Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...





Ama Neden?

Yine IRAK'ta Tarihi bir yapıt yerle bir edildi, bu vahim olayın arkasında kimlerin hangi "kirli" hesapları olduğunu tartışmıyoruz artık!
Lahey Sözleşmesine göre (1954) "savaş durumunda kültürel mirasların korunması" ilkesi bulunmaktadır. Bu sözleşmeye ABD taraf olmamıştır.
İşin daha da ilginci; Müze ve Kütüphane yağmalanırken Amerikalı askerlerin, yalnızca ve yalnızca Petrol Bakanlığı ve petrol rafinelerini koruyan fotoğrafları basına yansıyordu. Savaş öncesi bu konu gündeme getirildiğinde ABD yetkilileri gereken önlemeler alınacak demişlerdi. Nihayet korkulan başa geldi ve yağmalanma sonucu kamuoyu tepkisi oluşunca Zamanın Amerikan Dışişleri bakanı Colin Powell "yağmalanan müze onarılacaktır" diye demeç vermiştir. Aslında bu Amerikalıların insanlıktan ve insan kültüründen ne anladıklarının düzeyini göstermektedir. Amerikalı yetkililer canlarından çok sevdikleri Irak petrolünü, gayri meşru yolla satarak kazanacakları dolar ile mi bu işi çözeceklerini düşünüyorlar? Yoksa, kendi inşaat şirketlerine yeni bir ihale yolu açmak için ne kadar yeri yıkar ve yakarsak o kadar fazla ihale almış mı oluruz diyorlar? Bu adamların bu savaşa başlamadan hangi şirkete hangi ihalelerin verildiğinin basına yansıyan kısmı dikkate alındığında olup bitenlerin hiç birinin tesadüfi olmadığı açıkça görülmektedir.Metafetişizm, en yüksek değeri meta (Amerikan çıkarları) kabul eden, petrolü ele geçirmek için insan ve doğa dahil her tür değeri ikincil sayan Amerikan yönetici sınıfı için, müzenin de metadan ibaret anlaşılması kadar, dolayısıyla yağmalanması olanaklı ise yağmalanması kadar daha normal ne olabilirdi ki? Bayağıcılığın dayanılmaz hafifliği, kültüre değil maddi olana, yani metanın dayanılmaz ağırlığına yenik düşmektedir. BM'in ve bütün insanlığın sağduyusunun yağmalanması ile Bağdat müzesinin yağmalanması ve yıkılması aynı meta aklın iğrenç ürünü değil de nedir? Ahlak ve hukukun yok sayılması ile Bağdat müzesinin, Bağdat'taki Milli Kütüphanenin yok edilmesi ve metalaştırılması aynı sürecin çeşitli biçimlerini oluşturmaktadır. Bağdat müzesini yağmalayan, on binlerce yıllık kültür mirası kütüphaneleri yok eden aynı insan dışı mantık değil de nedir?İnsanlığın ayak izlerinin sergilendiği bu toprakların tarihi kalıntıları acaba bilerek mi yağmalandı?

Saygılarımızla,
B.D


Filler, Simsarlar



Tek cümlede "bunların" hepisinin pili bitmiş! Duyarlılıkları çoktan sekteye uğramış, günü gün, köşeyi köşe etme"oyunundalar". Ükenin derin sularında ne olur, ne biter çok umurlarında değil, genç bir şair intihar etmiş (onlara ne?) , bir dergi mi kapanmış, niye kapandı, neden kapandı, hangi etkenler o dergiyi o noktaya sürükledi sorunu da fazla "umurlarında" değil, gerçeği gizlemek için yaratılmışlar!
Onlar edebiyatımızın-kültür, sanat- politikanın nadide simsarları olarak topluma lanse edildiler, adları üstünde"simsar"!
Nedir bu simsar olma "onuru", ve de kim, ya da “kimler” ipliyor üstelik onların simsarlığını? Bütün yaptıkları "al gülüm,hadi ver bülbülüm" türünden sığ, yüzeysellik kokan bir tür "eeedebiyat".
Kafka'nın yüzüne bakarak ona "bayım siz edebiyatımızın 100 simsarından"mışsınız! dediğiniz an nasıl bir tepki verirdi?(acaba).
Kimileri sanıyorlar ki Hemen gibi "güç" onların elinde(i have the power), istediklerini batırır, dilediklerini yükseltirler:
Yok öyle bir şey Bayım, ne dün, ne bugün, ne de yarın için güç sizde değil :
güç bilinçli okurun elinde!
Matrix filiminden bir diyaloğu anımsayalım:
Neo: "yani bu kurşunlardan kaçabilir miyim demek mi oluyor?"
Morpheus: "eğer sandığım kişiysen bunu yapmana gerek bile kalmayabilir."

Geçti o dönemler, uyanın ve yeni Kuşak'ın zehirli sularına yaklaşın, yüreğiniz, kalbiniz, ruhunuz buna elverilişli ise.
Edebiyat ortamımızda fil soyundan veya buna benzer veya buna yakın bir soydan güya yüksek bir varlığın türemesi imgelenmiştir yine o “bir takım zümreler” tarafından.
Bu türeme hem ilginç hem "gülünesi" bir durumu da barındırıyor.
Yine ve “sözde” bu fil tayfa varlığı mesela karıncalar yahut arılar türünden daha toplumsallaşmış bir türün gelişmesinden neler çıkabileceğini düşünseler, düşüne bilseler, bunun ilk elden katkısı kendi sığ düşlerine olur diye düşünemeden de edemiyor Ademoğulları!
İmgelenebilen, hele daha çok sezilebilen bu “gülünesi” gidişat çoktan yön değiştirdi ..
220 adet Türkiye çıkışlı edebiyat-sanat dergisi var şu an –periferi, bölgesel yayınlar dahil-, bu 220 adet derginin en az 150 adedi gerçekten okunulacak, biriktirilecek türden yeni sözler, yeni DEMLER, NEFESLER barındıran oylumlardır. Edebiyatımızın, Sanat ortamımızın atardamarları, hepisinin kendi “okuru” var bir biçimde, biz bu konularda asla umutsuz değiliz. Çünkü o dergilerin ciddi çok ciddi bir okur kitlesi var, olayın ta kalbinden seslendiğimiz için somut bilgiler ışığında yazılıyor bu ifadelerimiz. Okur kendi işini, seçimini nitelikli bir biçimde gerçekleştiriyor.
Bu “fil sendromu” gerçekten duvara çarpılmış durumda, işte olacağı da buydu, imge ve seziler üzerine kesin ve yeteri verilerin hatayı işaretlediği haller ve şartlar insanı toplumsal kasırga içinde böylesi komik bir mumya’ya dönüştürür. Kasırgaya kendilerini kaptıran ve bocalayanların da yolları açık olsun, hatta ciddi bir surette!

Cemiyet, duygularımızı , inanlarımızı yapıyor, bozuyor, ve çok önemli bir ölçüde bunların yapılmasını ve bozulmasına ve gidişimizin ayarlalanmasına hiç değilse biteviye o yardım ediyor.
Biz artık büsbütün biz değiliz, biz her birimiz aynı zamanda ve değişik derecelerde bütün başkalarız...

Uzun söze ne “hacet”... bir yayınevi yönetimi “melisssa” pazarlanmasına gördüğünüz biçim ve “adab- edep” izleğinden yaklaşırsa, alın elinize silginizi ve bırakın bu kez silginiz kaleminizden daha “hızlı” bitsin ...üzülecek siz değilisiniz....VICDANLARI Üzülsün !

şimdi:

A - “bu adamlar havada bulup, tavada istiyorlar.” istediler hep.

B - otubus şöförü anlamıyor ki melisa'yı bay terapist!
üstüne üçuyor, üstüne !
edebiyatınıza kasetsokuyor, terli, üstelik cesur.

Saygılarımızla,


Borges Defteri


5 Şiir / 5 Şair



Tel Örgüler de Çok, Biz de Çokuz

Kimi altından geçer,
Gemileri vardır.
Kimi üstünden,
Arabalarıyla.

Kimileri de yalınayak,
Dilene dilene,
Geçmeye çalışır en fazla.
Ne görürler
Vardıklarında?

Dikenli teller…

“Medeniyetler buluşması”
Diyor köprünün iki ucundaki
Zorbalar, Deli Dumrullar,
Vererek sırtlarını tel örgülere.
Halklar yalınayak kalsın,
Boğulsunlar göçmen gemilerinde,
Boğulsunlar yüzerken dalgalarda,
Gemiye dost, insana düşman dalgalarda,
Varsıla dost, yani yoksula düşman…

Köprünün başını tutmalarından gelmiyor
Asla gelmiyor,
Bu Deli Dumrullar’ın delilikleri,
Ne de musluğun başını tutmalarından…
Tel örgüleri kaldıracak olmalarından gelmiyor
Gururları, alkış-beklerlikleri.
O tel örgülerde kalması da umurlarında değil,
Ölü göçmenlerin montlarının, ayakkabılarının,
O tel örgülerin var kalması da umurlarında değil,
Onlar için değil çünkü o tel örgüler…

Kandırdılar bekleşenleri tel örgü başında,
“Yabancılar böyle etti bizi” dediler –bu ‘biz’ kim oluyorsa-
“Biz bize kalsaydık karnınız doyardı” dediler
Ellerini soygunculukla edindikleri servete değdirerek,
“Ben çalıştım, siz çalışmadınız” dediler,
“Siz de çalışsaydınız”…

Deli Dumrullar’ın delilikleri hiçbirinden
Ama hiçbirinden değil,
Düşünmelerinden birgün
İsyan etmeyeceğini küçük insanların…

O tel örgüleri de füze başlıklarını da
Üşüyen insanlara, küçük insanlara yaptırmadınız mı?
‘Köprü’ diyorsunuz, ‘medeniyet köprüsü’,
Kim attı onun temelini peki?
Yürüyorsunuz siz onun üstüne basaaa basaaa…
‘Gemi’ diyor kimileriniz ‘araba’ diyor,
Biz yaptık hepsini!

Belli bir kaldırma gücü vardır her tel örgünün,
Her tel örgünün
Örüldüğü gibi söküleceği vardır.

Ötesini gösterir her tel örgü,
Umudu büyütür.

Bugün tutuyor muhafızlar tel örgüyü,
Üstünde bırakıyor bedenimizi,
Toprağa düşerken öylece kalan
Bedenimizi.
Birgün muhafızlar da katılacak bize,
İlk onlar kesecek tel örgüleri,
Ve ellerimizle yaptığımız merdivenlerle,
Öteleyecekler iktidarınızı, öteleyecekler.

Köprüler neye yarar geçilmedikçe,
Neye yarar gemiler, götürmedikçe,
Arabalar da taşımıyor bizi, dalgalar da…

Ama çokuz biz, hem de çok çokuz!
Bugün böyle, yarın bakın neler olur…

YAZARI: Ulaş Başar Gezgin

0000000000000000

MUM FISILTILARI

"Gerçek bir kadın ve gerçek bir muma ithaf..."


Pek çok tenin iki dudak boyu ürpermeden
Pek çok tinin kendi bedeninde mahsur kaldığı
Hayat dediğin kuş uçuşu katedilen bir kelebek düşü!
Ben şanslıyım: Ey serseri ruhum, döndünse üç kere vur kapıyı!
Ya ölüm?...
Korkma, gel yanıma; Bendeki acizliğinin sırrını merak etmiyor musun yoksa?

Mum dedi ki:
"Ben bile yanaklarım alev alev, titrek bakışlarımı kaçırıyorsam, damla damla eriyorsam nefeslerinizden
anladım buraya kadar aşktı; ya bundan ötesi?..."
Ne gam!
Adını sen koy; salt hüznün ve şehvetin değil senin de tuzun bulunsun bu kızgın deryada.
Ruhların köşe kapmaca oynadığı bir an!
Zaten bu anlardan ibarettir hayat... Gerisi mağarada Karagöz-Hacivat!
Mum söyle; an yaşın kaç senin?
Serse ser, sırsa sır; istediğini al! Ama bil:
Beni sadece o yaş'landırıyor; gençleştirdiği kadar!...
Şahidimiz yok senden başka. Kadim hüznümüzdür bu;
Sen de yum gözünü istersen; aşksız tutku olsa da tutkusuz aşk olur mu?

Ancak sevgiyle şefkatin koynunda uyur sadakat. Böyle diyor elmanın resmi tarihi.
Oysa bir serçe kadar tedirgin ve korunmasız orada.
Aşksa, Tanrıların secde ettiği sadakat!
Biliyorum, tam burada hazlarımı köreltmem lazım. Yaşım geldi; azla yetinmeliyim artık.
İğdiş etsinler beni! Derimi yüzsünler! Dağlasınlar gözlerimi!
İzin versinler bu kadarcık kötü olmama; bir kokusu kalsın, yeter!
Yağmur sonrası taze kır kokusu haram; sade nefesi...
Üstümde sadece onu taşıyabiliyorum zaten
Nefesi nef(e)simdir benim
Ölürüm köreltirsem!

Mum dedi ki:
"Hayat kadar kısa ve kırılgan aydınlığımın ardına gizlenip... neden solgun ışığımı yeğlersin ki
göz kamaştıran aydınlıklara?..."
Aydınlattığın değil bıraktığın karanlık kadar kıymetlisin...
Benden kalan tek aydınlık, kapladığım karanlık!
Hayatla arama girip ruhuma düşürdüğü gölgesi tek canlı yerim; o karanlık emziriyor beni.
Girdiğim bin bir duygu hallerinden ben bunu seçtim!
İsterdim elbet,
Tutkusuz bir bedene haps'olmaktansa onunla saydam bir damlanın içine saklanmak:
Naylon terliklerle buzda titreyen bir kız çocuğunun yanaklarından süzülen bile olsa.
Ve isterdim tabiî her şeye rağmen kavuşamayacaksam ona
Bu âna dek zihnimden seken en sitemkâr dizenin ılık titreşimine asmak kendimi.

Keşke yapabilsem; ama hayat, bereketli ihtimaller ormanı!
Hâşâ! Ondan başka beklentim yok. Başka korkum da.
Rüyalarımı da elimden aldıktan sonra bir tek ölümüm kaldı; bana ait olan.
Öldüğümde ölecek olduğum değil, onun tapusu bende yok;
Onsuz kaldığım âna ait olan!
Ne çok ölmüşüm, ne çok ölüyorum Tanrım!... Yaşamaktan çok!

Ekmek-su gerekmez; buğulu bakışını versin bana; belki göğsümde nemli bir saç teli
Bir de yüzyıllar geçse aynı suda bu günahla arınacağım turuncu bir nehir...
Ya ben?... Ben ne vereyim ona?
Bir ömürdür çektiğim bu eprimiş özlem, ne işine yarar ki onun?
Ben... Ben canımı vereyim ona; canım bende kaldığı kadar da sadakat!
Aşk, kıt kanat kavuşmalarla yapabildiğim tek zanaat!
Gözümün gördüğünde kalsın. Aklımın yettiğinde. Avutmuyor artık imgeler!
Örtsün üstünü, ruhum daha fazla üşümesin!

Mum dedi ki:
"Asıl ben üşüyorum; sabaha bir şey kalmayacak benden... Karanlık kapıda!
Bu gerekli mi? Neden ben?..."
Ne gam!
Geleceği varsa göreceği de var gelenin!
Seni eriten aydınlık zamanlarca sürecek
Gitmek, bıraktıkların kadar zor: Kederin bundan.
Ya yaşayacak kadar bırak zihninde; ya bırakmayacak kadar yaşa gönlünce!
Ya aşka düşseydin benim gibi?
Ölümü alt ettin diyelim; aşkın gıyabında yaşanmaz ki...

Bedensiz Ruhlar, birleşin!
Seri ilanlarda aradığınızı bulamazsınız; baharı bekleyin.
Ruhsuz Bedenleri ıskartaya ayırın!
Sadece fotoanaliz yapar onlar; ışık görmeyen bir yere yatırın.
Mahsur kalmış Ruhlara acıyın ama belli etmeyin;
Vicdanlarının mozolesine gömün onları
Deftere bir meczup yazsın son sözü:
"Oysa yeterince bencillik hayata saygıydı..."

Mum dedi ki:
"Ben......."
Üf! Ne çok konuştun sen: Püf!
Bu gece tutkuyla kavrulmuş bedenleri yurt edinen aşka düşmüş Ruhların zamanı:
Zaman; soyun!
İşte, şimdi kolla kendini ölüm!

YAZARI: Hakan İşcen


00000000000000

Küçük Balad

Geri dönmeyi hiç ummadığım için
Küçük balad, sen git
Toskana’ ya, yumuşak ve hafif,
Doğrudan kadınıma,
Nezaketi gereği
Saygıyla o karşılar seni
Guido Cavaldanti

bebeğin
nezaketi gereği başlar yürümeye
sen git, o kalsın
böyle iyi
kaçıncı senfonide ölmüştün sen?

kaç kez ağlamaklı olunur
bilinmez ki
nefesiyle büyünmesi gerek
ağladıkça sen, fon
o ciğerleri gelişen yiğit
bir kısrağa binmeli
kaçıncı senfonide sen ne bilesin?

sen git, çocuk kalsın
ey bulunmaz vakitlerin yolcusu
ey karmaşık vadilerin bülbülü
geceye dikildiğinde
ya nezaketin genleşecek
bil ki özgürsün artık
özlediğin uğraşların için ya
bu kaçıncı senfoni
bilemeyeceksin artık

böyle iyi
artık avunman sahnenden
nezaketin gereği
iki yönlü bir yol olsun
birine gökten kırmızı bir elma düşsün
diğerine “pardon” kalsın ikilik

meğer ki sözdür söyler
dildir besler
affedersin

YAZARI: Ömer Serdar

000000000000


0000000000

" buzdolabı" garip kelime
- Biliyorum, dedi kadın
" fakat işe yarıyor"
Sırtımda soğukluk
ve mutfaktan hatıra bir satır bıçağı
yarası
sağ kalçamda
pantolonum kan içinde,
içimde üşüme
ve aklımda hep şu buzdolabı
kapağı zor sar açılan
ve yine aklımda bir kadın siyah saçları
kuzgun kanatlı.

YAZARI: Leon Felipe

00000000000


Tutkumuzdur: SIFIR / Sufi.





“ inançla ,
sadece inançla
kurumuş düş ağacınız sulanırsa
yeniden dallanır, yaprak verir”
Tarkovski

Ne arıyorsun?
Ne aranıyorsun?
Kimi?
Neyi?
Son perdeyi indir, bırak öyle kalsın: güzel, veya çirkin!
rüyada gördüklerin gerçektir ..
Freud, Lacan içinizden çıkamaz , içinden çıkılamaz sokaklarınız..
Ve eğer kalp atışlarınız gittiğiniz yol’un nabzına uyarsa
yol kısalır.
Varılan yer çöl bile olsa!


Çöl’ün hafızasında boşluk yok, hayatın sonu değil,
anlatacağı bin eksi bir masalı var.
belki de anlında “el kahhar” (99 ismi anımsa! )
yazan Ebabil kuşu gelir avucunuza konar,
düşlerinizin Ebrehe’sini yıkmak, devirmek için..

Ne hakikatti ama, koca yalandı .. mecnun masalı,
leyla’nın kederine,

ardından yüreğine saplanan.
Boşluğun sisi oldun sen Mecnun,

hiç’in iç’i olmadan evvel.
Önce “hakikat”i olsaydın ( aşkın),

Sonra "divanesi"
Onca hakikat vurulurken!

Ve gecenin kalbine çöker bin riya gömleği, (yusuf’un adı unutulur).
derdi olmayanın derdi : “der di” olur.
O an kuf ederim, ama Kufe’yi ayaklarımın altına almam.
“sufileri” yazan “o” mürekkep aşkına.
Sen yazdın, ben okudum pir:
“ her neşede sarhoş birdir; “bela” çoksa da “elest” bir ”..
söyle o zaman
neden tutkumuz olur (durmadan)
bunca Sıfır!

YAZARI: Sufi.


Hayatın türlü arabesk Melisssalarına!
Adların cinsiyetlerine bakmayın lütfen, çevremizdeler:



-“imzalı suretini gönderebilir misin sufi, cep tarlama”.
Üzgünüm, Suretim hükümsüzdür..

Bu gece meleklere emanet verdim tüm yüzleri..sizin ellerinizle.
Suretim pinhan. Gördüğünüz ise yaranın tek “bir” yanıdır..
Tümünü gösteren aynalar sizin elinizde.

şimdi söyleyin:
Varlığınızın neresinde duruyor yüzüm?


Şekersiz olsun, acı, koyu..
Fincanı “ya hak” çevirecek sessizce! hatta belki siz uyurken..
Hane’yi siz yorumlarsınız. Sufi.


Üç / Leon Felipe




“ Emerson, dilin, taşıl şiir olduğunu söylemişti. Bu yargının doğrulanması için, Grekçede”bir yerden bir yere taşıma” anlamına gelen metafor sözcüğünün kendisi de içinde olmak üzere
tüm soyut sözcüklerin gerçekte birer mecaz olduğunu anımsamamız yeterlidir.”


ÜÇ

“Asal sayıların sonsuza uzanan esrarını çözmeye meraklı matematikçinin cinayetinden hemen sonra veba saçtığından kuşkulanılan işmerkezlerinden teki içindekilerle beraber kundaklandı.
İçerde ölen insan sayısı külliyetli: yediyüzyetmişbir. Dışarıda yaşamaya devam eden sayı da abartılacak kadar fazla ama veba tüm şehre hızla yayıldığından yakında bu rakam azalacaktır.”
Hürriyet Gaz. 11-880
Buradan başlayarak, burası ki şehrin en can alıcı yeridir, eski sarayın kapısını şehvetli
devletli gölgesiyle kederlendiren çınarın dibidir; ben eski anlar toplar satarken, bu işe başladığımda rehberlik hizmeti de verirdim ama sadece ingilizce konuşanlara, konuşabilenlere yahut dinlemeyi de bilenlere ama az buçuk konuşabilmeyi becerenlere. Aslında bu işte, yani başka bir dil konuşarak insanlara yarım yanlış bilgiler vermem de neden oldu sayılabilir şu matematikçinin sarnıçta boğularak öldürülmesine. Her ne kadar o olmasada bir saraylı, ulemadandı neticede ve çok eski zamandan beri gelen bir adet değil ya yine de ne zaman karanlık cinnet nöbetleri sarsa yeri göğü ben kendimi Kenan Kainat’tan sonra bildim bileli bir ulemanın canı sıkılır. Köşede kafasına kurşun misali: sıkılır. Bir şairin “Can Sıkıntısı” nı övdüğü şiirini anımsarım. Adam Fransız’dı tabi. Ben buralarda oldum olalı hep en çok işittiğim nidadır: “Offfff....of!” Bu sadece ve sadece Türkçe’de muazzam bir güçle söylenir.
İncil dillerinden birinde söyleyemezsiniz. Aslında Arapça’sında da İslam’ın ki ( İslam,
Teslim olmak manasına da gelir) pek kulağa hoş gitmez lakin bu off. Budist rahiplerince
Om hecesi kullanılarak söyleniyor mu bilmiyorum. Ben hiç yurt dışına çıkmadım. Bu
İngilizce’yi de önceleri MTV kutsal müzik kanalındaki avratlardan, sonra bir grup kurmuştuk
Rock çalıyorduk, körlerülkesinde çırpnıyorduk bir sürü yabancı kasetim olmuştu, o şarkıların
müzik sözlerinden çıkartmışımdır. Gerçi hala müziğin nasıl sözü olur bilemiyorum ama
serçeler gusul abdesti alırken şakıyorlar ya aralarında: ‘belki böyle bir şey.’ Yani anlayacağınız ben bir çok şeyi ya bilmem yada yanlış bilirim. Umurumda da değil açıkçası. Neden umrumda olsun ki, devlet başkanımızın adını bile iplemem. Gerçi pek taslak meraklısı bir adem yarması olduğu kulağıma çarpmıştı. Kulak silkelelerim ben bu durumlarda- yine öyle yapmıştım. Fakat tüm bu bilgisizliğimi şu son gün telafi etmiş sayılırım. Size anlatıyorum işte. Bu asal sayıların sonsuza uzanan esrarını çekmeye çalışan matematikçi nedeniyle neden olmayan bir veba hastalığı çığ gibi yayıldı yedi ( şu aralar sayısı arttı) tepeli şehrimde?
Asal sayılarla bir ilgisi yok bu işin anlayacağınız gibi. Asaletle de ilgisi yok. Her şeyin müsebbibi, babamın rakı içerken tekrarladığı gibi: “ Her şey o orospu yüzünden oldu.”
Bir kadının hakim olması zaten başlı başına felaketken onun hakimlik yaptığı duruşmada şu matematikçiye aşık olup zavallıyı ölüme sürükleyen koridorda yalnız bırakması evet, yapayalnız bırakması neden oldu her saçma sapan şeye. Mesel anlatan kocakarılarla düşüp kalkmaktan sırtı ağrayan genç çapkının parasız kaldığında yaptığı gibi. Kendini terk etti kadın. İnsan da asal sayı gibi misal. Bu durumda böyle en azından. Ya kendisini öldürecekti
yada kendisinden bölünemeyeceğini anladığında O’nu terk edecekti. Terk etmeyi seçti
bu orospu. Matematikçimiz de sarnıçta boynuna geçirilen kementle boğuldu. Toprağı bol olsun. O boğulunca bu haber kargalar, martılar, bok sinekleri tarafından şehrin fareleri kadar hızlı üreyerek kendi kendini yaydı bir çabuk. İki yavaş benim kulağıma geldi. Kulağımı silkeler idim böyle durumlarda ama onu tanıyordum. O’nu ve hakimeyi. Güzel avrattı hakime.
Adaletin ta kendisiydi. Elinde kılınçı vardı şerefsizim. Kördü ama. Her göremez gibi bu da
ona en gerekli olan yetiden mahrumdu.
Adalet Hanım. Kendisine bir araba çarpınca boğazın serin sularına gömülen yazarımız
kadar sağ duyulu biri değildi. Aşık olduğunu farkettiği gece yanıma gelerek benden çınarın
gölgesinden istemişti. Arada gölge de satarım. Ama tabi buna nasıl anlatacaktım ki benim dallarımın gölgeçleri onun derdine göz yumamaz. Anlatamadım. O inatla gölge parçası istedi.
Karanlığı öyle rahatça keserek veremezsiniz isteyene. Adalet hanım da olsa bu zor iştir.
Veremedim tabi. Kızdı bağırdı çağırdı. Matematikçiye aşık olduğu için önünde diz çöktüğü ağaca yalvardı, beni tehdit etti, ben ağacı teskin ettim, hakimeyi telkinle iyi etmeye meylettim vaki olmadı. Gitti başımdan neyse ama onu nereden tanıdığımı merak ediyor olabilirsiniz.
O da bu çınar ağacı için çalışır diyerek kestirip atacağım işyerimden tanırım deyu! Ama matematikçinin bizim işlerle bir alakası yoktuç Ta ki tutuklanmak için çınara tırmanana
dek. O’na “ İn aşağı manyaké” demiştim yarım Rumcamla. Gerçi Rumca şunu da söylemiştim “.......Kayta muçho mu..........................” başını inmeyeceğim diyerek şu evet-hayır yarışmalarındaki hani patlıcan burunlu pek kibar ama bir o kadar da sevmediğimden olacak marş düşkünü adamın saçmasapak programında insanların ne evet ne de hayıra alışamadıkları günlerde yayınlandığında tv başında eblek eblek güldükleri ki gülünecek bir şey yaşanmıyordu ülkemde o ara o nedenle her şeye, her boka gülüyordular bunlar ve baş sallıyorlardı, işte öyle öyle ama inatla hayır anlamında başını sallamıştı matematikçi olacak deyyus “ Dalları sayıyorum. Asal olmalılar.” Demişti üstelik. Öyle tanıştık bununla. Sonra bahçevanlar geldi. Tabureye tırmandılar, ağaca zıpladılar taburenin üstünden, ağaçtaki benim işyerimde çalışan işyerimdekilerin astıkları dilek çaputlarına tutundular, tarzanın sarmaşıklarla ormanı dolaşırken düşmanlarını, kaçak avcıları kovalaması gibi matematikçinin peşine düştüler. Matematikçi zekiydi. Ağacın kovuğuna saklandı. Ama o kadar da zeki değildi. O kovuktan Adalet hanımın karşısında dikileceği güne dek çıkamadı bir daha.
Mahkemeye ben gitmedim. Ama kulağımı silkelemekle pek uğraşmadığımdan o ara pek çok şey biliyorum o günle ilintili. Bir kere muhakeme sehpasının üstünde kocaman bir kalemtraş varmış, kırılan kurşun kalemlerin iki tarafını da açarak işyerimdeki tutumluluğa örnek oluyormuş. Sehpanın arkasında her zamanki resim, koca bir pirinç harfler kalabalığından sıkı bir özlüsöz tabelasının üstünde duruyormuş. Resimdeki adamın yüzü seçilmez hiçbir zaman. George Orwell’in distopyasındaki gibi bir şeydir bu. Anlamak zordur.
Bu arada unutmadan matematikçi ayakta duruyor tabi ya o salonda ama bir sorun var, saatler sürecek mahkeme süresinde o kadar uzun zaman ayakta duramayacağından ( Kovukta bir hayli vakit kaldı tabi. Tutuldu gariban.) bu nedenle de bir kazık saplamışlar yere, matematikçiyi de kazığa bağlamışlar. Bu kazık faslı ne zaman açılsa aklıma kazıklı voyvoda’ya Drakula adını veren muhterem Vatikan baş piskopatı gelir ya neyse burada da ona yakın bir durum eşeledi kulağımın salyangozunu ama her çınar ağacı rehberi gibi deşmedim mevzuyu sakince işittim işittiğim yerde; çınarın gölgesinde, devletli ve şehvetli kollarıyla sarayın kapısını örten azametli sessizlikte...Hakimenin elinde bir küçülteç varmış. Bu bu tür matematikçilerin sınırsız sayıdaki asalak sayıların sırlarını üflemelerini engelleyen bir elet, alet, etevet, yolaç malzemesi bir şey. Bu küçülteçle hakime matematikçiye pek kocaman görünen sorunların üstesinden gelir. Minimalize eder problemleri ki Kenan ülkesinde Kainat
yarardan çok zarar gözetmesin muhakim mevkiden. Tabi park ve orman güzelleştirme dairesinden azametli adamlar da küçülteçi taşıması için hakimeye yardım ederler. Küçülteç sadece adında küçük var diye küçük bir şey değildir. Büyülteçin aslında ceket cebine sığması gibi bu meret de bir odaya sığar. Aynı mantık söz gelimi. Evet, bundan hareketle matematikçimiz kendini savunmaya başlamış, ama bilmelisiniz ki çınar ağacını ilglendiren konularda genellikle savunma: Kendini yargılamak, cezalandırmak anlamında kullanılır. Bir insan kendini matematikçi olursa üstelik neden savunsun ki zaten sözlerle. Kafakağıdı hariç
bizim ülkeye yakışan, pek Kafka abinin kitabında anlattığı doğrudur velhasıl ya burada kendi
savungaçlarını açan asal sayıların sonsuza uzanan ama orada yan gelerek yatmayan gizini çözmeye meraklı matematikçimizce her şey yanlış anlaşılmıştır. Sadece hakimenin Adalet hanımın gözleri bu yanlış anlaşılmanın dışında tutulabilir. Çünkü sadece bu aşk dedikleri pek
berrak his insanın duyularını kör ederek zihnini açar. Fakat dava açılımı pek iyi gitmez başlarda. Tam mahkum edilerek zerrelere dönüştürülmesi rakam üstadınca kabullenilecekken,
duymak ister. Bu tez işte. On the Road’un yazarı olan beatnik kuşağı temsilcisinin dahi anlayacağı bir tarzdadır. O “yolda” adlı kitapta yer alan karakterlerden tekinin adı Carlo Marx’tır ve açıkça yahudidir. İşte bu yahudidin oyununa geldiği anlaşılır matematizyenimizin.
Hüküm böyle deklare edilir ve serbest bırakılır devasa gözlerin, şahin kuşların,
kayaların, ermişlerin, kainat kontrolör ekibin şaşkınlığında serbest kelimesini kavrayamayan adamımız kendini sokakta bulur.
İşte veba salgını, yani aslında olmayan vebanın yayılarak tüm şehri ele geçirmesi böyle başlar. Karanlık nöbete yakalanarak kendileriyle beraber, sesleri de yakabilmeyi beceren tüm mavi gözlü şarkıcıların en deruni hislerle şahlandıkları o günlerde bu beraat
sadece adanmış asal sayıların saklanamayan gerçeğini değil dehşetli bir kokuyla korkuyu da
salmıştır burun deliklerimizden. Ben hariç tabi. Benim burun deliklerim çınar dallarında
sallanan şeyler nedeniyle itibar etmez herhangi bir deliliğe, sevgiye, müteşebbiliğe. Ben
iplemem böyle şeyleri. Kulağımı silkelelediğim gibi burun deliklerime koku sürerim. Amber fena gitmez. Gül kokusu da iyidir. Rehberlik meziyetleri her daim işe yarar.
Adalet hanım. Pek kıvançla saldığı matematikçiye olan aşkından o aralar pek aklı başında davranamaz olmuştu. Önce bir onyedi yaşında çocuğu büyük görerek zırvaladı. Bu şiddetli bir tiksinti yarattı bende, sonra muhtemelen göremediğinden, aşkı yüzünden önünü seçemediğinden ve zorla ele geçirmeye çalıştığı gölgeçin etkisinde iyice fenalaştığından
Olacak kırtasiyede çalışmaya başladı. Her şeyi sayıyla görüyordu artık. Kainat durumdan ne kadar mesutsa, ağaç dallarındaki ağırlıktan artık devletin kapısındaki gölge halini yitiriyordu,
umutsuzdu. Kızgındı. Sonra matematikçinin ölüm haberi yayıldı. Veba hızla şehvetli kapının
ayak uçlarına kadar geldi. Acı içindekilerden dev bir kule yapıldı. O ara iki işmerkezi daha yakıldı. Sonra bir otel, sonra bir insan, sonra bir çocuk, sonra....Matematikçinin asal sayıları sonsuza uzanan esrarının nereden başlanacağı asla anlaşılamadı. Veba da hala devam ediyor anlayacağınız ve dışarıdaki yaşayan insan sayısı her geçen gün azalırken ,içerde ölen, uykuytusuna aç dalan insan sayısı artıyor. Ben şehrin en can alıcı yerinde, eski sarayın şehvetli devletli kapısnı gölgeleyen çınarın dibinde rehberliğe devam ediyor, anı toparlayıp, satıyorum hala. Adalet hanım keyfi kederli, sarnıçta boğulan matematikçiden artan hüzünle
hafif melankolik işini yapmaya devam ediyor.
Otomatik Portakal’ı Türkçe’ye çeviren bir tv sunucusunun deyişiyle, “ Ben yarın gece de buradayım efendim. Beklerim.” Yapıyor.
Çınarsa gölgeçinden arasıra dağıtmama izin vererek heybetinden duyulan korkuyla ayakta duruyor.

YAZARI: Leon Felipe


Meşhur(2-5.Bölümler)/ Ulus Fatih



II.
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara Çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu.O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığıda yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu.Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

III.

Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim. Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşcasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım.Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana...
Ne mutlu sevda çekenlere
Ne mutlu sevip sevilenlere...

IV.
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk.Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

V.
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişim ister gibi, sanki aydınlığı sever gibi bakarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı.Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk. Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk...
Tanrı bizleri bağışlasın

YAZARI: Ulus Fatih


Güle Güle Picus! BİRAZ DAHA KARANLIK...



Genel Yayın Yönetmeni Gülenay Börekçi'nin "Hoşça Kalın"
başlığı derginin son sayı kapağını süslüyor.
iyi oldu, zaten çekilen çileye, onca çabaya ne gerek vardı!
Bizlere yakışan ise her kültür, sanat dergisinin ardından sadece "timsah" gözyaşları dökmek kalıyor. Onu da özenle yapıyoruz!
Sn.Doğan Hızlan Bey Picus'un kapanmasıyla ilgili kendi köşelerinde şöyle bir açıklama yapmışlar:
"Edebiyat dergilerinin değişmez kaderidir bizde; günün birinde ’kapanırlar’. Hepimiz Picus için durum farklı sanmıştık ama ne yazık ki öyle olmadı. Şimdi elinizde son sayımızı tutuyorsunuz. Sebepleri üzerinde durmak gereksiz. Zaten herkes üç aşağı beş yukarı biliyor bunları; giderek artan haksız rekabet koşulları, büyük yayın kuruluşlarının dergi fiyatlarını aşağı çekmesi yüzünden zor durumda kalan yayıncılar, vesaire, vesaire..."

Hepsi doğrudur, ama eksik kalanlar da var!
Neden Doğan Bey örneğin o eksik kalan tarafları es geçiyor?

D- R Mağaza Zincirleri grubunun, ki genelde edebiyat ve sanat dergilerinin resmi olarak en çok satılan noktalarıdır bir süreden beri Kültür, Sanat, Edebiyat dergilerine (grup dışındakileri genelde) raflarını kapadıkları ve tersinden örneğin çerçöp dergilerin yükselen satış grafiklerine açıyorlar, genişletiyorlar raflarını?

Yerel bazda,
Neden o gruba bağlı bunca değerli kültür insanı bu vahim olaya hiç ses çıkarmıyorlar? Olay sembolik ve basit bir sorundan ibaret değil, ülkenin sanat damarları tıkanıyor, kuramsal izlekleri tercih eden ağırbaşlı kültür, sanat, edebiyat, felsefe dergileri birer birer tasfiye ediliyor. Merkez değil, periferi, gözden ırak köşelere sıkıştırılıyor.Bilgi alma hakkımız kısıtlanıyor, Anayasal haklar çiğneniyor. Bu girişim ilk önce dergilerle başlatılır, ertesinde kitaplara yayılma tehlikesini taşıyor. Onların kazanç özgürlüğü hepimizin tercih hakkının kısıtlanmasıyla başlıyor! Bu vahim gidişatı durduracak tek güç bizleriz, hepimize uygulanan ve derinden giden sessizce, sinsince sansüre
dur demeliyiz.


Enver Ercan Bey ise kendini atomize ederek, bin çileyi sineye alarak, savcılık koridorlarında tansiyon yüksekliği ve kan ter içinde kalarak (bizzat şahit olduğumuz) yeni dergisi için (eşik cin) ve yayın izini için koştursunlar, yeni bir dergi çıkarsınlar, onca özveri, fedakarlığın yanıtı ne olacak acaba?
Rafların seviyesizliği ve çöp işgali sizleri de en az bizim kadar irrite ediyor. O zaman?
O hiç satmayan bir yığın yabancı abuk dergiler , incik,boncuk, el-alem'ler biraz aşağı kaysın da ülkenin kültür, sanat alanı soluklansın.
öteki abuk yayınlar zaten başımızın tacı olmuşlar!

Olmayacak duaya amin demek?
Evet, bu bilinçli, çok iyi hesaplanmış ve arkasında
sadece yüzeysel, sabun köpüğü kültürün dallandırıp budaklandırma niyetini şimdilik sadece izliyoruz hep beraber.
Dağıtım şirketlerinin çökertici dağıtım ücreti talepleri,
Tekelci zihniyetlerin "ortalama" ve "bol satış, kazanç" tutukuları daha nice Picus'ları gebertecek.
Güle Güle Picus, "defter" , "gergedan", "argos", "hayalet gemi" seni karşılayacak.
bizler seda sayan'nın cıvıl cıvıl dergisiyle kültürümüzü güçlendiririz sen üzülme!
" vesaire..vesaire"! ya da ?


Saygılarımızla,

Borges Defteri


THE UNDERGROUND / Mehmet Şah Erincik



Araftan düşsün diye ellerimize yakuttan bir seçim
Müziksiz konuşabiliriz, yan dönerek bakabiliriz
kendimize
Aynadan bir öfke aldığımızda şaşkın kalbimize- odamıza
Çıkmaz sokaklar bir esrarın perde aralığıdır diyecek
memleket
Ortalarda dönüp dolaşan masallardan kopardığı
çığlıklarla
Tam o vakitte yüzün suyun hürmetine, alaşağı edilmiş
Dinleyebilirim uğultusunu vakur çiçeklerin
Neler anlatılmış bir çırpıda seçerim kitaplardan
Hangi surette üzgünlüğe üç adım
Hangi çığlıkta kendini ateşe vermiş Mevlana,
Şems ki artık yalpalanarak dinlenir bakırdan bir
yatakta
Ve artık çözerim bu denklemi
Hangi yaprak nerede çığlıktan kanaviçe

Bu bizim çeyizimiz güzelim
Bu ilk denemeler hayata koskoca cürüm
Biliyorum vazgeçersen yukarıya bakmaktan, bir tufandır
kopacak
Boynumda bugünün yara izi kalacak morluktan
Ey alametler şehri diyeceğim bak bu çok kesin
Son şarkı söylenir durur koynumda, koynum ki araf
Müziksiz olabilirsin, çıkartabilirsin bu ateşten
kalbimi üzerinden
Bu sessizliğin bana açılan kapılarından
Bir gölge getirir hayat,
Bu bizim çeyizimiz güzelim, durduğumuz bu nokta
Dur ilerlemeyelim yine bakalım uzaktan
Çünkü tam köşeyi dönerken olan olur
Tam o anda, buz gibi çatttttt
Yüzümüze çarpar ölüm


O halde neden gitmeye yelteniyorsun hala
Dümdüz kalabilecekken neden bu odayı karanlığa
sürüyorsun
Ve neden çarmıhtan bekliyoruz sevgiliyi, gelsin
gelecekse
Cennetin en muazzam yerinden, kan akmasın bırak
Boşluğa düşen bunca yükün, bunca
İşte bunca… Kader diyorum bizi ayıran çizgiye
Ve sen ey kötülüğün elçisi ve sen İsa’yı delirten
ırmak
Asi rüzgâra gebeysen bu benim suçum değil gitme
Çizeceksen şimdi çiz yüzümü, kanatacaksan şimdi
Morluklar bırak boynuma, hakikatler bırak
Kendiyle çelişen bir öpüşü sevebiliriz çünkü günah
Sevdiğimizdir bizim
O halde neden yürüyor durmadan dervişler cefalara
Çattt
Yüzümüze çarpacaksa ölüm



Mehdisi biziz biz olanın
Nasıl bizsek çarmıhı günaha gerilmiş reçetelerden
fırlayan
Çıldırmanın ondokuzuncu kavisinden usulca kayarak
İlme ermişsek nasıl
Kayıyoruz, ayaklar ayaklar ayaklar
Bundandır bizi deviriyor yürümek
Ve görünmüyor hiçbir şeyin enginliğinde
Ufalan nokta, ufalan bakmak
Dinmenin yokluğu yanaşıyor elim fırtınalara
Köşeyi döndüm, toprağı döndüm, eti döndüm
Ey sevimli yeraltım, ey çığlık çığlığa koşan demir
En uzak kıyılarımdan, en yakın surlarıma değin
Kucakla beni…

O halde, mehdisi sensen sen olanın
O halde çelikten muskadan müminlikten
Kurtaracak sensin bu bağrı yanık çiçeği
Bu uğultuları tümden dindirecek sen

Eriyen mumların hatırına ve geri çekilmiş Musa
hatırına
Bir çift gözyaşı kucaklamıştı beni, tam köşeyi
dönerken
Çaaaaaaatttttttttttt
Yüzüme çarptı ölüm
Tam köşeyi dönerken, her şey bu kadar işte
Aşk bu kadar, rüzgar bu kadar
Ve tatlandırılmış bir dilim hayat…
Çekildim, Musa’da merhamet İsa’da adrenalin
Muhammed'in kucağına boşanan Uhud’da

Ben bir şairdim, yapamazdım ihramdan sıyrılmayı
Bir Yahudi gibi şehvetle bakamazdım sana ve atlarıma
Korkak bir Kafka eklediğim yüzümde böcekler dolaşır
Kıvrımlarında gezinirdi karanlığın
Ve tam köşeyi dönerken-
Çaaaatttttttt
Yüzüme çarptı ölüm


Belliydi iki seçim vardı birini erteledim
Kalacaksa kalsın, ben buradaydım, o köşe size kalsın
Olacak işte ölüme ihanetin
Çaaaaatt
Yüzüme çarpmasın diye
Başını kaybettiğim bir fiilin
Sonuyum artık….

YAZARI: Mehmet Şah Erincik


KAYIP KİTAP, KAYIP RUHLAR…/ Rafet Arslan



Paul Auster’e saygıyla…

Bu günlerde erken çekiliyorum evime, şehirde sığınacak tek yeri metro olan bir evsiz gibi. Kendi içinde vakit geçirmek de belki güzel şey. Ama, gece uzun, sonsuz bir deja vu gibi. Zaman, sanki beyni yiyen bir kurt, saatlerde en büyük suç ortağı. Saatin tik tak’ ları bir süre sonra kafamın içinde çınlamaya başlıyor. İçkiden uzak duruyorum nicedir, tv izlemeye zorluyorum kendimi ama her deneme başarısızlıkla sonuçlanıyor.

Yine uzaktan kumanda ile savaşılan bir gece, zap zap… Zapturap altına almaya çalışıyor sanki ekran beni. Videodrome sinyallerini yakalamaya çalışıyorum, ne mümkün. Dayanamayıp tv’yi kapatıyor, müzik açıyorum. Bristol barlarının acı sesli yosması ‘bizim dövüşecek bir savaşımız var’ diyor ve ben kitap okumak istiyorum. Kitap ve kurutulacak giysi mezarına dönüşen salondaki raflardan yirmiye yakın kitap indirip sayfalarını karıştırıyorum, hiç birini okuyasım yok nedense. Raflarda gezinirken, sevdiğim bir kitabın çizgi romanı elime geçiyor, ayak üstü başlayıp bitiriyorum. İyi geliyor, hemen kitabı bulmaya çalışıyorum ama yerinde yok.Sırası belli bir düzenekti oysa ki; gotik kurgular ardından sürrealist metinler ve polisiyeler. Sadece 3. cilt yerinde, ikincisi Ankara da bir dostta. İlk cildi yani en sevdiğimi kimseye vermedim oysa. Diğer rafların arasına karışmış olmalı, üşenmeyip salonun yarısını kaplayan kitapları yığıyorum yerlere. Yok, sanki sırra kadem basmış. Tamam, kitap yok ama onu okuma isteğimi bir türlü bastıramıyorum. Kendimi sokağa vuruyorum. Bu saatte açık kitapçı bulmanın olanaksızlığının bilincindeyim, ama….

Meydandan İstiklal’in içlerin doğru iniyorum. Olası tüm adresler kapalı ama yılmıyorum, aramaya devam. Kaptırıp, yarılamışım caddeyi Çiçek Pasajı sağdan gülümsüyor. Bir an durup akıl yürütmeye çalışıyorum, nöbetçi kitapçı kim olabilir diye. Son çare kitaba sahip olabilecek olağan şüpheli arkadaşları arayıp, kitabı istemek. Ama bu davranış bir delilik delili gibi. Gece yarısına yakın telefon çalıyor ve bir romanı almak için gelmeyi öneren bir arkadaş… Tanısını koymak için düşünmeye bile gerek yok. Beynim karma karışık düşüncelere boğulmuşken, Yapı Kredi yayıncılığın köşesinde beliriveren bir figür beni iç dünyamdan koparıveriyor. Tanıyorum, bu küçük kız çocuğunu arkadaşım… Ama bu saatte, hem de İstiklal de olmaması gerekiyor. Başına bir felaket gelmeden onu götürmeliyim buradan. Yaklaşırken elindeki yo yo’yu birkaç kez sallayıp, bana gülümsüyor. Ardından, soldan aşağı inen yola doğru koşmaya başlıyor. Adımlarımı hızlandırarak kayıp gölgesini yakalamaya çalışıyorum arkadaşımın. Yol üzerindeki cafeye bakıp adetim üzerine bir küfür patlatıyorum, Kafka adından para kazanmak..

Düşünüyorum bir taraftan da arkadaşım nerede olabilir diye, aklıma adı eskiden Cezayir olan Fransız Sokağı geliyor. Oradaki Kırmızı Değirmen’den fırlamış duvar resmini sevebilir belki de... Gece ilerledikçe sokak ıssızlaşmış, küçük kız ortalarda yok. Sömürgeci sokağı ardımda bırakıp, daha karanlık aralara giriyorum. Az ilerde 3-5 yeni yetme bitirim cigara sarıyor. Laf atıyorlar yoluma devam ediyorum, 2 travesti pencereden sesleniyor. Sanki bir ara hayal meyal kırmızı montunun ucunu ve boşlukta sallanan yo yo’sunu görür gibi oluyorum. Yılan gibi kıvrılan ve çöken karanlıkla boşalan ara sokaklara tırmanıyorum. Koah’lı ciğerimin zoruyla biraz soluklanıyorum, üzeri graffiti’lerle bezeli bir duvarın köşesinde. Tenhalaşan gecenin büyüyen tekinsizliği beni evimde hissettirirken, bu sokaklarda küçük bir arkadaşımın olduğu düşüncesi beynimi yiyor.

Bir karaltı belli belirsiz, peşine düşüyorum… Labirent gibi dar sokaklarda hızla ilerliyor. Koşar adım peşindeyim, bir sokak köşesinde gölge beliriyor, diğer sokağın köşesinde kayboluyor. Uzun, dik bir yokuşun girişine evriliyor yürüdüğüm sokak ve karaltı yokuşun iki yola çatallanan ağzında beni bekliyor. Yaklaştıkça görüntü netleşiyor, bir çocuk değil kadın, sırtı bana dönük. Yeşil tek parça elbisesi esmer sırtını açık bırakmış, sırtında bir çizim var. Dövme değil, sanki sırtına bir tablo yapılmış. Kavşakta, hareketsiz bekleyişi sürerken siyah saçlarının arasındaki resimde büyücek bir yılan olduğunu seçebiliyorum. Hareketsizliğine eşlik eden yılan, adımlarımı seyrekleştiriyor; korku değil ama belki de kaygı.

Ona birkaç metre yakında duruyorum… Karanlık bir kahkaha geliyor karşıdan ‘aradığın benim’ diye. ‘sizi tanımıyorum, aradığım ise bir küçük kız ve kitap sadece’… Birkaç saniye sessizlik, ardından bana bakıyor Medusa gibi… Ürperiyorum… Askılı tek parça elbisenin açık bıraktığı göğüs kafesinde bir çift büyük göz var, kaşlarının altında da birer sivri uçlu meme. Yüzündeki göğüs hareketsiz ama bedenindeki gözler sürekli kıpraşıyor. Sağ elini uzatıp ‘gel, gel’ diye hırıltı çıkıyor boğazından; ölüme bir bilet, cehenneme davet gibi.

Kaçmak istiyorum, bedenim asfalta zincirlenmişim sanki. Bir çığlık atmak istiyorum, bir duyan , kurtaran olur diye. Ses tellerimden gecenin sessizliği dışında bir ses çıkartamıyorum. Vücudumdan çıkabilen tek ses ise kalbimin tik tak’ları oluyor, onu da duyacak kimse yok. Bir tıkırtı bozuyor geceyi …Ardından bir taş; kadını iki göğsünün arasından vuran. Kadın yere düşerken bir cehennem çığlığı kopartıyor, bense taşı atan elin küçük arkadaşım olduğunu görmenin, sevincindeyim. Yo yo’sunu aşağı yukarı sallıyor yine, gülümseyerek. Sonra kavşağın solundaki yolun karanlığına dalıyor. Yerde yatan nesnenin üzerinden atlayarak peşine düşüyorum. Kurtaracağım arkadaşım, kurtarıcım oluyor; garip…

Takipte olduğum sokak, az ilerde bir parka bağlanıyor, gökten sonbahar yağmış gibi her yer yaprakla kaplı. Sanki bir anda yiten bir yaprak fırtınası gibi.Tabanlarımı, yapraklara gömerek ilerliyorum parkın içlerine. Bir salıncak boşlukta usul usul sallanmakta, sanki az önce küçük bir çocuk sıcaklığını üzerinde bırakıp gitmiş gibi. Yaprakların işgalinde olmayan tek bankta benden biraz yaşlıca bir adam oturuyor, yüzü oldukça tanıdık. Sanki tanımıyormuşuz gibi birbirimizin yüzüne yan yan bakıyoruz. Sonra sakince konuşmaya başlıyor:

-Kusura bakmayın… Ama sizinle konuşmam mümkün olmayacak.
-Ben, sizinle konuşmadım ki..
-Doğru, ama yabancılarla konuşmak adetim değildir
-Hala sizinle konuşmuş değilim
-Nedenini merak etmiyor musunuz?
-Korkarım hayır, bayım.
-Güzel bir yanıt. Sizin aklı başında biri olduğunuz anlaşılıyor. Sizinle anlaşacağız galiba
-Teşekkürler..
-Nedeni şu: bana adını vermeyen biriyle konuşmamayı tercih ederim.
-Ama, adını söylerse , artık bir yabancı olmaz ki..
-Doğru..
-Tamam, benim gerçek adım Bay Hüzün. Sizin adınız ne Bay Auster ? Belki de gerçek Bay Hüzün sizsinizdir, bense hiç kimse…
- Beni tanımanız ilginç bayım
-Aslında ben, kaybettiğim bir kitabınızı aramaya çıkmıştım
-Anladım o kitap. Arayış onun temel fikriydi zaten. Bir de tutuklu olduğumuz şu dil hapishanesi…
-Humpty Dumpty?
-Evet.. Sevimli dostumuz Humpty Dumpty… Biliyorsun değil mi, onun Alice ile polemiğinde söylediği cümlenin neredeyse aynısını Lacan seminerlerde söylemişti..
-Evet, Humpty Dumpty insanlık durumunun en saf tecellisi..
-Ama Bay Hüzün sizin aradığınız yeni bir dil değil. Öncelikle aradığınız ikiziniz mi, yoksa bir suç ortağı mı ona karar vermeniz gerekiyor. Yeni yalanlar aramadığın anlaşılıyor, peki nedir arayışın?
-Bilmiyorum, mutluluk bir yalana inanmak gibi. Eğlence, belki de bu işe biraz geç kaldım. Huzur? Baudelaire değil mi ‘hiç olmadığım yerde hep mutlu olacağım’ diyen…Bilmiyorum, belki de sadece bir suç ortağı…
-Ve adın da, Bay Hüzün değil biliyorsun. Hüzün bir tercih değil sadece mecra. Humpty’yi düşün, hep düşüp kırılmasına rağmen, gülmeyi asla unutmuyor.. Evet, ben de yazdım sonsuz ertelemeler gibi hüzünleri ama haz ve neşeyi de yazdım.
-Evet, Bay Auster haklısınız . Ama, aklım bir taraftan da kayıp küçük bir kız çocuğunda. Alın size bir hüzün sebebi.
-Çocuğu merak etme, şu an mışıl mışıl uyuyor. Yalnız da değil, Alice, beyaz tavşan ve hatta Humpty Dumpty de yanında.
-Teşekkür ederim Bay Auster siz gerçekten iyi bir dostsunuz.
-İletişim her yerde imkansız bir arayış, herkes onun peşinde, yalnızca sen değil. Şimdi, uyan bakalım. Sana, şaşırtıcı gelecek ama hala müzik setinde Portishead çalıyor…

YAZARI: Rafet Arslan


harfafenin düşmanları / Leon Felipe



Düş göremeyen insanlar topluluğudur. Bir balıkçının Galata köprüsünde avladığı istavriti misinanın ucundaki iğnede çırpınırken görünce sevinirler. Hayallerinde makas yoktur misinayı kesecek. Tok kalmak daha önemlidir candan. Keyif için içerler. Sarhoş olmak ayıptır. Kaldırıma ayaklarını basmadan yürüyen bir armut likörü düşkünü onlar içinsinir bozucudur. Televizyona çıktıklarında sert sert suçlarlar birlerini. Çünkü kendileri hiçbir şey üretmemiştir. Herkesi yalan söylemekle itham ederler. Yalan çok söylemişlerdir. Konuşamazlar. Toplam kelime dağarcıkları ikiyüzdür. " Altını çizerek söylüyorum." en sevdikleri yalanlarının anlaşılmasını kolaylaştırır. Hiç otostop çekmemişlerdir. Anadolu'da hiç bir pamuk tarlasında uyumamışlardır. Çocukları yoktur. Kendi kanlarından bile olsa. Küçük insan, derler çocuklara. İnsanların çaresizlikleri onlar için zaaftır. Zekaları, burunlarından gelir. Koku alırlar sadece. Ama güzel bir menekşe yerine çürüyen insan kokusunu severler. Kendilerini hep hayallerinde birine benzetirler. Çünkü onlar on-onaltı yaşlarındayken birileri onları ünlü bir şahsiyete benzetmiştir. O olmadıklarını anlayınca.Kendilerinden nefret ederler. Ailesini, özellikle annelerini suçlarlar. Evlerindeki her nesne değerli bir gözboyamacalıktır. Kütüphanelerindeki kitaplar çok gözüksün diye, raflarda kitapları öne doğru dizerler ve birisi kitaplarından herhangi tekini alacak olsa paniklerler, çünkü kitabı hiç okumamışlardır. Çaktırmak istemezler. Celal Sılay kim bilmezler, ama estetikten ve çevrecilikten, şiirden bahsettikleri kadar sık bahsederler. Bir de sıkıldıklarında başkalarından habersizce öç alırlar. Kendilerini tatmin eden bu hain davranış yaşamlarını anlamlı kılan ve onları güçlü hissettiren tek durumdur. Kötülük yapmıyorlardır. Haklarını arıyorlardır veadalet onların elinde pek şahsiyetlidir. Cimridirler. Parayı önemli sayarlar. Oburdurlar. Aç, açıkta yaşamak nedir bilmezler. Virüs severler.

YAZARI: Leon Felipe


Şiirler...







Gün’e düşenler, zihinde kalanlar

I- Ateş Kırmızı Sardunyalar

Eyüp’te bir caddeden geçerken,
bir anlık bir bakış hızıyla bir bina çarptı gözüme,
eski ve kirlenmiş yüzüne tezat,
konserve tenekeleri içinde fışkıran
sardunyalar, ateş kırmızısı bağırıyorlardı...

Paslanmış balkon demirlerinin
gerisinde öylesine vurulmuş mavi balkon duvarında
en bilinen ressamdan daha çok
vuruyordu; yaşam, mekanların ruhunu
renklerin ahengiyle taşıyordu;
yoksulluğun ötesinde bir başka
zenginlikti bu.... rüzgar gibi geçti araba
o sokaktan! Belki de bir rüya idi...

II- Sarhoş

Sokak ortasında sarhoş bir adam
atmış kendisini dünyanın uykusuna
üstü başı perişan...
Bir anne elinde küçücük çocuğu,
hem korkarak, hem tiksinerek geçiyor
yarım bir daire çizerek etrafında
sarhoşun...

III- Kar Gibi Beyaz

Karnı burnunda bir kadın
eteklerine dolanmış bir yığın küçük çocukla
kar gibi beyaz çamaşırlarını asıyor
inadına derme çatma kirli/kirlenmiş
(gecekondusuna) dünyaya...

IV-

Hiç sevemedim şehri, şehirleri!
Kocaman kalabalıkların uğultusu
içinde kayboluyor şarkılar, türküler...
Her köyümden gelen koli’de
önce kokusuna sarılıyorum,
sonra ağlıyorum
sen ne zaman şehir oldun diye...


sevgilerimle,
YAZARI: Nil Güner




YOKSUN

Son ayak sesi de terketti
Karanlıkta nefes alamayan yalnızlığımı
Bir tekir kedi zerafetinde hicran
Gururlu
Sessiz
Ve
Kendinden emin gelmekte

Korkmuyorum sonsuzluğundan çeresizliğin
Bellki kendimden bile vazgeçebilirim bugün

Islak acılar çektiriyor kader
Yaşardıkca yeşeriyor
Ağırlaşıyor gözlerim
Yoksun kaldım varlığından aşkın
Ben gölgemle yalnızım
Ama daha da kötüsü
Sen
Kendinde de yoksun
YAZARI: F.Pınar Saltadal


Periefsa / Leon Felipe



PERİEFSA

( Kayıp edebiyatçılar cenneti II.)
Mecalius Trascaria, hahamların ilk yitişiyle başladı seyahatine. Constantinapol’den kovulduğunda yanında Arapça kitaplar vardı. Platon, Ksenephon, Homeros, Archididascalus, birer ibraniydiler derdi her zaman Venedik’teki ghettoda, eski demir dökümhanesinde ders anlatırken küçük öğrencilerine 13.yy’da gezinirdi gömleğinde bir sarı yıldızla kendisini ve dindaşlarını yakındaki şehirden ayıran ufak adanın etrafında. Peşinden yürüyen
öğrencilerine lycé’nin yürümek anlamına geldiğini anlatmıştı çoktan,
“ Doğanın içindeki her nesne bir ders kitabıdır. Açmayı ve okumayı öğrenmek için zaman yeterli olamasa da gözünüzü ve burnunuzu kullanın belki beş
duyunuz hızlandırır vakti.”
Mercalius onaltı yaşında gizli öğretisine sırt dönmüştü kabalanın.
Otuz yaşında bildiği onaltı dilin yardımıyla bilinmezci olmuştu ve gerçeği saklayanın ne olduğunu anlamak adına hahamlıkta kalmaya karar vermiş
ve bunu gizlemişti herkesden. Bir defa evlenmişti. Karısının vefatını, iki oğlunun hiristiyan olması izlemişti. Bu egemen dine geçişlerine o ön ayaktı.
Mesih İsa’nın peşinden gitmeleri gerektiğine inanıyordu “ En azından” diyordu,
“Bir İsrailoğlunun diğerini izlemesi hiç de kötü gözükmeyecektir tanrımıza.”
Fakat ne yazık ki o zamanlar Hiristiyanlık aleminin üstünde kara bulutlar vardı. Papalar erdemin ve iyiliğin engel olduğuna inanmışlardı. Stoacılar,
bilinç düşkünleri gizlenmişti; kilisenin emrinde çalışan kutsal fahişeler
zenginlik saçıyor, papalar karıları ve metresleriyle aristokratların saraylarında
düzenlenen histerik cinsel toplantılara katılıyorlardı. Mercalius Trascaria
karanlık çağın başladığını gördü böylece ve toplumsal bir cinnet gecesinde
içinde yaşadığı adada öğrencileriyle beraber yakıldı. Beş duyusu ölümü
okuyamamıştı.
Cennete geldiğinde bir kaç dostunu buldu. Onlarla güzel zaman geçirdi.
Ailesindeki uzak akrabalarını, annesiyle babasını sevgiyle kucakladı. Zamanla
her ölümsüz gibi canı sıkıldı onun da. Aslında aklı başında bir ölümsüz için hiçte fena bir yer olmamasına rağmen cennet, yaratıcılığını yitireceğinden korkuyordu Mercalius burada ve hayatını yazmaya başladı bir gece onu ziyarete gelen Muazzam Bey’in verdiği kalemle. Biografisini sonlandırabileceğine inanıyordu ama her geçen saniye ona yeni bir satır daha ekletiyordu yaşamında.
Yazmanın kalemle kağıdı öldürdüğüne inanmaya başladı ansızın. Bitemeyecek bir yaşamın yazılması çok saçmaydı. Yine de yazdıklarını atmaya
kıyamadığından bir çözüm aramaya başladı. Çözüm yolculuğu onu Dünya eserlerinin sergilendiği kubbeye götürdü. Burada bir nokta gördü. Bu bir yüzeyin üzerine konulan tüm halkaların büzüşüp nokta haline geldiği yerde
yükselen kulenin ne olduğunu hemen anladı. Kulenin içine girmek için
çabaladı. Oysa bir noktada yeralmak için fazla büyüktü bedeni. Gözleri bu devasa kulenin bir nokta olduğunu inkar etse de, elleri kabulleniyordu. Burnu
binlerce kitabın, papirüsün kokusunu alıyordu. Çevrilen sayfa seslerini işitiyordu kulakları ve dilinin ucu ıslanmıştı. Parmak uçları titredi. Avuçları terledi.
İçeriye girebilmek için düşünmeye başladı.
....................................

Ben Mercalius’un ayaklarının dibinde bulduğumda kendimi o çok yaşlı bir adama dönüşmüştü. Ne zamandır beklediği yerde sımsıkı kapattığı gözlerinin
arkasında saklanan düşüncelerin izlerini takip etmek kolaydı kırışmış suretindeki ızdıraplı ifadeden. Bana “ İçeri girmek istiyorum” dediğinde, düştüğüm kulenin boyu uzamıştı, Ezaphrail inşaata devam ediyordu. Yerin altına ve göğe yükselen kulede çalışan melekleri görüyordum bulunduğum yerden. Amerikalı gökdelen
işçileri akıllı çelikleri meleklerin gücüyle halka haline getiriyor ve üstüste ekliyorlardı. Ezaphrail deli kahkahalar savuruyordu. Havada kitaplar uçuşuyor,
elyazması kağıtlardan oluşan kelimeler ordusu görev yerlerini terkediyorlar,
kuleden kaçarak uzaklaşıyorlardı. Mercalius ise görebilmek için kapattığı gözlerini aralamadan bana kim olduğumu soruyor, neden burada olduğumu anladığını söylüyor, kulenin içine yine de bütün anlattıklarıma rağmen girmek için bir yol bulmam gerektiğini söylüyordu. Ben Leon. Akçaburgazlı Yekta gibi karşılandığım cennette ilk defa acı çeken bir adamla karşılaştığımdan şaşkın,
yere oturarak Mercalius’a yılgın gözlerimle bakmaktan başka bir şey yapamıyordum.
........................................
Leon’u anlıyordum. Ama bilmediği şey Muazzam’ın oyununa geldiğiydi.
Biraz kül ve biraz dumandan yaratılmıştı o. Ateşin izini sürüyordu. Bir gedik arıyordu insan ruhunda ve buna ancak ilk sesle, Ademin yüce Yaradan’a
söylediği ilk adla ulaşacağını biliyordu.
.........................................

Mercalius bana oyuna geldiğimi söyledi. Muazzam ve Ezaphrail tarafından kurnazca kandırıldım. İşine yaramayacağımı anladığında düşkün melek kuleden attı beni. İnşaata, kulenin yapısına devam etmesi de bundandı. İyi kitapları yer altında saklıyor anlaşılan ve kötü yüzlü olanları ayıklıyor yavaş yavaş.
Gökyüzüne yükselen kısmında kütüphanenin bir ayıklanma yaşanıyor. Bir soykırım belki de bu. Milyonlarca kitap rafını terkediyor. Yerlerine yenileri,
Ezaphrail ve Muazzam’ın işlerine yarayacaklarını düşündükleri araştırmalar
geçiyor. Cennette gizli bir ihtilal yaşanıyor.
...........................................

Leon ile beraber kulenin içindeki karışıklığı çözmenin bir yolunu bulacağımıza inandığımız anı anlatmam gerekiyor. İnanmakla başladığımızdan bu işi sonlandıracağımızı da biliyorduk. Ufak sorunumuzu çözdük önce: Bir noktanın içine girebilmek için yaşamsal beş duyumuzu örttük. Zihnimizden uzaklaşmadan bunu yapabilmek hiç kolay olmadı ama okuduğumuz kitaplar sayesinde düşüncenin yalın haline, zamanın sıfırlandığı ana ulaştık.
Bir kitabın herhangi sayfası gibiydik içerde. Tek başına sıradan gözüken
fakat cümleyi tamamladığı kadar yıkan güce sahip sıradan bir harfe dönüşmek için çabaladık. Bunu becerdiğimizde bir mürekkep lekesi olmak için uğraştık.
Ve en sonunda kalem olduk, el, göz, beyin ve nihayet ruhuna girmeyi başarabildik insanın. Bundan sonrası kolay oldu. Ruh bölümü yaptık aramızda.
Ölümün ve yaşamın iki kıyısında gezindik. Bize yardım edebilecek iyi ruhları
çağırdık. Marangozluk yapmaya başlamış olan Kafka’dan, bir bar işleten Tolstoy’a, yazmaktan hiç vazgeçmemiş Elias Canetti’ye, Erasmus’a, Dotoyevski’ye Li Po’ya ruhunu bize açan tüm iyi insanlara ulaştık.
İhtilal engellenecekti. Kitaplar yeraltından çıkartılacak ve sürgüne gönderilmiş olanlar, yoklukla yüzleşenler yerlerini alacaklardı.
Kayıp edebiyatçılar cennetinde savaş başladı...


YAZARI: Leon Felipe

iletişim: borgesedefteri@yahoo.com


Meşhur / Ulus Fatih (1.bölüm)



‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’

I
Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki,

defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi.
Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara,
bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi,
evlerimize, ocaklarımıza dönerdik.
Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında,
çokakların altında alacayı arardık.

Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı.
Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak,
Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl
düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı.

Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden
görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk
sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah
Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra
ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde,
etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir
Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un
çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah,
Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı
içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil,

kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir
küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını,
semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık.
Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde
sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık.
Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı,
kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı,
Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki
perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan
Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir.
Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar
geçirmişizdir ki: Eyvah!..

devam edecek...

YAZARI: Ulus Fatih
iletişim: borgesdefteri@yahoo.com


Yukarı Bak Usulca / Şafak Çubukçu



I.

Yukarı bak usulca
dönüver omzundan başlayan giysi – kaynaklı bir “ gövde” enerjisiyle.
Ardından eğilip koklar gibi bir çiçeği koparıver
yapraklarını
kitabın ki
“ o gözler bu gözler mi” hala.
Diyerek ve hemen boşver bunları mırıldanarak
“ Canım hiçbir şeyi çekmiyor artık “
“ Canım seni bile çekmiyor”




II.

Her şeyi biliyorsun
En azından bilmeye çalışıyorsun
Bildikçe daha mutlu oluyorsun
Bilmediklerine olası – sevinç gibi yaklaşıyorsun
Keşke bilmediklerim hiç bitmese diyorsun
Zaten öyle olacak diye gülümsüyorsun
Bir kitap bittiğinde seviniyorsun
Huzurla yenisine uzanıyorsun
Papatya gelincik ballıbabalar
Dışarıya bahar gelmiş görmüyorsun
Gözlerinin önünde koca bir kainat
Her şeyi sözcüklerle tutsak – eden aptal- Şafak
Ne zaman nerde nasıl
Son defa sayfalara bakacaksın
Hiçbir bok bilmediğini anlayarak.

30.01.2006

Kevni Ayetler

YAZARI : Şafak Çubukçu


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***