Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Agladığını ve de Unuttuğunu Öğrendim Ben /Argos



Şeref Bilsel, Salih Aydemir için,
"Borgesiyen kalpler" için ;

Sevgili Sufi, biz Tanrının da arasıra ağladığını ancak sufilerden öğreniyoruz.
Unutmuyorum bir mektubunda Kur'an'a dayanarak verdiğin kısa sure aralığında Tanrı unutkanlığından da söz etmiştin, çok şaşırmıştım, bu alışık olduğumuz teolojinin damarlarında akan kana bir çeşit sufi isyanı gibi gelmişti bana, belki doğru olanı yapıyorsun.
Biz insanoğlunu kendi yüzüne benzer yaratmanın verdiği sıkıntılardır , insanın ağlanacak durumuna gülmez, gülemez ya bir Tanrı.. belki "unutmak" en doğrusu!
Yaratan-Yaratılan iklimi mi, yoksa özün , cevherin fışkırarak kendini ortaya koyması , sıfatlarını göstermesi anlayışımı sufizme uygun muydu?
Geleneksel Sufi anlayışı kuşkusuz özün fışkırmasını benimsemiştir.
Fakat her ne sebepten sufiler bu tür bir tartışmayı anlamsız görmektedirler.
Onlar için gerçeği herkese anlatmaya çalışmak boş bir çabadır , herkes doğruyu kavrayamaz.Anlayan ne mutlu .
Defter yazılarında , özellikle dostmuzun (c) çoğu yazısında adına sıkça rastaladığımız Hallaç ne yapmak istemişti peki?
O geleneksel sufi doktorinini herkese duyurmak istemiştir.
Hallaç, "Evren-insan-Yaratıcı" monizminin (tekliğini) hissedenlerin gerçek birer sufi olduğunu anlatmak uğruna ölmüştür.
Sufi sırrını açığa vurur, belki sırf bu nedenle onu sufiler terketmiştir.
Oysa tüm sufizm tarihinde sufiliğin felsefesini sadece Hallaç formüle etti.
Hallaç bilinmeyen harfler peşinde koşar, Elif, Lam, Mim gibi Batına,öze inişin işaretlerini merak eder.
Herkesten yakın olması demek, O'nun cömertliğidir. Herkesten uzak olması demek O'ndan uzaklaşana O'nun da kayıtsız kalmasıdır.

"Tanrı tanyeri ağarırken ağlar" ,
Sevgili Sufi, bu bir tek dizelik şiirin , koca divan kadar bir etki yarattı ruhumda.
bence sonsuza kadar kitapsız kal sen, iç telleri sessizlikte sızlanan şairleri de biliyoruz, tanıyoruz, onların insan ve insani kabeleri yüreklerinde saklıdır , biz biliyoruz onları, adları lazım değil.


Ve eğer Balkanlardan Himalyalara her gün gülbenklerde, nefeslerde , Dar-ı Mansurlar'da
gerçeğin sırrını aralamak için, şiir yazan, okuyanların sesi bizlere ulaşıyorsa, ne şiir yalandır ne de şairler yalancı.


Evrende herşey
gizliden gizliye bağlı birbirine.
İncitmeden bir yıldızı,
dokunmaksızın bir çiçeğe.



düşleriniz bol olsun,

Argos .a


ÖĞRENMEK, ANIMSAMAKTIR! / Pınar Nurhan


24 Kasım siz sessiz
ve türlü zorluklara katlanarak yurdun en ulaşılmaz, uzak noktalarında
o küçük ellere bir "harf" öğreten ve gönlünüzde okyanusları barındıran
kutsal, fedakar öğretmenlerimize kutlu olsun!
Kalbimiz sizinle ve tüm köy öğretmenleriyle beraberdir...
Borges Defteri köy öğretmenleri ve okullarının yardım taleplerinin yanındadır...
lütfen ama lütfen bu seslere 3 dakikanızı ayırın ve Artvin, Batman, Van, Üzümlü, Çolaklı.. köylerinden ulaşan insani seslere kulak verelim, o kardeşlerimizin yardımına koşalım, güzel yurdumuzun her karışından hepimiz ama hepimiz sorumluyuz, bir akşam yemeği, bir sigara paketi karşılığı da olsa bu yardımımız, bilmeliyiz ki o 3 kalem bir defter eder, az şey değil!...
tıklayın ve ücra yerlerdeki kardeşlerimize elinizi uzatın...
http://www.koyogretmeni.com/

Borges Defteri

* * *
Öğrenmek, Anımsamaktır!


Ünlü filozof Sokrates böyle söylüyor. Ben onun yalancısıyım. Sokrates ruhların göçüne inanıyordu ve hayata tekrar tekrar geldiğimizi söylüyordu. Her seferinde edindiğimiz bilgilerinde zihnimizde saklı tutulduğunu ancak bunları doğarken unuttuğumuzu anlatıyordu. Yani bizler hayat ile ilgili her türden bilgiyi zaten bilerek dünyaya geliyorduk.
Öğrenme dediğimiz işlem bir tür hatırlama, öğretme ise hatırlatmaktan ibaretti. Hiç kimse aslında daha önceden zihninde ya da ruhunda bilmediği bir şeyi öğrenemezdi. Öğretmenin işlevi öğrenciye yol göstermek, rehberlik etmek, bakış açısı kazandırmak ve bu suretle bilgilerini anımsamasını sağlamaktı.
Sokrates’in fikirlerini öğrencisi Platon’un eserlerinden öğrenebiliyoruz. Yani öğrencisi olmasa belki de Sokrates gibi önemli bir şahsiyetten kültür tarihimiz yoksun kalacaktı.
Öğrencisi, Sokrates’in öğretmen olmasını sağlamıştır.
Ve öğretmenin meşhur Atina demokrasisi tarafından idam edilmesi tarihe trajik ve ironik bir rastlantı olmayan olarak geçmiştir.Öğretmeni öğretmen yapan diploması mıdır? Sokrates’in diploması yoktu. Öğretmeni öğretmen yapan kurumlar içerisinde kalıplaşmış programları uygulamak mıdır? Sokrates’in müfredatı yoktu. Öğretmeni öğretmen yapan öğrencileridir. Öğrencileriyle arasında kurduğu dialogtur. Sokrates’in onun idam gününde bu ölümden kurtulmasını sağlayacak düzeneği oluşturan öğrencileri vardı. Onun ismini ve fikirlerini gelecek yüzyıllara aktaracak eserler, tiyatrolar yazan öğrencileri vardı.
Evet, Bir öğretmenler gününü daha kutluyoruz.
Buruk!Burada duygusal, çarpıcı, iç parçalayıcı cümleler kurmayacağım. Artık bunlardan bıktım usandım. Öğretmenlerin kendi değerlerini kendilerine vermiyor olmalarından ve değeri dışarıdan beklemelerinden de. Öğretmen maaşlarından söz ederek onları zavallı, fakir ve ya da para meraklısı göstermeye çalışmalarından da…
Artık şu saçma mum benzetmesini de kimse yapmasın. Öğretmen etrafını aydınlatan bir mumdur… Yok, daha neler…
Eğitim insanların birbirlerini karşılıklı olarak geliştirdikleri bir süreçtir ya da olmalıdır.
Modern eğitim sistemleri buna (learning partnership) eğitim-öğrenme arkadaşlığı diyor.
Öğretmenlerden eğitim ordumuzun fertleri diye söz etmek ne kadar doğru oluyor bilmiyorum. Zira öğretmen cenge giden bir asker olabilir mi? Öğretmenlik ve askerliği ayırmak yada her kahramanlık öyküsünü askeri kuramda benzetilere başvurmadan da takdir etmeyi bilmek gerekmez mi?
Bir öğretmen sınıfını ne kadar korkutabiliyor ise, tek sırada kıpırdamadan, put gibi tutabiliyor ise iyi bir öğretmendir! Mi? Hiç sanmıyorum.
Halil Cibran şöyle diyor:
“Öğrencileri arasında mabedin gölgesinde yürüyen üstat, kendi aklı ve hikmetinden vermez, fakat daha çok inancını ve sevgisini sunar.
Eğer gerçekten olgun ise; sizi kendi akıl ve hikmetinin evine çağırmaz, fakat daha çok sizi kendi aklınızın eşiğine yöneltir.”
Dün gece bir rüya gördüm: Bu sene öğretmenler gününde kıymetli öğretmenlerimiz ve öğrencilerimiz kamuya program hazırlamak için koşuşturup zor koşullarda bir şeyler ortaya koyabilmek adına paralanmıyorlardı. Bunun yerine hepsi cıvıl cıvıl giyinmiş, halk, eğitimciler, öğrenciler ve idareciler neşe içinde rengârenk süslenmiş bir salonda kokteyl partide dans ediyorlardı. Aralarda önemli konuşma ve şiirler doğal biçimde okunuyor sonra kutlamaya devam ediliyordu. Sonra uyandım. Hepsi rüyaymış diyerek buruk kalktım yatağımdan. Yine de umudumu yitirmiş değilim. Zira Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şu dizeleri beni neşelendirdi;
“ Düşle gerçek birbirine yakındır, bilmez misin?"


Pınar Nurhan
Felsefeci/(Urla-İzmir)


Bir Garip Sabahattin Ali / Onur Caymaz



Defterin notu:
Bir Sonbahar notası gibi Onur Caymaz'ın güzel kaleminden süzüldü
deftere bu yazı, hatırlamak, yaşatmaktır diyerek!..
teşekkürler Onur Caymaz...
Borges Defteri

Siz de bilirsiniz değil mi o türküyü?
Hani bazen Beyoğlu’nun tozlu bir sokağından geçerken içerisi sigara dumanından görünmez olmuş bir türkü barın çiğ ışıklarının arasından ya da yolunuz küçük esnafın bulunduğu sanayi sitelerine düştüğünde bir atölyedeki, çırağın ya da kalfanın kirli ellerinin değdiği radyonun tozlanmasın diye süngerle kaplanmış küçücük hoparlöründen mutlaka duymuşsunuzdur. Bilmiyor olmanız olanaksızdır nerdeyse.
“Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allaha
Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma…”
Kimdi anımsayamıyorum şimdi. Bir gece vakti, eş dost sohbetlerinden birindeydi. Televizyoncu bir arkadaş, anlatıyor. Sinop Cezaevi’nde seksen ihtilali sırasında mahkûmmuş. Zamanında yazarımızın da yattığı bu cezaevindeki koğuşlardan birinin duvarı. Sanırım ilk elden yazarımız bahsi geçen şiirin bildiğimiz bölümlerini yazıyor. Daha sonra Edip Cansever’in çok sevdiğim şiirinde söylediği gibi “karanfil elden ele”… Oradan her gelip geçen mahkûm bir dörtlük çiziktiriveriyor sonraları şiirin altına. insanlara okusunlar diye gönderilen Kamelyalı Kadın’ın bile üzerine bir çivi çakılarak, iğrenç bir şeymişçesine koğuşlara fırlatıldığı yıllar. Çiviyi sökebilirsen okursun. Sökerken yırtılan canım satırlar…
Evet şarkı olduğunda adına “söz” denen bu dünya güzeli şiir onundur işte. Şu soyadındaki A harfinin kimisi tarafından uzun, kimisi tarafından kısa telaffuz edildiği; yetmiş yılı aşkın zamandır edebiyatımızda gerçek bir tavır gibi duran Sabahattin Ali’den söz açıyoruz. –Kızının demesine göre kısa söyleniyor o A harfi bu arada…--
“Hissedince sana vurulduğumu
Anladım ne kadar yorulduğumu
Sakinleştiğimi, durulduğumu
Denize dökülen bir pınar gibi…”
Peki ya kaç kişi ilk aşkına armağan etmedi Sezen Aksu’nun bu güzelim şarkısını. Etmeyen çok olduysa da kaç kişi yaşamadı o saflığı. Yaşarken kaç kişi böyle hissetmemiştir. Şüphesiz çoktur böyle kişiler. Ama karmaşık duyguların anlatımında şaşılacak kadar yalın olabilen bir yazardır Sabahattin Ali. Yoksa neden şu alıntılayacağımız sözleri söylemiş olsun:
“Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı. Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı.”

Sabahattin Ali 1907’de Gümülcine’de doğar. Bilemiyoruz orada, onu, yazdıkları dışında ölümsüzleştirebilecek bir küçücük sokak adı, kararık da olsa bir büst, yaşadığı yere konulmuş bir tabela var mıdır? Yoktur herhalde.
Cumhuriyetin ilanı yazarımızın ilkgençlik yıllarına rastlar. Henüz 20 yaşındayken Balıkesir Muallim Mektebi’ni bitirir ve aynı yıl Yozgat Cumhuriyet ilkokulu’na öğretmen olarak atanır. Bu genç öğretmenin bilinen ilk yazısı burada çıkan Irmak dergisinde yayınlanır. Anadolu ve memleket gerçeğiyle erken yaşta tanışmaya başlamıştır. Çok sevdiğim bir söz vardır; hikayeler onları anlatabilecek kişilerin başından geçer… O da usul usul hikayeler biriktirecek, belki kendine tahsis edilmiş küçücük bir öğretmen lojmanının kirli penceresine bakarak daktilo edecektir onları.
Bir yıl sonra, kazandığı bir bursla, o yılların Cumhuriyet ülküsü ve heyecanıyla dolu Türkiye’sini bırakarak Almanya’ya gider. Tam iki yıl yaşar orada. Bir tren yolculuğu sırasında Upton Sinclair’in Oil adlı romanını okumasıyla yaşam görüşünde değişiklikler oluştuğunu fark edecektir Ali ve oradan döndüğünde yavaş yavaş sosyalist bir dünya görüşünü benimsemeye başlayacaktır.
Daha sonra Nazım Hikmet’le ilk tanışma. Resimli Ay dergisinde yayınlanmaya başlayan yazılar. Gariptir. Bir dilin en büyük şairlerinden biridir Nazım Hikmet; yetiştirdiği, ustalık yaptığı Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi isimler de sanat alanında önemli yerlere gelmişlerdir. Sabahattin Ali de bu ustadan nasibini alan sanatçılar arasına girecektir.
O günlerin heyecanıyla koca bir roman düşü şekillenivermiştir bile: Kuyucaklı Yusuf. Marketlerde para üstü karşılığında verilen şimdiki romanlar kadar satış yapmaz Kuyucaklı Yusuf. Ama roman tekniği açısından bakılınca enikonu başarılı bir romandır.
Ali’de artık çokça öne çıkmaya başlamış olan gerçekçilik sonraları öykücülüğümüzde yeni bir soluk olarak tanımlanacaktır.
Artık Anadolu’nun çeşitli yerlerini gezip dolanan, dönemin deyişiyle “solcu” bir Almanca öğretmenidir o. Bir çok ortaokulda çalışır. Ola ki bugün bile izini sürmeye kalksanız oralarda bir ortaokulun onun anısını yaşattığını göremezsiniz. Kimler öğrencisiydi, şimdi ne yapar onu derslerde dinleyen o çocuklar, hayatlarına bir şeyler kattı mı onların. O zamanın küçüklerinin şimdiki çocuklarından çoğu Sabahattin Ali’nin kırklarda yazdığı Kürk Mantolu Madonna romanını şarkıcı Madonna’nın romanı sanıyor; farkındalar mıdır bunun? Bilgimizin dışında olan sorular, acı sorular hepsi.

Bu öğretmenlik yılları sırasında istanbul’a dönüşlerinin birinde sürekli peşinde olan sivil polise rastlar yine. Adam burada da peşini bırakmamıştır Ali’nin. O gün hava sıcaktır. Yazarımız elinde iki bavulla iyice yorgun, bitap düştüğünden polisinin yanına yaklaşarak nasıl olsa eve kadar peşimden geleceksin, bari yardım et, diyecektir. Adamsa, peki madem, insanlık öldü mü diye cevaplayacaktır onu.
1933’de bir şiir yüzünden gencecik yaşında tutuklanır. Sinop ve Konya cezaevleri. O vakit, Cumhuriyetin onuncu yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanır. Bir yıl işsiz gezer. Daha sonra tekrar memur olmak için talepte bulunduğunda “bağlılığını ispatlaması” istenir. Bu sefer yine bir şiir yazar ve kurulu etkileyerek tekrar memurluğa alınır. Askerliğinden sonra da devlet konservatuarına dramaturg olarak girecektir.
Ardından artık sırasıyla hikaye kitapları akıp gelecektir Ali’nin. Değirmen, Kağnı ve Ses bir yıl arayla yayınlanır. Hepsinde de bugün halen aynı hevesle okunan bir dolu hikaye…Kırklara gelindiğinde Yeni Dünya, Sırça Köşk ve içimizdeki Şeytan gelir. Yazarların o yıllarda ne kadar kolay cümlelerle yazdığına ya da gamzeleri olup olmadığına bakılmamaktadır. Ve yazdıklarıyla gitgide sivrilmektedir Sabahattin Ali.

Bu “çocuklara yıkıcı propaganda” yapan “sakıncalı öğretmen” 1945’te daha göz önünde olsun diye bakanlık emrine alınır. O da çılgınca bir karar verip istifa ederek hayatını yazıdan kazanmaya başlar. Savaş yıllarıdır artık. Namuslu her aydının yapması gerektiği gibi eleştirmekten geri duramamaktadır. Fakat mimlenmiştir bir kere. Sürekli takip edilmektedir artık. Geri durmaz. Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin’le birlikte Marko Paşa adlı bir gazete çıkarır. Mizah ağırlıklı bu gazete geleceğin Gırgır’larının Leman’larının babasıdır. Fakat bu gazetede çok ağır eleştiriler yazar. Sanat tarihimiz açısından bakıldığında satış anlamında da, içerik anlamında da çok önemli bir yayındır Marko Paşa. Baskılar o denli artmıştır ki, parasızlık, polis… Dergi kapatılır.
Hayatında memurluktan başka iş görmemiş ünlü yazar mecburen kamyonculuk yapmaya başlar.

1948’te yazdığı bir yazı yüzünden tutuklanır yine. Artık çaresi yoktur. Kaçacaktır. Dostları, arkadaşları, eşi, çocuğu… Eşi Aliye hanım için belki de çok sevdiği yeşil mürekkepli kalemiyle yazdığı o mektup. Hep en sevdiğimiz şarkılara türkülere söz olmuş dizeleri geliyor aklıma. içi acıyor insanın.
Kocaman bir devletin, kimsesiz, yapayalnız, kaleminden başka bir şeyi olmayan aydınlık bir adamla bu denli çok uğraşması hayret vericidir. Biz neden hep böyle yaşıyoruz? Değerini bilmediğimiz o kadar çok yazar, şair ve sanatçının ölüleri arasındayız. Şişli’den Zincirlikuyu’ya kadar eller üzerinde taşınmıştır mesela Orhan Kemal’in cenazesi. Ama bir ekmek parası için hiç sevmediği halde onlarca film yazmıştır büyük yazar. Kemal Tahir ona keza; erotik hikayelerden tutun da aslından daha başarılı Mike Hammer romanlarına kadar bir çok şey yazmıştır. Ama nafile. Hepsi acılar çekerek, parasızlıklarla boğuşarak yaşamışlardır. Bu anlamda bugünün değer bilmezliği acı veriyor.
Sabahattin Ali’nin dostları, arkadaşları onun gidişinden on gün geçtikten sonra artık meraklanmaya başlamışlardır. Haber gelmemektedir. Bir sabah uyanıp gazetelere baktıklarındaysa ünlü yazarın kemikleri parça parça edilmiş, sadece içlerinde bir dolu beyaz telle birlikte saçlarının bozulmadığı görülen cesedinin resmiyle karşılaşırlar. Kemikleri parça parça edilmiş, başı ezilmiştir. Bugünün deniz kıyısına roman yazmak için çekilen yazarlarını düşünüyor insan. Zulüm gördü diye yurt dışına kaçıp üstü örtülü reklamını yapanları…
Acıdır. Hep acı. Anlamak gerekir de bir türlü almaz mı insanın aklı, vicdanı bir türlü kabullenmez mi? Hep insanları için, ülkesi ve dili için yaşamış bir yazardır Sabahattin Ali. Küçücük öykülerinden bile (Hasanboğuldu, Gramafon Avrat) kocaman filmler çekilmiştir.
Belki her satırında yakalandığında ölüsü o buz gibi kalmış adamdan arta kalan sıcacık hikayeler, hayatlar vardır. Tüm halleriyle insanı konu almasa şunları der miydi hiç:
“Dünyanın en basit,en zavallı,hatta en ahmak adamı bile,insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir.Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
Bizler bugün sadece o devirlerin insanlarına pek de layık olmamış hikâyeciler olarak onun şu dizelerini anımsayıp, o idealizm duygusunu, o insan sevgisini, o memleket sevdasını düşünerek buruk gülümseyebiliyoruz. Eğer onu yeni kuşaklara okutabilsek, bu bile kârdır.
Bir gün kadrim bilinirse
ismim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim, dağlardır dağlar...

Hele şu sözlerini duymak, yıllar sonra onun sadece eskimemiş bir yazar olduğunu değil bir çok değerin de nasıl bu kadar zaman içersinde belleklerimizden ve kalplerimizden silinip gittiğinin en güzel örneği değil mi?
“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Bir gün Almanlar’ın pabucunu yalayan, ertesi gün ingilizler’e takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik… Kanunlu, kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi, kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. iç ve dış bankalara para yatırmadık. Han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!”

Evet üstat, meğer ne affedilmezmiş!


ONUR CAYMAZ




Nokta adlı öykümü haldun taner ödülü’ne yollayıp her zamanki umutsuzluğumla unutuyorum. birkaç zaman sonra işten gelirken nedense kapı girişindeki posta kutusunda güvercin beyazı bir zarf. gazetenin logosu köşede. kazanamadığımı bildiren bir mektuptur diye düşünüyorum. asansörle eve doğru çıkarken açılan mektuptan dökülen kelimeler, asansöre, apartmana, mahalleye giderek kocaman bir şehre sığmaz oluyor o gece. ikinci olmuş nokta. babamın ölümü ikinci olmuş diye düşünmüyorum hiç. sanatla hayatı hep bir arada tuttuğum için belki. bunlar benim acılarımdı diyorum. okur denen uzak akraba paylaşacaktım. o hikâyeler doğan kitap ailesiyle tanıştırıyor beni. ezilmiş leylaklar kitabı çıkıyor öylece. sene 2003. dergilerde şiirler devam etmektedir bu ara. hayatımın en güzel insanlarından ahmet erhan’ı tanımışımdır. turgay fişekçi’ye öneriyor şiirlerimi. bu çocuğa dikkat et dercesine. o günlerde gelip istanbul’a yerleşiyor ahmet abi. bir kış günü, birlikte üşüye üşüye taksim’den aşağı doğru buzlanmış kaldırımlardan ayağımız kaymasın diye kolkola yürüyerek tepebaşında kurulmuş son kitap fuarına iniyoruz. hep sonlar. ahmet abi’nin başındaki başlığın ona ne kadar yakıştığını unutmak ne mümkün. evinin penceresinden mendil kadar deniz göründüğünü, ankara’da bir depo kitabı olduğunu anlatışını, oğlu deniz’i ve behçet aysan’ı nasıl özlediğini unutmak, ne mümkün… doğan kitap beni başka bir dünyaya taşıyor. o dünyanın bir yerinde her gece bodrum’dan bildiğim selim ileri gülümsüyor. nasıl da garip gelişiyor her şey. öykülerimi çok seviyor ileri. yakın oturuyoruz. bazı akşamlar ona gidiyorum. votkaları… ah o kaloriferin yanından sıraselviler caddesine bakıp eski romanlardan konuştuğumuz kerevizli votkaları. kereviz tabii ilk anda hoş gelmiyor bana. mutfağa gidiyoruz. yarı dolu bir votka şişesinin içinde yemyeşil yapraklar. kereviz yaprakları, diyor… güzel bir öykü adı aslında. votkayı o yapraklar içinde on beş gün dinlemeye bırakmış. içine havuçsuyu ve az domates suyu atıyor. tuz ve buz ekliyor sonra. bir salata içiyormuşsunuz hissine kapılarak yudumladığınız içki bir yandan, öte yandan onun eşsiz sohbetleri. ezilmiş leylaklar’dan şu satırlar o günleri geri getiriyor bana, içim bir tuhaf oluyor. insan nasıl da zamanla yabancılaşıyor kendi gönlünden kopup giden satırlara bile: “anneanne hastadır, gece yatarken içmesi gereken ilaçları verilir, su yetmez yutamaz, yaşlıdır. karanlıkta, koridordaki halının üzerinden uçar gibi koşarak, tekrar mutfağa gidilir, bir bardak daha su doldurulur, mutfak biraz soğuktur, tencerenin kapağı açık kalmıştır, gün evveli yaptığı biber dolmasının acımsı kokusu gelir burnuma. su götürülür, anneannenin üstü örtülür, yanakları öpülür, başucunda duran dedenin resimlerine bakılır, allah rahatlık verir... cumartesi de vapurla karaköy. deniz, buram buram içe çekilir. tuz, yosun, rüzgâr. tünelle beyoğlu’na gidilir tek başına içilir. tek başına. rüzgârdan başka kimse yoktur... rakı kadehinin yanındaki kül tablasında duran sigaralara özenilir meyhanelerde. bütün sevdiğimiz şairler resimlerinde hüzünlü bakmışlar, sigara tüttürmüşlerdir. biz de içelim o zaman denilir. denenir, fakat becerilemez. parmaklar sigaraya oturmaz, sigara parmaklardan kayar, gözler yaşarır, efkar dağılmaz, efkar çökmez, sigara bize bir şey yapmıyor denir, içkiye devam edilir.” roman da yazmalısın diyor bana. yapabilirsin. birkaç kez denemişim zaten öncesinde. kurtuluşta bir evdeyim artık. yeniden çocukluğumun semtine dönmüşüm. başlıyorum yazmaya. pencere kenarları. kıyılarına hümeyra resimleri konmuş kitaplıklar. hümeyra’yı avrupa yakası’ndan önce de bilmiş olmanın ayrıcalığı bambaşka… vasatın sonsuz egemenliğini kurduğu zamanlardayız. çok satmalar, çok okunmamalar, hiç okunmamalar. yok sayılan nice önemli yazar öğreniyorum ileri’den. sahaflarla dost olmalar. eski kitaplar. hepsinde ayrı bir aşk. yeni bir hayatın eşiğine vardığımda bakıyorum önce bak hâlâ çok güzelsin yayınlanıyor. şiirler. yeniden. yeniden şiire dönmek derken, yayınevine verdiğim roman dosyasının da basılacağı haberi geliyor. hep yazı mı mutlu etti beni acaba? romanın kapağındaki o dönme dolabı düşümde görmüştüm. necatigil’in yıldızlar şiirini koymuştum başına. sonra da oktay rifat’in o güzelim dizelerini: “güzel şeyler düşünmeme rağmen / ağlamak geçiyor içimden…” o kitaptan da çok sevdiğim bir bölümü almak isterim buraya. seni hatırlatan yıldızlardan: “ama güzellik. her şeyden önce güzellik. yollarda, sokak aralarında, halde sabahın köründe domates biber sandıklarının başında, sağmalcılar’ın arkasındaki kaynak atölyelerinde sabah içecekleri çayın parasını bile köye gönderen aydınlık yüzlü çocukların arasında, onlara göre bu kadar çirkin varken yani. genelevelerde sıra bekleşenler, gelen her erkeği kocacığım hitabıyla odasına çağıran gencecik kızlar, sinema kuyruklarında, bilet gişelerinde, devlet dairelerinde, otobüs şoförlerinin kışları bekleştikleri sıcak çay, elektrik sobası kokan odalarda, yaz kasabalarının kahvelerinde bu kadar çoklarken; gün günden artan umutsuz bezgin insan yığınlarının arasında, tikliler, sakatlar, yalnızlar, sokak aralarındaki köfteciler, beyoğlu’nun arka sokaklarındaki şofben dükkanları, avizeciler, travestilerin herkesin işten döndüğü paslı vakitlerde caddelerden süslü püslü geçişlerine şaşırarak bakan yaşlı amcalar arasında; üçgen bir cam dolabın içinde kızarmış küçük patates ve ciğer satanlar arasında, midyecilerde, minibüs şoförlerinde, otogar büfelerinde, askerde dayak yiyen halk çocukları arasında; üstgeçitlerin altında arabalarında yaktıkları gazlı lambaların kısık ışığında pilav satanların içinde binlerce çirkin insan olduğunu anımsatarak. çirkin insanlar....” ama şiir hiç bitmemiş ki, mesut diye bir kanarya, bir iclal hüznü, çiçek borsası hep adam sanat’da yayınlanıyor. bir süre sonra bak hala çok güzelsin’e behçet aysan şiir ödülü gelecek. ben bilmiyorum ama daha… gidip kadıköy’deki bit pazarından ikinci el masalar, kitaplıklar alırken görüyorum kendimi annem ve dayımla. hepsini yazacağım bir gün diyorum. yazılmadık bir şey kalmamalı. tek başımayım bu kez. tek başıma bir eve taşınmışım. anadolu yakasında. kitaplık pahalı geliyor. bari önce sadece masa olsun diyor bizimkiler. sadece masa alınıyor. kitaplarım yerlerde kaldı. duvarları nedense balıklı kuşlu bir ev. kitaplar yerlerde. 890 adet. üst üste, yan yana, devrilip dökülen bloklar oluyor, kırılıp bükülen, tozlanan eskiler. yerler de kokulu mumlar, çiçek eskileri, kış orada geçiyor. çok sevdiğim vapur dumanı şiirimi kozyatağı’ndaki o evde yazmışım. “bu kış çok üşüdüm çayır apartmanı tepe sokak no yedi rengarenk bir çocuk odasına yığdım kitapları çocuğum yok çıfıt çarşısından aldığım ucuz masa ipleri ellerimde dağılan bir eldiven bir eldiven bir ele ne kadar uyarsa” sanki yarın nisan’ı yazıyorum orada. öyküler yine. dergilerde röportajlar, söyleşiler, birkaç kez televizyon. iş yerindeki edebiyatla ilgisiz arkadaşların arada kanaldan kanala geçerken atladıkları bir görüntü oluyorum. tanıdık bir yüz oluyorum onlar için renkli camda. bakıyorlar. söylediklerim çok umurlarında değil. bizim bilgisayarımızı tamir eden arkadaş diyorlar. ya da serviste giderken kafasını cama dayayıp dışarıyı izleyen o çocuk değil mi bu. ya da yemekhanedeki masalarda hep pencere kenarındaki köşe masayı seçen, kötü giyinen kıvırcık saçlı. “kitapların varmış senin, ne üzerine yazıyorsun” diye soruyorlar, “imzalayıp bir tane de bize getir” diyorlar. cümlelerimi karışık, dilimi karmaşık, yazdıklarımı anlaşılmaz bulanlar var. gittikçe yalnızlaşırken büyüdüğümü fark ediyorum. yazar arkadaşlarım var, edebiyatçılar, koca ustalar, gençler… bir dünyanın içinde başka bir dünyadayım. muhasebeci muhsin’in iç burkan hikâyesini anlatan sanki yarın nisan da öteki yazdıklarım gibi bir güz mevsiminde, 2005 yılında kitapçı raflarına çıkıveriyor. bir demet çançiçeği kapağında. sarışın. öyle garip ki çançiçekleri. sevgi dolu bir kitaptı, bunu biliyorum sadece. hayatın en orta yerinde, birdenbire çok şeyim var sanırken yapayalnız kaldığım bir zamanın kitabı. cumartesi, pazar sabahları altıda kalkıp çalıştığımı anımsıyorum. geceleri bir dolmuşa binip sarhoş eve dönsem de mutlaka uyandığımı, bir tane ağrı kesici alıp bir sade kahveyle ayıldığımı, haris alexiou’yu kısık sesle açıp, masa başına geçrek yazdığımı…: “anlatacağım. şimdi gülümsüyorum. tülün örttüğü pencere. karşı balkon. bir kadın çıkıp çamaşır asıyor. yazı yazan bir hayalet gibi görüyordur beni. kuşlar ötüşüyor dışarda. bir cumartesi sabahı şimdi. ikibinbeş yılının şubat ayının ondokuzuncu günü, saat tam 10:39(saatle dakikanın arasında iki nokta vardır hep, dakika, açıklamasıdır saatin. zamanlar birbirini anlatır daima). hümeyra çalıyor şu an. bugün yapacak hiçbir şeyim yok. var mı başka şansım. dinle. anlatacağım.” ne ki geçip gitmiş hepsi işte. üst üste dizdiğimde ele avuca gelir bir şeyler yazdığımı görüyorum. iyi miydi, kötü müydü, kimilerinin dediği gibi yoksulluk edebiyatı mıydı, kiminin dediği gibi arabesk duyarlık mıydı, kimilerine göre inceliklerle dolu muydu? hiç bilmiyorum. kendime bakıyorum. saçlarımda tek tük de olsa görünmeye başlayan beyazlarıma. yitirdiklerime. beni yitirenlere. geçen günlere. heyecanlarıma, isteklerime. çoğundan soğumama, çoğunun sönüp gidişine. yine de öylece bir aşkı içimde yaşatabilmeme şaşırıyorum. halen sabahları erkenden kalkıp deli dolu yazı yazmalarıma… otuz yaşıma girerken, birini yine severken, yine kırılırken birine, yine şiirler yazarken, yine başka romanlar düşlerken, bu kez kitaplarla dolu bir odada bir masa başında değil, koca bir kış ve bahar oturup bir yer yatağında yazdığım gökyüzü sineması’nı düzeltiyorum. şükrü erbaş bir yandan kulağımda fısıldıyor; “insanın zaman karşı biricik şansıdır aşk” diyor. gökyüzü sineması dedim. bir küçücük bölümcük de ondan olsun isterim… değil mi ki zamana karşı biricik şansımız aşk… olsun isterim: “bir çocuk uyuz olmuştu koğuşta bir kez. sonra bir gece çığlıklar içinde uyanmıştık. ne çok gece var böyle çığlıklar arasında. (müzikte bir şeyler çağıldıyor. bu sirenlerle çığlıklar arasında dans ediyorlar). koridora indim. birkaç uykulu yüz. uzak bir kışla. serinlik çıkmıştı sabaha karşı. hafiften ürperdim. yeni askerdim daha. tuvaletten garip sesler geliyordu. üç beş kişi o uyuz olan çocuğu tuvaletin içindeki kabinlerden birine sokmuşlar, soymuşlar, üzerine hortumla soğuk su sıkıyorlardı. önce dövmüşlerdi. biri söylüyordu çünkü. dayakta kar etmedi bu gerizekalıya diyordu. neden bitmeyen işkenceler vardı sadece. neden? tuvaletin kapısındaki süzülmüş karanlıkta kalmıştık. ne içeri girebiliyor, ne de dışarı çıkabiliyorduk. ne olacağını görmek, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorduk. çocuk meğer yıkanmayı bilmiyormuş. öğretmişler anlamamış, dövmüşler yine anlamamış. birini dövünce bir şeyi anlayabileceğini sanmak… o çocuğa birkaç gün sonra hamamda rastlamıştım. yıkanmayı öğrenmişti bir güzel. acı olan buydu. ama daha da acı olan başka bir şey vardı. revirdeki asteğmen doktor, buna yıkanması için bir uyuz şampuanı vermişti. küçük cam bir şişe. bu bizimki şişeyi kırmış, ellerindeki cam kırıklarının arasında uzayıp giden şampuanın cıvıklığıyla oynuyordu. şampuan ve cam kırığıyla dolu ellerini (nedense kırmıştı şişeyi) birbirine yakınlaştırıp uzaklaştırırken büyük zevk alıyordu. arada kan vardı. bizim hayatlarımız gibiydi işte. böyle baskı altında bir şeyi öğrenirken ellerimizde kalmış cam kırıkları birbirimizi okşadığımda canımızı yakacaktı hep. sonsuz bir yakarış, sonsuz bir can acısı…” başka ne diyeyim… otuz yaşım, merhaba !

Onur Caymaz


Bir Seyyah'ın Not Defterinden: İRAN / Fatma Özdirek


Borges Defteri'nin "Gerçek Seyyah"ı, tiz gözü, cesareti ve tutarlılığıyla her zaman hepimizde hayranlık uyandıran duruşu, bakış açısıyla ve cana yakınlığıyla "dost" kalabilen bir çift gözün izlenimlerini bundan sonra defter sayfalarına aktaracağız, ünlü Sarı Otobus Belgeselinin(istanbul-katmandu hattı yolculuk belgeseli) 10-15 kişilik ekibinden de olan Sevgili Fatma Özdirek arkadaşımız ayağının tozuyla yeni bir SEFERDEN döndüler, meğer bu kez onun koordinatlarında Urumiye, İsfahan, Tebriz, Şiraz Varmış... İlk izlenimlerini Sn.Özgen Acar Bey'e "yanıta ek not" biçiminde kaleme almışlar, Arkadaşımıza tekrar HOŞ GELDİNİZ diyor, yakın zamanda tüm Fotoğraflardan oluşturacağı bir sergide buluşmak umuduyla...

Defter

Fotoğraflar: Fatma Özdirek; İsfahan, Şiraz(persepolis,..)




foto-1: İsfahan
Şiraz'lı Resim bölümü öğrencisi ...
Şiraz-Kerim Han Kalesi içnde bir Fotoğraf Sergisi
foto no 4: İsfahan-"Haji" Köprüsü
foto no 5: Şiraz-Persepolis Antik Dönem Sarayı
foto no 6: Ünlü Şair Sadi'nin Mezarı-Şiraz
foto no 7: İsfahan Safavi dönemi Sarayından
İsfahan-Türk Hükümdar Şah Abbas döneminde yapılmış:Nakşi Cihan Meydanı

Pazartesi günü Tahran İstanbul uçağı öğlene doğru Atatürk Hava Limanı’na indi. İşlerin yoğunluğu nedeniyle sırt çantamı eve atıp büroya koşturdum.

Büromuzun yeni elemanlarından biri “Hoş geldin!” dedikten sonra “Nasıl bir duygu İran’a gidince kapanmak. Nasıl dayandın buna?” gibi bir soru cümleciğini ekleyiverdi, çok bilmiş tavrıyla.

Eğer zaman olsaydı ona bunun öyküsünü anlatmak isterdim, belki buna saatler ve günler yetmezdi, ama o yinede bundan sorusunun yanıtını bulur muydu bilemem. Yoğunluk, yorgunluk ve asabi yapım nedeniyle “Bana bu kısıtlamayı koyan bugünkü İran iktidarı. Ben onları değil İran’ın doğasını, kültürünü ve halkını ziyarete gittim. O yüzden de halk nasıl bu kurallara uyuyorsa ben de uymak zorundaydım. Rahatsız olacaksam gitmeyiverirdim. Nasıl dayandığıma gelince de, geçici sorunlara katlanmak kolaydır. Bu sorun orada da dinecek. Unutma ki iktidarlar değişmeye mahkumdur.” deyip işimin başına döndüm.

Internete girdiğimde ilk uğrağım BorgesDefteri. Sayfalara göz gezdirirken “Özgen Acar Bey’e Yanıt!” başlığına gözüm takıldı. Kendisinin kalıtsal mirasımız hakkındaki bilgi ve görüşleri her zaman ilgimi çekmiştir, yazıyı bir solukta okudum.

İran’da geçirdiğim iki hafta boyunca onların sanat, sanata, sanatçıya bakış üzerine gördüklerimi nasıl yorumlayıp yazıya dökeceğimi düşünüp dururken; yukarıdaki bu rastlantılara ne talihsiz bir durum mu yoksa, benim açıdan bu konuyu yazmak için ne iyi bir fırsat mı demek gerektiğini bilmiyorum. Bakış açısı olarak tabii ki ne yazık, lakin bana yazma fırsatı sunduğu için ne iyi diyorum.

Persapolis ve diğerleri gibi anıtsal kalıtları ziyaretimde eğitmenleri gözetiminde onlarca orta okul ve lise öğrencisi ellerinde eskiz blokları, kalem ve silgileriyle oradaydı. Üzülerek söylüyorum ki ben buna ülkemizde hiç rastlamadım desem yeridir. Bizde ancak bir sanata yeteneği olan eğer sanat okuluna gitmemişse kendi çabaları ile bir yere gelebilir. Hani tamamı demeyeyim ama çoğunluğu okuldan sanat akımlarını bile öğrenemeden girdiği gibi çıkıp gider, ki ben de bunlardan biriyim.

İsfahan’da CHEHEL (kırk) sütunu resmetmeye gelen öğrenciler öğretmenlerinden aldıkları bilgilerle ağaç gölgelerine sığındılar. Yanlarına gittim. Yaptıkları eskizler hiç de küçümsenecek cinsten değildi. Sohbete koyulunca daha önce yaptıkları çalışmaları gösterdiler. Bizim eski bakanlarımızın “kaldırın şu edepsiz heykeli, resmi, fotografı” dediği cinsten çalışmalardı.

İtiraf etmeliyim ki kıskandım bu durumu. O yaşlarda ben ve bugün aynı yaştaki yeğenlerim bu bilgilerden bi haber(dik) çünkü. Evet bizim ailelerimizin çoğu belli bir kültür ve sanat birikimine sahip değil, acaba eğitmenlerimiz yeterince sahip mi? Ve eğitim sistemimiz nereye gidiyor?

Moderasyondaki dostların yazdığı tüm saptama ve açıklamalara üzülerek katılıyorum. Nedir bu kendini beğenmişlik, nedir bu at gözlüğü ile bakma? Değerli Uğur Mumcu’nun deyimiyle nedir bu “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma”, rezilliği?
İran’ı on yıldır çeşitli aralıklarla ziyaret ediyor sanayi ve diğer gelişmelerine de tanık oluyorum. ABD’nin tehditlerine ve diğer ülkelerin yönetimlerine tepkilerine karşı yalnız bırakılmalarına rağmen hızla ilerliyorlar. Ve gerçekten onlar adına çok mutlu oluyorum.
Bu arada onlar adına üzüldüğüm çok şey de var. Özellikle bizim televizyon kanallarımız. Bizim halkımızı uyuttukları yetmez gibi bir de uydu yayınına sahip olup nerede ise bizden daha düzgün Türkçe konuşan İranlıları da zehirliyorlar.
BorgesDefteri.blogspot’un başlığının yanındaki "2007 Rumi Yılı" ile ilgili imaj İsfahan’daki bir heykelin fotografı yanılmıyorsam. Hemen şehitler mezarlığının yanındaki bir dönelde.
Şehitler mezarlığını ziyaretten çıkıp araba ararken görüp hayranlıkla izlediğim o heykel.
Kendimi arabaların altında kalmaktan güçlükle kurtarıp içinde bulunduğu çiçeklerle süslü alana atıp fotograflamaya çalışıyorken ismini okumuştum onu yapan güzel ellerin, lakin şimdi unuttum, affola. Ben çayırlarda yatıp yuvarlanarak neresinden fotograflarsam daha güzel anlatırım bu heykeli diye uğraşırken bir delikanlı koşturup yanıma geldi “memnu” diyerek.
Yahu ne memnusu demeye kalmadan gördüm biraz ilerideki askeriyeyi.
Yönetim, askeriye, vs... Yasaklar, yasakçı zihniyetler pek çok yerde aynıydı. Belki orada da bizde olduğu gibi askeri bölgelerde “fotograf çekilmez” tabelası vardı da ben görmemiş, gördüysem anlamamıştım.
İran'ın tüm şehirlerindeki yolları, parkları, bahçeleri, çevre düzenlemelerini... Özellikle İsfahan ve Hamedan’ın meydanlarını süsleyen bilir ve duyarlı ellerden çıkmış heykelleri görünce, nasıl ah ettim bilemezsiniz.
Bu anlattıklarımdan Defter’in değerli okurlarının İran’ın yönetim şekillerini, ülkedeki yasakları tasvip ettiğimi çıkarmayacaklarını biliyorum. Zira ülkemde olduğu gibi oradaki halkın yaşadığı acıların da tanığıyım.

Gün ola devran döne... At gözlükleri gire sepete... Ufuklar açıla...

Saygı ve sevgilerimle...

Fatma Özdirek


Lal Edebiyat! / Borges Defteri



“LAL” EDEBİYAT !

Çağdaş Özbekistan Şiirinden Örnek…
Şair MOHAMMAD SALİH

Bu önemli Özbek Şair, sadece Özbek şivesi-Türkçe yazmak , Zengin, Eski kültür kodlarını hep güncel, canlı tutmak uğruna ve Rus kültürünün Özbekistan’da baskın çıkmasına sürekli muhalefet gösterdiği, direndiği için önce Özbek Komünist Partisinin gözünden düşer, ardından bağımsızlık sonrasında kendi ülkesinin yerli “satılmışlarının”, doğaldır ki böylesi bir muhalif şair kendi ülkesinde türlü baskılara maruz kalır. Sonuç mu?
Sovyetler döneminin bu en çok tanınan, bilinen bir zamanların kolhoz şairine sürgün yolları gözükür.
7 yıldır yurdundan uzakta sürgün hayatı yaşıyor.
Şu an bile dünyanın belli başlı ülkelerinde yaşayan Türk asıllı kimi Yazarlar, Şairler kendi “ana dillerini” rahatça kullanamıyorlar, “Türkçe Edebiyat” bu ülkelerde gerçek bir “çileye” dönüşmüş durumda, ama seslerini kimse duymaz, kimse duyurmaz, sıkıntılı ve içe kapanık bir devri daim de geçiyor edebiyat onlar için. Avrupa Birliği üyesi ülkeler bile kulaklarını o seslere tıkamışlar!
20.000 Azeri Türkünü Hocalı ( Azerbaycan’nın Dağlık Karabağ bölgesi) kentinde katliamdan geçirenleri nasıl ki asla görmediler, duymadılar, tıpkı Bosna, Fellucu, Telafer katliamlarındaki duyarsızlıkları gibi! Şimdi gelmiş de başımıza insan hakları havarisi, kılıç gölge oyuncusu kesiliyorlar! Bencil içgüdüleri böylece “Casuistique-Vicdan bilim”in en tartışıma götüren kısımları için çalışıyorlar bu dönemlerde ve bu bilimin kötü şöhretine Duchamp’ın duyarlı, insani ruhunu sızlatacak ölçütte bir hazır nesne gibi konduruyorlar utanç tuğlalarını. Üç adım ötenizde (IRAK) ve 3 yıl zarfında tam 655.ooo kişinin ölümündeki imzaları bütün ihtişamıyla parlıyor. Batının bencil içgüdüsü kendini fazlasıyla sıkan ahlak kurallarını da böylece saf dışı bırakmış durumda.

Özbekistan, Çin: kuzey batı-batı-güney bölgelerinde yaşayan eski kavim Türk boylarının zincirleri, Makedonya, Yunanistan ve Yakın Komşumuz (barındırdığı en kalabalık Türk nüfusuyla) bilinen en gerçekçi öyküler ve örnekleridir. Dünya Çocuk Edebiyatının en parlak yazar - yeteneklerinden sayılan Tebrizli Samed Behrengi, A. Nabidil, M.Shabesteri gibi halk edebiyatı kayıp metinler avcısı nice değerler şövenist, baskıcı
zihniyetlere kurban gitti! (birini Aras nehrinde boğdular, ötekini idam mangası önüne çıkardılar, üçüncüsü ise Bağdat’ta sürgünde öldü). Edebiyat ortamımız az biraz dikkatini bu alana kaydırırsa o yazar, şairlere en büyük hediyeyi de vermiş olurlar, ve bu kendi aralarında “al gülüm” ödül saçmalığı belki bir son bulur!
Dikkat edin bu gerçekleri dile getirmek size ödül getirmez asla, üstüne üstelik başka yakıştırmalar, iğrenç yargı, ön görüşlere de hazırlıklı olmalısınız! Dönem ateş ve “sıkıştırma” dönemidir! Kafamızı budalalık kumuna gömerek bir adım ötemizde neler olup bittiğinin bile farkında değiliz, ama Washington ve Berlin’de uçan sinekten bile haberimiz var! Çok post-yapısalcı, gereğinden fazla “gramatalog” olduk bayım! Derrida’nın Nietzsche ve Hidegger’in dil sorunsalını parçaladığı gibi yarıldı zihniyetimiz, bilincimiz. Tengri’yi bir değil, bin defa daha öldürdüler bu bölgede üstelik Nietzsche’den habersiz.
Tutsağın, yenene bir adam olmasını hatırlatması hiçbir şeye engel olmaz.
Bu haykırışımız şüphesiz saflığımıza delalet eder, çekiştirmelerimiz ve eleştirmelerimize de…
Neden o ülkelerin düşünen, eli kalem tutan baskın dil erbapları hiç görmezler, duymazlar “ötekilerin” sesini, ama o uzak mesafeden bile bize hariçten gazel okuma küstahlığını gösterebilirler? Edebiyat, Ahlak ,Adalet kavramları neden sadece onların şovenizmine hizmet eder duruma getirildi? Neden bir Alman yazar çizer çıkıp da Türk, Acem, Arap, Afrikalı göçmenlerin evlerini Berlin’in orta yerinde ateş vermeyi hiç ama hiç eleştirmezler? Koca bir kıtayı boşaltma operasyonlarını hep es geçerler, sırf petrol, çıkar, yağma uğruna dövüş kulübü film platosu gibi size sağ-sol kroşeler indirilir hem sağ hem sol cenahlarından?
Bizler bu tokatlanmış, çalınmış düşler coğrafyasının çocukları olarak, her zaman bulunduğumuz yerin, icapların ve hatta kendi fantezilerimizin bile işi ve eseri olan bilgilerimizi ve zevklerimizi ölümsüz ve ilksiz dogmalar(İnak) halinde saptamak iddasında olmadık hiçbir zaman…Size ey pejmürde akıllı Batılı dostlarımız bu gerçeğimize ara sıra Hollywood yaratığı “ET” gibi de olsa dokunun lütfen …Biz zorunlu olan şeyi çok, hem olabildiğinden daha çok beğeniriz, bu beğenişten aldanacağımızı düşünmeden, ön sıfatlar yakıştırmadan uzatın elinizi, biz daha önce Hegel, Goethe, Leonardo, Bellini, Kierkegaard, Marx, Arsito, Sokaretes’in eteğinden tutunduk, onların düşü ile rüya görmeyi de arzuladık…

Görün işte artık, Zaman, ateş ve sınanma zamanıdır.
Ateş üzerinden sözcük çekip alıyorsunuz sevgili dostlar, hem yeryüzünün en ezilmiş, hor görülmüş ülke ve insanlarının sözcüklerini, yüreğimiz Samed Behrengi, M.Salih, M. Shabesteri ( O müthiş Türkçe yapıt: “Pervanenin Öyküsü” manzumesinin yazarı) için ebediyette kadar çarpacak…Onlara sırf O “ana dilleri”nde yazma dirençleri, istekleri için reva görülen ölümcül vahşeti asla unutmayacağız…Varın bizi dilediğiniz gibi yargılayın, Oraya! Buraya oturtun ey zihniyeti bulanık tüm batı-doğu avamları!
Rüzgara tutunan zerrelerin yurdu, yuvası olsa olsa dost, kardeş gönlü olur, o “La Mekan” yakın yer!
Bulunduğumuz yerden değil, varacağımız menzilden dolayı,
FAS-TİD-İ-OUS’uz (müşkilpesent) ey postmodern, ama demsiz ve derunsuz beyhude demler!

“Lal Türkçe Edebiyatı” diyoruz biz bu bölgelerin üretimine.
İşte o Lal-Suskun Edebiyattan fazla bilinmeyen ustaca üretilmiş örnekler sunmaya devam edeceğiz...
Saygılarımızla
,


Borges Defteri
Dosya’yı Hazırlayan, Sunan: Borges Defteri

Özbek Türkçesiyle bir örnek şiir:
Mohammad Salih

Aç bir çumcuk bolsam,
Konmas edim sizing derezengizge

Çumali bolsam men,
Kesib ötmes edim siz ötgen yolnı.

Siz ğassal bolgende edi,
Elbette sizden song ölerdim.

Eger deraht bolsam
Sizning bağıngizde kökermes edim.

Lekin harseng bolsam
Yolıngizde köndelen yatgen bolardım.

Çevirisi:

Aç bir serçe olsaydım eğer,
Konmazdım sizin pencerenize.
Karınca olsaydım eğer ben,
Geçmezdim sizin geçtiğiniz yoldan.
Siz gassal olsaydınız eğer,
Elbette sizden sonra ölürdüm.
Eğer ben bir ağaç olsaydım,
Sizin bağınızda yeşermezdim.
Fakat büyük bir taş olsaydım,
Yolunuzda boyulu boyunca yatardım.






I.
Telefon çalsa titrerim
Kapı çalsa korkuyla yerimden sıçrarım
Haberden korkarım
Kardeşim gelse, kaçarım,
gizlenirim,dostum gelse.
Haberden korkarım.
Posta kutusu yanından koşarak geçerim, dönüp bakmam biri çağırsa.
Haberden korkarım.
Hayır, ben dünyanın facia dolu gözlerine dik bakmam.

II.
Türkçe konuşmak kolay.
Türkçe konuşmak ne kadar zor.
Ne kadar lezzetli bu dille konuşmak, ne kadar acı.
Eğer keyfin yerindeyse, sabah sağ tarafından kalkmışsan, geçmiş günden
Pişmanlığın yoksa-kuvvetli inancın varsa geleceğe- Türkçe konuş.
Her kimi seversen, gönlüne sığmazsa muhabbet, Türkçe konuş.
Her kimi yaman görürsen, boğazını doldurursa nefret, Türkçe konuş.

III.

Ayak sesleri yalancı
Rüzgar uğuldar, dallar kıpırdar
Varıp gelir bomboş salıncak
Oturur onda yalnızlık.

IV.

Mucize olup da Ahmet Yesevi
Geliverseydi bizim çağımıza
O girip gitmezdi yere asabi
Yerleşmezdi asla hiçbir saraya
Onun şairliğini gözetleyen “kurum”
Verirdi bir odalı ev
O ise kapıyı içeriden kilitleyip,
Yeni devri düşlerdi
Bizi sokmazdı evine asla
Sonra, kapısına bir yazı asardı:
“ Kapı çalınmasın,
Bundan müstesna
Başka gezegenlerden gelenler yalnız.”


V.

Bütün yazdıklarımı yaksalar
Üç kişiyi ısıtmaz!

Ellerime bakıyorum
Kaleme alışan elin
Kalemi kırmaya gücü yeter artık

Ben ağlamak istiyorum sadece
Gözüm ise Çöl,
Çöldür gözüm…

ŞİİRLER: MOHAMMAD SALİH


İSMET ÖZEL ‘İNTİHÂL’ ŞAİRİ Mİ?/Bayram Balcı



Türkçe şiirde 'intihâl' tartışmaları hep gündemde oldu. Bu tartışmaların en kapsamlı incelemesini Erdoğan Alkan, "Şiir Sanatı" adlı kitabında yapmıştı. Alkan'ın incelediği ve özellikle Fransızca bilen şairler arasında adı geçenlerin çoğu, şiir okurlarının aşina olduğu şairler. Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı Tarancı, Atilla İlhan, Cemal Süreya, İlhan Berk, gibi şairler Fransız şairlerden "çaldıkları" dizelerle anılan şairler oldular. Benzer tartışmaların son örnekleri arasında ise '97 yılının Evrensel Kültür Dergisi'nin sayı 63- 64'te Yılmaz Odabaşı ile Aydın Öztürk'ün "çalıntı" tartışması vardı. Ayrıca Edebiyat ve Eleştiri dergisinde Özdemir İnce ile Adalet Ağaoğlu arasında da benzer tartışmalar yaşandı.
Özel'deki 'İntihâl' Bulguları
1944 doğumlu İsmet Özel'in şiirinin ise, Rumen asıllı 1920 doğumlu Paul Celan'in dizelerinin bire bir kopyası olduğu tartışma götürmez bir gerçeklik. Celan'ın da Fransızca bilmesi ve sembolizmin şiire sağladığı olanaklardan yararlanşı, Özel'in Celan'den ne çok "etkilendiği"nin bir başka göstergesi. Ancak, ortak yanlarının sadece bunlar olup olmadığı dikkatli okurların gözlerinden kaçmayacak denli açık. Celan'in dünya şiirindeki yeri bilinmekte. Özel'in de bir dönem ve hâlâ coğu Türkçe yazan şair üzerindeki etkileri de sürmekte. Ancak Özel de, Paul Celan etkileşimlerinin bir yeri olduğu da gerçek. Adam yayınları'nca Türkçe'ye ilk olarak 1983'te çevrilen 'Bademlerden Say Beni', Kavram yayınları'nca da 1995 yılında basılan 'Şiirler'i ile İsmet Özel'in ilki 1966'da çıkan 'Erbain' adlı kitabı karşılaştırıldığında ortaya çıkacak olan benzerliklerin gerçeği gözler önüne seriyor. İsmet Özel, kimi şiirlerinde hemen hemen aynı dizeyi, aynı imgeyi ve aynı sesi kullanana bir şairdir. Aşağıdaki örnekler, Özel'in, Celan'dan nasıl "intihâl"lendiğini de ortaya koyuyor: "siyahtan daha siyahım, çırılçıplağım" P. Celan, B.S.B. syf. 18., "karaysam, öfkenin de payı vardır karalığımda" İsmet Ozel, Erbain, syf. 51, "Karanlık sözler ediyoruz birbirimize", P. Celan, Şiirler, syf. 46, Kavram Yay. "karanlık sözler yazıyorum hayatım hakkında" İsmet Özel, Erbain, syf. 49. "kara yapraklardan bir çelenk yapılmıştı" P. Celan, Şiirler, syf. 46, Kavram Yay. "benim yongalarımdan yapıldı bu celenkler", İsmet Özel, syf. 16. Erbain. Yukarıdaki örneklenen dizelerdeki ses ve dize kuruluşlarında benzerliğinin en çarpıcı örneklerinden biri de, "senin gözpınarında / ipini boğuyor işte / ipe çekilmiş biri" P. Celan, BSB; syf. 18, Adam Yay. İsmet Özel ise aynı sesi iki ayrı dizede tekrarlıyor. "senin gözyaşlarını heyecanla kapışır" Erbain, syf.57. ve "Çünkü üç gün beslendiler senin gözyaslarınla." Erbain, syf. 56.
Şiir Adları da Benziyor
Şüphesiz Ozel şiirinin Celan şiirine benzerliği yalnızca ses, imge ve dizeyle sınırlı kalmıyor, şiir adlarına kadar uzanıyor. Celan'in "Uzaklığa Övgü" (P. Celan, BSB, syf. 18 Adam Yay. ) adlı şiiri, Özel'de "Yıldızların Uzaklığına Övgü"ye dönüşüyor. (Erbain, syf.106) Özel, kimi şiirlerinde de Celan'in dizelerini kendi şiiri için yol açıcı olarak kullanıyor. "bembeyaz kesilmiş yumruklarımda / yeni bir beynin çiçekleri acmakta." Celan, Şiirler, syf. 110, Kavram Yay. "Itır kokan benim yumruklarımdır/ benim kavgamdır o aşk diye tanınan" Özel, Erbain, syf. 75. "senin göz pınarlarında volta atar / düşünü kurarım eşkıyalığın" Celan BSB, Adam yay, syf. 18. "Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin / üzgün, kara, ayaklanmaya hazır / ben yaralar kuşanıp katılırım onlara / onlara katılırım yedek mermi ve şarkılar olarak" Özel, Erbain, syf. 57, Çıdam Yay.
Yabancı Dil Bilmenin Avantajı

Türkiye'de şiir kendi öz kaynaklarindan kopup, farklı kaynaklara yönelince, toplumda yabancı dil bilenlerin azlığından da faydalanan kimi 'şairler' böylelikle kolay şiir yazma yolunu bulmuş oldular, Özel ve diğerleri gibi...
İsmet Özel'in "Erbain" adlı kitabındaki (ki bütün şiirlerinin yer aldığı bir toplu kitap) hemen tüm şiirlerinde Paul Celan'in şiirinin izlerine rastlamak mümkün. Anlaşılan, Adam ve Kavram yayınları Celan'in kitaplarını 1983 ve 1995 yıllarında Türkçe'ye çevirip yayayınlamasalardı, 1966 yılında yayınlanan Özel'in 'Erbain' adlı kitabında yer alan şiirindeki "intihâl" olduğunun farkına varmak da olası olmayacaktı. Özel'den 24 yaş daha büyük olan Celan, görülüyor ki, artık tek tük, yılda belki bir şiir yazan Özel'i çok içine çekecek kadar etkisi altına almış! Türkçe şiirdeki "çalıntı" şiir tartışması daha çok süreceğı benziyor.


Bayram Balcı




Juda Leon se dio a permutaciones
De letras y a comlejas variaciones
y alfin pronuncique el Nombre que es la clave
La puerta, el eco, el huésped y el palacio

( Juda ( Hain ) Leon devinimini derdest etmeye adadı ağzından çıkan bedenini,
kendini sözcüklere, anlamı yoksun çarpraşık çeşitlemelere ihanet etti.
Nihayet kilitli olan dile kapı açtı: Kulp, yankı, misafir ve öğüt sözlerini hapsetti.)

Borges. ( EL Golem'den)

çok hızlı bir amerika ülkesi, kıvrak kıvrak insanlar koşuşturuyorlar zor yanan sigaralar gibi ağır adımları yeryüzünün laciler içinde; james bond natasında Edward Said'in orientalism romanı: ingilizce bir aksaklık yaşanıyor günümüze tercüme edilmeyen: taşları ve topları vardünyanın hali hazırda bekletilen patlatılmak üzere kaynayan başlarında yığının, soytarı edasıyla gazanfer ellerinde buhurdanlık zeytin kokusu saçıyorlar ekranlarından geçitlerin, bor büyük yaşlı başkanı ölüyor köhne bir ülkenin, soğukta cenaze marşları çalınıyor; şöleni var yer yüzünün, eski tanrılar anılıyor bir gecelik günahla, uzun boylu siyahlar sıçrıyorlar, bit yeniği bir türk mitinde ağacın en yüksekteki dalına değmek isteyen kraliçe adayları gibi çıplaklar, üstlerinde bir don bir fanila, arada reklamlar giriyor prestijli işadamlarının seçtikleri ruj yakın çekimde dudaklara sürülüyor, kumandasındaki askerleriyle ırakta bir sapık insanları demokrasi için öldürüyor, duruma göre avam kamarasında
britanyalı açık deniz yatçıları karar veriyor umman denilen kocamış su kütlesinin güneyine mi kuzeyine mi kırılacak dümen, kutsal ısırganotu bahçesinde sir anthony hopkins emirler din'liyor küçücük bırakılmış meme lekeli et meydanlarında, boku püsürü toplamış gazetelerde arkası kesilmeden ölüp duran insan rakamları, kişiliksizliğe düşen ulusal harcamalar, canlısız bankalar, kullanılmayan bozuk paralar, tükürükle beslenen kavanoz tanrıları,
cicili oyuncaklar, tersinden okunmaya çalışılan cevabı bir sayfa ötede yazan bilmecelerde imla hataları, binlerce pop şarkısında anlatılan nedir diye düşüne durağan fakir şairler, uydudan yayın yaptığına inanan tv skiperleri,
futbolcularına dandik jübileler düzenleyen büzük taşak takımları, taksi şöförlerinin aralarından biri boğazlanınca feryadı figan etmesi, dünyanın ışıkları bol caddelerinde
hamburger yiyen alkolik ceplerinde kanyak şişeleri, ters-yüz olmuş suratlı gereksiz kravatlı tıkınma aynaları; kasada oturmuş bıyıklı adam konumunun belirsizliğinden uzatılan paraları ellere değmeden almaya gayret gösteriyor,
oğlu başbakan olabilmek için nakşibendi olmalarını öğütlüyor, Fidel Castro kafasında beyzbol şapkası Küba Milli Takımının koçu, Venezüella'da durum iki iki, politikada kariyer yapmaya çalışan anap il gençlik örgütü başkanları, seks böceklerine benzeyen sundurma altı sunucular, boyun ağrılarından yakınan dönme dolap sahibi, gazetelere güvenlik firmasıyım hesabına ilan veren tımarhanelik taklamakan çölü mafyası, kendisinin sahte olduğunu kabul etmek istmeyen çarkıfelekçi, cezaevleri denili gezegenlere düşen fundacı taşlarıyla usulünce oynanınca fışkıran delilik, ressamların çizmediği mekanlarda gezinen öykücü, kumarbaz, rakı kadehlerine bulaşan hamsi kılçığı, nihayet gençin hayal tüccarlarından hesapta hesap sorması, sarıyerde olmaması gereken bir yerde duran rakı masası, peçete, kalem, tuz, pilaki, kürdan, eğri çatal adam, pulu patlamış zarftan bir lamba.

sarhoş kimselerce kurulmuş kentin aksırıkları duyuluyor.

Leon Felipe




Yirmili Yaşlar; Hoşçakalın
1.Bölüm

Sevgili Onur Caymaz'a uzun, sağlıklı, üretken yıllar dileriz!...
En az son üç-dört senemiz birlikte geçti, bizler öykü, şiiilerini çok sevdik... Yüreğine Sağlık..
Borges Defteri

Sözcükler zaten yetecektir diye düşünürdüm. öyleymiş.
bunca yirmi yılı, otuz yılı, hatta elli yılı devirmiş ustaların yanında benim yazı yazma maceramdaki on yılı biraz geçmiş olmam da nedir ki diye düşünecek olanlar çıkacaktır. ama bir kesişmeden söz etmeden bu yazıya başlamak imkânsız gibi duruyor. yazıdaki on yıl geride kalmışken şimdi bir de siz bu yazıyı okurken otuz yaşımın bana hediye edeceği günleri toparlamaya başlayacağım zamandan.
diyeceksiniz ki, yirmili yaşlarda yazmaya başlayan herkes zaten on yıl yazı yazdığında kesişir otuz yaşıyla. ben de size her mutluluğun aşağı yukarı aynı, her mutsuzluğunsa kendine özgü olduğunu söyleyeceğim. bu da benim mutsuzluğumdu. kısaca benim maceram:
her şey karlı anımsadığım –belki de ayazdı- bir kış akşamında başladı. o akşam kadıköy’ün rıhtıma doğru inen eğri büğrü sokaklarından geçip giderken, içerde yanan sarı solgun ışığının, dışarıdaki pazar günlerinin ellenmemiş karlarına vuran, küçücük bir kahveyle karşılaşmıştım. iki eski yapının arasına sıkışmış bir rüya gibi duruyordu orada. kapının camında bir dergi asılıydı. şiir oku. tabelada yazı kitabevi yazıyor.
yanımda her zaman bir kalkan gibi taşıdığım kırmızı ajandam vardı o zaman. demek ki kâğıtlara yazar, defterler taşırmışım yanımda bir zamanlar. kayıplar hanesine bir çizik mi atmalı? içerde bir adam, kitaplar arasında oturuyor: mustafa köz. yanına gidiyorum ve yıllar önce attila ilhan’ın “yola bir düşüldü mü ömür boyu gidilir” yazıp imzaladığı ben sana mecburum’daki gibi oluyor her şey. yolculuk başlıyor.
birkaç ay sonra beyoğlu’nda bir cumartesi. yalnızken ayrı, kalabalıkken ayrı olan, en sevdiğim gün… şiir dergilerini zaten takip etmekteyim. eski mephisto’ya giriyorum. irili ufaklı hepsi orada duruyor işte. bu tutkuyu daha iyi tanıyacağım zamanla. tüm her şeyden ayrı, bir köşede durur, çıkan bütün dergiler, onların arasında bir şeyler arayıp dururken kendi ismini de bulmaya çalışan bir çocuk görüyorum şimdi. hem şiir oku’nda, hem de poetikus dergisinde şiirim yayınlanmışlar!
poetikus’u yılmaz arslan çıkarıyor. onu hiç tanımıyorum. sadece göndermişim şiirimi: yalnızlığın burçları’nı. bütün dünya benim oluyor sanki. dışarı çıkıyorum. tünel’e doğru yürüyeceğim. herkes beni tanıyor sanki şimdi.
düşünüyorum da öyle heveslerim varmış o zaman. yazarak tanınmak, meşhur olmak. zamanla nasıl da geçip gidiyor, nasıl da değişiyor her şey. zamanı anlamak için bile ona ihtiyaç duyuyoruz. şimdi o hevesin büyüsüne gülümseyerek bakıyorum. sene 1995’tir bütün bunlar yaşanırken. tam hatırlamıyorum, belki halen kurtuluşta oturuyoruz, babam ölmemiş daha, şimdi koca adam gibi duran kardeşim küçücük çocuk henüz, annem hep mutfaktadır, sabunlu ellerini ince boyunlu bir kuğunun resmedildiği bir havluya silen. apartman aralığı vardır koridorun sonunda, tam telefonun durduğu sehpanın üzerindeki pencereden bakınca görünür. o apartman aralığına bakarak sonsuz hikâyeler kurmaktayım. üniversite birdeyim. aşklar, sevinçler, sevgisizlikler içinde… hayatla tanışıyorum. hayatla, sanatla, vasatla.
kitaplar arasında buluyorum kendimi. doğru yazarları okumaya çalışıyorum. doğru neyse? yürüyeceğim yol için işaretler arıyorum kendime. hangi durakta konaklayabilirim, hangi yazar bir otel, hangisi tanrı misafiri diye bencileyini ağırlayacak bir ev; hangi şairden bir ötekine gidilir.

bizim zamanımızda böyle değildi demek bir yaşlılık belirtisi sayılmıştır hep. ne olursa olsun on yıl öncesinde yaşanan günler de vasatın bu denli ayyuka çıkmadığı daha temiz günlerdi. murathan mungan’ın çok sevdiğim bir sözü var: “türkiye’de her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” der. kötü bir şey yaptığınızda az buçukta olsa rezil olabilirdiniz o zaman. utandırırlardı.
utanmak bir anlamda vasatın başladığı yerde bitiyor. utanmak, insanın kendi içindeki eleştirmen. bu yazdığımın yayınlanmasından utanır mıyım diye sorması insanın kendine.

gerçekten okur diyebileceğimiz bir kavramın, 80 sonrasından başlayarak gitgide tüketilip, bu yok ediş çabasının sonuna gelindiği yıllardı. oysa mazhar alanson’un bir şarkısında şöyle derdi o yıllar: “nasıl da paylaşıyor insan isterse/ nasıl da birmiş meğer hasretler/ nasıl da mecburmuşuz sabretmeye/ sevmeye/ öğrenmeye”. kimsenin birbirinin farkında değildi. görüyordum. herkesin sonsuz bir beğenisizlik içinde olduğunu, hayran olabilme yetisine olan uzaklığını herkesin.
2000 her şey için milat olmadıysa da 1999’da gençlik kitabevi öykü ödülünü alışımla birlikte başlayan yolculuğumun ilk kitabıma eriştiği duraktı. “kah saatle yüzümün alıp veremediği, kah gecenin aynayla” diye başlayan kâh ve rengi’yle çıkmışım yola. çıkınımda attila ilhan, edip cansever, cemal süreya, faruk nafiz, ahmet kutsi tecer, ahmet haşim, haydar ergülen, birhan keskin, murathan mungan. farklı zamanlar, farklı insanlar…
elifin kırıldığı yok incecik camlar dağılan kalbe
tırnaklarından bir hatıra defterine emekli dizeler
saçlarında buz tutmuş bir kuşhane
dalgın akşamlarından gölgesi geçen derviş
ağlar mı insan kendi şiirine
böyle demişim hüseyin alemdar olmasa asla olamayacak o solgun kitapta. acıyla anımsanıyor. kuşhanelerden, eski tangolardan, dervişlerden bahsetmişim. değişiyordum. şekilleniyordum. su haylazdır, girdiği her şeyin şeklini alır. olmak için bakıyordum. sait faik çıkageldi sonra. haldun taner, sabahattin ali… onları okuyarak devam ettiğim yolda, üniversite bitirme tezinden vazgeçip öyküler yazdığımı anımsıyorum. şiir neden yerini öyküye bıraktı, hangisinden vazgeçilir, hangisinde yetkinleşilir, hangisi seçilir, hangisine yetişilir diyen sorularım olmadı hiç. hayatımda hiç yapamadığım bir şeyi, savrulup gitmeyi, akabilmeyi elime kalemi kâğıdı aldığımda yapabiliyordum işte. daracık sokaklardaki evlerde ne olduğunu, nereye olduğunu bilmediğim sonsuz yolculuklar…
2002’de istanbul neredeyse çok dışındaki bir evde, kütüphane adı verilmiş küçücük bir odada, gelin çiçekleri’ni yazarken buluyorum kendimi. bir site; güvenliği, kapıcısı, bahçesinde hep çocuk sesleri, yorgun bir çardak, uzak… babamın ölümünü beklerken sonra, nokta’yı yazışım. işe gidip gelirken sabahları avcılar’daki cennet mahallesi’nden geçmeler cennet’te inecek var’ı getiriyor bana. yunanca şarkıları sevmeler, ritsos’a uğrayığ bir kadeh uzo, edip cansever’e başka gözlerle bakılan pazar ikindileri, nane likörleri, kahve bardakları…


devam edecek....

Onur Caymaz


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***