Dünyanın yaratıldığına inanan herhangi bir kimse, dillerin uzlaşımsal olduğuna inanırsa, iki tür dil olduğunu da düşünmek zorundadır: İlki Tanrısal dildir, Tanrı ile Adem arasındaki bir anlaşmadan doğmuştur; ikincisi, doğal dildir, Adem, Havva ve onların çocukları arasındaki bir anlaşmaya dayanmaktadır.İkincisi, ilkinden türemiş olup ilkini yalnızca Adem biliyordu ve Şit dışında çocuklarından hiçbirine aktarılmamıştı…Ve böylece gelenek Nuh’a dek ulaştı. Ve dağılma döneminde dillerin karışması yalnızca ikinci tür dil için, doğal dil için geçerli olmuştu.
KAYIP EDEBİYATÇILAR CENNETİA.Kargaşa kulesinin kütüphanesindeki kitapları incelemek istediğimi söylediğimde Ezaphrail “ Budala,” dedi “ bilmediğin bir dildeki tomarları ellerinle yoklayarak sadece zamanı çirkinleştirirsin.”
( Meleklerin, hayvanların ve şeytanların konuşma yetisi yoktur.
Konuşmak zihnimizdeki düşünceleri dışlaştırmak anlamına gelir, oysa meleklerin “ dile dayalı olmayan bir zihinsel yetileri” vardır; bu yeti sayesinde her biri ötekinin düşüncesini anlar, daha doğrusu bütün melekler tanrısal zihinde bütün meleklerin düşüncelerini okur: Şeytanlar karşılıklı olarak birbirlerinin hainlik derecelerini bilirler;
hayvanların ise bireysel duyguları yoktur, yalnızca türlerine özgü duyguları vardır. )*
Ezaphrail yanlış basılmış kutsal kitapları toplardı. Elinde 156 tane vardı bunlardan ve aralarındaki en değerli olanı Aziz Hieronymus’un ibraniceden çevirdiği eski ahiti
sırtındaki keten pelerinin cebinde saklıyordu. Bir gece alıp okumuş ve şaşkınlıkla
Turris Confusionis bölümünü farketmiştim: Kargaşa Kulesi. Bundan neden bahsetmediğini sorduğumda okuduğu kitabın – eski ahit- önemsiz bir şey olduğunu farzetmeyi uygun bulduğunu söyledi “ Neden siz insanlar en eski dili öğrenmeye bu kadar merak duyuyorsunuz? Bak Adem bile unuttu hecelerin aslını.” Doğruydu söylediği.
Adem ve akarabaları unutulmuştular. Bu kendi tercihleri değil zamanın yüceliğiydi. Her şey örtülmüştü. Dante’nin dediğince insanların görenekleri daldaki yapraklar gibidir, biri gider öteki gelir. Kulenin kıvırılan merdivenlerine dayanmış tonozların arasındaki kütüphanede bulabileceğimi sandığım dilin unutulmuş bir dil olmasından ötede koca yapının ustaları da birer birer unutturmuşlardı kendi adlarını kendilerine. İsim aynadan yansıyamaz. Bu insanlar Tanrıya seslendiklerinde kullandıkları sözü çoktan başkasıyla değiştirmişler ve öldükten binlerce yıl sonra hiç konuşmaz olmuşlardı. Geçmiş kadar gelecek de önemsiz kalıyor bir ölü ruh için. Tabi bu adamların ve kadınların yaratıcıya
baş kaldırdıklarını da unutmamalı. Devasa bir kargaşa kurdular göğe ve arzın merkezine uzanan bu kendini beğenmişlik abidesiyle kendilerini de yücelttiler ve birbirleriyle pek iyi anlaştıklarından Şit’in dediklerini işitemediler. Alçakgönüllü olanları birer birer kuleden düşerek öldü ve sadece kibirliler kaldı yerin asık suratlı yüzünde. Tanrı kızdı
onlara yaptıklarından ve lafazanlıklarından bıktığından bir de tabi durmadan bir şeyler
inşa etmelerinden yorulduğundan olacak hepsini cezalandırdı malum. İlk dil ve sonrakiler
birbirlerine karıştılar ama asıl olan yani Tanrı ve Adem arasındaki sözcüklerin sesi
tamamen silindi kulaklardan. Ezaphrail buna memnun oldu, insanlar anlaşamadıklarından
aptalca hatalar yapıyorlardı. Babil kulesi yana yattı zamanla ve en sonunda çöktü.
Kulede ne kadar çok zaman harcadığımı bilmiyor ve umursamıyorum. Mutlaka bulmak için başladığım arayışım şu ana dek sonuçlanmak yerine sıkı keşmekeşe dönüştü.
Ezaphrail arasıra beni yoklamak için geliyor ve her defasında yanında iki duvar ustası oluyor. Kendisine yeni uğraş edindi: confusia linguarum inşasına kaldığı yerden devam edecekmiş. “ Böylece” diyor “ insanların umduklarından daha da beter varlıklar olduğunu kanıtlama fırsatına da kavuşmuş oluyorum. Coğrafya veya jeoloji bilmeden bir bina dikmek büyük salaklık.” Bu eski ruh toplayıcısına, kötü yaradılışlı bencil hayvana bir şey söylemek için ne çok erken ne de çok geç. Yaratılanların çoğunun özünde birden fazla
zırvalık vardır. Bende yeralan ilk dil kuşkusu gibi Ezaphrail’de de yokluk ve işe yaramazlık korkusu var. Kendisinin yokluğa karışmasından kaynaklanmıyor belki bu ama
insanların türettikleri kelimelerden ve ürettikleri zırvalıklardan zevk aldığından hiçbir
şeyin kaybolmasını istemiyor. Zaten Babil kulesinin bir eşini, içindekilerle beraber
buraya yapmasının, yaptırtması için Muazzam Bey’i ikna etmesinin tek nedeni de bu: İnsan hayranı. Hayır felix culpa olarak düşlediği insanın çeşitlemelerini izlemeye tutkun.İnsana hayran değil.
ii.
“ Saçma düşüncelerinin ne olduğunu bilmiyorum Leon! Biraz Türkçe biliyor olsaydım belki de seni anlardım, ama şunu bilmelisin artık; buradaki işin bitti. Cennete dek yolun var ufak kafalı budala. Kulemi terk et ve Muazzam Bey’e de selamımı söyle çünkü saçma sapan işlerinizle benim zamanımı fazlasıyla aldınız. Size hayranlık duymamı beklemeyin benden ne de sevecenlik beslemeliyim narin ellerinizden çıkan fısıltılı yalanlarınıza. Sadece yokolun buradan ve mümkün olduğunca seyrek çıkın karşıma. Hiç karşılaşmamak asıl dileğim elbette fakat bunu kabul edeceğinizden şüphe duyarım.”
( Adem’in Tanrıya ilk seslendiğinde O’na El dediğini biliyorum. İbranice bu. Ama ya ilk dil? Şimdi bu neşeli ölüler diyarı cennette birbirlerinin dilini öğrenmeye pek de can atan insanlar arasında sıkkın oturuyorsam bir dilbilimcinin yaşamının son anlarında hep heyecanla beklediği şu malum karşılaşmanın pek de heves duyulacak bir şey olmadığını bilmemdendir bu. Gözlerim kararmış, kalbim durmuş ve ölmüştüm nihayet. Bana bir şeyler söyleyen kişi ile karşılaşmak keyif verici bir hap yutmuşumcasına neşeli geçmişti. Sonra da hiç yaşamamış ve hiç ölmemişcesine kolay, çabuk, alışık olduğum basit bir bisiklet gezintisi gibi cennette bulmuştum kendimi. Gördüklerime selam veriyor, selam alıyordum. İlk senenin sonunda kendime geldiğimdeyse; ölümü kabullenmekten başka bir çarenin kalmadığını düşünerek ahlayıp vahlamak yerine rahmetli edebiyatçıların peşine düşmüştüm. En iyileri kendilerini asla tanıtmadıklarından sadece bir kaç serseri yazar ve şairle karşılaşmıştım. Burada da ünlülerin saklanması kafamı allak bullak etmişti tabi ama insanlar cennette Elvis Presley’i neden rahat bıraksınlar ki! Kafka karşımda dursa ben onu rahat bırakır mıydım sanki ya da Li Po uzun saçlarını tararken başında belirdiğimde benden rahatsız olmayacak mıydı? Haklıydılar elbette. Fakat bu adamlarla karşılaşmak istiyordum. Canetti’nin bir köşede pipo içip içmediğini merak ediyordum.
Poe’yu arıyordu gözlerim. Canım sıkılıyordu bu milyarlarca ruhla dolu koca diyarda ki
kendime bir iş edindim böylece. Yaşarken incelemeye fırsat bulamadığım dilleri araştırmaya başladım. Karşınızda bir İnka şairini bulmak ve onunla sohbet ederek düğümlerle kurdukları alfabeyi tartışmak çok keyifliydi. Sümerce konuşmak, birisine Hititce “ Merhaba” demek de öyleydi. Fakat tüm bu uğraşımımın İngilizlerce bozguna uğratılması da söz konusuydu. Adamlar dil kursları açmışlardı. Aravak yerlisinin Kolomb’un adamları tarafından nasıl öldürüldüğünü İngilizce anlatmasının
çok garip olduğunu belirtmek zaruretindeyim. Baki’nin Whitman şiirlerini okurken ağlamasının da bana bir acaip geldiğini anlamalısınız. Cennette hala tv seyreden garip insanlar olduğunu ve bazılarının Buffy the Vampire Slayer adlı diziyi sırf anadilinden
seyredebilmek için her gün sekiz saat üşenmeden ingilizce öğrenmesine ya da bir kızla tanışırım umuduyla bu dersliklerde hem ukalalık hem de şaklabanlık yapan ilkokul arkadaşlarımın beni gördükleri an “ Leo oğlum sen şimdi Sümerce’de biliyorsundur. Gel bir gidelim de orada felaket hoş hatunlar varmış” demelerine de alışamadım açıkçası.
Ben burada şiir günleri düzenleneceğini mi umuyordum peki? Evet. Böyle birileri de var.
Böyle şaraplı, peynirli geceler de düzenleniyor ama bir Japon’un yeni yazdığı aşk şiiri yerine ben sıkı bir Ece Ayhan şiirini tercih ederdim. Oysa burada sıkı bir edebiyatçıyla karşılaşmak imkansız. Nedense hiçbiri yok burada ve ben bunun nedeninin ne olduğunu
çok merak ediyorum.)
iii.
Ezaphrail ilk sualimeyanıtı gülerek vermişti, “ Hepsi kütüphanede.”
Tabi ki oradaydılar ama hangisinde? İskenderiye şehrindekinden tutun Babilonya’nın
sarmaşıklar arasında yitmiş, labirentlerde kaybolurken Kien gibi delirerek aşık olanların
kendilerini yaktıkları Trabai kütüphanesine dek hepsinin bir eşi vardı burada. Daha da önemlisi: Onları nasıl tanıyabilirdim? Kafka’nın bir imza günü düzenlemesini beklemek belki hata olurdu ama ya diğerleri? Onlardan üne düşkün olanlar yok muydu sanki! Anglo sakson edebiyatçılar mesela Hemingway yahut Capote, Miller vs. Bu adamlar her daim egolarını Yaratıcıya denk görmemişler miydi?
“ Araman gerekeni Muazzam Bey’e sormalısın?” demişti Ezaphrail, “Beni bu işin içine katmamasını da söyle. Bıktım artık!”
Öyle olmamış, Muazzam Bey Ezaphrail’i kabalacılarından ayırarak yanıma atamıştı. Bütün kütüphaneleri dolaşarak eski elyazmaları, yeni romanlar, doktora tezleri,
araştırma makaleleri taramıştım. Bu seyahatlerim sırasında ne bir yazarla ne de şairle
karşılaşabildim. Ezaphrail’in başta yakın gelen, sonradan derin alaycılıklarla ustaca gizlediği konuşmalarından bütün arayışımın beni kendimden uzaklaştırdığını anladımsa da pes etmedim. Şimdi burada Babilón kulesinden aşağıya atlarken düştüğüm yerin ne olabileceğini kestirmeye uğraşıyorum. Bir delilik mi? Yoksa her dil meraklısının başına gelen suskunluk mu beni bekliyor…İkisi de değil. Byzantium’lu deli bir haham var burada, adı Mercalius Trascaria.
YAZARI: Leon Felipe
iletişim: borgesdefteri@yahoo.com