Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Uyku, Rüya ; Schopenhauer:Parerga / Asude



Yeni devirlerde Thomas Hebbes rüyaların, somatik dürtülerin bir sonucu olduğunu iddia etmişti.Türkçe kaynaklarda bu konu hakkındaki kısıtlı kaynağı göz önünde tutarak, özgün metod ve yaklaşımları benimseyen yazı sayısı hemen hemen yok denilecek kadar azdır.
Borges Defter’inden ve Sur’un aracılığıyla tanıma “Bahtına” eriştiğim bir dost, Enis Batur’un bu konu hakkında kapsamlı bir çalışması olduğunu bildirdi, ilk fırsatta okuma sözü verdim, okumadığım, okuyamadığım için kendime sitem ettim, edindiğim ilk izlenimlere göre Sayın Batur antik dönem söylencelerinden modern döneme göndermelerde bulunmuş galiba, metni dikkatlice okuduktan sonra üzerinde tartışmayı uygun buluyorum, şimdilik, benimseyeceğim girizgah başka "mozaik"lere göndermelerde bulunuyor.
Neredeyse bir giriş yazısı niteliğindeki bu yazı farklı çözümlemelere, belki de “okumalara” vesile olur, bilemiyorum.
Eski Yunanlılar, rüya’ya çok önem vermişlerdi. Birçokları Aesculapius veya Apollon mabedine gider ve birtakım seremonilerden gerçek büyük bir heyecan gösterisinden sonra, kurban ettikleri kuzunun derisinde, yorgun, uykuya dalarlardı. Uyandıktan sonra, bu konudaki ustalara gider ve onlardan, rüyaların açık ve simgesel anlamları konularında yorumlarını dinlerlerdi.

Kant, rüyaların önemini küçümsememeyi yeğelemişti: “ Belki Doğa’nın en büyük sırlarından birni, dikkatsizliğimizden dolayı çözemiyoruz!” dedi ve fikirlerin rüyalarda, uyanık hallerden daha net olarak belirtildiklerini ileri sürdü.
Mamafih, vücut fikirlerle yaşantıları paylaşmadığından, uyanışta rüyaların insan zihnini karıştırabileceğini ilave etti. En nihayette de rüyaları sihir ve büyüye ve yaşantılardaki huzursuzluklara bağladı.
Schopenhauer ise hayatın, uykuya karşı devamlı bir mücadelede olduğundan ve zihnin nihayet yorulup uykuya düşürücü sonucu, tuhaf, anlamsız rüyalar gördüğünden bahsetti, oysa uzun yıllardır rüyaların gerçek kaynağı hakkında bir bilgi birikimi oluştu, hatta geçenlerde “derin uyku geni” bile bulundu ! represe olmuş materyalin, rüyaların gerçek kaynağıdır.
Freud’un epok yapan “Interpretation of Dreams” kitabı yayımlandıktan tam bir sene sonra Henri Bergson rüyalar hakkında meşhur derslerini başlatır.
Bergson’a göre, kişinin tüm yaşantıları hiçbir zaman kaybolmazlar. Rüyaları oluşturanlar da, bu yaşamların bilinçli olarak formüle edilmiş olanları değil, fakat represe edilmiş olanlarıdır. O his ve anıların ifade edilme gereksinimidir. Bergson rüyaları, his ve bellek arasındaki direkt bir bağ olarak nitelendirdi.
Edebiyat tarihinde belki konuya en renkli yaklaşımı Charles Dickens sergiler, “ çok tipik rüyalardan biri, kendini çıplak görmektir” , Dickens, bu karekteristiği şöyle anlatıyor: “ Biz kendimizi kalabalık içinde çırçıplak görürüz. Hiç kimse bizi farketmediği ve ilgi göstermediği halde, hayrettir ki biz, büyük bir utanma hissi duyarız.”
Belki tuhaf gelecek, ama Freud bu tarz rüyaları egzibiyonistik olarak tanımlar!
Peki, Dickens ve Freud düşünce sisteminde tam olarak nerede ayrılıyorlar?
Belki yanıtımızı psişik sansür hususunda buluruz.

Bay Jung’u dinlemekte yarar var..


" uykusuzluğun korkunç aydınlığı , sonra
İspanyolcada bir sözcüğümüz var çift anlamlıdır "uyanmak" ve " kendini hatırlamak" anlamındadır: recordarse ! oysa uyuduğunuzda kendinizi hatırlamanız pek olası değil ." J.L. Borges(çeviren Asu)

YAZARI: Asude


Gecenin Tarihi / Jorge Luis Borges





Nesillerin yolculuğu boyunca
İnsanoğlu geceyi inşa etti.
Önceleri o bir körlüktü;
Diken batmış çırılçıplak ayaklarda,
Kurtların korkusu.
Hiç bir zaman bilemeyeceğiz
Kim bu şekle soktu dünyamızı?
Gölgenin boşluğu için
Bölünmüştü iki alacakaranlık;
Hiçbir zaman bilemeyeceğiz
Hangi çağda anlamını buldu
Yıldızlı zamanlar.
Diğerleri mitosu yarattı .
Onu kaderimizi dönüştüren,
Kanıksanan yazgıların anası yaptılar
Siyah dişi koyunlar ve
Kendi ölümüne ağıt yakan
Horoz kurban ettiler.
Khaldeon*`lular ona oniki tane ev verdi;
Zeno*`ya, sonsuz sözcükleri.
O şeklini Latin hexametre*`den aldı
Ve Pascal`ın teröründen
Luis de Leon* ruhun yaralı vatanında gördü onu.
Şimdi onu hissediyoruz tükenmeyen
Eski bir şarap gibi
Ve hiçkimse ona bakamıyor titremeksizin
Ve zaman onu sonsuzlukla görevlendiriyor.

Ya Onun var olmadığını düşünmek
Şu kırılgan şeylerin dışında, gözlerde.

Jorge Luis Borges ( 1899-1986 )

Çeviri: Erkut Tokman ( Bukreş-Romanya)
Dipnotlar:
Khaldeon: Babil`de güç kazanmış eski semitik gruba bağlı bir kavim ve onların konuştuğu semitik dil.
Zeno: Stoic okulunun kurucularından miladdan önce263- 335 de yaşamış Yunanlı filezof.
Luis de Leon : 1527-1591 yılları arasında yaşamış İspanyol şair ve ilahiyatçı
Latin hexameter : Satırları 6` lı metrik ölçüye göre yazılmış şiir formu.


nevheves çağın sessiz rintleri...



ADA / Enis Batur İçin



I.
Parçalanmış kayalar,
gece tutsak,
pınarlar susuz.

II.
Nasıl bakmalı suları yırtan kayalara,
Gökten indirilmiş günahlara,
‘yazgılar çekilmiş gözlerimize’?

III.
Ada’ya doğru: kalabalıkların arasındaki yalnızlığımdan,
yalnızlığın ortasındaki birlikteliğe uzanan bir sefer.

IV.

Ada,
Dudağımda bıraktığım tat,
kağıda düşürdüğüm iz.

V.
Burgaz Ada’yla öpüştüm diye küstü bana kınalı;
dudaklarımı kıyılarına değdirmesem ölecekler sanki.

VI.
Hatalar dönüşünce acıya,
Kabarıp kıpırdanmaya başlıyor ada.
Kapatın tüm istiridyeleri Enis’e göre değil soluk inciler, sahtekarlıklar, riyalar.

VII.
Bir parçamın sende kalacağına öyle inandırmışsın ki beni,
Kaçamıyorum istesemde.

IIX.

Sen gözlerini açtığın zaman,
Toprağa saldırıyor tohumun dişleri,
dikkat et küçük istiridye, kirpiklerindeki yorgunluğa.
Aşk adına namlunun ucundasın.

IX.
Kaçırma gözlerini
sonsuzluğun mor ülkesinden,
“Ben” yürüdükçe zaman yürüyor.

X.
Nerelisin ?

YAZARI: Sufi.


MARS, MERKÜR,VENÜS VE AŞK



“ AŞK için saflaşmak gerek. Saflığını kaybetmiş insan için aşk, gerçekleşmesi imkansız bir ütopyadır. Ben de aşkın peşindeyim. Aşkı tazelemem gerekiyordu. İşte bu yüzden, bu ışıklı vadinin içinde şelalelerle akan derenin dik yamaçlarındayım. Yukarı doğru çıkışın sırlarını çözmek, kendi içimdeki düğümlerin çözümlemesine eşitti. Bataklık haline gelmiş toprak yol, dünyanın yuvarlaklığına benzer arazideki kayalık vadinin ortasında, küçük diri bir derede son buldu. Yukarıya doğru kayalar dikleşiyor ve vadi yükselerek daralıyor.Büyülenip içine çekildiğim sihrin özü, manzaranın vahşi el değmemişlik duygusu uyandırmasından kaynaklanıyor.Bakir ve bakire, her neyse, o kadar güzel ve uyumlu bütünlük içinde. Birbirine bağlı geçitlerin, ilk geriye dön ihtarının ben sınadığı noktadayım. Konsantre olmadan burası geçilmez. Çünkü bu nokta hem geçit, hem değil. Dik kayaya kendini bırakarak, tam bir uyum içinde, tüm korkuların imhası. Sonuç olumlu . Sırttan kuyruk sokumuna doğru hafif bir ter. Son barajı aşıp arkada ne olduğuna bakış.Aman Tanrım o da ne? Nefis bir göl ve tanımı zor bir şelale. İşte ilk belirgin ödül. Açlığı hissetmek ve biraz kayıntı.Huzur ve derinlik. Tüm ömür burada geçirilebilir gibi. Tekrar yola koyulma ve yeniden geçit avcılığı. Tıpkı ilkel çağlardaki saf avcılar gibi taşların üzerinden, suyun kenarından sekerek uçmak. Giderek büyüyen iki şelale, ‘ Cennet ’ tanımını içinden geçirdi.Vadideki savaş totemine benzeyen ağaç beni epey uğraştırmıştı. Burası başka bir cennet. Bir sonraki, bir öncekinin sahte olduğunu inandırıyor. Başka bir cennet coğrafyasına giriş. Serin ama üşütmüyor. Arazi ters meyil almış.Mutlak bir sessizlik var. Karşı solda dik bir kayalık ilkellerin kaya köyleri gibi. Ve tek kişilik bir geçit. Yukarı çıktığımda yaşadığım şoku anlatmak imkansız. Çıkışı beş genç savaşçı sarmış. Başlarında biri yaşlı diğeri genç iki şef var. İlk andaki şaşkınlık hızla güven duygusuna dönüşüyor. Geniş, dikdörtgen taş bir meydan burası. Doksan derece dik büyük kayanın dibinde yüzlerce delik ve önünde yaşlı kadınlar. Hepsi ayrı bir uzay. Sürekli kimya yaptıkları belli. Kayanın ormanla kavuştuğu yerdeki küçük terasta sekiz yaşlı kadın, ağır ahenkli bir dans yapıyorlar.Yaşlı adam marakasla ritm tutuyor. Yüksek çıkıntının içinde tahta bir taht üzerinde orta yaşlı bir adam oturuyor. Ve hep aşağı doğru bakıyor. Şef olduğu belli. Bir ara geri dönüp baktığımda, kayaların üstünde gözcüleri hissettim. Orada on metre yüksekliğinde kayalardan oluşmuş oturan bir kadın heykeli vardı. Uzaktan belli belirsiz hissedilen bu doğal yapıt, bu açıdan kendini açıkca ele veriyordu.Hep birlikte yemeğe gidildiğini neden sonra fark ettim. Yemek büyük bir mağaranın içinde coşkulu kalabalıkla tüketildi. Müzik, duvardaki resimler ve dans, herkes daha bir gülüyor. Daha sonra yaşlı şefle birlikte büyük taş heykele doğru yürümeye başladım. Bükülmüş bacağın dizine çıktım, yükseklik altı metre kadar vardı. Tepeye çıktığımda gördüğüm manzara karşısında donakaldım. İlk gördüklerimden çok daha büyük bir şelale ve önünde uzun bir göl. Gölün yarısına ve şelalenin üzerine akşam güneşinin parlak ışığı vurmuş. Kayalığın kış havasından sonra karşımdaki ılık bahar, hareket halindeki yüzlerce insanı afallatıyordu. Totemin dizi üstünde geriye dönüp baktığımda, kayalığın Mars – Merkür karışımı, manzaranın ise Venüs olduğunu anladım. Bu anlayışın nereden kaynaklandığını bilmeden. Ve bu iki karşıt cephenin sürekli birbirine dönüştüğünü de aşağı inerken heykelin göbeğine bastığımda hissettim. Bir an durup yeniden Venüs’ e baktım. Gölün ortasında küçük yeşil bir ada ve adanın ortasında ince uzun bir ağaç. Mekan daha bir derinlikli duruyor. Kadın toteminin bacakları arasından nasıl inildiğini bilmeden kendimi aşağıda buldum. Sınıfsız bir toplumun tam ortasındaydım. Sevgi ve güven dalga dalga hücrelerime yayılıyordu. Şelalenin sol tarafında kadınlar ve çocuklar. Delikanlılar, yüzülerek gidilen şelalenin dibindeki küçük kayalık balkona çıkıyorlar. Tam karşı tarafta yarısı güneş gören bir çimenlikte ise birbirinden güzel genç kızlar neşe içinde çalışıyorlar. Ama elleri işte gözleri oynaşta türünden çalışma bunlar.Bir genç kız çimenlikten suya atlıyor. Yüzerek adaya geliyor. Adada yürüyerek sanki kendini bana gösteriyor. Bana bakıp bakmadığı belli değil. Belli ki onun yanına gitmem gerek. Sanki ona doğru çekiliyorum. Böylesine bir saflık, donuk gibi duran sağlıklı yüzdeki sıcaklık… Aşk bana bir tokat gibi çarpmıştı. Şimdi ondan başka hiçbir şey yoktu. Kendiliğinden suya girdim ve adaya doğru yüzmeye başladım. Adanın çimleri üzerinde yürümeye başladığımda o ortalarda yoktu ? ”

YAZARI:Müfit İşler




En good has Turkce





Farkında mısınız? Bu mevzulara uyandınız mı? Medeniyetimizde adı Türkçe olan ve de birbirine düşman diller konuşulmakta! Bu da biz Türkleri hırpalamakta. Çünkü dildeki karmaşa gerçekten insanı “dilinden” bezdirecek denli yoğun.Kürt insanının Türkçe konuşmaya çalışmasının doğal sonucu olan farklılıklardan söz etmiyorum. O doğal bir süreç. Birincisi yabancı bir dili öğrenmek bu. Başbakanlarımız ABD başkanlarıyla Beyaz Saray’ın bahçesinde “yürürkene” konuştukları gibi bir dil. Onların “aççık vedde seçik” “ıkınan” ingilizce’lerindeki teklemelere nasıl bir “Hayal Rüzgarları” dizisi, iki “Neşe’nin kepek sorunu”, bir “dişlerne zzzıt” yaparım” reklamı sığdırabiliyorsa, Kürt vatandaşlarımız da doğal olarak işte öyle bir Türkçe konuşir! İşin bu yanı Neo-Türk muhafazakarlığının kireçlenmiş sinir sisteminin asabını bozabilir yalnızca. Bizim sorunumuz değil. Bizim sorunumuz yaşadığımız medeniyette çoğu zaman birbirine dokunmadan yaşayan Türkçe’ler. İmla Kılavuzu Savaşları!“İmla kılavuzunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!”Bir dilin gerçek göstergesi, bilimin ve sanatın merkezi megapollerde kullanılma oranı, sınıflar ve kuşaklar arasındaki anlaşmayı sağlama derecesi değil midir? Oysa bugün büyük kentlerde yaşayan insanın kulağına onlarca birbirine “yabancı” ve “küs” duran dil çarpıyor. Ama hepsi Türkçe. Bir de üstüne üstlük bir “Türkçe”den yana taraf tutup diğer Türkçe’leri aşağılamak da kaçınılmaz bir moda:
-Bunlar Türkçe’yi rezil ettiler kardeşim!Türkçe’nin kavramsal tartışma düzeyi tam bir kaos içinde. Benim gibi, “misyonsuz” ve “benim dediklerime kulak vermezseniz memleket elden gider kardişim” dangıllığından! sıyırmış çoğunluk için bu sorun daha bir “sorun” halinde. Hatta bir nevi “sorunsal”!Dört bir taraftan top ateşine tutulmuş haldeyiz. İmla kılavuzu örgütleri bizi sürekli sıkıştırmaktalar: Benim Türkçe’mi konuş! Niye? “Çünkü gerçek Türkçe’yi ben temsil ediyorum!”Kimi arkasını bir kuruma, kimi bir kültür paradigmasına, kimi bir ideoloji varsayımına dayamış bağırıyor: “Dil elden gidiyooorrrrrr!”Kim bunlar yahu? Televizyonda, gazetelerde, okularda yıllardır bitmeyen bir tartışmayı, tekrarlamaktan aşınmış bir savaşı yürütenler, yönetenler kim? Ortaöğretimde, yükseköğretimde, politikada, dinde, sanatta kafamızı allak bullak eden bu dil “ulemaları” kimdir? Kimdir bu her şeyi bilen putlar!, “sen neymişsin be abi”ler?..Bir kısmı arkası sağlam baylar, bayanlar: Öztürkçeciler, “Mustafa Kemal’in dil devrimi”, “Ulu devletimizin resmi dili” diye cırlayan Dil Kurumcu’ları, kurum kurum kurulanlar, kurumlar! Dil müessesesi!..Diğerleri Osmanlıcacılar. Onların da arkası sağlam: Binlerce yıl! “Ecdadımızın zeytinyağlı dolmalarını Rumlar çaldı”cılar! Yalan Rüzgarları!...Ha bir de “Ege kültürü bizim kültürümüzdür, Heraklitos, Ziya Paşa’nın bacanağıydı” şeklinde şeyeden Halikarnas Balıkçısı’nın geyik muhabbetleri…Resmi tarihin köle-aydınlarca üretilmiş gayri resmi yalanları, hepsi aynı sıkıcılıkta, hepsi aynı “bardak içinde takma diş” görünümünde. Naftalinli, havasız ve despot…Yalanın tarihi epeyi “tarihi”. Öztürkçecilerin doğumu cumhuriyetin kuruluşuna dayanmakta. Zayıflamış bir ülkenin cesaret isteyen yıllarına. Her korku durumunda olduğu gibi o yıllarda da adrenalin pompalamak lazım. Kendi bedenine sığınmak, güçlerini parlatmak, ego güçlendirmek…Öyle yapılmış. Amerika’daki Mohawk Kızılderelileri dahil (Ben de Conan’ın türk olduğu iddialarını okumuştum) herkesin Türk ırkından gelme olduğundan tut da, bütün dillerin Türkçe’den kaynaklandığı savına kadar güç verici dopingler alınmış, “hard drug”lar yutulmuş: En büyük millet bizim millet! Breh, Breh!...Güneş Dil Teorisi olarak adlandırılan ve de dünyaya “bir nevi Türk Güneşi” gibi doğan dilciliğe göre neredeyse evrenin başlangıcındaki “söz” de Türkçe’dir. Her şey de Türkçe’dir. Tersini söyleyense “haindir!”..Niagara Şelalesi aslında “ne yaygara” şelalesidir! Ecdadımıza göre gerçekler bitmez. Türk’ün hakkı yenmiştir: “Dük, Düdük çalan şeyhtir!” buyun bakalım!...Fakat kıymetli ecdadımız böyle dilsel yalanlar uydururken bir şeyi hiç aklına getirmemiştir. O da şudur, bir gün uydu televizyon izleyen genç nesiller insana sormaz mı? Yalan söyleyen “böyle” olsun mu diye?..O dönemin komik pantürkizmi bir süre sonra tavsamış, tavsamak zorunda kalmıştır. Ama söz konusu şovenizm bugünlerde öztürkçecilik olarak sarkmıştır. Hele tarihçi Mahmut Goloğlu’nun anlattığı yine Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçen bir olay var ki inanılmaz. İsveç Veliahdı ülkemizi ziyaret etmektedir. Veliaht İzmir’de bir cumhuriyet balosuna davet edilir. Baloda kalkar bizi öven duygulu bir konuşma yapar. Mustafa Kemal çok duygulanır. Karşılık olarak bizim dilcilere hazırlattığı konuşmayı da o okur. Ama tirad! “Özün özü” bir türkçe’dir. Bütün “tümceler” yapaydır. Davetliler ve Mustafa Kemal dahil kimse bu konuşmadan bir şey anlamamıştır! Balonun bütün tadı kaçar. Goloğlu’na göre Atatürk bunun üzerine Öztürkçeciliğin hızını keser.İşte bugünlerde dilimize biber süren öztürkçecilik bu “hızı kesilmiş!” dilciliktir. Bir de hızı kesilmemiş olsaydı!..Bir tarafta “uslamsal örgünlüğün dil-bilimsel”liği diğer tarafta Osmanlıcılığın çağdaş kavramları yadsıyan Fecr-i ati feccati: Esabi firib-i tebcil olan tezkire-yi samiyye-yi asafhaneleriyle… Buyur?..Bir devlet düşünün ki, hukuk dili, şiir dili, felsefe dili, askeri dili, parlemento dili, devletin kurucusunun (nutuk) dili birbirleriyle taban tabana zıt: Türkçe değil sağırlar konfederasyonu!“Maktülün ırza tasalludu vaki olup iş bu cürümün mahiyeti tespiten hadise bundan mürekkeptir!” diyor hukukçu.“Eytişimsel varsayılan anlak, örgün bireyin imsel tasımlarında balkır!” şeklinde yazıyor öztürkçeci yazar!..“Bir drink alalım da gecemiz nice olsun, okey!” diye sunuyor radyodaki genç DJ.Öyle çok karışmışlar ki dilimize, konuşulan dili öyle aşağılamışlar ki, ittihatçı bir züppelikle öyle abuk sabuk sözler icat etmişler ki, anlaşılmamayı erdem sayan Arap dinozorları, devlet dinozorları, sofu dinozorlar, Türkçeci dinozorlar öyle karıştırmışlar ki kafamızı. Dilin yaşayan ölü yanlarını öyle tutuculukla savunmuşlar ki, bu kadavraların tatavasından sokakta, hayatın cıvıltısında yaşayan “canlı Türkler” sağırlaşmış, şavalaklaşmış…Sağır duymaz uydurur tam da buraya uygun bir söz. “Efenim” diyor insanlar birbirine “pardon anlayamadım” Sürekli “buyur, efenim, pardon” diye “iletişe-me-yen” insanlar topluluğu olarak bir arada yaşıyoruz işte. Evet bizim dilimiz anlaş-a-ma-ma dili. Haşlama bir dil. Füme bir dil.Kendi paslı kamaralarımızda inat ederek, dışarıda köpüren denizi, gökyüzünü, martıları, yaşayan dili yadsıyarak öfkeler içinde zıp zıp zıplayıp duruyoruz: Benim konuştuğum Türkçe doğru!..Bilimsel bir teoriyi nasıl anlatacağız ve o teoriyi hangi dille geliştireceğiz? Kimin dilini kulanacağız? Her kuşak yeniden Türkçe mi öğrenecek? Bizden önce yazılmış eserleri okumak, anlamak için yabancı dil mi öğrenmeliyiz? Bizi eski kuşaklarla ve gelecekteki kuşaklarla bağlayacak olan ne?..Tarihsiz, erken bunamış sarsaklıklarla her yirmi yılda bir yeni bir dil keşfetmekten biz sıkılmasak da yabancı ülkelerdeki Türkologlar bayağı sıkılmıştır sanırım.
Yazışma Türkçesi: Saygılarımla istirham ederim!Askeri Türkçe: Konuşlanan As.Tız. Bıs.lar..Dede Korkut Türkçesi: Dağlar sana giyit olsun, şahbaz atlar binit olsun..Orhun Yazıtları Türkçesi: Alper Tunga öldi mi, ıssız acun kaldu mi…Korkma Sönmez Türkçesi (Söylemesi en zor Türkçe): Buşşa faklardayy üzzenn…TRT Türkçesi: Sıkıcılıkta ışık hızı.Kabız Türk Aydını Türkçesi: Medyanın cilalı imajı bu konjöktürde invertibilite şeklinde insanlara presyon etmekte.Stüdyoda buluşalım Türkçesi: Sakın, samın, sayın konuşmacılara sormak istediğimiz bence bir meselenin sorusu sizden, kim, ha, hı?...Entelektüel genç kız türkçesi: İntim şiirsilerin yürek boğan fısıltılarıyla şiirin askerlerini alımlıyorum!Siyasi Şube Türkçesi: (Fonda çeşitli haykırışlarla), Duyum yapma okşarım mandallarını!Tophane Türkçesi: Hüoop bilader raconlarda kelek olmasın kolilerini çizmiyim, hadeeee, sar bakalım bir paparoz…Feminist Kadın Yazar Türkçesi: Erkek egemen duygusallıkları çaydanlıkların minik kuşlarına kanaviçelendiren süzgeç!..Delikanlı Türkçesi: N’aber moruk, noolsun be abi, takılıp gidiyoruz.. öyleeee, eyvallah koç!.Veeee radyoların “ımerikın Türkçesi”:Nambır van eeef eemmm meçroo efemmm, pavır efem..Yukarı illionis lehçesiyle Türkçe’ler?!
“Ooo may gaaaad, Koray keee, kalitenin kıkkası, başinizın püsküllü belası”“Nav neus. Başbekan Tensu Çillır Parılmentoyu açiş konışmesinda vats dee, pardın, o ne dedi? Nays Türkçe ama! What’re you thinking about this ha?Süper FM’in Kadir Çöpderimiyse bir FM güneşi: “Canlarııııım kral sizsiniz, muhabbetin belini kıralımmmm”Ama burada Tahsin Yücel hocadan söz etmeden geçmek olmaz. Televizyonda dil tartışmasına katılıp mizahçıları, radyocuları, “argolarıyla ısınmış” yazan gençleri eleştiren, eleştirmek hafif kalır, adeat tehdit eden Can Gürzap’tan Cüneyt Türel’den söz etmemek de ayıp kaçar.
Çevirileriyle saç özrümün artmasına neden olan Tahsin Yücel. Onun bana yaptıklarını kimse yapmadı. Bir kitap ekinde bir ilan: Rolland Barthes’ın şu kitabı çıktı. Çeviren Tahsin Yücel. Koşa koşa kitapçıya gider söz konusu kitabı hevesle alırsınız. Kolay değil Barthes okuyacaksınız. Çevirmene şükran hisleriyle dolusunuz. Kitabı okumaya…… başlayamazsınız!.. Çünkü başka bir dilde yazılmıştır: Aaa.. bu Türkçe değil! Kandırıldım.. bu olsa olsa Sanskritçe falan!İşte size Tahsin Yücel’in bir Barthes çevirisinin sunuşundan bir cümle: “Böylece dilin çevreni ile biçemin dikeyliği yazar için bir doğa çizeler..” Ne diyeyim, Allah müstahakını çizelesin” hoca!...Ya o, bu işi ben bilirim ne dersem dinleyip ona göre konuşacaksınız yoksa bacaklarınızı kırarım tafralarındaki Can Gürzap usta. Beyninde jandarmayla dolaştığını, dil yanlışı yaptığı zaman o jandarmanın süngüsüyle beynini dürtüp uyardığını teleizyonda elli milyona söyleyen Cüneyt Türel! Aydınlarının, sanatçılarının beyinlerindeki jandarma süngüsüyle övündüğü bir memlekette dil medeniyeti de bu kadar oluyor tabii..Onlar kültür dünyamızın renkleri sanatçı “ağabeylerimiz”, farklı düşünmeleri olsa olsa dünyamızı genişletir orası öyle, ama şovenistliklerini de itiraf etmeli. Kendi otoriteleri dışında “konuşan” insanlara çöplük ve de neredeyse “vatan haini” muamelesi yapmalarının altında yatan ırkçılığı, tutuculuğu, devlet tekelciliğini de belirtmeli. Her daim ellerini öperiz o ayrı…Kiminin jandarması öyle kimininki böyle. Örneğin şöyle: “Laik köpekler islam’ı yok etmek için Türkçe’yi uydurdular!” Bu da Suudi jandarmasıyla gezeni.Tercüman Gazetesi’nden bir iki örnek “mesela:” Hüsnü Özyeğin, Hüsnü Mesela, Yahudi Menuhin, Musevi Menuhin… Arkadaşlar öztürkçeye karşılar ya ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yahudi e Öz kelimeleri de “yassak”!..İşte böyle.. o yasak, bu yasak.. kimi öz’e takmış, kimi mesela’ya. Onların izbe odalarının dışında “konuşan” insanınsa bunlar “hiiç” umurunda değil. Argonun diri, Osmanlıca’nın hicranlı, radyocuların Amerikan aksanlı gençliğinin ürettiklerini, öztürkçecilerin cuk oturan kelimelerini lisan yapıyor kendine. Öyle büyü lafları falan takmıyor sokaktaki insan. Çatır çatır yeni bir dil kuruyor. Canlı bir dil, sıkı bir dil yoğuruyor. Özgün bir kimlik çıkıyor kentlerde ortaya, yeni bir Türkiye kimliği ve dili. Daha farkına varamadığımız bir tür insan!.Son sözü sizin çocuklarınız söylüyor: “People ne yaşıyorsa ona göre takılıyor usta! Zart zurt’un manası yok!..”

YAZARI:Cem Sancar


LâL Mekân



gecesiyahî yalnızlığında; yokluğun
düş kırıkları, paramparça.
sersefil düşünceler serkeş; avâre
her dem karanlığın kuytusunda ırâk!..

bir şehir artık nasıl ölüyorsa(!)
can çekişirken de öylesine canhıraştır.
ki, feryatların yankısında muzdarîb
çilekeş bir adamdır yorgun, garîb...
bir şehir her gün yeditepesiyle intihar senfosinin buruk notalarını çalıyor. belki duymuyorsun / ya da bir şehir sokak sokak nasıl can çekişir / bilmiyorsun...
şimdi yüreğim darağacında bir mülteci / ya da esirdir adını anmayan şehirlerin kaçkını. yoksa bir sevda adı yazılmamış / ve varsa bir sevda içinde adın barınmamış; yakılacak birkaç şiir ve bir şair vardır, yorgun, adı anılmamış...

LâL mekan; sükût,
ve münzevi bir yıldızdır.
ya da şiir;
yazılmadı(!),
LâL...
LâL mekânda soyuttur var'lık(!) ki; onun için bastığın yerler ayak izlerine muhtaç / ve tutsak bir yok'luğun çanları çalarken, sükûtun girtabında yok olup gidiyor adın'çin yazdığım bütün şiirler. gözlerin diyorum / yok'lar... ellerim; öylesine titriyorlar ve sen adını yalanlarla boyamış bu şehirde bir o kadar LâL Mekân, bir o kadar hiç kimse'sin / ki; yazık, bilmiyorsun...

kaçkınıyım bu şehrin; gecelerinde
sayıklarken adını bir hüzün.
Lâl Mekânda soyutlaşıyor bütün herşey.
artık mülteci bir yalnızlıktır şair;
sükûtun girdabında kaybolmuş,
birkaç şiirdir,
/ yakabilirsiniz...
ellerim öylesine titrek,
gözlerim öylesine gözlerinsiz
bir LâL Mekânı seyrederken,
bütün düşlerini kaybetmiş,
serkeş bir kaldırımsa başkoyduğum,
varsın herşey bir yalân olsun.
bir şehir yedi tepesiyle;
intihar senfosinin notalarını çalarken,
içine karışmamış bir adım olsun;
yorgun,
serkeş,
Lâl Mekân...

YAZARI:Mustafa Nazif


Arzulama, Arzulanan


Yine karman çorman oldu her şey.
Toparlayabilmek zamanımı alacak.

Kırılan kalpleri onarmak, yaşananlara yakından bakmak, acil çıkış kapısını göstermek bir yangın anında.
"Yürümek zor olacak karanlıkta" , evet pirim çok zor.
Peki aydınlıkta ne işi var yazının, sesleneceğimiz yeri iyi seçelim, kaybolmak herkesin harcı değil.
Okuduğunuz, yazdığınız, paylaştığınız kimi düşünceler, fikirler, tümceler var ki onları unutmak, hafızadan silmek olanaksızdır, kimi insanların hayatları hep tehlike, cesaret kokar, tedirginlik, kırılganlık onlara çok uzak bir mesafede kalır, adeta bir Rus müjik kahvesindeymiş hissi verirler her an, birisi namluya bir kurşun geçirir ve silahı rakibe verir, işte buyurun Rus Ruleti Partisine.
"Hem korkmuyorum artık. Bu benim kaderim. Razıyım olacaklara" diye yazmışsın, evet kaç yıl ömrüm kaldı ? daha ne kadar elime kalem alabileceğim? Bilmiyorum Pirim benim de kaderim bu işte.
"Herşeye rağmen insanlar yazıldıkça güzelleşiyor" Ah.. güzelleşmeye katkı, yazmanın büyüsüne karışıyor.

Attila İlhan'nın acı haberini gecikmeyle aldım, bir anlığına onun hakkındaki tüm olumlu,olumsuz düşüncelerimi bir kenara bıraktım ve Aşk bu olmalı dedim kendi kendime.
Aşkın Sır kutusu Attila, yazdığı onca duygulu, yer yer romantik ve aşk kokan şiirlerindeki kadın kim? yok ki, daha yaratılmadı , ismi yok, isimsizler.
Aşkın sır kutusu şimdilerede Aşiyan'da mührünün çözülmesini bekliyor, kendini ve giderek beraberinde toplumu yenileyebilen, ilerletebilen, çözümlemeler.
Yıllar evvel, Madrid'in sarhoş edici kahve kokulu bir cafe'sinde Pers'li bir sesi hediye etmişti Kasra, yanlış hatırlamıyorsam Darius ( eski pers kralının adı) olmalı, diyor ki:" Sönük lambalardan, durduk yerde kafes satışlarından yoruldum, al beni, evime götür, Dolunay var evimde , artık kimse Aşkı düşünmüyor, iki çift gözün yeryüzü hürmeti olduğunu herkes unuttu" .. böyle devam ediyordu..
Attila İlhan'nın "aşiyana" dönmesini ben bugünlerde hep o türküyü anarak hahifletiyorum, o sürreal çınarı.
Şair'in rollerden, kısıtlamalardan uzak duyggularını yaşayabilmesi, düşüncelerini takip edebilmesi.
Şair'in, Ressam'ın, Yazar'ın Sır kutusu olmaz mı sanıyorsunuz: sevdiklerine ve bir yabancıya karşı aynı duyarlılığı taşıyabilmek. Kendi özgürlüğü için başkalarını kısıtlamamak, değer bilmek, bencilleşmemek.. daha ne olsun?
Bir Türkmen kiliminde karacaoğlan sanki,
İnsanı,
Doğayı
Yaşamı
doyasıya sevebilmek..


tutabilse güneşi harflerim, sözcüklerim
dönüp sana gelebilirim..

Akdeniz geçsin gözlerinizden,
içinde güneşler..
Sur.


Uzaklardan:
Arzulama,
Arzulanan
tenim üç boyutlu, "uç" boyutlu bir Furuğ oyuncağı ,
umut buz gibi, ama kararlıyım bu kez
eritmeyeceğim

avuçlarımda.
tenim
bazen umursamazca üşüyor,

o an parmaklarım usulca aralanıyor,
elindeki mektuplar rüzgara
karanlığıa inat,
içindeki düşleri , senin deyiminle "düşüşleri" taşımaktan memnun,
bak işte tüm borgesiyenler için gökyüzüne doğru usulca havalandılar.


YAZARI:Sur Ortaylı




KISSA


Öldüğüm günün ertesinde Zincirlikuyu’daki mezarlığa gömülmüştüm. Aradan zaman geçti, metropol öylesine kalabalıklaştı, gökdelenler öylesine çoğaldı ki, büyük kentte bizlere yer kalmadı ve bu ölüler evinin; her şeyi bilen siyah gözlüklü, boyunbağlı yetkililerce kaldırılmasına karar verdiler. Hepimiz üzülüyorduk, aramızda ağlayanlarımız, çığlıklar atarak ikinci kez ölmek istemiyoruz, bizi birbirimizden ayıramazlar diye bağıranlarımız vardı. Sanki mezarlık titriyor, görünmez bedenler, yüzler, eller nerdeyse dış dünyaya fırlıyordu.Sıra bana geldiğinde, devasa kepçe önce bir yarımı sonra diğer yarımı azgın görünüşlü bir araca yükledi. Umarsızlığın verdiği ağırbaşlılıkla yazgımı kabullenerek, yeni ölümümle tanışmak üzere yola çıktım. Aracın güçlü sesler çıkarmasına karşın son derece eski olduğunu anımsıyorum. Kimi zaman düz, kimi zaman kıvrımlı yollardan sarsıntıyla giderken, yanımdaki komşularım esnekleşen, aralık bölümlerden aşağıya düşüyor, elveda bile demeden istemlerimiz dışında ayrılıyorduk.Yazık ki korktuğum başıma geldi, Arnavut kaldırımıyla döşeli daracık bir yoldan giderken artık bir avuç diyebileceğim bedenim, ötekiler gibi, atıkların bırakıldığı bir bidona üç adım kala savrularak sokağın ortasına yığıldı kaldı, kalanlara el bile sallayamadım. Az zaman sonra yaşlı bir kadın elinde torbalarla geçerken dikkatle bana baktı ve geri döndüğünde; yol ortasındaki tuhaflığıma aldırmaksızın, özene bezene beni torbasına doldurdu. Evi bir bodrum katıydı ve kadın minicik bahçesinde fidanlar büyütüyordu. Gelir gelmez fidanların arasına beni saçalayarak, biraz da su serpti ve sandalyesine oturup uzun süre dinlendi ve sonrada çekip gitti.Durumu anlamıştım ve yaşadığımız evrende benim için çıkabilecek en büyük fırsatlardan birine kavuştuğumu da sezinlemiştim. Genlerimin, moleküllerimin, minerallerimin tümünü küçük bahçedeki fidanlara yürüterek sonsuzluğumu sürdürüyordum. Aylar sonra yaşlı kadın, fidanları sabırla büyütmesinin karşılığını aldığında, sofrada enfes bir yemek biçiminde duruyor ve annesini delice öpen rüküş giyimli çılgın kızının midesine eğlenceli, şakalarla dolu bir gürültü patırtı içinde iniyorduk...Melankolik ruhlu kızının daracık bir dünyası vardı, bütün gece tv izliyor, annesine de yine evlerine benzer bodrum katındaki işinden, iletişimsizlikten, anlayışsızlıktan, tacizlerden söz ederek yakınıp duruyordu. Sabah olduğunda arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda buluşmaktan söz etti ve saat 14’de buluşma yeri olan Tünel’e yakın bir kafeye doğru, bazen vitrinleri izleyerek, bazen utanılacak en acı gizleri paylaşıyormuşçasına mavi çantasına sarılarak yürümeye başladı.Ama ilkyazın bu puslu günlerinde onu bir aksilik bekliyordu, yolu tam yarılamışken yıldırım düşercesine yağan bir sağanakla karşılaşınca, oradaki bir binanın kapısından zorlukla kendini içeriye attı. On dört yıldır dolanır dururdu ama ilk kez bu yapıdan içeriye giriyordu, sonsuz kafeler, sonsuz eğlence yerlerinin olduğu buralarda olağan sayılmalıydı bu. Bilisizce gösterişli, resimlerle dolu bir sergi salonuna sığındığını anladığında, ne giyim kuşamının, ne yaşam anlayışının bu atmosferle uyuşmayacağını düşünerek, sıkıntılı, dolaşmaya başladı. Ama daha yolun başında bir çarpınca uğradı, ne denli düşle dolu resimlerdi bunlar, korkunç bir özlemle aradığı çocukluğunun yüzdüğü tuvaller, renk çılgınlığı içindeki ormanlar, köyler, haykırarak takıp takıştırmak istediği, kolyesinde, küpesinde görmek istediği bir tavusu bile kıskandıracak armoniler, ruh ikizini aradığı, aşık olduğu gençler, uzun gölgelerle dolu, ayak basılmadık yerler, kuş ötüşlerinin gizlendiği korular, karabasanlara dönüşen anılar...Bir hayranlık ve şaşkınlıkla uzun süre resimleri inceledi, delice bir merak içinde ressamını düşledi. İlk kez karşılaştığı sanat denilen şeyin, insan ruhunun yansısı olduğunu anlayıp, yürekte açan taze gül yarası gibi yine ilk kez böylesine kucaklaştıktan sonra, birden dışarıda sürüp giden yağmurun sesi kulağına çalındı. O seslerde, gelmiş geçmiş sevgilerin, kavgaların, hayallerin, acıların, sevinçlerin büyük bir özlemle, yeniden yeryüzüne gelmek ve o olağanüstü tansığı hiç olmazsa bir kez daha yaşamak isteyen insanların, tüm canlıların sesleri, artık anlaşılması olanaksız, pişmanlık dolu tıpırtıları vardı. Bu serzenişle; hiç olmazsa bizim, yaşamın güzelliklerini, tansık dolu albenisini değerince yaşayabilmemiz için, yıldırımlar, şimşeklerle uyarmak istiyor, olmayınca da zapt edilmez gözyaşlarıyla hepimize ağıt yakıyorlardı. Olanaksız bir özlemin acı veren ninnisi, düş kırıklıklarıyla dolu yankıları ve kederli yalvarıları vardı o yağmurun sesinde...Hiçbir üzünce kapılmadan resimleri bir kez daha dolaştı, birbirinin benzeri günler ve ağlarından ayrılmayan örümcekler gibi yaşamaktan bir an olsun uzaklaştığını düşünüyordu. Çocukluğu, ilk aşklar, düşlerle dolu anılar, gölgeler, anneler, sevinç ve acılarla dolu bu yaşamın aslında ne çok giz barındırabileceğinin şaşkınlığıyla dışarı çıktı... Akıp giden kalabalık; bilisizce ölümüne koşan ve menderesler çizerek; ileride, metrodaki uçuruma boşalan, kara bir ırmak gibiydi. Garip bir ürpertiyle yolunu değiştirmeyi düşündü.Ne var ki düşüncelerinin; akşam annesini öpücüklere boğduğu güzel yemekte bulunan ve az öncede resimlerini izlediği, gerçekte ölmüş bir ressamın ruhundan kaynaklanmış olabileceğini hiçbir zaman bilemezdi!..&

YAZARI: Ulus Fatih


Mickey ve Mallory Knox


Katil Doğanlar - Aranıyor… Mickey ve Mallory Knox
Düşlere dikkat demiştim ya bir yazımda, orayı pek deşmeden bırakmıştım. Bu o yazının doğası içinde anlaşılabilir bir durumdu, hatta kararındadır, ötesi lafazanlık olurdu. Süregelen bir çatışmanın bir an’ının da ortaya çıkıveren akut bir yıkıma, düşlerde cevap verildiğini çoğu zaman fark etmez insan.

Düşler insanın varoluşunu biçimlendirirken, tarihin seyrinin tümel bir plan olduğuna inandırır beni, eskatolojik değil. Düşler, insanın kendini kandırmışlığının gerekçesidir çoğu zaman. Hep böyle midir, elbette hayır. Buna “onay” mekanizması deyiverelim hele hiç korkmadan. Aldo Huxley’nin deyişiyle ne koyarsanız onu alırsınız düşlerin krallığında. Mürşit ararsan yüreğine yüzünü dön, nerdesin, ne olacaksın o sana tez elden ulaştırır, uçurur haberi. Değil mi yoksa?..

Korkaklığın sabitse, üzmeyecektir, başını göğsüne bastırır, “buraya kadar çocuğum, iyi yol aldın, hele bir soluklan” deyiverir. Tedbirde hata olmazla, kayıpsız geri çekilirsin, stratejin tutmuş(mu dur)tur. Kalp para basmadı hiç düşler, Tanrı’nınkiler buna dahil. Ne isen o olmaya devam edeceksin, insan donlu, serseri donlu, tekmili domuz belki.

Düşler, gözler güne açılır açılmaz kaybolmaz, nazarın sağlamsa çokluğun göremediği, görmek istemediği hayaleti görebilirsin.

İşte bir hayalet senaryosu, şehir masalı;

Plan 1: Açlıkla boğuşmuştur ressam, rutubet, soğuk, parasızlık kanına işlemiş, damarlarında ekşi şarabın dolaştığını hisseder ve sarhoşluk bir yaprak gibi titretir onu kalkar kalkmaz ayağa. Küfrün bini bir…

Plan 2: Ürkütücü gözleri büyük, nefret kaldı geriye şaraptan, damardan… Aç!.. Aç!.. Aç!.. Pay almak gerek paydan. Sanat ürkmüş, zavallıcık yüreğine, içeriye, içeriye sığınmış, büzüşmüş üşüyor, adamın.

Plan 3: Deliliğiyle renk, tutuyor alıyor onu kartondan gökkuşağı içine, yapıştırıcı kalitesiz.

Plan 4: Yokluktan “bir şey” işte, ortada. İntikam saati gelip çatmış, yardımlar ufaktan… Derin bir vicdan satışı, katara denkler… “İşte oldu” der adam, “denkleştim ben de… Egomu şişirenler nerede? Yıkıcı mıyım, sittir alla sen, cillop kızlar…”

Plan 5: Sanat, küçük yavrucak iner basamaklardan, başka bir yürek aramak üzere, ensest, belki cinayet kaçınılmaz yoksa.

Plan 6: “Aynı sıklette değiliz” der ağır sıklet boksör, ressama. “Hele palazlan bir, kanınla yıkarım yüzünü, acımam inan, centilmence değil mi?..”

…İtekleyenler, tanık olanlar, suçu örtenler…

YAZARI:Cemil Atik

Borges defteri iletişim: borgesdefteri@yahoo.com




Attila İlhan'nın Ardından


1 :
Vasiyet

Geçen Pazar öğle saatlerinde kitap fuarında bir konuşmacıyı izledim. Atatürk’ ün milli mücadelede kendi kendine mırıldandığı bir sözden bahsetmişti. O savaşın en çetin anında Sakarya cephesinde; o, diş-tırnak-kan-toprak mücadelesinde askerinin kendinden mislince üstün olan düşmanı geri püskürtmeye başladığını haber aldığı anda şöyle söylendiği duyulmuş Ata’ nın : Mehmet, Mehmet… uyandın Mehmet, uyandın.
Daha iki gün önce bu “Anı Alıntı”yı kendisinden dinlediğim konuşmacı Attila İlhan Ustaydı. Sonra aşağıda kendisiyle karşılaştık. Söylemeden edemedim: Ne güzel belirttiniz ulusal uykunun tehlikesini ve uyanmanın gücünü.
Dedi ki;
“Elinizde kalem tutuyorsunuz, onun işe yaraması demek uykudakini dürtmek demek. Durmayın dürtün. ” Gülüştük.
Henüz o sözlerin bir vasiyet olduğunu bilmiyordum o an.
Ölüm haberini aldığım zaman aklıma bu sözleri geldi. Ve hala kalemim elimde ona bakıyorum.
Işığına rahmetle sizlerle de paylaşmak istedim.

YAZARI: Ömer Serdar

2:


23:
Attila İlhan'nın ardından

başucu şairlerimin ve yazınsal olarak her zaman kendisinden bir şeyler kazandığım, okumaktan büyük haz duyduğum, son yüzyılın en büyük şairlerinden birisi olduğuna inandığım şair Attilâ İlhan, yağmurlu bir ekim günü, aramızdan ayrıldı... çıkartmış olduğum yayınlardan birisinde son röportajlarından birisini alma imkanı bulabildim... çok hasta olmasına rağmen hala, bir şeyler yapma gayreti içerisindeydi, lâkin; şiirinde de dediği gibi, "yağmur aldı bir şairi daha aramızdan...."

Rûhun şâd olsun usta...

"ben yağmurdan kaç(a)mıyorum...)

Yazarı:Mustafa Nazif

Yağmur Kaçağı

Elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni
geceleri bir çarpıntı duyarsan
telaş telaş yağmurdan kaçıyorum
Sarayburnu'ndan geçiyorum
akşamsa eylülse ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

Attilâ İlhan

3:

attila ilhan...
ustam...
eyvallah....

Onur Caymaz

4:
nasıl dile getirebilirim bilemiyorum...çok şey olup bitiyorama bir koca şairi kaybetmek!hayır! diye haykırmak geliyor içimden,ölmek değil bu, sonsuzluğun tacıyla kuşatıyoruzsizi, gitmek değil bu, yüzyıllara doğmaktır Sevgili Attila İlhan. Nil Güner

5:

Şaşı Bak Şaşır…

Attila İlhan’a şaşırmamak elde mi ki… Hele birde şaşı bakıyorsan iyice gerçeküstü oluverir üstat, bir kaleydoskoptaki gibi parçalanıverir görüntüsü. “Önce misyoner gelir komprador yetiştirir, devşirir, sonra sömürge donanması devşirtilemeyene karşı kompradorları savunmaya gelir” dediği için “gerçeküstüdür”. Eskiden modası geçmişti, şimdi Hot Coutere…

…Böyle yazıyorum çünkü hala ölümü inmiş değil yüreğime. Şehir dışında bir iş görüşmesinde aldım haberi, tam da bunları konuşurken. Bu gibi durumlarda ruhsal bir turun tamamlanması gerekir bilirsiniz. Belki Kanaltürk’ün düzenlediği törende, belki camide… O kadar çok dinledim ki onu, acısı yerini bulduğunda tek tesellim vatan ve namus davasını müthiş bir kuvvetle anlatmış olması olabilir, bilmiyorum.
Tanrı’nın ışığı üzerine olsun.
Cemil Atik


7:


İstersen Yaz



I.

İlkbahar, Akdeniz, Sonbahar, Kış. Mevsimlerin çam kokulusu, mavi akşamlısı, tuzlusu. Ben her bitişinde seni son bir kez daha yaşayamamaktan korkarım bilir misin? Şimdi şehrin üstünü nesneleri belirginleştiren parlak sarı bir ışık örtüyor yavaş yavaş, ben senden aldığım çakıl taşlarını seviyorum. Zaman koyu kımızı, bordo, mürdüm, kahverengi kadifelerin ahengine yaslanırken, ben tüm hücrelerime karışan ıslaklığını özlüyorum. Kıyılarında şarkılar bile başka, şiir alır başını gider! Sen anason kokulu akşamların şefkatli büyükannesi, çekme ellerini üzerimden.

II.

Kahkahaların karpuz kokusuna karıştığı bir balıkçının önünden geçerim geceleri. Aralarına bir hamak kurulmuş iki zeytin ağacı vardır önünde, bir de paslanmış iskele demir. Uzanırım çıplak geceye, adını bilmediğim yıldızları seyrederim. Bilseydim bunca sevmezdim belki, hiç düşünmüş müydün? Uzaklıkları mı, ışıkları mı yoksa çoklukları mı ürkütür beni? Ama ben seni bir avuç dolusu, ama ben seni bir adım ötesi…Bıkmadan usanmadan tekrar ederim kendime, büyütürüm, köpürtürüm, alır yanımda götürürüm. Sen fark etmezsin bile.

III.

Şimdilerde diktim gözümü plastik ışıklı geceleri izliyorum. Gökyüzünün en siyah yerine senin aylarından kırptığım yıldızları yapıştırıyorum. Su kardeşin şu deniz senin gibi kokmuyor, hayıflanıyorum. Tezgahta son incir, üzüm, şeftali baygın, biçimsiz yan gelmiş. Trafik gürültüsü, mazot kokusu…Yol kenarlarına dizilmiş oyuncak ayıların gözlerinde yanıp sönen ampuller ruhuma çamur sıçratıyor. Bize olmadık hikayeler anlatan keşmekeş! Dinlemek istemezmişiz kimin umurunda? Bir kuytuya saklanmış titriyor zavallı şiir. Sahi zamanı keyfiyetten parçalara bölüp olmadık isimler koymak ilk kimin işidir? Akdeniz, ah deniz gelir misin yeniden?

Dinle bak mevsim artık seni söylediğim deli bozuk düzyazıların kışıdır.
YAZARI: Feryal Tilmaç


Düş Gibi




bu gece bir konuk gelecek sana
ıtır kokulu gün odana indiğinde
pencerende solgun yüzüyle belirecek
sana bu gece bir konuk gelecek

yorgun gülüşünü tanımasan da
sürgünde söylenmiş şarkılar gibi
yüreğine sessiz bir yağmur düşürecek
sana bu gece bir konuk gelecek
günün bir ucundan ölüm giriyor
bedenin üşüsün de yüreğin üşümesin
özlemler uçururken coşkulu sesin
sana bu gece bir konuk gelecek

erinçli yazlar da gelir kavuşursun
ev içlerinin tutkulu sessizliğine
beyaz kuşlar gibi uykular süzülecek
sana bu gece bir konuk gelecek

kadınım benim acımayı bilenim
kuşkulum tedirginim sevecenim
üşümüş su dalgın kar acılı yel
bu gece benimle sana gelecek.

YAZARI:Haydar Ergülen




Sanat Kuramı ; Estetik + Dante,Galilei,Einstein üzerinden


Dante-Galilei-Einstein üçlemesinde Einstein’ın adı çağdaş, kuanta-kuramsal görelikçi bir geri dönüşü, geçmişe, yeni, basmakalıp olmayan tasarımlar ışığında klasik bilimin başlangıcına bir bakış denemesini, ilk iki adın içerdiği soruyu yanıtlama denemesini simgeleştirmektedir.
Dante ile Galilei’yi birleştiren nedir, Rönesans-öncesinden Rönesans sonrasına kadar süren dönemi yönlendiren, Rönesans’ın kaynaklarıyla ondan doğan 17.yüzyıl klasik bilimini birleştiren sürekli düşünce nelerden oluşmaktadır? Bu soruyu çağdaş bilime dayanarak tasarımlarının değişmezliğine ilişkin daha genel sorunlara, “Tanrısal Komedi”den Görelilik Kuramına kadar tüm düşün tarihini etkileyen kesiksiz evrenbilimsel bir düşünceye bağlı olduğunu görürüz.
Yüzyılımızın başlarında Dante’nin evrenbilimini öklidçi olmayan geometrinin düşünceleriyle, daha sonra da doğrudan doğruya Genel Görelilik Kuramıyla birleştirme denemelerine giri­şildi. “Tanrısal Komedi”nin öklidçi olmayan geometrisi konu­sunda Weber’in (1905) ve Simon’un (1910) çalışmaları dışında 1922’de Florenski “Geometride İmgesel-olan” başlıklı yazısında, Dante’nin Cehennem, Araf ve Cennet’ten dönerken gözle görü­lür bir yönde devindiği ve yolculuğunun başlangıç noktasına geldiği uzayı, Einstein’ın eğik uzayı ile özdeşleştirmiştir, Dan­te’nin evrenbilimini böylesine değerlendirmek, öklid-uzaylı kla­sik bilimi Dante-Einstein dönüşümünden dışlamakta ve üçlememizdeki Galilei adını bir yabancı madde durumuna getirmektedir.
Ama gerçekte bu dönüşüm kesiksizdi ve bunun yanında de­ğişmezlik olarak çok genel bir düşünce ağır basmaktaydı. Galilei’de de uzay belli bir anlamda eğikti: Kendi başına bırakılan gezegenler (Galilei çekim güçlerini tanımıyordu) güneşin çev­resinde daire biçimi yörüngelerde devinirler. “Diyalog” yapıtın­da süredurum devinimi de düz değil, eğiktir. Galilei’nin daire biçimi-kozmik süredurum ilkesinden uzayın, bir gezegenin yörüngesi boyunca homojen olması gerektiği sonucu çıkmaktadır. İşte ana sorun budur. Uzayın homojenliği itkinin sakımında, za­manın homojenliği de enerjinin sakımında anlatımını bulur. Ay­rıca Genel Görelilik Kuramı homojenliği dört boyutlu öklidçi ol­mayan sürekliliğe taşırken, Özgül Görelilik Kuramında ağır ba­san Enerji-İtki-Tensor’a ilişkin Sakım Kuramı sözde öklidçi dört boyutlu Uzay-Zaman homojenliğini de açıklamaktadır. Böylece, değiştiriye uğramasıyla dünya ile ilgili tasarımların dönüşümü­nü, değişimini ve evrimini, bir bilim tarihinin varlığını kanıtla­yan ve aynı zamanda değişimin kendine özdeş bir dayanağını, tarihsel evrimin bir öznesini oluşturan homojenlik ilkesinin ve (Noether Kuramı nedeniyle) buna uygun Sakım İlkesinin baş­langıç değişkelerini Galilei’de buluruz.
Klasik bilimin ve onu izleyen klasik olmayan dönüşümün önkoşulu, yalnız bilimin bu kendine özdeş değişmezliği değildi. Dönüşüm nasıl ki değişmezlik olmadan tüm anlamını yitirirse (ayrıca kendine özdeş öznenin yalnız yüklemi değişir), aynı şe­kilde dönüşüm olmadan değişmezlik de anlamını yitirir: Sakım yalnız belli bir değişme sırasında amaca uygundur. Galilei ho­mojenlik ve sakım düşüncelerini yüzlerce yıl önce ileri sürmüştü. Peki ama çıkarsamalarının değiştiriye uğraması için bu di­namik ruhu, bu sönmez coşkuyu bilime kim sağlamaktadır? Ve yalnız çıkarsamaların değil, çıkış noktalarının, yöntemlerin ve üslubun da? Bilginin duygusal fon müziğini, Spinoza’nın “amor intellectualis”ini tüme vardıran dönüşümün bu ölümsüz roman­tizmini bilime kim kazandırmaktadır?
Gezimci düşüncenin dokunaklılığı (Pathos), ister Aris­toteles’in evrenbilimindeki “doğal yerler”in yerdeğiştirimi, ister Ortaçağ’daki Ahlak, Mantık ve Güzelliğin, hatta Ekonominin el sürülmez kuralları olsun, evrende duruk bir uyumun aranma­sında yatmaktadır. Bu duruk uyum, klasik bilimin (klasik olma­yan kuramlarda daha belirgin olarak ortaya çıkan) dinamik uyumuna, entegral bir değişim sırasında yalnız gerçeklik ölçüt­lerine değil, iyi’nin ve güzel’in ölçütlerine de boyun eğmek zo­rundaydı. “Tanrısal Komedi”, ölçütlerin tam olarak değişimini içeren böyle bir Ansiklopedi’dir. Dante Cehennem, Araf ve Cennet’teki yerlere kişileri “yerleştirirken”, onlara karşı beslediği yakınlık ve soğukluk duygusundan, ideallerinden ve tasarım­larından, ama her şeyden önce sevgisinden hareket ediyordu. Onun için, dostları için, Cavalcanti için sevgi, insan kişiliğindeki özerkliğin, eşsizliğin ve özgürlüğün, geleneklerden, otori­telerden ve genel kavramlardan oluşan bir özgürlüğün en yü­ce biçimde dışavurumuydu. Bu sevgi, somut, tek kavramların sözcüğün Ortaçağ’daki anlamında gerçekçi bir biçimde genel kavramlara karışmasına değil, yaşayan, canlı Beatrice’nin eşsiz imgesine, bir simgeye değil, et ve kandan oluşan bu Bice Partinari’ye yöneltilmişti. “Tanrısal Komedi” bu anlamda, “Yeni Ya­şam”ın dolaysız bir devamıydı..

YAZARI:Sur Ortaylı


(H)içsel Senfoni


-I-

... ve yoksun: mevsimsiz bir kışın en ücrâ köşesinde, üşüyorum... ve belki de; / ya da hiç olmadın, bir illüzyondu sen'li ya da sen'siz yaşamak... ismini söylemeyen şarkıların mahkumu, bir garip güftekâr'ım / bütün isimler sen(in)di, ya da kendimi kandırıyorum: / belki de hiç ismin olmadı... üç nokta ile başlıyor her cümlem ya da öyle bitiyor: / belki de öyle bitmeli, öylesine sonsuz, öylesine sen'siz...

-II-

... yaşanmamış bir zamanda, söylenmemiş kalburüstü sözler / ya da sümenaltı ettiğim fakîr cümleler.. ya sen'li / ya da sensiz öylesine söylenmiş: bir keman çağıltısını andıran, belki de ağlamaklı bir ses'ti kulaklarımda çınlayan... âh, yok'sun (um), gel(e)medim / belki de hiç çağır(a)madın...

-III-

... bir kısır döngüydü yaşamak, ne yana dönsen kalabalığa çarpan bir yanın ve yine ne yana dönsen kalabalıklar içinde sana çarpan diğer yanın: "yalnızlık"... adını koymuyordum hiçbir şeyin veya öyle bir şeyin belki de öyle bir şey hiç yok'tu / var'saydık, kandırdık... kandırıldık... belki de hep o bir şey'di peşinden öylesine sürükleyen ve öylesine kandıran... âh dünya... belki de öyle bir şey'sin sen....

-IV-

... üç noktalarım: sükûtun aynası belki de... ya da bir kuyu öylesine dipsiz ve de karanlık... bir atış yürekte veya bir bakış, gözün en bebeklerinde... ve bütün bunlar; üç noktadan dışarı taşanlar / belki de oyundan atılmış bir çocuk gibi öylesine mahzun, öylesine küskün, öylesine sürgün...
-V-... hayal kırıklıkları(m), öylesine bıkkın, öylesine yorgun ve öylesine tuz-buz!.. kim temizler yüreğime batan cam kırıklıklarını / söyle... dost(umsu) mu? can(ımsı) mı?... ey hay'ât; attım gitti seni / ve sen uçurumdan aşağı yuvarlanırken; ben başım önümde, çekip gideceğim arkama bile bakmadan... / artık bütün bilinmez'likler ben'im...


-VI-

... bitmeyen şiir var mıdır?... ya da hiç duyulmamış ses?.. ya suret'ini kaybetmiş ayna?.. hep doğru sorular vardı oysa, öylesine cevaplarını kaybetmiş... öyle'sine aklıma gelenlerle bir senfoni'nin deşifresi: sus artık!.. yorgunum, sen beni de bekleme kaptan... seyir defteri mi? / belki de çoktan kapandı / veya belki de seyir defteri hiç olmadı...

YAZARI: Mustafa Nazif


Zan ve Yazı Bakımından Hayat


Zan. Yanılgı. Yüksek hayal kırıklığı bedelinden yanılgı. Anın getirdiklerinin umuda tahvil edilmesi, ileriye, hep ileriye bakmak. Bir sonraki aşamada olacakları yaşamak, yaşantılamak.

Yapıntı. Sanmak. Ne olursa olsun yazmak. Her tünelin ucunda bir ışık bulunduğunu varsaymak. Tünelin rutubet kokan, ıslak karanlık duvarları boyunca mutlulukla, mutsuzlukla yol almak, yolda olmak. Işığın arada bir de olsa yanıp sönüp, göz kırptığını sanmak. Yanılmak. Bitişe dair bir ışıksa işaret veren, işte onun, sadece onun bir gün tereddütsüz ve de kesintisiz yanacağını bilememek. Bilmek belki ama kendinden bile saklayarak. Sezmek. Öyle usdışı bir sezgidir ki bu, öylesine üstü örtük. Dağ olabildiğince heybetli, karınca bir o kadar küçük.

Umutlar da erir…miş. Öğrenmek. İç yağından yapılmış mumların telaşı ile üstelik. Bir an için gevşediğinde onu saran kollar, erir sıvanır akar…mış. Zaman gibi. Dali’nin saatleri. Delilik saatleri. En nihayetinde bilmek. Bildiğin halde yürümek. Çırılçıplak, kırılgan, ağlayarak kelimelerini. Ağdalanmış zaman sabitlese de bedenini yapış yapış boşluğa, yürümeye devam edebilmek. Zor. Çok zor. Düşe kalka, yana yakıla, zar zor. Koskoca bir dağı delmeye çalışan karıncanın bilgeliğine erişebilmek. Delemem, geçemem belki ama vazgeçemem, hiç olmazsa yolunda ölürüm diyebilmek. Vazgeçmemenin gözden çıkarılışı, kabullenmenin direnişi ya da. Nasıl istersek.

Küçük, minik her toprak zerresi, kararlı karıncanın incecik kollarıyla kaldırıp bir kenara koyduğu. Gözleriyle biriktirdiğini, sözleriyle yığdığı. Karınca kararınca delmeye devam eder dağı. Ölmeye yatmaz ya, ölmeye yürür. Başka türlüsü gelmeyecektir elinden zaten, ya da öyle düşünür. Telkari kol ve bacaklar, kahverengi minyatür beden, saf maddeden yapılmış koskocaman bir yürek. Karıncaya öykünmek.

Zan. Yanılgı. Yüksek hayal kırıklığı bedelinden yanılgı. Sözünü ileriye söylemek. Arkana bakmadan yürümek. Ne olsa yapabildiğin en iyi şeydir, anın getirdiklerini umuda tahvil edebilmek.

YAZARI:Feryal Tilmaç




Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***