir siz kaldınız sahi. sanki orada arka sıraların birinde gülümsüyordunuz çakır gözlerinizle. sizi renkli hiç görmedim bile oysa. hep siyah beyaz resimlerde.
sıcak bir çorba içer gibi olurum sizi okurken. sonra sanki anneannem o şeklini nedense çok sevdiğim eski tavasında patates kızartır bir yaz akşamı. sonra onun tertemiz yıkadığı sabun kokan çarşaflarda uyurum. her şeyi unuturum. çünkü sizin gibi bakmayı denedim insanlara. bir çok hikâyenizi okuduktan sonra bendeki bir resminize baktım. “ne güzel bir adammışsınız siz yahu” dedim içimden .o vapurdan bir cevap gelmedi.
bir maç sonrası kalabalığında, bayramın ilk günü rastladığım bir genelev kuyruğunda, topkapı’da bazı pazar günleri işe giderken gördüğüm çok eski ama gerçekten çok eski ve hiçbir işe yaramayacağını düşündüğüm eşyaların satıldığı o pazar yerindeki yorgun, bıyıklı adamlarda, çalıntı cep telefonunu on milyona satmaya çalışan o çocukta, nargile içtiğim yerde arka sıramda oturan, hemen yanında duran mağazanın camına sırtına dayamış, oğlanın söyledikleri yüzünden hüngür hüngür ağlayan o kızda, o gözleri şeytani bir ışıkla parıldayan oğlanda, hep sizin insanlara bakarken bulduğunuz şeyleri ararım.
affedin, bulamam. artık umamam. elleriniz olsaydı belki derdim. belki olurdu. belki ölümünüze doğru üzerinde cennet benekleri açmış elleriniz der, kalemler yontan, değnekler, taşlar toplayan ada yollarından, insanları okşayan, denizin suyuna dalıp çıkan, en önemlisi ölmez hikayeler bırakan elleriniz.
orhan kemal için okumuştum. nargileyi çok seviyormuş. siz de sever misiniz? ben bir süredir yalnız başıma bir yerlere gidip nargile içiyorum hep. fena alıştım. kendi kendime bir zamandır hikâyeler de yazıyorum. üç beş kişi okumuştur. duymanız mümkün değil. ama belki bir akşam buluşabilirsek, tophane’de oluyorum genelde, sizin o çok sevdiğiniz serserilerin olduğu yerler, bir kaçını size kendi sesimden okumak isterim.

ölmüş
ölmüş ağaç bir gölgesi iki
ama neden ölmüş
ölmek yaşamaktan iyi mi ki

"sait, ansızın öldü. ölüm haberi bile vaktinde alınamadı. cenazeyi evininin bulunduğu sokaktan geçirdiler. bakmayın gazetelere ağlayan tek kişi yoktu. yalnız yaşlı bir kadın, o da her tabutun arkasından ağlayan cinsten. şişli camii’nde, yüz kişi kadardık. nasıl bir yağmur!... revakın altına sığındık, sigara üstüne sigara içtik. haldun'u o gün ilk defa dudağında sigara ile gördüm; onu da bitiremedi ya, düşürdü. mezarın başına geldiğimiz zaman, biz daha azalmış, yağmur daha çoğalmış, imam da hızlanmıştı. öylesine çabuk okudu ki, kimse âmin demek fırsatını bile bulamadı. sonra... araba bulmak için koşuşmalar, itişmeler.
dönüşte, şoför: 'kimdi bu, ağbi?' dedi. 'sait faik' dedik. anlamadı. üstelemedi de. biz de bir şey anlamadık ya. hiçbir şey olmamış gibi davranmak için aşırı bir gayret gösterdik, 'sait be, bu havada ölünür müydü?' diye bağıranlarımız oldu. ama, sonraları, yavaş yavaş sıkıntı içimize çökmeye, yerleşmeye başladı.
şimdi, sait faik hakkında konuşmak için daha çok erken. ama, birtakım şeyler var ki, onları söylemek için hiçbir vakit erken değil: sait faik, en büyük hikayecilerimizden biri olan sait faik, eserlerinden hemen hemen hiçbir şey kazanamadan ölüp gitti. keşke, değeri anlaşılmamıştı da ondan böyle oldu, diyebilseydik; ama, değeri anlaşıldığı halde parasız öldü.
anası olmasaydı, o da sıkıntı içinde yüzecek yahut gidip bir bankada memur olacaktı. sait faik'i yaşatamadık. onun gibi yaşatamadığımız, ellerine imkân veremediğimiz birçok yazarımız var. bunlar için de hiçbir şey yapılmayacak, biliyorum. dört beş bin okuyucu nasıl olsa onları besleyemez, bunu da biliyorum. yarın bir gün, içlerinden biri ölünce, yine bir avuç insan bir cami avlusunda birleşeceğiz, sayfalar tertipleyeceğiz, anma törenleri yapacağız. bu böyle. orhan veli, arkasından sait faik, arkasından...
hepsi de, toplumda birer sığıntı, emeği gereğince ödenmeyen, sıkıntı çeken, yarının ekmeğini kazanmak için çırpınan kişiler. sonra bir de kıskançlık! sevdiğim bir dost söyledi, "birçok hikâyeciler şimdi memnundur!" dedi. rezalet ama, doğru. gerçek, ideale falan uymuyor. okuyucu kıtlığı var. mesele şu beş on bin kişiyi başkasına kaptırmamakta. hayat kavgası bu. beş on bin kişi bir yanda, sait'in adını bile bilmeyen yirmi iki milyon insan öte yanda. sonra, bir de edebiyatmış, şuymuş, buymuş... geç!”

bilmem neden hep o eski arka bahçe. ikimiz gitmiştik köşke. yaşlı bir kadın karşılamıştı. hastam var deyip duruyordu; çabuk olun gibisinden. bizse hayranlıkla inceliyorduk her şeyi. bir fayton kupa olup uçup gidecekti hep. sanki dışarı çıktığımızda kapıda bizi bekliyor olacaktınız. sadece odanızın bir köşesinde duran ayakkabılarınız… gördüğümüz her şey çok can yakıcıydı ama onlar. bilemiyorum ki ne vardı. odanızın kokusunda, üzeri eski yazıyla ince yazılmış parfümünüzde, naylona sarılmış pijamalarınızın solgunluğunda… ille de ayakkabılarınız ama. altları yırtık, burunları patlamış yürümekten, sanki yorgunluktan dili dışarı çıkmış iki hamal gibiydiler. kolay değil ki, incecik olsanız da sizi taşımak…
sait usta, çakır usta, ben sizi yine de orada bekleyeceğim. bana yine şunları söylemeniz için. ancak siz söylerseniz inanacağım çünkü:
“ istanbul çirkin şehir. pis şehir. hele yağmurlu günlerinde. başka günler güzel mi, değil, güzel değil. başka günler de köprüsü balgamlıdır. yan sokakları çamurludur, molozludur. geceleri kusmukludur. evler güneşe sırtını çevirmiştir. sokaklar dardır. esnafı gaddardır. zengini lâkayttır.
insanlar her yerde böyle. yaldızlı karyolalarda çift yatanlar bile tek. yalnızlık dünyayı doldurmuş”



“derken durdu, 1954
elleri kesilmiş.
anlamak birden durmaktır:
gökyüzü daha geniş...
başın öne düşmesi,
anlamak boyun eğiş.”

Onur Caymaz


Sait Faik’in Elleri / Onur Caymaz


Image and video hosting by TinyPic

I.Bölüm
Pencereniz sessiz arka bahçelere açılır mıydı? çok uzun yürümediydik yokuşu. vakit güze dönüyordu. yaprakların; o şarabi eşkıyaların kızarmaya başladığı zamanlardı. onları toplayıp eve götürseydik. kışın üşürlerdi belki, adanın rüzgârdan tozup giden yollarında. bir cam kabın içine mavi boncuklar atsak, kâğıttan kayıklar gibi suyun içine bıraksak onları da. bir fayton eski romanlardaki kupalara dönse, kanatlanarak uçup gitse manastırın oraya doğru hızla yol alırken, kalbimize…

ölmüş sait
deniz mavisinden erken
bunca sevgiden sonra
ölmüş annesini öperken

ada, çalışan tertemiz insanların harikulade güzelliği, anneniz orada yaprakların altından el sallıyor. arka bahçeler, kilisede o zayıf, zapzayıf güzel yüzlü işçi çocukların solgunluklarıymışçasına mumlar, bir aralıktan yanıyorlar öyle… kandil yağının kokusu, papazın upuzun masal sakalları, geceleri yaprakların hiç bitmeyen dedikoduları sizinle ilgili, panço’nun pati izleri yollarda, şarap satan bakkal. hani bir kere aldığınız bir edebiyat ödülünden daha mutlu etmişti sizi, o bakkalın size balıkçı deyişi…

"sıkı yönetim mahkemesindeyiz. yıl, 1943... mahkeme reisi paşanın karşısında mavi dumanlı gözleri dolu dolu, sesi boğuk, boğazında bir düğüm, otuz beş yaşında bir çocuk var. böyle büyük rütbeli bir askerle, bütün hayatında ilk defa bu kadar yakın, karşı karşıya bulunuyor. azarlanmaktan korkan, ürkek çocuk bakışları yerde, başı önünde...
-sen, yazdığın hikayede emirberin (hizmet eri) ayağına çelme taktırmışsın!.. emirberin elindeki dolmalar yere dökülmüş. bunun manası?
hayatı boyunca, insanların neden hiç durmadan sevişmediklerini bir türlü anlayamamış olan sanığın bükülmüş dudakları titriyor:
-efendim, okununca da anlaşılacağı gibi, hikâyedeki vaka birinci meşrutiyet'te geçmiştir. bahsettiğim emirber, o devrin...
-ya! demek ki sen…
sanığın kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor. söylenenlerden yalnız bir kelime duyabiliyor:
-bu!
askeri savcının, cübbesinin yeninden uzanmış, vücudundan belki on defa daha büyük görünen işaret parmağı tekrar tekrar sanığı gösteriyor:
-bu!
'bu!', sait faik'tir; sait faik, durgun deniz bakışlı çocuk... sait ağlıyor. süngülü iki muhafızın arasında olduğu için değil, karanlık merdiven altında horlandığı için değil... 'bu!' olduğu için ağlıyor.
*
çocuklarımız, çocuklarımızın çocukları, bizim isimlerimizi unutacak. hangimiz, dedemizin dedesinin ismini biliriz? doktor, avukat, hakim, mühendis, paşa, hepimiz unutulacağız. ama çocuklarımız, onun ismini unutmayacaklar. edebiyatımızda bir 'sait faik' var diye övünecekler."

o emir eri hikâyesini biliyorum. çelme adlı öykünüzdendi. okumuştum. nasıldı, neredeydim anımsamıyorum. hem insan sizi ne zaman okumaya başlamalı? okullarımızda doğa sevgisiyle, insan sevgisiyle dolu bir yazar diye tanıttılar sizi. “bir insanı sevmekle başlar her şey” diyordunuz. sadece o kısmını öğrettiler. bence siz hepsinden sıkılmıştınız.
haritada bir nokta’ya, herhangi bir noktaya gidip orada kalacaktınız. söz vermiştiniz kendinize, yazı bile yazmayacaktınız. hem yazı yazmak da bir hırstan başka neydi ki. dünyada bir şey olmaya; bir şeyler olabilmek, yükselebilmek için başkalarının sırtına basmaya sonsuz karşıydınız. nenize gerekti. koşup tütüncüye giderek kâğıt kalem alacaktınız yine de.
sizi sıkıyordu hepsi çünkü, o kadar da sevmediniz bence. adanın tenha yollarında gezerken (adanın tenha yolları, uzak bir istanbul, geceleri ışıklar, kardeşiniz yıldızlar) canınız sıkılmasın diye küçük değnekler yontmak için cebinizde taşıdığınız çakınızı çıkaracaktınız. kaleminizi yontacaktınız yine. tutup öperek en kutsal bir şeyinizmiş gibi başınıza koyacaktınız. yazmasanız deli olacaktınız evet.
insan sizi âşıkken okumalı en çok. en çok öyleyken okuyor. okulu, işi, nesi varsa işte onu kırıp, bir ada vapuruna bindiğinde (ki mevsim kışsa daha iyidir) aşık olduğunu kendini söyleyince okumalı sizi. siz çünkü çakır gözlü üstat, “bir insanı sevmekle başlıyor her şey” dedikten sonra “burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor” da demiştiniz ardından.

ölmüş eli ayağı uzak
camların üstü buğu
ölmüş çocuklar izin vermeden
yüzünde sarışın çocukluğu

zaten bir kış günü adaya kaçmak sizin hikâyelerinize benzer biraz da. odanızdan görünen arka bahçelere benzer. hayatın bir yanı gibisiniz yani… hayatın kötücül, sıkıntılı ama yine de iyimser bir yanı gibi. arkada, güvertede bir sigara yakılır, semaver’in buğusu düşünülür, sabahları yoksul evlerin çatılarındaki kış ıslaklığı, bacaklar üşümesin diye sobaya tutulup giyilen pantolonlar vardır artık. köşkün bahçesi. oradan yukarı çıkan esintili yol. hayalden arabalar, insanlar…
insan sizi okurken arka odada yıllardır gelmesini beklediği bir eski dostu uyuyordur da uyandırmak istemez. yalnız sizinle kalır. dünya uzak akrabadır artık. eski bir sevgilinin düğününe kırmızı bir kravat takıp gider, verdiği gelin tellerinden alır onun, yakasına takar insan sizi okurken. ablanız ölmemiş olur mesela. onun sözlendiği gün ayakkabısının altına adını yazan bir arkadaşına aşık olur insan, dayanamaz. sizde aşk sadece bir insana değildir, aleksandra’yı saymıyorum ama (o beklide bir ada perisiydi sizin için, burgaz’da kaybedip harbiye’de bulmuştunuz onu).
ona kırgın değilsiniz değil mi? ne yapalım. o da denemiştir ama becerememiştir sizi sevmeyi. hem sizin gibi birini sevmek bir kadın için doğru bir şey de değildir belki. kadınlar elleri dünyayı düzelten birini sevmek istemezler çünkü.

yıldızlar gitmez gün doğmaz
ölmüş korkunç uykusu yerde
ölmüş belli belirsiz düşcek
üşür balıklar öykülerde ...

devam edecek...


Onur Caymaz


NATÜRON AV / Ulus Fatih


Image and video hosting by TinyPic

Kar, dağları ak, sonsuz bir masal diyarı gibi örtmüş, toprak yabansı bir gezegene dönüşmüş, doğa beklenen gizil gücünü gene göstermişti. Çamların dalları ağmış, kös kös dökülüyorlardı zaman zaman. Avcılarsa, postları sırtında, postalları ayaklarında, elinde karabina, sivri bıyıklarıyla yavaş, sinsi sinsi sokuluyorlardı.

Bu anda dağda ise, ayılar, keçiler, uzun çatal boynuzlu geyikler, yamaçlarda tek tek, top top durup, uzayıp giden sonsuz, soğuk, beyaz, irkil hamağa, gözlerinden süzülen yaşlarla, arı, içten, ürkek, saygılı bakışlarla süzerek selamlıyorlardı, bu ansızın bastıran yeryüzü tansığını. Doğanın bu uslu, haşin maharetini, tapınçla izliyorlar belli ki, kabulleniktir tüm canlılar bu yeni gelen saatte.

Kuşlarsa dallarda sessiz hiç kıpırdamıyorlar. Kışın bu uzun, solugan ve amansız harikasını onlarda agırbaşlılıkla karşılıyor, dallarda isteksiz, kaygısız ve olan bitene uyar biçimde tüneyerek akşamı bekliyorlar, arada kanat çırpan tek tük kuş, beş on kulaç gitmeden bir başka tilki kuyruğu çamına gömülüyor ve akşama değin o da hiç kıpırdamadan, orada öylece uyuklayarak, dalgın gözlerle günün geçmesini bekliyordu.

Bu ara avcılar, kuyruklu şapkaları kimileyin havada, kimileyin yerde, bu Kanada kışının hazzına kapılıp, kimileyin coşkulu, kimileyin umarsız ve ama hiç konuşmadan iz sürüyorlardı. Kimileyin zaman tünelinin dışına düşmüş, kutupçul, ak tüylü, arkaik bir hayvan gibi yamaçlardan devrilip gelen kar yığını, homurtularla sessizliği bozuyor, kuşlar başlarını o tarafa çeviriyor, sonra benekli, ağır, ıslak kanatlarını keyifsizce oynatıp, gene alışkın, uyuşuk hülyalarına dalıyorlardı.

Şimdi -şu anda- avcılar açık alandan çıktılar ve diğer bir avcı kolunun, sık ağaçlarla kaplı, arkadaki dik yamaçtan inmesini bekliyorlar. Kimisi birbirinden bağımsız, arada bir ve sessizce tüfeğini doğrultarak, uzun uzun nişan alıyor, tam uzayıp giden yankılarla, bu Zeus sessizliğini, bu tinselliğin saltanatını bozacakken, nedendir bilinmez -birazda mırıldanarak- kızgın, tüfeğini indiriyordu.

Kimbilir belki de, ağaçlar arasında boynuzu, düşsel bir hâle gibi, hayâl meyâl görünen bir geyik, o büyülü ecemsi yaratık, o doyunçsuz ulu av, hemen o anda, yüksek çamların arasından göle düşen renkli, kocaman bir kuş sureti gibi, sihirle kayboluveriyordur! Belki de doğa bu büyülü, yücelen yaratıkları incitip, bu kutsallığı bozmak istemiyordur. İşte maral bakışlarıyla bir hayvancık daha geçti: Düş!.. düş denilen şey buydu işte bir avcı için. İnsanın tüylerini ürperten o gemi azıda heyecan, o doyumsuz isteri...

İşte böyle bir anda, gene böyle uzakta, ağır kıllı postallarıyla bir avcı, orada uzun süre, hem de dizleri üstünde, belki de bir uykuluk zaman kadar, nişan aldı durdu. Ateş edeceğe benziyordu!.. Baktım: Ayakları yontu gibi, bozlak, peri pabuçlu bir geyik duruyordu orada; Buran yeli de esiyordu ama! Nedense hiç kımıldamıyor ve oradaki çamların girintisi, gölgesi, tepedeki bu geyiğin, tanrısal bir nişan olmasını, olanaksız kılıyordu belki de... Narsistçe bir mabut gibi duran avcıda, sanki kıpırdayıp kaçmasını bekliyordu onun. Bozlak tüylü, kuru yaprak gözlü güzelde, kaçmıyordu işte, kaçmıyordu!..

Avcı tam yedi kez doğrulttu tüfeğini, eğilip doğruldukça hedef alıyor, vazgeçiyor, karar veriyor, cayıyor, sonra burun delikleri açılıp kapandıkça gene uzatıyor, gene indirip, gene dikliyordu soğuk demiri: Tanrının düşlerinden de yeşil iğne yapraklıların arasında kımılayan bu sonsuz sıcaklığa... Sonra burun delikleri gene böyle açılıp, gene tüfeğini kaldırıyor, sonra gene böyle indirip, tetikte bekliyordu alev boruyla!

İşte tam onda, karşı dağdan bu dağa kadar yankılanan, tepelerden bir kar yığınının, ta düzlüklere kadar, kulakları sağır eden bir gümbürtüyle sağılmasına neden olan, kuşların koyu karanlık dağların içine, bilinmezlere doğru yitip gittiği, dört ayaklıları sersemlemişcesine saatlerce koşturan, görkünç bir ses duyuldu! Evet! domuz mermisi yeri göğü sahiplenmişti bir süre...

Ve bir an geçip geçmemiştiki gözleri, yağan kara, apak kelebeklerin oynaştığı doğaya, kanatlı atların, kıvırcık başlı, üzüm gözlü aslanların yuvası, Enkidular, Gılgamışlar göklüğüne bakan ala başlı bir geyikcik, az önce vücudunun tüm ağırlığıyla nişan alan, iki ayaklının önüne güm! diye düştü...

Avcı tüfeğini indirip 'elâ gözlüye' eğildiğinde, tepenin tam karşı ucunda, sağ eliyle tüfeğini havaya kaldıran bir başka avcı, taklalar atıp, karların üstünde hoplayıp zıplayarak kişniyor, vahşi naralar atarak anırıp, bağırıyordu. Kurşun, ceylanın hâlâ kıprayan minik kulağı ile yalancı boynuzlarının arasına girmiş, ne olduğunu bile anlayamadan, az sonra devrilip ölmüştü.

Hiç!.. Eski dünyaya sevdalı biz aşıklar için, bir canlı daha yitip gitmişti, ölümlü dünyadan...

ULUS FATİH



Image and video hosting by TinyPic

Rüyalar / Rüya görenler / Afrika Hanı

Bir keresinde, eski karaağaç çerçevelerden birine güvenle yerleşmiş, içerdeki ile dışarıyı,
dışarıdakiler ile içeriyi birbirine bağlayacağına inanan ve bu olağanüstü görev için gereken bütün gizemi saydamlığında taşıyan, o kocaman cam levhalardan birinin, hiç fire vermeden yuvasından çıktığını ve kendini yerçekimine bıraktığını görmüştüm.
Boş bıraktığı çerçevenin içinden kafamı uzatarak ardından baktım, son derece kararlı görünüyordu, öylesine kendinden emin bir süzülüşü vardı ki yeni bir boyutta yer almaya hazır gibi hiç istifini bozmadan, varsaydığı yüzeye artık o her neyse paralel duruşunu bozmadan, yere değdiği anda tuza döneceğini hesap etmeden , hiç telaş etmeden düşüyordu..
Dördüncü kattaydık ve tavanlar yüksekti.Yetmiş çarpı yüz elli, durduk yerde intihar ediyordu cam, yirmi metreden iniyordu, yıprandığını mı düşünmüştü, sevilmediği için artık tutunamıyor muydu, macunlar çoktan dökülmüştü, kimsenin aklına gelmemişti yenilemek,
nerdeyse otuz yıldır boya değmemişti, sıcağa, soğuğa, yağmura, tophaneden tuz taşıyan rüzgara karşı çırçıplak kalan karaağaçlar nemli bodrumlarda yüzü gözü şişen eski dergi yaprakları gibi kat kat kabarmıştı. Bir yaranın, soymaya doyamadığımız kabukları gibi.

Çoktan sona ermiş bir saltanatın zavallı yoksul mirasçılarıydık. Çoğumuz neden burada olduğunu bilmiyordu bile. Ben , kendi adıma, gelip geçici bir yer olduğunu düşlemekle yetiniyordum. Şimdilik, evet şimdilik başımı soktuğum kapalı bir alandı işte, boyalarımı kuruttuğum, çıkıp gideceğim günü beklemeye yattığım herhangi bir yer. Belki diğerleri de öyle düşünüyordu, diğerlerinin de aynı şeyi düşündüğü ihtimalini düşünmüyordum, düşünmek istemiyordum, bunu düşünürsem bana ait olan düşüncenin artık bana ait olmadığı gerçeği ile yüzleşecektim ki bu işime gelmiyordu. Tanımak da tanışmak da istemiyordum,
ne zamandır orda olduklarını, ne zamandır çekip gitmeyi beklediklerini bilmemeliydim, orda yaşamıyormuşum, oraya ait değilmişim, gelip geçici bir misafirmişim gibi davranmalıydım.
Al işte koca cam levha bile çekip gitmeye karar vermişti, kaç yıldır ordaydı, yetmiş, seksen,
yüzden fazla mı yoksa, göz boyayan yılları da görmüştü kuşkusuz, belki o zamanlar gerçekten bir işlevi olduğuna inandırmıştı kendini, her gün özenle parlatılırken, ışığı en güzel haliyle geçirsin diye, içerdekini mi dışarıdakini mi sormaya gerek duymadan keyiflenmişti.
Ne zaman anlamıştı acaba, ne zaman kendini göçük gibi hissetmiş, sonrasında ne kadar zaman umut ederek beklemişti. Bağlantı olmuyordu, olamıyordu işte, ya içerdeki ışık fazla geliyordu dışarıya, ya dışarıdaki içeriyi kör ediyordu.
Saydamlığının, geçirgenliğinin işe yaramadığını fark etmesi ne kadar zor olmuştu, ama yine de ondan değildi intiharı, birileri unutmasaydı, tutunacak bir nokta kalsaydı, her poyrazda
titremekten , yokluğu ta içinde hissetmekten yılmasaydı, vazgeçmeyi düşünemezdi.
Yine de, bu kararlılığı saygı duymayı gerektiriyordu, elinden geleni yapmıştı işte, en azından
beklemişti, şimdiyse henüz kimselerin ayılmadığı bir saatte, uğurlanmayı bile arzu etmeden
gidiyordu. Savaşçının nedimeye sorduğu gibi, ‘bu hanımınızın yaptığı doğru bir hareket
midir’, ‘evet’ diye cevaplar nedime, ‘hem de gelmiş geçmiş hükümranların en soylusuna yaraşır şekilde’.

Bir an, ancak her şeyden soyutlandığı zaman kendi anlamını taşıyabilir, kendine dair bir an olabilir; ben de birdenbire gördüm, sokakta uyku sersemi salınarak yürüyen çocuğu.

Muhtemelen sabah işine çıkıyordu, ne tam çocuktu, ne ergen, neticede henüz ötekileri yönetemeyecek biriydi işte, keyfinden değil, git para bul dedikleri için yürüyordu bu saatte taksime. Belli ki akşam ona iş çıkmamıştı, belki de hap ağır geldiğinden sızıp kalmıştı,
standardı yoktu işte, bazen uçuruyor, bazen de adamı hasta edip sabah işine mahkum bırakıyordu, sabah işinin daha zor olduğunu biliyordu üstelik, yakalanma olasılığının daha yüksek olduğunu, beceremezse tarla başında yiyeceği dayağı, becerirse onca uğraşına değmeyecek nevaleyi. Ama hayat buydu, bu kadardı, hepsini göze almak gerekiyordu,
bazıları daha erken tanışır, bazıları daha geç, tek fark budur.

Büyük cam düşüyordu, çocuk yürüyordu, birbirlerine randevu vermiş iki sadık sevgili gibiydiler, aynı anda aynı noktada olacaklardı ve ne tuhaf birbirlerini öldüreceklerdi işte.

Ama çocuk bilmiyordu ki, kendi kendine konuşur gibi yürüyordu, yerlere bakarak, sanki hala bir iki nefes sunabilecek bir izmariti arar gibi, arada iş alışkanlığıyla sağını solunu kolaçan ediyordu, başını yukarı kaldırmak aklına gelmeyerek, başını kaldırmıyordu, gökten ne tehlike gelebilirdi ne de hediye. Bedeni büyümese de bunu öğrenecek kadar tecrübesi vardı.
İhtimal kafasında hesaplar yapıyordu, ne kadar erken öğrenirsek öğrenelim düşlerimiz yok olmaz. Ancak düşlerimizi yok ettiğimizde vazgeçmeyi göze alabiliriz.

O anda bir ses olmak istedim, ses değildim daha kötüsü sesimi yitirmiştim, bir sesim olsaydı bağırabilirdim, çocuğu uyarabilirdim ama yoktu. Şimdiye kadar dertlenmemiştim bundan, umursamıyordum, kabullenmiştim, şimdi anlıyordum ne kadar önemli olduğunu, demek şair haklıydı, ses olmayınca hiçbir şey olmuyordu.
Titremeye başladım, tanığı olduğum gerçeklik, birazdan herkesin gerçekliği olacaktı. Bunu değiştirmek için mi tanık seçilmiştim, ama nasıl olur, böyle bir gücüm yoktu ki. Eğer öyleyse yanlış bir seçimdi bu. Peki neden ben, neden izlemek zorunda kalıyordum bunu, biliyor ama değiştiremiyordum, öyleyse neye yarardı. İçimde vahşi atlar koşuyordu, içimde bütün hayatım koşuyordu, yüreğimin atışları öyle hızlanmıştı ki durmakla aynı şeydi bu, kan pompalanmıyordu, çocuğa bir şey olursa, asla iflah etmeyeceğimi biliyordum artık.
Kendime dair umutlarla birlikte gömülecektim ben de sonsuza kadar karanlık bu hana.
Kaybolmak istiyordum , kaybolmak ve görmemek, yok olayım ben, görmeyerek kendimi kurtarmış olacaktım, ama yaşanacak olan yaşanacaktı orada, peki ben sandığım gibi kurtarabilecek miydim kendimi, neden suçlu gibi hissediyordum, sesimi kaybettiğim
için mi, yoksa nerdeyse otuz yıldır boya yüzü görmemiş çerçevelerle ilgilenmediğim
için mi, iyi de niye ben, karnımı doyurabilsem böyle bir yerde ne işim olabilirdi zaten.

Şuurumu yitirmiştim artık, çocuğu düşünüyordum sadece, cam levhanın kafasına değdiğinde parçalanacağı o an, o hiç beklemediği an, yarılan kafatasını, fışkıracak kanı; edepsizce sokağa yayılan çocuk beyni bulaşmış cam parçalarını, çağırılacak ambulansı, saatlerce gelmeyişini, gelemeyişini, neden sonra birilerinin sevabına ilkyardıma karga tulumba götürüşlerini; orada polisin devreye girişini, hemen hesap kitap sormaya başlamasını, ardından aylak bir ifadeyle sokağa gelişlerini, sıkıntı içinde bütün hanı sorgulayışlarını, herkesin sanki her şeyi biliyormuş gibi kendi hikayesini anlatmasını, suç mahallinin dördüncü kattaki boş çerçeve olduğunu tespit edişlerini, işi çözmenin verdiği rehavetle gerinerek merdivenleri çıkışlarını, sonrası, sonrasını hiç bilmiyordum.
Çocuk ölecekti büyük ihtimal, onunla birlikte düşleri de, sokağın tozu toprağı içine karışıp gidecekti, kimse de umursamayacaktı. Hiçbirimiz bilmeyecektik, o düşlerin belki de hepimizin kurtuluşu olduğunu. Yitirdiklerimizi dert etmediğimiz için, birer hayalete dönüşmüştük çoktan. Hayallerimiz bile karanlıktı, rüyalarımız bencil ve yalnızdı. Hayatın içinden değil, kendimizi zorla sürüklediğimiz labirentlerden geliyordu. Başımız ise hep gökyüzüne dönüktü, aklımız fikrimiz yıldızlarda, arzularımız ay’ın dönencesinde, ruhumuz güneşin belirlediği değişmelerdeydi, birbirimizi tanıyamıyorduk, tanımıyorduk bu yüzden, bütün felaketler oradan iniyor, bütün hediyeler oradan dağıtılıyordu.
Çaresizliğimden utandım birden, bu beden, bu ruh , bana bunun için mi verilmişti. Tadına doyamadığım, daha doğrusu hiç tadına bakamadığım hayat, nasıl oluyor da beni çaresiz yapıyor, buna rağmen ben ona inanmaya, umutlanmaya devam ediyordum.
İçime girip, organlarımı parçalayan bir vidanjör olsaydı şimdi, ancak bu kadar bilebilirdim,
bildiklerimin bilmediklerim olduğunu.
Kendimden nefret ettim, sesimi kaybettiğim ve bunu sorgulamadığım, peşine düşüp aramadığım için, hiç çaba göstermediğim için. Yarattığım çizgi romanların kahramanlarına dönüşmek isterken, yerçekiminden daha hızlı hareket edip, camdan önce yere inen, sonra kollarını uzatıp usulca tutuveren kahramanlara özenirken, kendi gücümü yitirmiştim.
Eksikliğime ağlamaya başladım, kendime olan kızgınlığıma ağlamaya başladım, anlasana diye seslendim cama, aklımdan geçenleri anlasana, benim seni anladığım gibi..
Tamam gitmek istemiş olabilirsin ama şimdi değil, şimdi şu an, çok yanlış bir zaman.
Şimdi değil lütfen, başka ne zaman istersen eyvallah ama şimdi değil, şimdi olmamalı,
beni böyle zorda bırakmamalısın, macunlarının yenilenmemiş olması senin suçun olmayabilir,sen rahatsın, peki ya ben, ben kendime nasıl anlatabilirim sesimi neden kaybettiğimi, kimlerin ya da nelerin üzerine atarak kurtarabilirim kendimi. Hem bunu becerebilsem bile neye yarar, çocuk ölecek, duyuyor musun beni çocuk ölecek.
Sen ihmal edildin diye, ben ihmal edildim diye, çocuk ölecek.
Herkes bunu çok doğal görecek, görünmez kaza diyecekler, senin neden intihar ettiğini, benim neden konuşamadığımı sorgulamayacaklar bile, kimse merak etmeyecek. Bütün olan bitenin yükü çocuğun omuzlarına binecek, başlamamış hayatını verecek o. Hem de ne için, hiç bilmediği ve asla öğrenemeyeceği bir hikayenin üçüncü tekil şahsı olarak, bir kahraman olmasına bile izin verilmeden, diğerlerinin yanına gömülecek.
Şimdi bu sokak kana bulanırsa, görüp izlemenin tek başına hiçbir işe yaramadığını öğreneceğim, biliyorum bundan böyle de görmek istemeyeceğim, unutmak için kör olacağım. Sesini çoktan yitirmiş bir kör olarak sürükleneceğim. Senin gibi intihar edecek gücüm yok benim, keşke olaydı, ah keşke olabileydi.
Bak sen geri gel, yemin olsun, sesimi bulacağım, ne deliğe girdiyse bulup çıkaracağım onu, kimlere ödünç verdiysem kopararak alacağım, bir daha da bağırmamı kimse engelleyemeyecek.

Yarı beline kadar boş bir çerçeveden sarkmış kaskatı bir nesneydim, sadece ruhumun benden çıkıp, yürüyüp gittiğini duyumsayabiliyordum, sıkıştığı bedenden çıkmış koşuyordu, nihayet özgürdü sanki, camı yakaladı, bir an orada kalakaldılar, ne yapmak istediklerine karar vermek istiyormuş gibi, zaman durdu, dünya durdu, dondurulmuş bir film karesi olabilir belki, ama değil, her şeyin donduğu o yerde çocuk yürüyordu.
Sonra cam yok oldu.. Boş bıraktığı çerçeveden bedenim sarkıyor olmasa gördüklerimi rüyalarım sanırdım, bundan böyle bıraktığı boşluktan içeri sızacak, rüzgarı, yağmuru, karı, delici soğuğu iliklerimde hissettim, aynı zamanda hayat veren sıcağı, yatağımın altına kadar girip yuva yapan kumruları, yüzümü yalayan sabah esintisinden dudaklarıma yapışan tuz tadını, her gün yeni baştan başlamayı, palamarlar iskele babalarına geçirilmeden neden atlamadığımı, ötekilere güvenmeyi, hayatın sadece bir pazarlık olduğunu, rulet masasında neden hep kırmızıya oynadığımı, sayıların sonsuz kombinasyonlarında saman yolunun gizli olduğunu, hepsini ve hepsini..
Derken gırtlağımın yırtıldığını duydum, unutup gittiğim o hissi, sesimin geri gelişini çatı aralıklarında uyuklayan güvercinler de duydu, ortalığı kanat gürültüsü doldurdu.


Çocuk, istiklale çıkan köşeyi dönüyordu.

Nefise Pınar/suadiye-İstanbul


Soyut Kimi Düşünceler / Hamid Farazande



Soyut Kimi Düşünceler

"Eğer günümüz Türkçesiyle, yazısıyla bir 150 yıl önceki dil -yazı
arasında bu denli kopukluk ve Na-aşinalik mevcut ise, bundan o
insanlar sorumlu değil, sonraki nesillerin vefasızlığı, kırıp
dökmelerine bağlamak gerekiyor, ikincisi ve en can alıcı nokta
bugünkü "modern" Türkçe şeklini, bicimini bulmuş artık, bundan
sonrası yine gelecek kuşaklara kalmış… dil aritmetiği bilinmeyen bir
denklemler toplamı değil, ileriye doğru ama ayaklarını sağlam ve
temel kök hücrelerine basarak yürümek zorunda…
" ( JM'nin yazısından).


Unut(ul)ma üzerinde inşa edilen bir kültürde, insanın, Geçmiş'in
kültürüyle olan ilişkisi zehirlenir. Geçmiş'e duyulan aşk çoğunlukla
şimdiki Zaman'a duyulan nefrete eşlik eder. Karşı kutupta da sert bir
tutum yer alır: "Bu düşünceler eski, artık kabul edilemez.": şimdiki
Zaman, Geçmiş'i silmeye çalışır.

Tarihsel bilinç içinde oluşan kopukluk her zaman kutuplaşmaya yol
açar: Bir yandan antikleşen ve ideolojik amaçlara hizmet eden
kültürel metalar, bir yandan da çağdaş denen bir tarihî an—Bu da
bellekten yoksun olduğundan statüko'ya dönüşür, kendi karşıtını kendi
aynasında oluştursa dahi. Sorun buradan kaynaklanır: Zamanın ritmi
böyle bir toplumda bozulmuştur. Bilincin en gelişmiş şeklinde,
Geçmiş'te devamlılığı olan herşey kendi karşıtına dönüşür, ama kendi
sınırları içinde kalıp elde edilen son bilgiler tarafından
olumsuzladığını kaale almayan bilinç Geçmiş'in ağlarına doğru
çekilmiş olur. Geleneğin yabancı olan şeye duyulan arzu ile
birleştiği noktaya "deneyim" denirse de deneyimin hayat bulduğu tek
alan tehlike alanıdır.Schönberg gibi avant-garde sanatçılar –
Adorno'dan naklediyorum— kendi öncülerine öfke duyarak onların
tılsımından kaçtıklarını kendilerine ispatlama dertleri yoktu. Onlar
gelenekten mesafe alarak tehlikeye girmeyi denediler, özgür olmak
istediler, ve böylece kendilerinin gelenekle eşit olduklarını
anladılar. Onlar hiç bir zaman Gelenek'ten kopmadılar, hiç bir zaman
yeni bir başlangıç olma gibi bir tasaları olmadı, tam tersi, onlar
kırmaya çalıştıkları Geleneğin gizli amacını gerçekleştirdiklerini
biliyorlardı.

Geleneği artık anlayamadığı için onunla çarpışmayı bırakan kişi, onu
inkâr etmeye başlar. Vaktinde olmayan bir şimdiki Zaman çağdaş zaman
değildir, böyle bir tasası varsa, Geçmiş'in gücüyle dolması gerekir:
Bu şekilde de artık idole olmaya ihtiyacı yoktur.

Gelişmiş bir bilincin görevi Geçmiş ile olan ilişkisini düzeltmektir,
bunun için de çağdaş olanı Geçmiş'te geçici olandan ayırması gerekir.
Bir tek bunu yaparsa Geçmiş'in otoritesine karşı koyabilir: Gelenek
de böylece artık onun zıt anlayışı olan yaşayanların haklılığı veya
ölülerin haksızlığından daha hak sahibi olamaz. Öte yandan, artık
yeni devirde doğan insanlarla dünyanın başlamış olduğunu içeren fikir
de kabul görmez olur.

Hamid Farazande


Son Zar / Ömer Serdar


Image and video hosting by TinyPic
Son Zar
seni ellerimle savurduğumda
bileklerimi öpmeyi öğrettin bana
ben kendi(siz)liğimi bilirim
iz ki bu çok bilinen rüya
tiz ki bu kendine yoksul anlam
zar sırasını bekleye dursun
sır durma(z) yaz(ar)

Hangi bilgiyi bana dikte edebilecek o bahar? Ditrambos rahibeliği; ne var ki, artık geçmiş bir yazgı. Artık kendini kandıran liderlere, kendileri gibi kanmış zavallılık hüküm sürmeyecek. Kan hükmünü sürdüremeyecek.Yine de yolunu süreceksin, çünkü başka bir var oluş bilemezsin. Sözlerini, o “sen” say ve bil bakalım kimler seni duyar? Benim duyduğum kavram dışı, kısa devreli yaratıklar. O denli basit yani. Basit olan, neden sen değilsin diye bu direnişi kırar gibi davranacaksın… yinelemek gerekir bunu: Benim kadar sen de basitsin. Özündeki kaypak iktidar hırsını gizleyemezsin.
Gerçek aydınlık, zamanı yaratmaktır. Oysa göz göze gelirsin, bakar da gözüne kendi siluetin adına kıpırdarsın. Çünkü bu hükmün başına vurulan çekiç, sendeki “o”nun canını yakar. Sonra sorarsın: neden bu öfke? Sen, ne kendin kalmıştın, ne de o olarak gitmiştin aslında. Oldukça uzun yollar seçtin, gitmeyi gelmek sandın, yaklaşmayı ise gitmek. Oysa yakın adımsızlık ister. Adını karalamadan, uzaksız kalmalıydın. Şimdi sahnede kanunsuz afişleme eylemi. Sözde öfke, sözde yen… kol kırık değil ki yen içinde gizli kalsın.
İşte bu satırlar yüz yüzelik olanağı kullanılmayan illegal bir denemedir. Aşüfte bir bahar, ne de olsa insanın başına hıdrellezler örer. Ateşler ekler. Serinleri yaratan vahalara böyle zamanlarda gerek var.
durmaz yaz(ar)
durma yaz ar
Diyorum ki; sana sen olarak seslenirsem sesimi sandığın gibi duyarsın. Sesim sandığındır kimi zaman ama sandık seni hep böyle kapsamaz. Emeğim kadar kalıcı başka nen var? Söylemle eylem farkları arasında gidip gelirken eprimiş bir doku mu bu?
Öyleyse:
Sırayı tahtaları dizerek oluştur. Senin gibiyim. Beni kırıp yakabilirsin, ısınırsın o zaman. Her kıvılcım kendi ateşinin kundakçısıdır. Bütün ağaçlar bu olguyu sezer ama söylemezler. Tercihleri, sıradan değildir. Söylemleri sessizliğin ederidir.
Zar yandı. Dumanı, sonsuzluğu tütsüleyen bir ayazdı. İlkyazdan olan, basit bir mevsimi, sen de yazmalısın. Oysa kandilinde yangını barındıran küçük alevler var!
Ve hâlâ kin: Tüm öz eleştirilerin, dışında kalma direncin. Her ne varsa, önce kendinden bilmelisin. Ormanın dilsizliğini kuşlarından başka kimse, tam olarak anlayamaz. Varlığına yeni sahneler kur. Zakkum yığınlarının içinde çiçekleri unutarak, yol al. Sadece “ben” i sorgula ama kullanma. Ve serin sular, senin kendine yarattığın balıksız nehirlere akarlar. Hatta bütün balık fosilleri senin tarihini yazarlar o egoist nehirde. Bu, kendi seçimin olan yazgındır. Bu, senin ellerinde balıksız kalan oltandır. Gittiğin sürece, yol da var. “Sen” deyip durmaktasın. Bu, yalan. Aslında sen “ben” deyip durmaktasın. Öylece kalmayı bil ki, yolda bir adım olmak yerine yolun kendisi olasın.
Bakışların doğası gereği içeriden dışarıya doğrudur. Bu, doğuştan var olandır. Yani ilkeldir. Kendini bırakmalısın. Gözlerinden başlayan bakış yolculuklarının, görme eylemiyle, eşyadan sana dönen sonuçlar olduğunu anlamalısın.
Dönüşün hakkını ver. Senden dışarıya doğru görülecek bir şey yok. Görüp bileceğin ne varsa dışarıdan içe doğrudur. Dönüşler evrimin basamaklarıdır. Yanmakta olan veya sönmüş yıldızlar, galaksiler, gezegenler ve tümüyle kozmos, bu eylemin içindedir. Bu dönüş, öyle anlara ulaşır ki, dönüşüm başlar. Gerçek eylem dönüşmedir. Bu da bir başka döngünün başlangıcından ibarettir elbet.
Varmak için başla, hiç başlamamış gibi var ol.
Sana öyküler anlatabilirim. Öyküler gezegenlerin uydularına benzerler. Bağımlı oldukları yapıdan daha küçüktürler ve daireleri tek bir çekime tutukludur. Gezegenden gökyüzüne bakanlar, onun çeşitli hallerini görürler. Bedeninden yansıyan ışık kırılmaları, türlü şekillere bezer onu. Ne var ki döngüsü, gezegenin tutuklusu olduğudur. Gezegen, bu duruma egoist bir ad koymuştur. Ona uydu der. Fakat gezegen de ona bağımlıdır. Ben özgürlüğün anlatıcısıyım. Ne tutuklu ne de tutuklayandır sözlerim. Sana öykülerden işte bunun için bahsetmek istemem. Uydu bile olsam özgürlüğü bilirim. Yörüngeyi anlarım. Onun dışına çıkarsam, ne sen kalırsın, ne de ben. Yol işte bundandır. Yokluğun anlamı bu.
Olduğun yerdesin. Ne çok uzakta, ne de yakın, aradığın her şeydesin. Ancak aradığın her şey, seni daha tanımlayamıyor. “Sen” deyip durma. Bu, yalandır. Aslında sen “ben” diyorsun ya… bu, senin yolculuğundur. Değil dünyada, galaksilerde bile yol alsan “ben” den başka “sen” bulamazsın.
Denizleri konuşalım seninle. Onun yapısındaki su da başka bir yol hikâyesidir. Bu yol sürekli bir aşağıya gidişin hikâyesidir. Zirvelerde var olsa da uzun veya kısa katedişlerin ardından çukurlara varırsın. Aşağılara birikişlerin öyküsüdür su. Onun için hüznün gözlerinde onunla beden bulur, aşağılara akar yaş. Hüzün aşağıların yolcusudur. Ve oradan başlamıştın sen. Denizliğini konuşalım. Birinci çoğul şahıslığını da konuşalım. Ardışık eylemlerin dalgalara benzer. Hep bir kıyı, hep bir koy ararsın. Çukurlarda birikmişliğin, kıyıya vuruşlarını hazmetmek istersin. Onun için dışına yönelirsin. Kıyıya vuran bir dalgadır hüznün. Oysa bir dağın eteğinin ucundadır o kıyı. Suyunu ona ser. Denize akışını izle yeniden. Çekilişini gör ki; dışındaki dağın, senden başladığını kavra. Denizleri konuşurum seninle, suyu bilirsen.Öyleyse dağları da konuşurum seninle. Yücelikten değil. Bütünlükte seviye yoktur çünkü. Dağda sevgi de yoktur nefret de. Bunlar senin dışındaki şeylerdir. Sen artık dışarıdan bakıyorsun. Onlar, ardında kalmıştır çoktan. Dağı gördün mü? Sevgi de nefret de bütünü zedeler. Bunlar seni sürekli bir arayışa sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Dağı gördün mü? İşte oradasın sen.
Bense şimdi susuyorum. Ararsan eğer, suya dön, yeniden başla. Ben de başlarım yeniden, sesindeki “sen” ile konuşmaya.

Ömer Serdar





Timsah Yüreklinin Ölümü!..



Nefret’in “yüzü” Var! Unutulmayacak…
Timsah yürekli Diktatör Pinoşe öldü!
17 Yıllık iktidarı süresince tam 3.000 masum insanın hayatına kıyan, gücü gözyaşıyla yoğuran Şili toplumunun tüm dokusuna ölüm-korku-vahşet serpiştiren “adam kılıklı” yaratık öldü! Şili halkının meşru ve seçimle işbaşına gelmiş Devlet Başkanını Salvador Alende’yi “büyük ağabeylerinin”de yardımıyla ve kanlı bir darbe ile deviren, iktidarının ilk yıllarında sıcak Latin ülkesine kan kusturan ve tam bir karanlığa sürükleyen Pinoşe’yi evlatlarını yitiren anneler, kayıp listelerinde hala o canlarını arayan binlerce aile nasıl unutsun ki? General Pinoşe, darbe döneminde kullanılan gözaltı merkezlerinde işkence yapmak, cinayet ve adam kaçırma suçlamalarından yeniden hakim karşısına çıkarıldıysa yine evinde “dinlenmeye” çekildi. Mahkeme hakimi, yargılama sonunda, eski diktatörün topluma karşı ciddi tehlike oluşturduğu için tutuklanmasına karar verdi. Ancak, Pinoşe'yi 90 yaşında olması nedeniyle cezaevi yerine ev hapsine gönderdi. Savcılık, darbe döneminde kullanılan gizli gözaltı merkezi Villa Grimaldi'de işlenen 23 işkence, 36 kaçırma ve 1 cinayet olayıyla ilgili olarak Pinochet'nin tutuklanmasını istemişti. Başkent Santiago yakınlarındaki Villa Grimaldi'de, 1974-1977 yılları arasında binlerce kişinin, ailelerinin hayatını karatan nefretin sembolik yüzü gider ayak büyük bir tarihi dersin son yaprağına da imza attı: “ gecelerimi korku ve ölüm ıstırabı içinde geçiriyorum” diyerek!
Oysa o gitarın usta ismi Jara bir daha gitarına dokunmasın diye ellerini ezdirten de ta kendisi idi.
O dönem yani 1973 yılında Santiago’da gazete muhabiri olan Çernişev adlı Rus gazeteci şöyle anlatır:” Jara dudaklarında bir şarkı ile öldü”…
Daha sonra serbest kalan bir Şili’li genç o şiiri dışarı taşır:

"Beş bin kişiyiz burada
şehrin bu ufak kıyısında
beş bin kişiyiz
kim bilir kaç kişidir
bütün şehirlerde ve bütün ülkede
tohum eken ve fabrika isleten
yalnız burada on bin el
ne zor şarkı söylemek
şarkı dehşetinki olunca
yasadığım dehşet
öldüğüm dehşet
kendimi böylesi bir kalabalık
ve bu şarkımı çığlıkların ve
sessizliğin noktaladığı böyle çok
sonsuzluk ani içinde bulmak
gördüğümü hiç görmemiştim
hissetmemiş ve hissetmekte olduğum
yeni bir anin doğumu olacak .."
Şiir: V. Jara

2000’lı yılların daha ilk on yılında bölgemizi büyük bir kaosa sürükleyenlerin de şimdilerde o en çok aranan sözcüğün garabet yolcusu olmaları yadırganılacak bir durum değil.
UNESCO’nun 2007 yılını tüm dünyada Rumi yılı ilan etmesi tarihi bir tesadüf değil!
İnsanlığın içinde çırpındığı cehenneme bir “dinlenme faslı” olarak eklenme arzusundan başka nasıl yorumlayabiliriz ki?

Oysa Rumi bile kimi var oluşundan ciddi kuşku içersinde, haberleri var mı ki?
“Sen habire gevele dur bakalım
Habire “usul boylu birlik çam ağacı”de!
Sonu nereye varır bunun?”
Rumi.


Sorunun yanıtı yine onun kaleminde:

“ Şu beş duyudan, altı yönden
Varını yoğunu birliğe çek, birliğe.
Kendine gel, benlikten çık, uzak dur,
İnsanlara sarıl
İnsanlara…”

Rumi

Saygılarımızla,

Borges Defteri Moderasyon Grubu


Kafka, Rumi, Görme/Okuma Biçimleri...


Image and video hosting by TinyPic

kafka, Rumi, Görme/Okuma Biçimleri
ve Extramücadele

Extramücadele 1997 yılında Memed Erdener’in başlattığı, hayali siparişlerle özgün yolunda ilerleyen bir güncel sanat projesi. Bu proje, toplumun içinde kök salmış ideolojik güdülenmelerin haritasını çıkaran, alternatif bir ikonografi oluşturur. Politik doğruculuğa pabuç bırakmayan ironik bir eleştiri ve belki de derinlerde saklı ütopik bir arzu. Öteki’yi bir tür farklı okuma, görme çabası…
Sanatçının 2005 tarihli Kalbimin Taa Derinlerinde çalışmasını Rumi’nin ölümsüz dizelerinden yola çıkar:

"O'nu hristiyanların haçında bulmaya çalıştım, ama orada değildi.
Hintlilerin mabedine, eski pagodalara gittim, hiç bir yerde en ufak bir izine bile rastlamadım.
Dağları, vadileri gezdim, ne doruklarda ne derinlerde bulabildim O'nu.
Mekke'ye, Kabe'ye gittim, orada da değildi.
Alimlere, filozoflara sordum,
İdraklerin ötesindeydi.
Derken kalbimin içine baktım,
Orada, yerleşmiş öylece durmaktaydı,
O, bulunabilecek başka hiç bir yerde değildi. "
Mevlana Celaleddin Rumi

Çizimde; takım elbiseli adam bir ibadet anı titizliğiyle ellerini dizleri üzerinde birleştirip, usulca önünde dikilen bir kalbi dinlemektedir. Adamın kulağındaki girişin karşılığı kablo aracılığıyla kalbe bağlanır. Burada ilk akla gelecek okuma, kişinin varoluşundaki gerçeği anlama sürecinin postmodern siborg çağında teknolojik bir ara yüzey bağlantısıyla gerçekleşebileceğidir. Teknolojik devrim sadece gündelik hayatın her alanına değil; tin’e kadar sızmıştır. O olmadan kendi iç sesimize bile vakıf olamayız.

Ama ben, ilk akla düşen okumanın fazla kolay bir ‘görme biçimi’ olduğunu söyleyeceğim. Tıpkı klasik Kafka okumalarına Deleuze&Guattari’nin getirdiği çekinceyi hatırlamanızı isteyeceğim. Tıpkı Baba’ya Mektup’un Oedipus kompleksinin en abartılı karşılığını oluşturma çabası gibi. Yada tüm yapıtının o karanlık, kapalı, boğuk, patalojik atmosferi içinde; ironiyi gizli bir silah olarak tüm iktidarlara çevirebilmesi…
Extramücadele’nin Kalbimin Taa Derinliklerinde yapıtında mutlaka bir dinleme eylemi var. Ama kişi dışarıya koyduğu yada yabancılaştırdığı kendi kalbini dinlemez. Resimdeki kişi; memur düzenliliğinde kesili saçları, bir bürokratı anımsatan düzenli gri takım elbisesi içinde dinleme vazifesini yapan bir devlet memurudur.
Deleuze’un 2. Dünya Savaşı sonrası dünyasını ‘denetleme toplumu’ olarak tanımlaması ile yola çıkıp; 1984, Cesur Yeni dünya, Biz gibi bilimkurgunun kara ütopyalarını anımsayalım. Ancak; oradan teknoloji, iktidarlar ve tin arasındaki çatışkıları ve Kafka’nın Ceza Sömürgesi adlı disütopya denemesini bilişselleştirebiliriz.
Böylece kolaycı cevaplardansa; karmaşık soruların puzzle’ında Extramücadele’nin etik kavramı etrafında dönen yapıtlarındaki ironiyi okuyabiliriz. Yada Rumi’nin dizelerindeki çağrıya uyarak, sessizliğin melodisini içselleştirebiliriz.


Yazarı: Bay Perşembe (R.A)



Kafka, Habermas,Post Sekülar Bunalım / Sufi.



Defter’in iyi yazarlarından Naime Erlaçin dostun bir şiirini sizlerle paylaşacağım, sonra bu şiir neden beni Prag ve Kafka’ya sürükledi, onu anlatmaya çalışacağım.

Dava şiirini tekrar okurken, insanoğlunu düşündüm, dış dünya tarafından baskı altında tutulunca, kurtuluşu hep bu dünya ile arasına bir uzaklık koymakta bulur.
Bu mesafeden bakıldıkça korkunç olan, gülünç niteliğiyle görünür.
"Sancı alegorisi!", insanlığın trajedisini şiir ufuklarına taşıyor, Marx'ın umduğunun tersine, insanlık artık gülünç bir biçimde, neşeli diyemem ama sanırım şaşkın biçimde dillere destan görkemli geçmişine veda edecek.
Ön planda ve aralarında hiç boşluk bırakılmaksızın bağlanmış görünümler, açıkça dile getirilmiş düşünce ve duygular, rahat ve gerilimden uzak bir atmosfer içinde.

Kafka'yı anımsamak..
O kafka ki insanoğlunun eylemlerinin saydam ve yetkin olmayışından ötürü duyduğu tüm hüzne karşın, yıkılması olanaksız gerçeklerin bulunduğuna da inanmaktaydı. Geçen günlerde Karşı Sanat Galerisinde meğer bir toplantı yapılmış, “Çöl Cinleri Sanat Kolektifi”nin düzenlediği etkinliğin konusu Kafka ve bir sergiyi okumak üzerine idi, üzülerek, hayıflanarak işleri göremedim, oysa İstanbul’da olsaydım birkaç saatimi bu işe ayırırdım, gider sindirmeye çalışırdım yapıtları, verilen emekleri, uykusuz kalınan gecelerin ıstırabına dokunurdum yani izleyen açısından o en kolay işi yapardım, sizler ki bu etkinliklere iki adım mesafede duruyorsunuz neden bunca umarsız, vurdum duymaz bakar, bakar ,bakar geçersiniz diye de asla sorgulamam, hem bana ne, hem kimim ki, Ressam Tuncay Takmaz’ın bu gibi konularda bazen haklı itirazını, uyarısını düşünüyorum, pek de haksız sayılmaz. Değil mi? Birileri uykusuz kalmışsa, şiir, öykü, roman yazmış, resim, sanatsal düzenleme yapmış, yazı yazmış bir “şey” çıkarmış ortaya, yoktan var etmişse o telaşın yanıtı “Bize ne” olmamalıdır böyle dediğimiz an şu gök kubbe üzerimize çöker, ağırlığı dayanılmazdır dostlarım.. Sözüm o ki benim de çok geç haberim oldu, jm, cemil dostun(defter ve cey sanat dergisinden zevkle takip ettiğim ve emin “ellerin” emanetçisi değerli dostumuz) bir de bir kişi daha aralarına katılmış ve saatlerce Karşı Sanat’ta Kafka’yı ve işleri tartışmışlar ama mektubundan anladığım kadarıyla “birilerinin” “özgüven” yoksunluğu bes+ belli ki onu tedirgin etmiş, hani o Kafa’yı olduğu gibi anlamaktan aciz ve sadece Batı’nın düşünce sistemiyle beyin tabaklarını resmen “yemiş+bitirmiş” tahakkümcü zihniyetlerin estirdiği tedirginlik rüzgarları beni de tedirgin eder elbet ki, açıkçası bu noktada jm’ye katılıyorum o alışık olduğumuz “tayfaların” kuru, yer yer donanımsız Batı hayranlıkları ve safça aldanışları eninde sonunda duvara “toslayacak” ama ne zaman? Bunca zaman Habermas diye diye kafamızı ütülediniz, ne oldu Sr. & Senora? Üzücü ağır felsefi içsel bunalımda çırpınıyor bay Habermas şu günlerde! Hiç haberiniz var mı? Hantington’un sözde kuramsal safsa(LA)talarını, ve kurnazca önerdiği “medeniyetler diyalogu”nu ki sadece “ezenden” yanadır o diyalog, anlarım; ama Habermas en azından yayılmacı düşünce sisteminden uzak çilekeş bir “müteffekirdir” varsın bugünlerde bunalımda olsun ama her üç yazılarının ikisinde Habermas’ı mastar seçen dostların bugünlerdeki tuhaf sessizlikleri beni
düşündürüyor.
O dostlarımız neden bunca sus+pus olmuşlar, neden çıkıp hiç savunmazlar artık Habermas’larını? Eğer felsefeyi “içinden çıkılmaz sürece” indirirsek ne olur acaba? Gözün aydın felsefe mi diyeceğiz? Vallahi de billahi de yine Jm. haklı çıktı onun hakkında, onun (Habrmas’ın) post sekülar dönemin çok belirgin geçişleri konusundaki ciddi metodolojik açmazlarından söz etmişti bir ara ve Avrupa’nın birkaç ülkesi dışındaki neredeyse tümünde geçerli olan bir olguya dikkat çekmişti, yeni Papa hazretlerinin de bu sürece hız kattığı kanaati de yersiz değil, ama beni en çok şaşırtan olay ki bunu da jm’den öğrendim yeni Papa’nın temel felsefi ekol ve “öğrenim kodları Heidegger geleneği üzerindenmiş” yani bugünlerde onun çıkışlarındaki kimi ırkçı eğilimlerini eski ustasında (Heidegger) ve SS tutkusunda aramalıyız. Çok isterim konuyu( + Habermas’ın içine düştüğü felsefi çıkmazları+) detaylıca kendisi defterle paylaşsın.
Sonra birileri bir yerlerde otursunlar ahkamlar keserek, toplama, çıkarıma, çarpma fermanı çıkarsınlar.( felsefenin kulağı var, sır saklamıyor) Nedenmiş efendim? Türkçe bu işlere elverişli dil değil+miş! “Efendim”? Pardon? Neden miş o? Diye de bir Allahın kulundan gık, itiraz sesi bile çıkmıyor. İki sene önceydi sanırım jm, Murat Gülsoy’un bir kitabı hakkındaki o uzun irdeleme yazsında (defter arşivinde mevcuttur birçok arkadaş o yazıyı okudular, hatırlarlar belki) Nietzsche’nin Türk-Türkçe yazını hakkındaki görüşlerini aktarmıştı, demek ki ta o yıllarda Nietzsche gibi bir düşünür bile Türkçe’ye ve bu dilin üretimine duyarsız değildi, oysa birde bizim “ukalalara” ve kendilerini “kem” görme hastalığına sürüklemiş dostlara bakar mısınız?
Neden bu dil ve bu “coğrafyalardan” bir Dostoyevski veya Kafka yorumu gelmezmiş? ( ama yorumdan, eleştiriden söz ediyorum, öyle Orhan Pamuk gibi Dostoyevski kitaplarının son baskılarına bir nevi satış kaygısıyla konulan Pamuk’un kaleme aldığı ön söz niteliğindeki o orta okul ders kitapları tanıtım yazılarından söz etmiyorum! Hele ki Nobel ödülü geldikten sonra derhal o yazıları kitaplardan geri çekmeli diye düşünüyorum çünkü biraz “vasat” kalıyor o yazılar, ve elbet ki bu benim görüşümdür yayıncılar ne düşünürler bilemem, ama söz konusu olan yazar Dostoyevski ise 1 dakka bayım derim hiç çekinmem! ).
Buyurun işte okuyun Dostoyevski yorumu önünüzde duruyor, nasıl oluyor+muş peki? Çaba harcayınca, çileye katlanınca oluyor( borges defterinde çıkan Dostoyevski irdelemesinden söz ediyorum)
Biraz süre tanıyın Kafka için daha da üst bakışlı yazılar okuyacaksınız defter “yayınlarda”!
Eğer gelmiş geçmiş en büyük yazar( Kafka) söz konusu ise bu defterin söyleyeceği çok sözü var, bundan emin olabilirsiniz.

Kafka onca şeyi sadece sözcüklerle değil yaşamı boyunca sürdürdüğü tutumuyla dile getirdi.
Arkadaşı Max Brod'a der ki: "Son hedefimin ne olduğunu kendime sorduğumda, aslında iyi bir insan olup yüce bir yargı makamının buyruklarına uymaya çabalamadığım, tam tersine, insanların temel seçimlerini, isteklerini ve ahlak ideallerini öğrenmek, sonra da herkesin benden hoşnut olacağı bir konuma doğru kendimi olabildiğince geliştirmek istediğim çıkıyor ortaya”.
“Prag yakamı bırakmıyor.. bu kentin pençeleri var” diyordu, bir kentin pençelerine tutkuyla sarılmak güzeldir, benim de buna benzer tutkularım var, ama “hoşnutluk” duygusu insanın ruhunu tırtıklıyor durmadan. Ne de olsa cennetten kovulmuş bir kavmin torunlarıyız.
Keşke insanlık Kafka gibi gözü açık düş görebilse.
“Dönüşümü” tekrar okumalıyım, Canetti olmak üzere, birçok büyük yazar en çok bu yapıttan etkilendiler. Konusu, anlatımı mükemmeldir.
Dönüşüm’ün baş kişisi Gregor Samsa ile tekrar düş görmekte yarar var.
Özellikle şimdiki zamanda ve ben en çok Rice’ın tamamen sorumsuzluk ilkesine dayanan o makamından istifa etmeden ve siyaset bilimi Prof. olarak kendi kürsüsüne dönmeden önce bir böceğe dönüşerek Bağdat sokarlında gezmesini isterdim, hani geçen hafta itiraf etti ya “Hata yaptık”!
Böcekler sürüsünün hatası tam 655.000 kişinin hayatına mal olur muş! Haşere mi demeliyiz bunlara Bay K?(Kafka)+ Ne dersiniz? Böcek demekle bu “yaratıkları” edebi biçimde şereflendirmeyelim.
Galiba toplumca doğruluğun gelişimi hatta sürekli gelişimi meselelerinde ciddi tıkanıklıklarımız var.
Kafka ise o “dönüşüm”de bugünün hayvan sürülerini anlatıyor, insanlıktan nasibini almamış başka bir türe dönüşmüş yaratıklardan.
Victor Hugo’nun grotesk diye tanımladığı bir birleşim söz konusudur içinde can çekiştiğimiz zaman veya la mekan olanın birleşimi.
Gülünçlüğün sınırı yüce’nin değil, korkunç olanın yanı başında başlar, korkunç ile gülüncün oluşturduğu birleşim.

Dostumun “maymun” olarak açıkladığı var oluşlar toplamı! Ben Şempanze beyni taşıyan bir insanın bir düğmeye basmakla bütün bir uygarlığın ortadan kaldırma olasılığını düşünüyorum sevgili Kafka.
Araç ile amaç arasındaki üzgün bağıntının bu tür tersine dönüşmesi, düşünülebilecek en rezil öğeyi içermektedir.

Sn. Şempanzelerim, dünya efendileri, siz aklı başında “gibi” görünüyorsunuz, ama galiba düpedüz delisiniz! Diyorum.
Odamın sakin köşesinden Kafka gülüyor,”aklı başında bir deli” her zaman daha iyi prim yapar sevgili Sufi, diye yanıt veriyor.

Selam,
Muhabbetle

Sufi.



Güzel İnsan, yazıyı, kalem hürmetini ciddiye alan
sessizler yurdunun iyi Şairi N.Erlaçin'in
“Dava” adlı şiirini( Kafka üzerine tekrar düşünmeme vesile olan şiir)
sevgili defter okurlarıyla paylaşıyorum, sözüm vardı, ama dönülmez sandığım yoldan kayıp zerrelerimi ancak toparlıyorum..hoş görün lütfen.
#FFFFFF


…Dava…
vaattir ıssızlığı gecenin…
bu obadan
bir göçer süzülür
aşktan konuşana
'kartal'
acıya üryan
karşıtını arar
sözün çaldığı saatte
-dilde
alegorik bir sancı-
göğüne dalar
satır aralarından
tende gizlidir yanıtlar
tinde sur
sudaki diken
sorular

kadim günahlar
tanık yazılır
dirimden sayarlar insancıl ölümleri
gök kubbe altında
kekre bir ağıt
geçmişi sorgular

ah K a f k a !
içe açılan her kapı “dava”
her dava sır dolabı
:
lâmekân!
…hüzün dağından bir gezgin gelir
…gelir de geçer bu obadan…
Şiir: Naime Erlaçin

#FFFFFF
o#FFFFFF


İçeriden Bir Yayın / Cemil Atik


Image and video hosting by TinyPic
Ölüm, bütün gösterişine rağmen dünyayı boşa çıkartmayı başaran bir sonuç... Tüm sonuçları '' son '' olarak görmenin yanılgısıyla nesiller devirdiğimiz gerçeği, şu cümleye dayanıyor; '' önemli olan, gözlerinin gördüğüne kalbini inandırmak ''. Bu çok mu sade, deneyin bakalım...

'' Hakikat '' bu nedenle bir varoluşu gereksinir, içerir. Bu tip varoluşsa, bir amacı, felsefeyi gerektirir. Yani bir sonuca, paradigmaya arzuyla bağlanır. Sonuca duyulan, kimilerinde bir ölüm-kalım tutuşmasına dönüşen bu gösterişli inanç, çok erken bir stresin göstergesi de olabilir... Eskatolojik bir tını taşımaması gayretiyle, '' tarihin '' akışına, en kaba '' bilimsel '' testlerin sahası savaş alanlarından, en yumuşak '' sosyolojik '' saldırı ürünlerinin sunulduğu kültür emperyalizmine dek geniş bir seçenekte müdahil olanların, kabülde direndikleri gerçek hep gözlerinin önündeydi; tinin bir tarihi vardır...

Tin, ( ruh değil ) dışavurumunu inanç felsefesi alanının içinde, tarihsel dini kurumlarıyla hep göstermişti üstelik... Soyut alanın sömürüsü konusunu da içeren, ağrı eşiği gittikçe yükselen bir eğri.

Tin, uzantısının hedefini taşıyan, kendi devrimini gerçekleştirmeye, şartlar ne olursa olsun(!) sonuca varmaya kilitlendiğinde, beden, toplum, '' dış '' dünya zorbalığıyla unutturulur adeta... Koşulların ( tüm tarihsel gerekçeleri ve argümanları kapsayan ), insan tinini zorladığı dönemeçlere tarihlenen bütün olay örgülerinin karakteristiği böyledir. Adli vakalara kadar düşen politik cinayetleri '' amacı çekirdeğinde yüklü '' siyaset-felsefe yönetimlerinin beceriksizliğiyle açıklamak ne yazık ki, birçok tarihi olaya uymaktadır.

Jm. bir '' alacakaranlık '' sohbette, yaprakların içeriyi, özü bir arıya bile sakındığı zamanlardan sözetmişti. Eğer bu yöntem, '' pasifist '' de olsa bir '' hakikat '' arama değilse, en azından iki yanlışın bir doğru etmediği vakalarda, tinin bir soluklanması olarak kabül görsün... Bu kadarına da birilerinin hakkı olsun. Bu yazıyı kaleme alan ismin, jm.'nin, Kafka'nın ve buralarda kalp vuran diğer insanların bu tefekkür seçeneklerine '' ak-tivistler '' tarafından burun bükülmesinin '' önemi '' yeterince tartışılmış durumda.

...'' Yegane '' akılcı, pozitivist ve iddiasında sebatkar ne çok Vatikan var...


Cemil Atik


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***