Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Onbeşinci Güne Dair / Orkun Kara



On dört gündür, dünü düşünüyorum, sağanağa tutulmuş bir iklimi…
On dört gündür, günden güne azalan kendimi görüyorum ve gömülüyorum.
Kalbim katlandığım dünya kadar, kalbime sığınaklar hazırlıyorum on dört gündür.
Dilimdeki bütün kelimeleri küfüre, küfürüde bir yerlere gönderdim.
Uslandım on dört gündür utandım.
Ruhuma dar gelen bedenimi vurdum, vurdum ben kokan döşeklere “bu gecede uyku yok” dedim on dört gündür.
Dudaklarımdan hep aynı şarkı, ağrısız, notasız sızıp dizlerime kadar sızıp yol oluyor.
Dizlerim on dört gündür kendime gidip kendime dönüyor.
On dört gündür tek bir martı çığlığı, keksin bir iyot kokusu ve kalabalıkların içinde olma korkusu yanaşmadı kulağıma, burnuma ve her yerime…
On dört gündür her şeyi her şeyimi ikiye böldüm, ikiye böl – düm. Bir bardak çayı, ekmeği, zeytini…
Doydum durgun akan ırmaklar kadar yağmura, dolandım sarmaşıklar kadar ağacının dallarına… On dört gündür duymadan, dokunmadan, görmeden… Gölgemle ne çok alıp veremediğim olduğunu anladım…

On dört gündür, kapamadım hiç ellerimle yüzümü, kafamı almadım parmaklarımın arasına, sakallarıma saklanmadım, kapamadım penceresini evimin. Evimi hiç dağıtmadım.
Her an… Her an’ a hazır bıraktım…
Aç bırakmadım kuşları da kedileri de, ellerim kadar elimden geldiği kadar.
On dört gündür “ umut, diyalektiğini ret etmiş bir dünyada eski bir kahraman” demedim hiç… Umulmadıktır güzel olan senin kadar.
On dört gündür yüzüne her gece, her sabahımı emanet ettim.
Nefes aldım, güldüm tırnaklarımı yedim, ölüyorlar çocuklar ölüyorlar diye bir sigara daha yaktım (yani sigarayı da az içemedim bağışla sözümü tut –madım.), hiçbir şey olmamış gibi bir şeyi içimde taşıyarak yürüdüm on dört gündür…
Sensizliğe vardım.
Yaşamak, ellerinle dokunmaktır hayata…
On dört gündür dokunuyorum günde bir kere yokluğuna….

Malumun…!


Yazarı: Orkun Kara


Irak Yer… Şimdi Beyrut / Nurduran Duman


Irak Yer… Şimdi Beyrut
Kafamı sokuyorum kum mu çamur mu artık seçemediğim o şeye, mutlu mutlu dolaşıyorum. Yüzümdeki ifade ise hiç umurumda değil. Biliyorum bu umursamazlık kendimi bana ele verebilir. Üstelik ipimi de çektirebilir kendi kendime. Yaşlı ama her şeye rağmen dayanan, ipi göğüslemezse, göğüslemek için son nefesini vermek pahasına çabalamaz ise ölecek olan bu bölge... Bir çınar gibi yapayalnız, aldatılmış, yarı yolda bırakılmış, kendine hayrı kalmamış olan güvendiği dağın hakaretine uğramış bu halk ölerek, evsiz barksız, yersiz yurtsuz kalarak, göçerek, TV kanallarında dünyaya ve BİZe hâlâ anlatmaya çalışıyor. Çalışıyor. Çalışıyor. Kana bulanmış gökleri, nefesi kesilmiş sokaklarıyla, kapanmış göz kapakları ihanetinin bedelini ödüyor insanın insana… Bense kafamı sevgili kumumdan çıkarıp ne görmek ne de dinlemek istiyorum bu canlı yayın cinayetleri. Kanal değiştirirken iki saniye gördüğüm çocuğun, kadının, erkeğin yüzü ve hiç görmediğim ama kanadı kırık, gözünün feri sönük dolaştığını bildiğim o kuşun çığlığı, o göğün altında yanan börtü böceğinin sarı çıtırtısı… içimi kavuruyor: dinle(ye)miyorum. Geçiyorum. Film oynatıcıya koyduğum yabancı filmlerde patinaj yapmaya. Kitaplara belki. Kendi yazdıklarıma. Yazmak istediklerime. Ama yazmam gerekenlere değil. Borcum olana değil. Kumum öyle uygun ki domuzcuk olmaya. Domuz ihtiyacı olunca değil aklına geldikçe yaparmış altına. Hiç aklına gelmezse çatlayacak demek mi oluyor bu? İnşallah… Neler yapıyoruz? Vaktimizi ve enerjimizi, sevgimizi ve ilgimizi nerede çoğaltıyoruz ve/veya harcıyoruz? Hangi gezegende? Hangi ev yayınevimiz? Hangi yıldızda gazetemiz? Bilmediğimiz güneş sistemlerinde mi kaybolduk? Kara deliğe mi tıktık birbirimizi, aklımızın ve kalbimizin en karanlık dibinde vicdanımızdan saklarken orada ve ırak-ta diye başka yerlerde olup biteni? Değerin, onurun, haysiyetin hangi çuval geçirildi de başına, evlere tıkılmış, otellere zorunlu konuk edilmiş star, yıldız, gelin, damat adaylarına takılı kaldı aklımız? Hangi renkti o çuval da bu iç güvey adaylarına oy vermekle renk körü edildi seçmenliğimiz? Bir çınar durmadan konuşuyor. Dal sallanıyor. Güneş bir türlü gerçekten gelmiyor, kalıcı olarak. Mevsimler şaşkın. Son kez konuştuğunu bilerek konuşuyor, borç bilerek. Yorgun, yaşlı, dik. Bense kum mu çamur mu artık seçmediğim çukurda kafamı daha derine itiyorum. Gündelik hayatın yokluklarına ve çokluklarına. İş hayatının saçmalıklarına. Eski dostların bazılarının vefasızlıklarına, bazılarının daha da artmış güvenine, sağlamlığına. Yenilerin telaşlı tanımaya çalışma çabalarına. Sevgilinin kollarına. Daha derine. Varlığımı anlamlandıran iyi kötü her şeyi narkoz etkisi yapmakla görevlendiriyorum. Bir taraftan da bilinçli ve planlı bir şekilde gözlerime Beşparmak sokularak kör edilen güvenli yanım… Böyle mi olmalıydı? İki tümce önce saydığım en doğal çokluklarımın tadını çıkarmak yerine, onları kullanarak yok göstermeye mi çalışmalıydım olup biteni kendime? Acıdan ve çaresizlikten artık ilgilen(e)mediğim “olmak ya da olmamak” gerçeğini kayıtlarımdan ve hatta bu repliği anılarımdan silip, “olacaksın ya da olma (öl)” oyunlarına zorla oyuncu seçilmiş ben figüran, küçük zavallı, her nasılsa değil GERÇEKTEN soylu ve köklü kültürü ve tarihi ile bin yıllardır var olan ama her nasılsa düşürülmüş mahallenin şebelek kızı; gözünü oyamadığım için soysuz, tarihsiz yönetmenlerin; tıkıp kendimi deliğe, gömüyorum başımı sanal filmlere, işe, sevgilinin göğsüne, dostların sevgisine. Geçerek ...
Yazarı: Nurduran Duman


Göz Kırpan Evrene Karşı / Cemil Atik


Söylüyorum; Lize Minelli’nin gözlerinin utancından utanıyorum. Çünkü yakından bildiğim tek Amerikalı o. Hüzünlü büyük palyaço gözleriyle bakışı ne kadar uzağa gidebilir ki. Bakışlarıma dönüyor, öteki türlüsü imkânsız; gözlerimi gözlerine bırakıp, ona İsrail’in çocuklarının cinnetini gösteriyorum.

Bu kadın küçük, erotik şiddet gösterilerinden bile hazzetmeyen azizeyle, gerçek bir dişi arasındaki kararsızlığın görüngüsü. Kulağıma eğilip, ‘’ New York New York ‘’ şarkısına artık inanmadığını fısıldadığında, onun özgür kılındığına o kadar inanmıştım ki, neredeyse


‘’ Amerikalı doğmasının onun suçu olmadığını ‘’ söyleyiverecektim. Ama baştan söylenmeli ki, filmdeki karakterdir, Peggy yani sözünü ettiğim. Punk’ın mülayim ilk bildirgesi gibi duran bir yüz; güzelliğin böyle kurnazca saklanabileceği şeytanın bile aklına gelmez. ‘’ Öbeğin tepesinde… ‘’ bir tutam çiçek, rüzgârlara titreşerek ses veren, katiyetle yok edilemez olan bir saflık…




Başkasının utancından, öyle ki, böylesi gözlerinkinden utanmak beni felç ediyor. Neden Peggy’nin duyduğu hicabın bizi kurtaracağına bu denli büyük bir arzuyla inanıyorum ki?

Artık Olmert’in kalbini tutan bir bakışa tutuşturdum kadının nazarını, anlaştık, anlaşmasına… Öte yandan uykuya daldığında ‘’ muzafferler ‘’, Filistin’in düşüyle düşüyorlar, Lize Minelli’nin Peggyciğinin siyah perdesine.

Elimi tutuyor, sonbaharın donduran yağmuruna çıkartıyor beni ( ne çok özlemişim hâlbuki ), uzanıp sigarasını yakıyorum el çabukluğu marifet. Bir süre ayakta öylece bekleşiyoruz, omuzlarıyla dumanın yönünü belirlemek istercesine küçük kısa manevralar yapıyor. Kapıda kaybolmadan az önce bana dönüp gülümsüyor. Onu Garbage’ın solistine benzettiğimi anımsıyorum; ‘’ Bir Dünya Yetmez ‘’.

Sonra Gerçek Cumartesi Vicdanına doğru yürüyorum, sabaha karşı. Kör bir Yahudi yenice kapattıklarını söylüyor, dağılmış olmalarını bilmek ürkütüyor beni, onların da gitmek zorunda oldukları yuvaları olduğunu düşünmem gerektiğini düşünüyorum.

Lize’yı hatırıma getirdikçe, onun utancına bel bağladığımı, ümidimin fışkırdığı kozmik geçidi onun yönettiğini anlıyorum. Bugün bile…


Yazarı:Cemil Atik


Silmiyorum Hiçbir Şeyi Bugünlerde!/ Sufi.



Kumdan yorgan olup üzerimi örtüyorum.
Uyandığımda odamda yere atıyorum ruhumu.
Sonra yalnız bırakıyorum kendimi, dışarı çıkıyorum.
Akşama kadar bekleyecek miyim?
Üzerimde duran insanların ağırlığını hissetmeden, denize
fırlattıkları taş oluyorum, yere yığılan Beyrut'lu çocuk, Gazze'ye çöken açlık, susuzluk oluyor gördüğüm, düş ucuyla dokunduğum tüm yürekler, mesafeler..

Sonra, Sayda Limanına çığlık atıyorum,
Görmeyin beni,

Duymayın sakın!

Kendime gelmeliyim artık,
bedeli tüm bildiklerimi unutmak dahi olsa.
kendime gelmeliyim
Dünyanın en güzel bestesini unutmak zorunda kalsam dahi..
Anlamalıyım,
ama asla unutmamalıyım Telli Zatar, Sabra, Şatila, Gazze'yi.

Sufi.

Sanmayın ki bütün İsrailliler ve Musevi inancında olan insanlar İsrail devleti gibi düşünüyorlar, onlar da en az Filistinliler kadar bu beyinsiz takımlardan bıkmışlar, ne düğünleri düğün, ne matemleri matemdir, tıpkı utanç duvarının öte yakasındaki Filistinliler gibiler. Huzur tıpkı unutulmuş"aşklar" gibi kayıp çeyrek düşün adıdır her iki yakada.
Ülkemizde yaşayan musevi cemaatine sorun bakalım kaç kişi şu olup biteni onyalıyor? Siz bakmayın California'nın "ebleh" suratlı Terminatör valisinin savaş çığırtkanlıklarına, kendini hala film platolarında sanıyor!

Şu an İsrail'de yaşayan ve tam bir Barış güvercini olan (üstelik çok sıkı ve iyi bir Şair olan, ailesi 500 yıl önce İspanya'dan İzmir'e yerleşen) Türk kökenli Prof. Dr.Ada Aharoni gibi nice aklı selim insanlar var. Toplum olarak soğuk kanlılığımızı korumak zorundayız ve bir gerçeği asla unutmayalım ki, dedelerimiz o toprakları terk ederken "anahtar teslim" bir Filistin ülkesini Araplara bıraktılar çıktılar; limanları, üstü kapalı iznik çini süslemeli pazar yerleri, hamamları, kervansarayları, altın kubbeli mescitler, camiilerleri ve en değerli hazineleri olan "Barış" teminatıyla!
Bugün yere yığılan Gazze çiçeği ilk tarihsel hesaplaşmasını önce "toprak taciri" olan dedesi, sonra İngiliz Lordlarıyla yapmalı, ardından eteğindeki çakıl taşlarını Gazze denizine boşaltarak seyretilmiş uranuyum mermilerine ve "poitikanın cinnet takımı" olan şu anki İsrail yönetimine karşı olağanüstü politik manevralar ve yerküreye hakim olan girift politik çemberi delerek ve arkalarına şu anki psikolojik desteği de alarak karşı koymalılar, yoksa bu "adam bozuntuları" üç gün içerisinde hem kendilerini hem dünya'yı mahvedecek kapasitede megaloman "edilmişler" büyük abileri tarafından. Amerikanın günlük yardımı ne kadar bilginiz var mı? Tam 20 Milyon dolar! neredeyse saati bir milyon dolara gelecek, öte yakada açlık, kıtlık, eğitimsizilk, sağlık koşulları yerlerde sürülürken üstelik.
Amerikan yönetimi yeni "Cengiz Han"olma hevesine+ kılığına bürüneceğine şu ateş, barut, ölüm, kan, gözyaşı yerine bir nebze gülücük ve eğitim olanakları sağlasa o zavvalı insanlara çok mu batar? Ey gözleri "Tar" çips zihniyetli baylar?
İsralilli Şahinlerin tırnakları er+geç kendi halkları tarafından kesilecek, kimse merak etmesin. Bunca savaşı, huzursuzluğu, kederi, gözyaşını iblis bile kaldıramaz.
Olan bölgenin tüm masum, suçsuz insanlarına oluyor, insanı kahreden de bu gerçekliktir.
Sözümü Haifa'da yaşayan Türk kökenli Dr. Ada Aharoni'nin bir şiiri ( Barış Köprüsü) ile bitireceğim. sufi.

A Bridge of Peace

My Arab sister,
Let us build a sturdy bridge
Form your olive world to mine,
From my orange world to yours,
Above the boiling pain
Of acid rain prejudice -
And hold human hands high
Full of free stars
Of twinkling peace

I do not want to be your oppressor
You do not want to be my oppressor,
Or your jailer
Or my jailer,
We do not want to make each other afraid
Under our vines
And under our fig trees
Blossoming on a silvered horizon
Above the bruising and the bleeding
Of Poison gases and scuds.

So, my Arab sister,
Let us build a bridge of
Jasmine understanding
Where each shall sit with her baby
Under her vine and under her fig tree -
And none shall make them afraid
AND NONE SHALL MAKE THEM AFRAID.

Prof.Dr. Ada Aharon


Ey Ezilmiş Çocukluğum!...





Nizar Qabbani(1923-1998)
Ünlü Arap Şair’in Anısına

Yazı-Arapça Çeviriler: Borges Defteri Moderasyon

1998 yılının Mayıs ayında tüm İngiliz Gazeteleri bir Şair’in göç haberini verdi.
Bir süreden beri tedavi amacıyla bulunduğu Londra’da gözlerini dünya’ya yumdu Nizar.
Yarım yüzyıla yakın sadece şiir yazan ve Arap Edebiyatının en tartışılır Şairi olarak da bilinen Nizar, savaş karşıtı şiirlerinin yanında “aşikaneleri” ile de bilinir.
1944 yılında ilk şiir kitabını ( Yeşil Kadın Dedi Ki) kendi olanaklarıyla yayınladı.
Bu ilk kitabı ve şiirleri ile geleneksel Arap şiirine aykırı duruşu ile büyük tepkiler aldı.
Nizar o yıllarda bir ilke de imza atmıştı, kitabını çok ilginç ve tarihsel olaylara işaret edecek biçimde paketleyip piyasaya sunmuştu.
Fransızlar Şam’ı işgal ettiklerinde aykırı kadınlara kırmızı bantla gezme zorunluluğu getirmişlerdi, Nizar da kitabının etrafına o uygulama ile hesaplaşma niyetinde aynı kırmızı bantla kapatmıştı. Arap toplumuna sinmiş olan korkuyu yazdı Nizar.
“ Korku içinde aşık olduk, korku içinde yürüdük, korku içinde yazdık.” diyordu.
22 yaşında diplomat olarak Kahirde çalışmaya başladı bu görevini 1966 yılında yani politikayı temelden bıraktığı yıla kadar sürdürdü.
Onun şiirini saran yangın hiç bir zaman sönmedi.
Acımasızca kimi Arap ülkerinin vurdum duymazlığını, tepkisizliğini, uyuşukluğunu eleştirdi.
Ama en çok kadınların yalnız dünyasına ışık tuttu şiirlerinde, belki de tüm Arap şiirinde aşkı onun kadar güzel anlatan başka bir şair çok azdır.
Birkaç şiirini Borges Defteri okurları için ana dili olan Arapça’dan çevirerek aktarıyoruz.
(
not: defter yazıları, şiirlerini başka site, dergiler için kullanmak isteyen değerli okurlardan tek ricamız sadece kaynak göstermeleridir! )

1

Arap dünyası kılıcını kaybetti artık
Ve yüce şeref kavramı çöl serabından öte bir şey değil!
Arap dünyası kişiliğini petrola akıtmıştır,
Ve söylüyor: Tanrı Büyüktür!
Halkın kanı emiliyordu petrol öncesi –sonrasında
Bir grup hep sözsahibi, ötekiler ise “hayvan” yerine konuldu
Artık göksel kitaplarımız okunmaz oldu
Kim inanrdı ki Mısır “Musevi” diyarı olsun, çıksın.
Ve bu nasıl bir Mısır diyarı ki Namazını artık ibranice okuyor!...


2

Beyrut,
Ey dünya sevgilisi
Kim çaldı yakut renkli küpelerini
Kim sahiplendi o sihirli yüzüğünü
Kim kesti altın renkli saçlarını?
Gözlerinin derin yeşilliğnde alevlenen yangını kim söndürdü?
Yüzündeki o kocaman bıçak yarası kime ait?
Ve kim o güzel yüzüne asit döktü?

3


Gözlerinin mavi limanında
Yağmurun renkli ahenkleri esiyor
Güneş ve hayret yelkenkeri
Sonsuzluğa çiziyor yolculuğunu

Gözlerinin mavi limanında
Denize doğru açılır bir pencere
Ve uzak diyarlardaki kuş
Henüz doğmamış toprakların peşinde

Gözlerinin mavi limanında
Kar yağar, yaz zamanı
Denizi kendinde batıran, ama batmayan
Firuze yüklü gemiler...

Gözlerinin mavi limanında
Dağınık kayalara doğru

masum çocuk gibi koşarım
Geri dönerim,

ama kuş gibi yorgun.

Gözlerinin mavi limanında
Gece türkülerini okur taşlar

Söyler misin...
Kim gizlemiş binlerce şiiri
gözlerinin kapalı kitabında ?

Keşke,
Ah, keşke
Bir kayığım olsaydı
Ve her akşam
gözlerinin mavi limanına doğru

yelkenlerim savrulsaydı...


Şiirler:
Nizar Qabbani
Türkçe çeviri: Borges Defteri / Moderasyon








“GARP CEPHESİ” / Naime Erlaçin




Edebiyatla politikanın buluştuğu ülkeye doğru bir gezintiye çıkalım bugün. Şair ve yazarın nerede durduğuna ve durması gerektiğine yakından bakalım. Hatta külleri eşeleyelim biraz…

Geçenlerde bir arkadaşım gençlik yıllarımı hatırlattı. Mektubunda beni kast ederek “Garp Cephesi’nde Yeni Bir Şey Yok” derken değişmediğimi söylemek istiyordu. Yaşayan her canlı gibi ben de değişiyordum elbette. Ancak aslım aynı kalıyordu. Temelim ve kilit taşlarım yerli yerinde durmakla beraber ben değişiyordum. Hepimiz için geçerlidir bu. Bazen iyiye ve güzele doğru değişir, dönüşüme uğrarız. Keşke daha sık değişebilsek! Özümüzü korurken daha hızlı gelişebilsek; içimizdeki “ben”leri çoğaltabilsek… Bir yandan yaşadığımız nesnel dünyadan sağlıklı beslenip, öte yandan onun yapı taşlarına yepyeni tanımlar getirerek, yaşamsal niteliklere azımsanmayacak bir katkıda bulunabilsek ne iyi olurdu…

Bu süreçte, pek çok unsurun yanı sıra okumanın büyük yararı olduğunu düşünüyorum. Özellikle genç yaşta okumaya başlamanın. Okuma alışkanlığı edinmenin ötesinde, okumayla bir derdi olmanın… Yaşamımın rotası böyle çizildiği ve sonra da aynı doğrultuda sürdürdüğüm için konuya bu pencereden bakıyor olabilirim pekâlâ. Yine de soruyorum kendime: Eğer Erich Maria Remarqué ‘ı bundan neredeyse yarım yüzyıl evvel tanımamış olsaydım, “Garp Cephesi” bana bir şey ifade eder miydi? Veya savaşa bakışım nasıl olurdu? Taraf tutar mıydım, suçlar mıydım, suçluluk duygusuna kapılır mıydım? İnsanlık için tahrip gücü fevkalade yüksek olan bu felaketi nasıl değerlendirirdim?

Planlı bir biçimde, hemen her şeyi okuyordum. Bir gün fark ettim ki savaşa ilişkin eserlerin pek çoğunda “taraf tutan-önyargılı” bir bakış açısı vardı. Okumaya başladığımda tarafsızsam bile, kitabı bitirdiğimde bir cephenin fanatik taraftarına dönüşüyordum. Yanlıştı bu! Üstelik de özgür düşünceyi kısıtlayan, yönlendiren bir yanlış… Remarqué ise taraf tutmuyor ve soruna insanoğlunun kalbindeki mercekten bakıyordu. Kimin kazanıp, kimin kaybettiği pek de önemli değildi. Kaybeden daima insandı çünkü. Henüz çok genç sayılabilecek yaştaki bireylerin çocukluklarını, ama aslında masumiyetlerini; yetişkinlerin ise geleceğe dönük umutlarını, düş ve hayallerini yitirişlerini belgeliyordu. Sadece belgelemekle kalmıyor, gelecek kuşaklar için vahşi bir ormanda adeta elleriyle yol açıyordu. Bense sadece okuyarak farkına varıyor, tarihsel gelişmeleri kendimce değerlendiriyor ve düşünüyordum.

( Okumak, zamanın hasadından geçerek bir değirmende una dönüşmeye benziyor. Kişisel unlar ise birbirinden oldukça farklı… Her birimiz, emeklerimiz doğrultusunda kendi unumuzu yoğurur ve sonra da düşünce hamurunun kıvamını tutturmaya çalışırız. Bazılarımız büyük olasılıkla yazar. Artık anlıyorum ki, niteliksiz bir unla girişilen bu eylemde hamur tutturulmuyor ne yazık ki… Ne de ekmek pişirilebiliyor…)


Okumak… Düşünmek… Yazmak Eylemi…

Bunlar birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydılar. Müthiş bir okuma açlığı içerisindeydim. Okumazsam düşünemez; düşünmesem kendimi oluşturamaz ve yazamazdım. Hiç yaşamadığını, onun yerine hep okuduğunu söyleyen Jorge Luis Borges ‘e “kitabı ve körlüğü aynı anda bağışlayan” bir tanrının evreninde konuktuk ne de olsa… O halde bize verilmiş olan zamanı iyi değerlendirmek lazımdı. Yazarlar çağlar boyu söyleyerek ( “söz”lenerek ) ve düşüncenin söz”lenmesini sağlayarak anlatmışlardı bize. Söylerken araç olarak yazı ve dili kullanmışlardı. Müzisyen müziğini, ressam ise renkleri ve desenini... Tüm sanatçılar kendilerini ifade etmenin bir yolunu bulmuştu. Hepsi de önünde sonunda evrene gölgesini bırakmayı başardı. Böylece rengârenk, uzun-kısa, sivri-yumuşak, ağlayan-gülen, anlamlı-anlamsız bin bir çeşit düşünce düştü payımıza. Kimini aldık; kimini boşluğa savurup attık ama her zaman bir şeyleri seçip koynumuzda sakladık. Sonra da yazdık… Düşünceye “evet”; kayıtsız şartsız-sınırsız itaate ise “hayır” dedik mi peki? Herhangi bir düşüncenin peşinden körü körüne gitmek bizleri pekâlâ kısırlaştırabilirdi de, çünkü böyle durumlarda sanatçı bizim yerimize karar vermiş oluyordu. Sorgulamaksızın kabullenmek veya taklit ederek yinelemek, kişiyi ancak bir uçurum kenarına kadar taşırdı. Uçurumun ötesinde ise yol yoktur! Üstelik herhangi bir sanat adamının bayrağını elimizde tutarken köleleşebilir, “kulüp-dernek-parti” üyelerine dönüşebilir; büyük olasılıkla cemaatleşebilirdik. Bu olasılık her zaman mevcuttur ve ciddi anlamda bir kısırlaşma yaratabilir. Özgürlükten ödün verilerek kazanılan kısır mevziide, iradeyi yitirmiş olarak dikilip kalmak ise yazarın gerçek işlevinin sekteye uğramış olma halini tarif eder bir durumdur.

Yazar açısından bakıldığında, bu saptama gelinen noktayı düşünsel anlamda açıklamaya yetmez. Kısacası “özgürlük yitimi”nin tek sorun olmadığını söylemeye çalışıyorum… Grupların siyasetleri de vardır. Yapılanmaları ve amaçları gereği hem “çok yüzlü”, hem de yönlendirici ve “güdücü”dürler. “Gruplar” derken oldukça geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bunlar iktidar sahibi kişiler, iktidarın onaylayıcı, uygulayıcı veya teşvikçileri olabilecekleri gibi pekâlâ kendi kurdukları “seçkinci ve hiyerarşik” düzende kurallar ve tabular koyan küçük kümeleşmeler de olabilirler. Grupsal zeminde, kurallar panosuna kişinin düşüncelerine pranga vuran zorunluluk şartları asabilirler. Demek ki özgürlük yitiminden sonra kişisel olarak verilen diğer ödünlere geliyor sıra. Kurallara gözü kapalı uyulduğu takdirde yukarıda sözünü ettiğim onca eylem sırasında harcanan çaba boşa gider. Havaya uçar. “Olmazsa olmaz” olarak kabul edilen tarafsızlığa halel gelir. Bilincin retinasına leke düşer. Körleşiriz. Yapay koşullarda rehin kalır, düşünceyi ifade etme konusunda fukaralaşır, hatta yazarken eli titreyen korkak bireylere dönüşebiliriz ki kalemi ağlatandır bu!

( Bazıları ise özgürlükçü düşünceye gerçekten inanmış olup, bundan ödün vermeyen kişilerdir. Bu uğurda, hiç yakınmaksızın her türlü cefaya özveriyle katlanır ve bildikleri gibi yazmaya devam ederler. Onlara bir sözüm yok…)


Politika ve Şair/Yazar

Politika, yazınsal yaşamı dolaylı da olsa, her zaman güçlü bir biçimde etkilemiş ve ortaya konulan eserlere daima damgasını vurmuştur. Ancak şair/yazarın politikadan etkilenmemek gibi bir mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. Aksine, onu etkilemek ve yönlendirmek gibi bir mecburiyeti var! “Etkileme-etkilenme” sözcüklerini biraz açmak lazım. Derin duyumsama, sorumluluk taşıma, sorgulama ve dolaylı bir biçimde de olsa çözüm önerilerinde bulunmak elbette ki yazarın hakkı ve aynı zamanda görevi. Ama bu etkileşim süreci politikanın yazar üzerinde bir tür baskı ve hâkimiyet kurmasına neden oluyorsa; onu güderek ve yönlendirerek bir çeşit araç gibi kullanılmasına yol açıyorsa, burada vahim bir yanlışlık var demektir! Politikanın dönemsel ve de zemini oldukça kaygan bir düzen, hatta ne yazık ki çoğunlukla uygulandığı biçimde, “çıkar”a dayalı bir örgütlenme biçimi olduğunu; sanatçının ise doğası itibariyle bu düzeni eleştirerek karşı çıkmak gibi bir görevi olduğunu varsayarsak eğer, çelişki kendiliğinden ortaya çıkıyor zaten. Sanatçı politikacının hizmetkârı değildir ve olmamalıdır! Kendi içinde gelişebilecek, onu yanıltacak ve yolundan şaşırtabilecek kişisel iktidarın bile! Özellikle de şair… Arif Damar “şiiri hiçbir güç tutsak edemez!” diyordu. O halde “özgür şiir”, “özgür şair”le mümkündür ancak. Aynı cümleyi, “özgür kalem, özgür beyinle mümkündür” şeklinde genişletmek sanırım yanlış olmaz. Oysaki birilerine hizmet etmek, düşüncenin yazıya lekesiz - tarafsızca ve önyargısız olarak yansıtılmasından uzak düşmek; yazının onurundan ödün vermek demektir. Anlam ve düşüncenin dokunulmazlığından feragat etmektir bu. Durulması gereken yegâne cephe şairin büyük emekler sarf ederek, zahmetli arayışlar sonucunda bilgi ve sezgiyi de kullanarak ulaştığı; azami sorumluluk taşıyan kişisel “poetik” bilinci olmalıdır. Şiirin farklı güçler etkisinde kalmayıp kendini yazdırdığı ve şairin sıra dışı, manifestocu kimliğini de oluşturan bir mevziidir bu. Dolayısıyla “gelgeç” ve “günlük” heveslerin adamı değildir şair. Ne de yazar kişi… Peki, bu önermeyi hayata geçirmek mümkün mü? Şüphesiz evet! Sanatın toprağı ve bitki örtüsü buna fazlasıyla müsait. Aşka tamamen teslim olduğunda bile onu “tek kişilik” hale getirebilen kişi değil de kimdir şair? Sevgiliden uzak durmayı becerebiliyorsa eğer, “makro iktidar” a ve diğer kişisel zaaflara karşı durmayı da öğrenebilmeli. Ki bu süreç, Michel Foucault ‘nun işaret ettiği gibi, “mikro iktidar” mekanizmalarına karşı “yazıcılıkla” sınanmayı ve “içindeki tutkuların köleliğinden kurtularak” özgürlük kavramını yeniden değerlendirmeyi de içerir.

Şair gündelik siyasadan etkilenmeye başlayıp kalemini uygulayıcıların güdümüne sunduğunda öncelikle kalıcılığını yitirir; sonra özgürlüğünü ve güvenirliliğini. Çağımızın “sürü toplumları”nda giderek yaygınlaşan uymacılara (“konformist”) dönüşür. Özgül ağırlığı sıfıra iner. Sıklıkla değişen moda akımları gibi tükenir gider… Elbette siyasi tercihleri, büyük olasılıkla ideolojisi, dünya görüşü, hayata ve insana dair kesinleşmiş-belirginleşmiş politik ve felsefi dayanakları olacaktır. Anlatmaya çalıştığım başka bir şey: Politikada bilindiği gibi, “çok yüzlülük” hâkim... Önceki yazılarımda yazarın bin yüzlü olması gerektiğini sıkça vurgulamıştım. Orada tamamen farklı, ayırıcı bir özellikten söz ediyordum. Aynı anda tek beden ve ruhta çok sayıda “ben” barındırmaktı bu. Üstelik böyle bir durum yazıya yeni başlayan yetenekli gençlerce çoğu kez “parçalanmış kişilikli olma hali”; diğer bir deyişle “şizofrenik” eğilimlerle bağdaştırılır. Hastalıklı bir ruh durumu olarak yorumlanır. Uzunca bir süre içlerindeki “ben”lerden adeta korkarlar. ( Bu, ayrıca tartışılması gereken diğer bir yanlıştır kanımca. ) Yukarıda söz edilen iki tür “çok yüzlülük” arasında dikkatlice bir ayırım yapmak lazım... Birincisi (politik), günlük ihtiyaçlara göre esen-estirilen; genellikle de yıkıcı bir rüzgârken, diğeri yazarın sözünü güçlendirmeye yarayan; etkileme alanı ve duyumsama katsayısını artıran, çok sayıda “ben”i kendi içinde bir arada tutarak üretimsel niteliğini yükselten bir öğedir. İkincisi, özgür ve özgün bir tür çok yönlülük- çok seslilik olup politik anlamdaki çok yüzlülükten olabildiğince mesafeli durur.

Sözün özü şu ki, sanatsal bağlamda “bin yüzlü” olmak gerekirken, politik açıdan bakıldığında bir veya birçok maske edinmek, bizlere yaramaz diyorum! Düşünce kaypaklığına yol açar… Bizlere yaramayan ise, düşünce ortamına hiç yaramaz! Oysa düşünce, olumlu ya da olumsuz bir biçimde insana “yansıyan-yansıtılan-etkileyen”; diğer bir deyişle “yeniden kuran - yeniden doğuran” dır. Yazınsal düşünce yaratıcılığı, yalnızca bir dil savaşı olmayıp aynı zamanda bir tür özgürlük savaşıdır. O halde çözüm, politikanın zorbalığından ve “hegemonya”sından kurtulup; olabildiğince özgür iç yolculuklar ve önceden edinilmiş birikimler aracılığıyla, hem yaşamsal gerçekliği sanatsal dile başarıyla aktarıp hem de özgün düşünceyi var etmekte yatıyor. Etkilenme evresini başarıyla aşıp etkileme evresine varmaktan söz ediyorum.


“Şair” Nerede Durur?

Sanatla sanat olmayan arasındaki en belirgin fark, sanatsal ürünün insan beyni ve ruhunda yarattığı anlamın çokseslilik kazanmasıyla ortaya çıkıyor. Sıradan olandan soyutlanıp, özverili içsel çabalar sonucunda gerçeğin başarıyla “estetize” edilmesiyle… Bir anlamda “hakikat”in bilinç üstüne taşınması da denilebilir buna. Alelâdeden yola çıkıp “derin ve anlamlı” ya doğru açılan kapıdan geçmektir sanat yapmak. Birebir anlatım tarzından ziyade “bire-çokluk” içeren bir üslup yakalayabilmek; aynı zamanda sorgulamak ve sorgulatabilmek… Bunun için, öncelikle bir derdi olmalı sanatçının. Sonra da derdini farklı ve gelişmiş bir dille ifade edebilmeli. “Gündelik” ve “alışılagelmiş” ten yola çıkıp zengin bir dünyaya aralanan kapı eşiğinden maharetle geçebilmeli. “Berzahi” bir yolculuk da denilebilir buna… Gerçeklerden başlayıp, azami sorumluluk da üstlenerek “yazı”nın dolambaçlarında gizli kalmış sırlara doğru çapraşık, zorlu ve dikkatli bir yürüyüş…

Peki, bu süreçte şair nerede durur? Yükümlülükleri nedir? Yol tutkunu gönüllere “bire-çokluk” kapılarını açan, içeriye alınıp da özümsenmiş ve sorunlarına çözüm aranan “dışarı”yı; iç ben’leri, diğer âlemleri gösteren; eşiklerden atlatan ve aynı zamanda karşılık beklemeyen bir emekçi midir şair? Neden olmasın? Bu eylem, bir alandan diğerine gelişigüzel bir geçiş sağlamak değil; yepyeni bir küreye doğru yapılan öznel yolculuklarda hem rehberlik, hem öncülük görevini üstlenmek içindir aslında. Anlatım dilini defalarca ve yeni baştan kurgulayıp, birçok kez yeniden yaratarak…

Farklı bir ülkenin vatandaşıdır şair. Şiir ülkesinin. Bu ülke sıradan kalıpların, put ve fetişlerin yıkıldığı; acının en katmerlisinden çekilip duyarlılığın çok derinlerde, iç dehlizlerde kuvvetle çınladığı bir “ceza sömürgesi “dir. Şair ise “hiç”liğin değerini kavramış, acı çeken-çektiren, yıkıcı-yeniden yapıcı; yaşamdan kopmaksızın haz kadar onun yükünü de taşıyabilen “tek kişilik ordu”… Bir diğer görevi, birikmiş tortuları eşeleyerek üst katmanlara ulaştırmaktır. Bütün denizlere dalan, bütün geçitleri yol edip, bütün odalara girip çıkandır o. Bir yandan geçmişi sorgularken öte yandan gelecekle kavilleşen, henüz yaşanmamışın vaatlerini araştıran kişi… Kapıları açan, kilitleri kıran, odaların içyüzünü anlamaya ve anlatmaya çalışan; insana, yaşama ve doğaya dair tüm sorunları iç dehlizlerine taşıyıp öznel “kaos”unda değişimin hamurunu karan biri… Gerçek bir kalem emekçisi o dehlizlerden ancak “dil” yoluyla dışarı çıkabilir. Gündelik yaşamda ortalıkta dolaşan kişi ise sadece onun insan yanıdır…

( Bu süreçte belirli bir mekân, güç odağı veya zamana ait olması şairi tüketir, çünkü o her zaman ve her yerdedir. Özellikle politika ekseninde dolanan bir kalem bunca yük ve riski, bu yolda çekilen onca zahmeti göze alabilir mi? Aldı diyelim. Uzunca bir süre sırtında taşıyabilir mi? )

Kapıları zorlama ihtiyacını kuvvetle hissettikleri için olsa gerek, pek çok yazar da şiirden medet ummuştur. Düzyazının mantıksal kesinliğinden ve anlamın yazıyla birebir örtüşmesinden uzaklaşmayı seçip şiirin “bire-çok”luğuna sığınmışlardır. Çünkü insana ancak şiirsellik aracılığıyla yepyeni bir kavrama, algılama ve duyumsama yeteneği kazandırabileceklerini düşünmüş, okura eskisinden farklı sezgiler, derin ve duru bir görü armağan etmeyi hayal etmişlerdir.

Böylesi bir serüvende şair, insanın var oluş nedenlerini sorgulayan ve de var oluşu yeniden vaat edendir. Düşüncede çığır açmak gibi zorlayıcı bir görev üstlenir. Öte yandan politika, hem yöneten hem de yönetilenler açısından bakıldığında, çoğunlukla günlük sorunları çözümleme derdindedir. Arada belirgin bir çıkar ve amaç çatışması olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Bu yüzden ne şair ne de yazar, iktidarın veya patronun adamı olamaz. Küçük-büyük, eğri-doğru, güçlü-güçsüz hiçbir iktidarın veya işverenin… Sahici bir yazı adamının etiketi ve bedeli yoktur! Belki de sırf bu sağlam gerekçe yüzünden çoğunlukla yalnızlığı; isyankâr, dik ve muhalif bir duruşu; sözün polenlerini taşıyacak güç olarak da politika veya benzeri bir öğe yerine “poetika”sını seçer. Kışkırtıcı ve radikal bir arayıcıdır o. Üstelik bunu insanı öğütmeyi amaç edinmeksizin ve de sürekli öğütlerle bunaltmaksızın; aksine ona değer vererek, güzele ve umuda yönlendirerek yapmak zorundadır. Dayatmacı biri olmayıp, isyanını kendi içinde taşımayı da bilerek sessizce ayna tutandır o. George Orwell bu gerçeği yıllar önce yazdığı bir makalede (“Neden Yazıyorum?” – 1946 ), “dünyayı belirli bir yöne itme çabası” olarak tarif etmişti. Demem o ki, politikayı mercek altına alacak olan şair ( ki yazar için de geçerli bu ) politikacıdan, hâkim güçlerden ve kişisel “ego”sunun yıpratıcı baskılarından uzak durmak; aynı zamanda insanı saymak ve kendini onun yerine koyarak anlamak zorunda. Böylelikle fotoğrafı daha net bir şekilde belgeleme şansı elde edebilir. Ayrıca işinin gereği olarak, çoğu zaman hayattan da uzaklaşmak; ona mesafeli bir perspektiften ve hatta tepeden bakmak mecburiyetinde... “Hayatımı verdim, şiirimi aldım.” diyordu ünlü bir şairimiz ( İsmet Özel: Akşam Gazetesi, 15 Ocak 2006. Söyleşi: Kürşad Oğuz ) Yeri geldiğinde, böyle bir değiş tokuş da yapılabiliyor demek ki. Fiiliyatta çelişkili bir durum söz konusuysa eğer, şiir ve yazı ülkesinin hükümdarlığı bunun hesabını mutlaka soracaktır. Hayatın tam olarak verilmesi gerekip de verilmediği dönemler, ödenmez bir diyet borcu gibi önünde sonunda yazarın karşısına dikilir. Bu demektir ki, özellikle kâğıda düşen gölgenin belleği fazlasıyla kuvvetli. Karşılaştırmaları yapan yine odur.

Yazın sanatı, düşünce özgürlüğüne olan sadakat kadar verilen ödünleri de asla unutmaz, anımsar!

Sonuç olarak, içerideki aynalardan yansıyan “bin yüz”e rağmen, sanatçıya biçilen libas daima “tek-yüzlülük” olmalıdır diye yineliyorum… Devamlılık ve iç tutarlılık da içeren; gelişen-dönüşen-evrimleşen; moda akımlarına ve dönemsel politik rüzgârlara kesinlikle alet olmayan; sancılarının açığa çıkardığı yüksek gerilimi bu süreçte en doğru ve insana en yakın biçimde değerlendirmeyi becerebilen bir tür “tek-yüzlülük”…

Üstelik yazar/şair kişi, sahip olduğu “tek yüz”ü hem hayatı hem de kalemiyle daima onurlandırmak, özenle beslemek ve kişisel aynasında onun dürüstlüğünü sürekli olarak sınamak mecburiyetinde…

…ki “Garp Cephesi”nde değişen bir şey olmasın!

Yazarı: Naime Erlaçin


Bilgi Ruhun Gıdasıdır/ Platon



Şüphesiz, dedim, bilgi ruhun gıdasıdır; bu yüzden dostum, tıpkı beden için gerekli olan yiyecek maddelerini toptan ya da perakende olarak satan tüccarların yaptığı gibi, sofist de, sattığı şeyi övdüğü zaman, bizi kandırmasın diye dikkatli olmalıyız. Çünkü tüccarlar, gerçekten yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu bilmeden ve hiçbir ayrım yapmadan, sattıkları bütün malları överler; bu mallardan herhangi birini her nasılsa satın almış olan bir hekimin ya da bir beden eğiticisinin dışında, onların alıcıları da neyin yararlı neyin zararlı olduğunu bilmez. Tıpkı bunun gibi, şehir şehir dolaşarak toptan ya da perakende bilgi satan kimseler de sattıkları bütün malları aynı şekilde överler; ama dostum, onların çoğu da bu malların insan ruhu üzerinde nasıl bir etki yapacağını gerçekten bilmez; bu gibi malların alıcıları da, bir ruh hekimi olmadıkça, bu konuda tümüyle bilgisizdirler. Bu yüzden, neyin iyi neyin kötü olduğunu biliyorsan, Protagoras’ın ya da başka birinin sattığı bir bilgiyi rahatça satın alabilirsin; ama dostum, neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyorsan, o zaman dur ve en değerli şeyini bir şans oyununda tehlikeye atma. Çünkü bilgi satın almak, yiyecek ve içecek satın almaktan çok daha tehlikelidir.

Platon, Protagoras


Öykü / Onur Caymaz



Rafet o yıllarda Zeytinburnu’nda küçücük bir kesimhanede makastar şefiydi. Üç tane dikiş makinesi bir tane büyük tezgah… Bir arkadaşıyla ortak dükkan açmıştı. Eminönü’ndeki bir mefruşatçıya kumaş biçiyorlardı. Hamalları, arabaları, paraları hiçbir şeyleri yoktu. Ayarladıkları kumaşları sırtına yüklenir, sahilden yürüye yürüye Eminönü’ne doğru yola çıkardı. Bazen az biraz parası olur da Sarayburnu’na gelirse, oradaki parkta biraz soluklanır, denize bakardı. Denizi çok severdi. O yorgunlukla bir tane soğuk gazoz söyler; bu yüzden bu akşam eve yürüyerek döneceğini anlatırdı garsona. Ama deniz yaz günleri öyle güzel görünürdü ki. Çakır çakır maviler bir yandan parlar, bir yandan o Kapalıçarşı’da gördüğü altınlar gibi uzaktadır ışıklar, çevrende pul pul güneş ışınları, tuz kokusu, baharlı bir rüzgar, tekneler.. Hep bir yerde denize girenlerin olduğunu, güneşlenenlerin olduğunu, güzel kadınların, güzel içkilerin olduğunu anımsatan… Bir gün bunlara o da sahip olacaktı. Gazozunu içerken böyle düşünürdü.
Bir gün yine gazozunu içip orada otururken, bir berduş, eliyle sıkı sıkı tuttuğu kumaş yükünü çalmaya kalkmıştı. Paralarıydı. Kazançlarıydı. Veremezdi Rafet. Adamın eline nasıl yapıştığını anımsamaz hiç çocuk belleği. Rafet anımsamayı hiç sevmez. Adamın eline yapıştığı gibi, suratına bir yumruk, can havliyle bir tekme sonra, yabancı bir avuçta kalan tutam tutam saçları. Bütün yoksulluğunun tek sebebiydi sanki o yoksul adam. Dövüp kaçmıştı. Kumaş torbası elindeydi ama. Kaçmıştı. Sahile inmişti. Arkasında ölü trenler. Akşamüstü… Simit kokusu geliyordu bir yerlerden. Dizleri titriyordu. Ağlıyordu. İlk kez bunu yaşıyordu. Dövmüştü birini. Mal için. Kazanç için. Dövüşmeyi öğreniyordu Rafet. Gözlerindeki yaşları çabuk silmek gerek. Dövüşmeyi öğreniyordu. Dövüşmek zordur. Biri hep dayak yer çünkü. Birinin hep yenilmek zorunda olduğunu öğreniyordu. Kavga için en az iki kişi gerekir ve biri kesin yenilirdi. Rafet beraberliği hiç bilmedi. Ferhat’ınsa tek başına bildiği sadece buydu. Beraberlik…
O hiç kavga etmeyecekti…


Yazarı: Onur Caymaz
( defter okurlarıyla paylaştığı son öykü dosyasından...)


Çoğul Travma Seansına Hoş Geldiniz! / Borges Defteri


“ Yüz tane kandilin olsun
ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki hepsi ayrı ayrı
Çabuk ol ve o çocuksu ruhunu , yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır!”
Rumi

İnsan tininin hınç, kara vicdan ve çileci ideal aracılığıyla tarihte bir derinlik kazandırdığı gerçeği tekrarlanarak başka bir biçimde yine karşımıza çıkıyor.
Bu çığlığın milliyet, köken, dil, inanç sorunsalı ile bir ilgisi yok, tamamen insanlık suçudur...Bir kuramın dibe vuruşunun en dip sesidir. Artık postmodern eksik bacak canavarının soykütüğünü , daha geniş biçimde ele almaya, bu soykütüğün izleğinde , doğal olarak kuvantum kuramıyla gerçekleştirdiği kesişmeyi irdelemenin abesliği kalıyor ellerimizde...Postmodernizmin kullandığı jargonlar Bağdat, Felluce, Telafer, Gazze,...(yarın kim bilir nereler olacak?) çatılarında birer renksiz fosfor bombasına dönüştü.İki dip uç tarafından insanlığa karşı işlenilen suçların hesabı gün geçtikçe kabarak önümüze geliyor... Lanetin “kültürsüz” cani süvarilerini yüzlerindeki adlar, maskeler bile saklayamaz artık.
Postmodernizm, felsefi düzlemde nitelendiğinde, bilgikuramsal anlamda idealist, varlık felsefesi olarak metafizik, bilim felsefesi olarak adcı( nominalist) ve ideolojik anlamda dünya egemen gücün el pençe hizmetkarı olan bir düşünce nehri oldu, çıktı!... Siz bakmayın kimi postmodern ucublerin bazen Marksizm dahil birçok görüşün kuramsal yapısına sarılmalarına, onlar ne Marx’ı ne insani değerleri ne de o kuramı “anlayabilme” yetsinden çok uzaktalar. Tek yapabildikleri şey postmodernizmin bilinçli olarak karmaşıklaştırdığı söyleminden arındırarak bir “dünya görüşüne” yüceltme manevralarıdır, yerli-yerel uzantılarını da biliyoruz, nerede durdukları, nerden seslendikleri hangi “nanelerin” küratörülüğüne soyundukları ise artık hiçbir önem arzetmiyor bizlere.Tüm huzursuzluğu ve acımasızlığıyla bu garip vicdan, bir tür postmodern ahlakın ikiyüzlülüğe ve kendi kendini kandırmaya dayandığı gerçeğini artık açıklığa kavuşturmuştur.
Üzerinde neyin iyi olduğunu yazan yeni, kendi “kültüel” tabletlerimizin yaratılması, insanın kendisi hakkındaki bilgisinin ve dünya hakkındaki bilginin en acımasız biçimlerine dayanır belki de, insanlık, insan, bunca yaşatıığınız acıya neden dayanıyor sanıyorsunuz ey postmodern “ucubeler”?

Birleşmiş Millettler’in son Raporu ne diyor?
Irak için, Üç sene zarfında toplam 900 Milyar Dolar savaş maliyeti olarak kül oldu, yandı!
Bununla yetinmediler en son başka katliamlar için ek 94 Milyar Dolarlık ilave bir savaş bütçesinin kararı alındı...gözün aydın dünya!
Bu rakam bir kıtayı sefaletten kurtarmaya yeter, artar bile...
Ama sözde “demokrasi” bedelidir! Ödenmesi gerekiyor!
Hangi Demokrasi?
Tarihin, insanlığın ilk uygarlık beşiklerinden olan bu coğrafya’ya ait savaş öyküleri, olayları, fotoğraf kareleri hakkında son 3 sene zarfında çok şey okudunuz, duydunuz, ama şimdi dinleyeceğiniz ses,okuyacağınız satırlar hiçbirisine benzemiyor.
İstanbul’da ve içinde bulunduğumuz hafta zarfında “Dünya Psikiyatri Kongresi” gerçekleştirildi. Binlerce bilim insanın buluştuğu çok önemli bir bilimsel olay yaşandı bu kentte, ne renkli, ne de renksiz , ruhsuz medyamızın haberi olmadı bu çok önemli bilimsel etinlikten, onlar her zamanki gibi kendi suni gündemlerine boğulduklarından bir adım ötelerinde bu denli önemli bir bilimsel toplantının ana gündem konuları nelerdi ve insanlığa hangi kazanımları kattı- getirdi meselesine zerre kadar ilgi duymazlar...
İstanbul Dünya Psikiyatri Kongresinde Irak’lı Bilim adamı Numan Ali ( Mental Health under War Conditions: The Iraq and Palestinian perspevtives) başlığı ile uzun ve gerçekten insanın kanını donduracak nitelikte ve kimi bilimsel araştırmalara ışık tutan bir bildiri sundu. Aşağıda okuyacağınız “gerçekler” onun sadece bilimsel bildirisinden kısa pasajları kapsıyor.
Borges Defteri’nin ruhu ve kalbi insan aşkıyla coşan tüm okurları için çevrildi bu bilimsel sunum. Aklın kutluluk şarapları Batı’nın depolarına pek güzel yakışıyor!..
Siz gelin en yokedici, en ağır kitle imha silahlarıyla yıllarca bir ülkeyi geceli, gündüzlü bombalayın, ardından sözde bilim adamlarınız yollayın ki o topraklarda en ağır ruhsal çöküntü- travmaya uğrattığınız, maruz bıraktığınız zavallı bir halkın üzerinde güya “bilimsel” araştırmalarını yapsınlar, organ kaçakcılığının cirit attığı yer yapsınlar... insaf!
Bizler Hıristiyanlık ve modern ahlak, merhameti yüceltir diye kısa bir not düşmüştük yüzyıllar öncesinde kalan hafızamıza, oysa merhamet veya haksızlığa uğrayana duyulan acıma zararlıdır, çünkü sağlıklı ve sağlam yapılının enerjisini ve gücünü tüketir ve yıkım için güç toplamış olanları, zayıflık ve hatalar güruhunu korur...

Her fırsatta ve de bağlı bulunduğumuz Türk Ulusunu köşeye sıkıştırmak için ilgisiz ithamlarına maruz bırakan tüm Batılı dostlarımıza ithaf ediyoruz Dr. Numan Ali’nin bilimsel makelesini...

Acıya tanıklık edin ve olup biteni asla unutmayın !
Çağımızı saran anti-kültürel tüm vebayı görmeli ve onun vahim etkilerini teşhis etmeliyiz.

Saygılarımızla,
Borges Defteri





Irak'lı Hekim, Prof.Dr. Numan Ali'nin İstanbul Dünya Psikiyatri Kongresine Sunduğu Bildiri’den...

2003 yılında Amerika ve İngiltere Irak’ı Saddamdan kurtarmayı amaçlıyorlardı, oysa ülkenin Amerika tarafından işgal edilmesi ile sonuçlandı.
1990 yılından itibaren Irak halkı ağır bir ambargo kararı altında yaşadı, körfez savaşıyla beraber (1990) ilaç ve gıda ambargosu gerçekleştirildi. Tüm o süreçler Irak halkını gıda ve ilaç konusunda sıkıntılara sürükledi...
Nihayet 2003 yılında büyük saldırı gerçekleşti, savaşın başlamasıyla beraber Irak çapında Ruh sağlığı hizmetleri neredeyse tamamen durma noktasına dayandı.
Çünkü acımasızca gerçekleştirilen saldırılarda sadece acil hastalara tedavi hizmetleri veriliyordu. Önceki rejimin düştüğü gün neredeyse Ruh sağlığı hizmetlerinin de bittiği gün olarak Irak tarihine geçti.
Çünkü o Nisan gününde Bağdat El- Reşat Psikiyatri Hastanesinin tüm hastları Amerika askerleri tarafından zorla boşaltıldı, tüm hastalar sokaklara atıldılar, bu hastalardan bir kısmı sokaklarda öldüler, bir diğer kısımı ise kaybolup gittiler...
2003 Nisan’dan itibaren Irak kaynaklarına göre 120.000 sivil hayatını kaybetti.
Savaştan sonra birçok Amerikalı-Avrupalı ruh sağlığı uzmanı , “stres bozukluğu”tansını araştırmaya gelmiş kişilerdi. Onlar bu araştırmaları yaparken birçok etkeni, olguyu tamamen gözden çıkarmışlardı, kişisel ve kültürel faktörler tamamen ihmal edildi.
Bu hastaları travma kurbanları olarak gördüler, onlar ki bir zamanlar ülkenin sağlıklı vatandaşları sayılıyorlardı. Yapılan bilimsel araştırmalarda Irak halkının %19-20’si travma sonrası stres bozukluğu tanısı aldı. Ayrıca son 3 yıl zarfında halkın %40’ı birden fazla travmatik tecrübeyi yaşadı.
Bugün Irak’ta Depresiyon, Travma sonrası stres bozukluğudan daha yayıgın bir tablo olarak karşımıza çıkıyor.
Bu ise tamamen işgal ve savaşın getirdiği tümel sonuçlardandır.
İnsanların kişisel güven duyguları yok oldu.
Ülke çapında elektirik yok, su yok, gelecek kaygısı had safhada, en önemlisi güven unsuru kayboldu gitti.
Güvensizlik ise kaygı ve duygu durumu bozukluklarını arttırıyor.
Bunun yanında savaştan sonra bazı psiko-sosyal fenomenlerin yaygınlaştığı görülüyor, organize suç oranında büyük artışlar saptandı, aile-içi şiddet, fuhuş had safhada...
Çocuklarda okul reddi, davranış bozuklukları günden güne artıyor.
Çoğul korkular (Ayrılık korkusu, Karanlık korkusu, Saldırı korkusu,...) ve çok ciddi ölçütte davranım bozukluğu söz konusudur...

İngilizce’den çeviri: Borges Defteri / Moderasyon


Defter’den Irak’lı çocuklara ithafen:

Yaş dökerken daldı çocuk uykuya,
Düşte bir kuş gördü,
Sonra, “desti bulmuş bir adam:
yokmuş suyu,Parçalanmış desti: Tam bulmuş kuyu.”



Anastasia / Ulus Fatih



Osmanlı’nın Bizans soyundan gelen son ecesiydim, adım Anastasia ama bana Kâbus Sultan derlerdi. Hıristiyan olmama karşın ilk anda inancın insanlar üzerinde bir ayrıma yol açmadığını bildiğim için uzun süre sarayda varlığım belli olmadan yaşayabildim, annemin adı Katia idi. Gün gelip Süleyman Cihangir ölünce, sarayda entrikalar çoğaldı ve bir Bizanslı için, durumun tehlike oluşturmaya başladığını anladım. O zamana dek önemsiz görünen, üstünkörü şeylerin ortam değiştiğinde, nasılda hınç ve kine yol açtığını görünce, yaşamımın en büyük derslerinden birini aldığımı düşünmüşümdür.

Bir şey anlatmak istiyorum... Güzelliğiniz rakipsiz olmalıdır Osmanlıda, cariyeler arasında, ince hastalık ve kara sevdaya (melankoli) yol açan bu rekabet nedeniyle, saflığın aldatıcı güzelliğine bel bağlayıp, sarayın haremine süt havuzu yapılmasını, gülümser bir kindarlıkla, ilk önerenlerden olmuştum. Sayı olarak (şehzadelerle birlikte) iki padişah gördüm ve bunlardan Selim ki ‘Sarı’ lâkaplı olan ve sarı nergisi çok severdi, işte ki o süt dolu havuzu yaptırmak cerbezesinde bulundu. Çirkin, güzel, bahtı açık her cariye sabahları bu havuzda esriyip, oyalanarak sütün cilde kazandırdığı kaymaksı, pürüzsüz pırıltıyla avunup giderdik... Havuzun çevresindeki kırmızı çiçekler ve süngü biçimli otlar, yabanıl, kösnül taşkınlıkla, yasak duygu patlamasını ve delimsi zevkleri temsil eder gibiydi. Ve öyle çok süt gelir olmuştu ki ordan burdan, Trakya sığırlarıyla, İsfendiyar Beyliği’nin ahırındaki tüm malların bu iş için beslenir olduğu söylenmiştir. Bu yetmezmiş gibi zamanla Istranca dağlarından, ceylan safrası, balaban kursağı, sülün otuyla, -gariptir- tavus sütü getirdiğini söyleyen leventler, sipahiler bile türemişti!.. Havuz sefası için kuşluk vakti sıraya durup, kuyruğa girerdik, İsfahanlı haspalar, Boşnak ve Frenk kırması yosmalar, Hint dilberleri, Belh’ten gelenler ve Arykandalı olup kadem almış birkaç yürük kızıyla, süt banyosunu hak eden birkaç deka cariyeydik. Yalnız güzellik değil, erkin gücüne belenmekle, evvelemirde sıhri hısım ve kan bağışıklığı olması da havuza girme hakkını kazanmaya neden olurdu ki kafes arkasında, defne kokuları arasında, yaldızlı taçlar ve envai çeşit mücevheratlarla kutlanırdı bu ayrıcalık...
...
Dimetokalı ustaya yaptırılan bir ‘Altın Yol’ vardı sarayda, yeraltından geçip, öbür ucu Ahırkapı ile Sarayburnu arasında bir alana çıkardı. Sultan her cuma selamlıktan gelip, geçide girer ve buruna çıkar çıkmaz, ahaliye, fakir-fukara, gariban ve taklavan takımına (derviş, berduş, tebernuş-izmaritçi, ayakçı, otçu) altın serper ve onlarda kapışırlarken birbirini ezip, yetmezmiş gibi de yatağanlarıyla delik deşik ederdi. Altın Yol sarayın altından, her elli adımda bir mazgallarla aralanmış (suikast önlemi), kilidinin yalnızca marangozunda bulunduğu, eni boyu atla geçilebilecek, daracık bir dehlizdi. Tüm cümbüşüyle, sırmalar içindeki padişah, bu has adımlarla bölünmüş; mazgalların ardısıra açılıp kapandığı yolun sonunda; dev kadanası, elmaslarla bezeli kaftan, eleğim sağmalardan tuğ ve yanıp sönen, pırıltılı sorgucuyla rabbimin lütfu gibi çıkar, açıl susam açıl namlı harami kapılarından fırlar gibide, şaşkın şavaloz bakışlar arasında peyda olur, bahadırlar ötesi, çöllerin Hızır’ı gibi atılıp; yeraltından püskürür ve besmeleler arasında, sanki göklere doğru fışkırarak, ululanıp, yükselirdi...
Azameti ağzı açık izleyen abdal ve meczuplarda, şallak mallak olup huşuyla eğilir, sadakat yemininden yini düşmüş kullar gibi ezilip; Hanpadişah'ı en derunundan selamlarlardı. O ise altın paraları, sikkeleri, anmalık ve akçaları bu uğruya kesmiş kalabalığa saçıp serperek, geldiği gibi; has bahçeler beldesi, gümüş kanatlı kuşlar ülkesi, zümrütler, yakutlar peykesi sarayına doğru yitip giderdi.
At dehlizden çıkar çıkmaz eşinir, kalabalığa doğru dörtnala koşar gibi doru, görkünç naralarla kişneyerek şahlanır, kayış ve koşumları yıldızlar gibi parlayarak yürek yakarken, gösteri alabildiğine coşkulu bir hayranlıkla masallaşıp, destanlaşarak, düşlerde gezen tebaanın mest olmasına yol açar ve iki cihana hükmeden hükümdarın kulları arasında ezilenlerde; gösteriye asla halel getirmez, sanki temaşanın yekparesi, sihirlerle dolu hadisatın bir parçası gibi sergilenirdi...

Ah ki birde hamam gayyası vardı, sultanlar sevmediği, entrikaya karıştığını düşündüğü Boşnak, Sırp, Urus ve Frenk güzellerinden bazılarını hamamın sözü edilen boşluğuna incecik endam, türlü türlü işveler ve göz alıcı nazlarla getirir ve birden pertavla basarak, açılan kapakçıktan, yosma önce bir logara, oradan akışkan, lağım dolu bir gayyaya sürüklenip; kayar gider ve nur yüzlünün çığlıkları yeri göğü inletirdi de; bin kubbeli sarayda kimsecikler ne görür ne de duyardı. Ölüsü salayla Altınboynuz açıklarına vurur, gözleri belerip ağarmış ve artık tamuya, ecinnilere karışmış cesedin Turnaşenk, Gülbeşeker ya da Eftalia olduğunu bilir ama bir dirhem bile ağzımızı açamaz, bir çift laf bile edemezdik...
...
Sözümü bitireyim... Gelelim sırlarla dolu ölümüme!.. Yazık ki ölümümde işte böyle oldu, tam anlattığım gibi... Hiç beklemezdim, nergissever sultan; ketum ‘Sarı’yla aram gayet iyiydi ama gaddarlıkta cellatlardan geri kalmayan veziriazamın saraya, dahası tebaaya hükümran olma tutkusu telef olmamın asıl nedenidir. Hani, tarafta olsak, bitarafta olsak, taht kavgası çocuklarını yer derler ya, bu işte tam böyle oldu. Temeşvar için düşünülen sefer başarısızlıkla sonuçlanınca, ne hikmetse Boşnak güzellere karşı bir sevgisizlik, hınç dolu bir gammazlık başladı sarayda, hakan o denli belli etmiyorsa da, kazaskerden, defterdara dek herkeste bir ikiyüzlülük, suçlu arama, adam satma furyası başladı, bir dedikodu, laf getirip götürmede cabası, fitne fücur almış başını gidiyordu.
...
Gece hamamda eğlenirken, alp hükümdar içinde gelecek dediler, saçları buğday sarısı Boşnak güzelle dolaşıyorduk, akıbetinin nisa takımını kahretmemesi, bu hayhuyda bir ehli keyfe kurban gitmemesi içinde dua eder idim, şimdi düşünüyorum da -acaba oda aynı duayı benim için mi yapıyordu- Sultanşah mavi gözlüleri sevmezdi, ‘sadaret’ ela gözlüleri; ben yeşil gözlüydüm ama bir ikilemin ortasında kalmak, bazen; işin aslından daha tehlikeli bir durum arz eder ya; tamda öyle oldu.
Harem ağası ayaklığa sinsice basmak üzereyken, Boşnak güzelde gayyanın tam üzerindeymiş; kapağın yerini kimse bilmese de sezmeye çalışıyorduk, mavi, yeşil bir yana, rüzgarın Boşnakların aleyhine estiğini bildiğim için, gözümü ondan ayırmıyor, gerçekten sevdiğim bu ak sekilinin, başına bir iş gelmesin diye hep yan yana olmaya çabalıyordum.
O da gülümsüyor, bu candanlık karşısında sıcak bakışlarını üzerimde gezdiriyor, kimi zamanda canı gönülden sarılıyordu. Bir ara koluma girerek bir şeyler fısıldamak ister gibi, buharların içinden, neredeyse çıkış kapısına doğru gelip; oralarda bir köşeye sokuldu. Buğudan göz gözü görmüyordu ama hiç şüphelenmedim, kapıya yakın olduğu içinde bir kötülük düşünmedim, sonra yine kol kola az biraz dolanıp, uygunsuz bir yere bağdaş kurarak; oturur gibi yaptı, hatırını kırmayıp ona uyayım derken, boynunu çevirerek tam arkasına baktı ve şimşek gibi bir hızla kolunu çekerek, üç adım öteye kaydı. İlineğin sesini duyduğum anda sekisine can havliyle atılıp, sarıldığımı biliyorum... Nafile!

Dehlizde uçarcasına kaydığımı ve karanlıklar ülkesine kavuştuğumu anlar anlamaz, dualarımı onun için değil, canımdan gayrı bir şey düşünemediğimden kendim için yapar oldum. Acı su, bir uğru laneti, günahkarları sağır eden Poseidon sesi gibi, gümbürtüler ve uğultularla ciğerlerime dolduğunda, tatlı esrimeden, birden kutupsu yangılara geçen bedenim, umarsızlık içinde sanrılar alemine süzüldü, kollarım açıldı ve az sonra; tavus ötüşlü koruların içindeki binbir renkli anılar, kirpikler altındaki mücevherle birlikte, kahredici, sonsuz bir beyazlığa dönüştü...
Boşnak güzel yüzünden neden ölüme sürüklenmiş olduğumu, o gün, hangi nifaklarla, neler olup bittiğini hala anlamış değilim... Şimdi mezarın bile çok görüldüğü, maviye üryan kemiklerimle, mesihin geri gelip bizi kurtaracağı günü bekliyor, ana kucağından ayrılmış ve aynı akıbete uğramış güzellerle ağlayıp sızlıyor, durduraksız iniltilerle, gözyaşı döküp duruyorum. Ne ki bir şey daha belirtmeden, sizlerden ayrılmayacağım.
...
Yıllardan sonra bir gün, ölüler ülkesinin kapkara çayırlarında ruhlarımızı gezdiriyorduk ki, bir cuma günüydü sanıyorum; Boşnak güzelde yanımıza geldi!.. Hikmetini tanrım bilir ama; bir şey olmamışta, salt bu günü bekliyormuş gibi, fütursuzca koluma girip küskünlüğüme aldırmadan, sana bir sır vereceğim dedi. Ne denli şaşırdımsa da bir müslime gibi ‘Hayırdır!’ diyebildim. Göz gözü görmez karanlıklar içinde fısıldadı ki; harem ağasının kendisine çılgınca aşık oluşu ve bu yüzden meftun ve mecnun olmasının yanı sıra; meğer ikizi kadar birbirimize benziyor oluşumuzmuş ölüm nedeni!..
Ağa o an, perdelerin arasından, Boşnak dilberin yanımdan açılması için, kara zebani boyu, kızıla belenmiş gözleriyle palasını sallıyor, ikircikten kıvranan güzelde, iğdiş ve iğrenç adamın töhmetiyle, kurtulacağını sezip anlıyor, yerime geçerek kendisi ölmüş gibi de bir oyun oynanacağını biliyormuş!..
...
Ne denir... günah bazen öyle bulaşıcıdır ki can düşmanınıza bile kızamaz ve belki de onu bağışlarsınız. Her şey o büyük günde belli olacaktır. Umudum o ki tanrı yazgılarına boyun eğenlerle, emellerine kavuşanları bir tutmayacaktır... &

Yazarı: Ulus Fatih


e-edebiyat:"Viran Olacak Kasra Bu Ziynet Çok Mu?"/ Cemil Atik





Kriz noktalarının sinircelerine denk gelen kategorilerden biri daha; modernizmi saplantıya dönüştürmüş başka bir bağnaz bloğun kuru sıkı körleme atışı… Ama herkesten çok ‘’enternasyonal’’, ‘’iletişimci’’, ‘’korkusuzdurlar’’… Ne ki, kullanıldıklarının, ‘’kendiliğinden’’ açılımsızlığın hücre taşlarını sırtlarına vurdurduklarının farkında olsunlar, değiller. Küreselleşmecilerin – sorunlu kavramlardandır, bahsi edilen defterin metninde de açımlanan, aygıtı tekelci kodlamış, tek tipçi bakıştır – ayakta uyuttuğu bu talihsiz zümre, kimlerin hangi kapılardan ‘’ biz sizi ararız larla ‘’ geri çevrildiğini bunca zamandır hala bilmiyorlarsa söylenecek pek bir şey yok. Hanımefendiler, beyefendiler, kâğıt işgal edilmiş görünmektedir. Ne şiş yansın ne kebap ürünleri ‘’ çok satanlar ‘’ kulesinde Vandal bir açlıkla tüketilmekte. Buradan mürekkebin namusuna dil uzattığım düşünülecek olursa okuyanın akliliğinden ya da niyetinden şüphe etmem gerekir. Geçmişin ‘’modern ‘’ olmayı bir soyluluk nişanı gibi taşıyanlarının, bugünün minör sızlanmacı ‘’ muhafazakârları ‘’ olması ne acı! Kitap bitti, bitmedi, tablo resmi artık rafa kalktı, kalkmadı benzeri akıllara ziyan tartışmaların bu Tanrılar Ülkesi’ne yakışmadığı ortada. Hızlı tren uçuyor, birileri terkedilmiş istasyonda antik biletiyle bekliyor, durmayacaktır elbette. Neyse ki, trene insanüstü arzularıyla ‘’kaçak ‘’ binmiş diğerleri bu araca kendisine kodlanan menzil dışında başka bir yön arıyorlar!

Birkaç rakam verip, bu konuyu bitirmek istiyorum. Öyle ki, şaşkın ama iyi niyetli olanları biraz düşünsün.


1983’de yapılan bir araştırmada, Türkiye’deki 28 üniversitenin kütüphanelerinde toplam 2,5 milyon cilt olduğu görülüyor. Aynı yıl, sadece Berkeley Üniversitesi kütüphanesinde 13 milyon cilt bulunuyordu. Buradan son yıllardaki basılı kitap sayısındaki artışın yüzümüzü güldüreceği düşünülmesin. Tablo daha karanlıktır; Türkiye’nin internetle bile
% 6’lık oranıyla buna karşılık verebilmesi imkânsız. Basılı malzeme ile karşılık vermeye kalkışmak ise tam bir delilik, ne para ne de zaman yetmiyor. Bilin bakalım ne kalıyor geriye; İnternet…



Yazarı: Cemil Atik


e-edebiyat ve Hariçten Gazeller!...




Geçen hafta Zaman Gazetesi kitap ekinde internet edebiyatı üzerine bir dizi değerlendirme yazıları çıkmıştı.
Kitap Eki, tarafsızca ve tamamen konuya açıklık getirmek amacıyla birçok tanıdığımız, bildiğimiz kişinin görüşlerine baş vurmuş. Böyle dosyaları hazırlamak ilgi çekici ve birçok okuru-yazarı yakından ilgilendirecek bir "çıkıştır". Gazetelerin, özellikle Kitap eklerinin bu yöndeki aydınlatıcı çabaları önemsenmeli. Cumhuriyet, Zaman, Vatan, Dünya Kitap Ekleri ve sorumlularına teşekkür ederek...
Onlar en azından fiili durum, gidişat hakkında fikir edinmemizi sağlıyorlar. Burada üzerinde odaklandığımız noktalar, e-edebiyat sorununu kavramamış dostlara bir takım noktaları, es geçtikleri, adeta trafikte yol alan arabalar gibi "kör noktaları" atlattıkları detaylara işaret etmektir.
Durum onu gösteriyor ki henüz büyük bir kesim işin önemini (e-edebiyatı)hiç, ama hiç kavramamışlar! Sırf kağıttan kaleleri sarsılmasın diye,

e-edebiyatı var güçleri ile algılamaktan hala çekiniyorlar. İstanbul Boğaz'ına ilk geçiş köprüsü yapılsın mı yapılmasın mı mantığıyla yaklaşıyorlar soruna.
Yaklaşımları tutucu mu? Hayır! Uçucu!
Oysa Van'nın Gevaş ilçesine bu muhterem paşazadelerin sesi, dergileri, kitapları hiçbir zaman ulaşmadı ki, şimdi bu çok ucuz ve de karşılıksız olanağı o okuma sevdasına kapılmış istisna azınlığa neden çok görüyorlar ?

"e-edebiyat" imkanları, siteleri, ama işin ehli oluşumlardan söz ediyoruz, öyle "ucuz"- yüzeysel oluşumlardan değil, çok önemli bir işlevi fedakarlık ve birçok maddi yüke katlanarak üstlenmişler, yer yer binlerce yıllık tarihi ve kültürel kazanımları an be an, yekpare mermer beyazlığında sunuyorlar o talihin kör kentleri, izbe, unutulmuş yalnız insanlarına.
İstanbul'un ortayeri çok dingin, çok ferah, adeta klimatize edilmiş ferah-feza bir edebi atmosferi barındırıyor, neredeyse güllük gülistanlık, ya Van Üniversitesinde okuyan yoksul, yoksun öğrenciler için durum neyi ifade ediyor? Tüm kütüphaneler, arşivler onlara açık mı?
Depolarınızda çürümeye terk ettiğiniz o kocaman dergi -kitap iadelerinden bugüne kadar kaç adedini bedelsiz şöyle Çanakkale, Van Üniversitelerinde okuyan meraklı gözlere, maddi olanaklardan mahrum gerçek okurlara gönderdiniz de "diliniz" bunca saldırgan ve cehalet hücreleri ile uzuyor her dem?
Her şey, her durum, o "gak guk" kulelerinden göründüğü gibi değil.
Bu oluşumları, ürettiklerini, koydukları ağırbaşlı ölçütleri, yüzlerce çerçöp sözde "e-edebiyat" odaklarından çok iyi ayırt etmeleri gerekmektedir.
Çok değil, bir 10 yıl sonra sellülüz ruhuna topyekün fatihalar (muhtemelen) okunacak, direnmenin de "anlamı" kalmayacak.
Onca insanı sabah akşam boşu boşuna plaza kulesi koridorlarınızda koşturacağınıza, dergi ofislerinizi okul kantinlerine çevireceğinize, bir kişinin işini 20 kişiye yaptırtacağınıza ( sözkonusu olan kartel ve tekelci yayıncılık, dağıtım yapan kuruluşlardır- periferi coğrafyasında dergicilik-yayıncılık yapanların işleri ne denli bela-zor biçimde yürüdüğünü biliyoruz, tümüne gerçekten kolay gelsin, onların prıl-prıl çabalarını her zaman önemsedik, destekledik) bu işin (e-edebiyatın)bir öngörüsü ile az da olsa uğraşın, gelecek için gereken alt yapı çalışmalarınızı güçlendirin.
Tatlı uyku ağır gelir, birde bakmışsınız ki "google" 100 milyon ciltlik kütüphanesi ve ucuz print olanakları ile "dükkanınıza" kilidi vurmuştur.
-"Ben hep kağıttan, kitaptan yana oldum, başka ses, başka renk bilmem." Zaman Gazetesi kitap ekinde konuyla ilgili olarak çoğu kişi böylesi bir saptamaya baş vuruyorlar.
Bunca doğru düzgün net sitelerine yazan, üreten insanlar sanki kitap düşmanıdırlar, bir tek bu Azizler ve Rahibeler kitapların kutsal, dokunulmaz dostlarıdırlar. Usçu eleştirinin burada tutunacağı hiçbir dal yoktur, öylesine acımasız ve tek taraflı "geriletici" bir görüş ki, elimizde sadece "şaşkınlığımız" kalıyor!
İçinde kıvranılan bu feci sathı mayıla sadece göz ucuyla bakıp geçmek gerekiyor.
İnsan bu veciz görüşleri, cümleleri okurken sadece tebessüm ediyor, üstelik bir de "sorumlu" sıfatı ile bu çıkışları gerçekleştirmek, anlaşılır gibi değil.
Dergiciliğin, Yayıncılığın önemini kim küçümsüyor? Kim devalue ediyor ki? Neden her olayda zurnaya tersinden üflüyorlar bu arakadaşlar?
17-18 yüzyıl İngiltere sosyal-edebi- politik düzenini, devasa bir sistemi 2 derginin nasıl etkilediğini, nasıl ortamı alt-üst ettiklerinin elbet ki farkındayız, on sekizinci yüzyıl başlarındaki İngiliz burjuva kamu alanına yaşam veren etken, gerçekten ahlaksız, toplumsal açıdan da gerici soyluluğun, ahlaki açıdan düzeltilmesi ve yerilerek alaya alınmasayla ancak çıkış yolları tartışıldı.
Dergicilik fikir, düşünce kıvılcımlarının parladığı ilk önemli arenalardır, ama mangalda kül bırakmayan "gak-guk" kulesi sorumlularının çıkışları ne dergiciliğin dününe vakıflıktan geçiyor, ne de geleceğin can yakıcı projelerinden.
Bizim canımızı fena biçimde sıkan ise bu muhteremlerin "Tatler" ve "Spectator"'un açtığı kulvarlardan habersiz at koşturmalarıdır.

Nasıl olur da o toplumda iki dergi, sefih soyluluğu yücelterek toplumuda yeni bir egemen blok yaratmada katalizör görevi görürler?
Bizler yayınclığın,"dergiciliğin" nasıl "gidimli" yeni bir oluşumun doğuşuna tanıklık edeceğinin çok iyi farkındayız ya sizler? Yaptığınız işin "oyun" mu? yoksa cinnet safhasında mısınız? Galiba birinici seçenek ağır basıyor.Hangi oluşum, hangi dergilerin mantıksal yolla ilerleyerek, ilkeden sonuca ulaştıklarının farkındayız, o dergiler ki tüm zorluklara rağmen, parçadan bütünlüğü olan bir düşünce oluşturan düşünme yolunu tercih ediyorlar, ister Edebiyat alanında olsun, ister Plastik Sanatlar.....

Şöhret ve Makam kürsünüzden "düşünürseniz" başınızdan olmayı bir "ideal" uğruna hala göze alamamışsanız biliniz ki olanlarda sizinde parmağınız var ve sizi sonsuza kadar mahkum etmek "eleştirinin" bir görevidir. Bu cehennem sıcağında, kaynayan, kaynattığınız edep-edebiyat dışı kazanlar ortamında herkes bir CEM AKAŞ olamaz. Mangal gibi bir yürek ve "yazının" kutsaniyetine olan inancı telep eder bu gibi tercihler.
"Bir ideal" uğruna oturduğunuz sandalyayı tekmeleyin hadi! Korkmayın sizin değil, sandalyanın canı yanacaktır!
Şövalye ruhu ile püritanlığın en sıkı, en iyi niteliklerini kimler kaynaştırır?
Soru değil, yanıttır, tüm"e-edebiyat" dışı zihniyetlere!



Saygılarımızla,

Borges Defteri





Arap Kıyameti /Şiirler/Çev: Ulaş.B.Gezgin



Ruhu İncinen
Tüm Masum Arap Çocuklarına İthafen!...


Etel Adnan
Yapıbozumun ta kendisini yansıtmak için şiirsel söylemi yapıbozumuna uğratıyor.
Bir güç gösterisi! / Elizabeth Fernea

Yerdeğişmece ve Arap dünyasının parıldak çığlığının başyapıtı olan bu kitap, yüce şiir Jebü’nun yazarı olan Etel Adnan’ın Fransız dilinin başta gelen şairlerinden olduğunu bir kez daha doğruluyor. Yazgıyı pençeleyen bir kaoslu kendinden geçişe ve sıfırını reddeden sıfırlanmış umuda bir dalış. Aynı zamanda, bir ruh gezintisi, haritalarca az sıklıkta kaydolunmuş bir küresel anındalık boyunca, bir şarapnel ve kırık cam fırtınasında hiyeroglifler gibi işaret direkleriyle dolu. Ve herşeyden öte, düz sırasıyla okunabiliyor olsa da “oradalık”a öyle vermiştir ki kendini, metnin herhangi bir noktasında perçinleyebilir Ortadoğu’nun durumuna duyarlılığı –değişinimleri öyle hızlı, öyle oluşma durumunda oluşmaklığı- bir bilgelik kitabı gibi ya da Değişimler kitabı-Jack Hirschman

Etel Adnan çiftdilli bir şair. Hem İngilizce hem Fransızca yazıyor. İngilizce’deki yapıtları arasında “Atı Olmadı Hiç Kızılderili’nin ve Öteki Şiirler” ve “Tamalpe Dağı’na Yolculuk” var. Fransızca’daki yapıtları “Sitt Marie-Rose” ve “Jebü ve Beyrut Ekspresi – Cehennem Ekspresi”ni de içeriyor.

Arap Kıyameti
Çeviri Şiirler
Yazar Etel Adnan/ Çev. Ulas Basar Gezgin


LIX

yürüdüğünde güneş, son yoluna
yutacak ateş, canavarları bitkileri ve taşları
yutacak ateşi ateş ve yetkin yuvarlağını
göstermeyecek kendini hiçbir melek, alev aldığında yetkin yuvarlak STOP
sönecek güneş tanrılar melekler insanlar
ve söndürecek kendini, ortasında kızların
GECE olacak Madde-Ruh
bilgi sevgi ve barış bulacağız gecede gecede


LVIII

Kuruyacak yeryağı kuyuları ve gelecekler sürüne sürüne sekiz başlı canavarlar, Yeryüzü’ne
karşı koyamayacak sarı dalgalara Davud hacı ne de yıldız
vebanın rengidir sarı güneşin rengidir sarı
düşecekler palmiyeler, elektrik uzuvları önünde
yüzecek elektrik direkleri üstünde ölüm sancakları
betonla kaplanacak çöl ayrılacak baharlar, mavi kılıçlar taşıyan meleklerce
eriyecek kaynayan bir tuz denizinde buz dağları
ateş diline dönecek dilleri halkın
bir sağır-dilsiz olacak İyilik Tahtı’nda
eski bir mumya yerleştireceğiz Şeytan’ın oturağına
altınla tıkanacak boğazlar tabut olarak kullanılan teldolaplar
Ve miras alacak, Müjdelenmiş Krallığı, sıçanlar.


LVII

kükürtlü düşleri var güneşin büyümededir koyu bir boynuz
kireçle boyanmış ağzı atın suyunu içiyor bir Arap
yitip gidiyor güneş, kumullarda karanlıktadır dünya
kravat ve pantolon giyiyor hindistancevizindeki maymun hükümet görevlileri de öyle
söylemedi mi size deniz, bir işe yaramadığını gücünün artık?
Arabistan haritasında kendisi de ölmede olan bir balığın karnında ölüyor bir başka balık
aşmaları gerekliydi çıplak kemikleriyle bacaklarının, çölü, kolları bacakları kesik
ve kaçınmalılardı herşeyden önce, yeni doğmuş köpek yavruları gibi ağlamaktan
yaktı dudaklarını ozanların, güneş dişleriyle gülüyorlar bunlar
delirdi güller (1) kanıyorlar kamusal alanlarda (2)
övgüye çarptırıldı öldürenler güzelliği denizin
gebe bırakıyorlar sevgili analarını oğullar fırıl fırıl dönen güneşler
dağ yürüyüşlerine çıktığını gördük güneşin, tüm uzunluğu boyunca savaşın
kitaplar dağıttı kör silahlara tek-silah adamlara
asid şarabını içti Bekaa’nın, mahzenlerde STOP
sıkıştırdı izlerini Samanyolu’nun
yanlış yıldızları izlediler Araplar (3) yıldızgezginleri ve çöktüğünde gece
dediler ki: işte başlangıç gün ve utku...
(çevirilerin tamamına sevgili Ulaş.B.Gezginin kişisel web sitesinden ulaşabilirsiniz-defter : www.ulas.teori.org)


Kim Kendini Kaybederse Ancak O Zaman Kendini Bulur/ Sufi-2+3




II.

Soruların en yamanı, en zorudur: Ölüm, Hayat denklemine ait sorular. " Beni üstada verdikleri zaman üstat, başkalarına akıl öğretti, beni daha ilk günden mecnun etti, çıktı"..
Hayatın uslanmaz orta şeridinde aniden karşınıza çıkarsa sakın belleğiniz, sonra tininiz pusulasını şaşırmasın, biraz olgun karşılamak gerekiyor, her sevinci + acıyı.
+ Hayatında olup biten şeylerin, dilediğin şekilde olmasını isteme: Nasıl oluyorsa, öyle olmalarını iste. Böylece her zaman mutlu olursun+.. Her zaman mutlu olmayı başarabilmek mi? Ne demonik bir “durum”! Latince’ye sızmış olan “daimon” (şeytan) “eudaimonia” sözcüğünün (mutluluk) üst komşusu sayılır. Peki hiç “Mut” sözcüğünün derin kuyularına indik mi?
“Kut” ile aynı kökenden ve en üst anlamıyla “devlet” anlamına denk gelen “garabet” sözcük, yani güç! Türklerin Şeytana pabucunu nasıl ters giydirildiğinin göstergesi, şaman kültürünün iblise çelme attığı “mizahi” durumu.Yaşlı Dedem “cilvegah” dediğinde çok küçüktüm tam ne demek istediğini çözemiyordum. Her şeyin “özgül ağırlığını” tartmak için kullanılırmış bu sözcük.
Nereden çıktı bütün bunlar?
Bilmiyorum! (ne rahatlatıcı yanıt, değil mi?), hayır, öyle diyemem, ben başka bir şey söylemeye çalışıyorum, “kaybolmak” neyi çağrıştırıyor size? Kim kendini kaybederse ancak o zaman kendini bulurmuş!
Galiba iç gerginlik “ben” den başlıyor, “ben”i ortadan kaldırmadan, yok etmeden, kendimizi zenginleştiremeyiz, kristalleşmez hiç bir şey.
Her şey, gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey bir varoluş zinciri içindedir, sizler birer sahipsiz “ada” değilsiniz, tümünüz engim okyanuslarsınız.
Okyanus olma duygusu, sınırı, başlangıcı, sonu, ucu, bucağı olmayan “ben” değil, “biz” olma duygusudur.
Varoluş ise yalnızca süreçtir, sona ermelidir! Gecenin gündüzü takip ettiği gibi.
Bildiğimiz, okuduğumuz, hissettiğimiz bir “mutlak bilgi” var, her inanç kendi ismini verir ona, ama şunu bilmeliyiz ki o mutlak bilgiye bile dokunmak için “varolmayıştan” korkmamalıyız, çekinmemeliyiz. Döngünün tamamı, selameti açısından bu kaçınılmazdır.
İşte tam bu noktada: ölüm bir çocuk masalına dönüşüyor benim için(sizleri bilemem)! Unutmayalım ki sadece “hiçlik” “bütünlüğü” bilebilir.

III.

O tuhaf tablonun kopyası neden kilise’ye hediye edildi?

Bana ait bir sırrın çözülmesi !
Demek istediğim o ki, günlerini Çengelköy’ün yeşil, ıtırlı bahçelerinde geçiren yaşlı dedem, ve aile zincirimde yer alan sonraki kuşağımızın kentler+mekanlar arasında dokudukları karmaşık ağı hala anlamış değilim, inanın ben bile bu işin sırrını çözmüş değilim (Şimdi soruyorum kendime, “ işim ne bu kervan geçmez yerlerde? Aşk’ın tokatı neden bunca ayrılık kokuyor hep?” yanıtım: Eterik bir ruhun + bedenin gerginliği işte ne olacak.).. Neyse sevgili Dedemin o “cilvegah” terimi aslında Mallarmé ve Rimbaud’ın dilinden çıkmamıştı, muhterem dedem yaşadığı bunalımlı yıllarından sonra, kendi evrenini yansılamaktan vazgeçmişti, onu tamamen düşsel ve bulgulanmış bir benzerlikte yok etmeye sıvanmıştı..
Üç simavi dinin veya bir rivayete göre dört+beş dine mensup insanların(Müslümanı, Rum’u, Musevisi, Acemi, Hıristiyanı, hatta kimbilir aralarında belki Çin baskısından kaçan Budist rahipler bile vardı..) barış ortamında yaşadıkları Kuzguncuk mahallesinin hala ayakta duran kilisesine Eugene Carriere’in “Hasta Çocuk” tablosunun bir kopyasını neden hediye etmişti Dedem? Torunun bugünkü resmi miydi yoksa? Bugünlerime Mesih soluğundan şefaat talebi miydi? Ben bu sırrı hiç çözemiyorum! Neden sıradan bir dini motifi içeren resmi oraya asmaz da tutar sembolizm propagandası yapar hem eski bir kilise duvarında denemeye kalkışır.

Dostlarıma anlattığımda masal gibi gelir olan biten, oysa o sevgiliyi arayan gerçek aşık gibi idi, ok temerininin üstünde bile yürüse yine dostun minnet ve sevgisini gönlünde taşırdı.
Düşün büyüsüne sahip gerçekler var evrende, benim zihnimde sanki bütün o anlatılanlar hafif bir sise dönüşüyor, bir belirsizliğe dönüşüyor.Olup bitenler resmen gerçekdışı! Sonraki yıllarda ne mi oldu?
“Cilvegah” sözcüğünü sevgili ressam acemaşiran’la çok tartıştığımız oldu, “nazar” ehli deniliyormuş tasavvufta, yanılmayın bildiğimiz “nazar” değil, gerçi anlam aralıklarında benzerlikler var, o bambaşka bir uçsuz, bucaksız bir anlam.

Elbet ki sevgili Dedem kendi sessizliğinde ne “serveti funun’u” ipliyordu, ne de fecriati atiti patitiyi! Çünkü tümü aldatıcı sabah ışıkları sayılmasa bile çoğu öyle imiş onun “nazarında”; fecri a+tiy.
Peki onca makul insanın arasında sözün simyası ile cebelleşen hiç yok muydu? Olmaz mı.. sözün simyası ile cebelleşen edebiyatımızın nice edepli insanları vardı.
Benim rahmetli Dedem ise dönemin süslenip püslenmeye tutkun Paranas takımından hep kaçtı. Şimdi aile arşivinde onun kendi el yazma defterleri hatıra olarak korunuyor, döndüğümde tümünü pirime teslim edeceğim, eti de onun, kemiği de, bakalım neler yazmış bizim pek muhterem dedemiz..
Duvarın rengine, yıllara meydan okuyan hüsnü hat hala yerinde duruyor,
Eski harflerle yazılmıştı, zor bela çözdük:


Ah keşke gözümü kaldırıp sana bakmasaydım.
Belki gözümden gönlüme inan aşkın böyle soygunculuk yapmazdı.
Kusur gönülden, hata gözdendir.
Ah şu gönülden, yüz bin ah şu gözden..

Muhabbetle,

Sufi.
(devam ederiz..)

yazışma adresi:
teknosufi@yahoo.com


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***