Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Borges'in Sultan Ahmet Meydanı'nda Kaybolan Asası...


DANENDE
Havelagaha girdim dün. Şaşırdım hemen! Yaşını başını almış sert suretli ayasız dilenci bana Borges'in Sultanahmet Meydanı'nda kaybettiği asasını satmaya kalkıştı. Alelade bir bastondu bu; şu şemsiyelerdeki kadar kıvırık uçlulardan: gerçi ağaçtan anlamam ben. Çingeneyim; Nivase ( Su perisi) Kalderan, Carkana dedikleri, büyücülerin sidiklerini içerek yaşayan kargalarla uğraşırım. İnsan ve yarıinsan arasındaki farkı bilecek kadar uzunca yaşadım ayrıca.
Oysa meziyetlerime rağmen dün girdiğim pirinç tekkesinde bir afyonkeş bana Jorge'nin
bastonunu satmaya kalktı. Hem şu yol bulmasına yarayan aletin basit sıradan bir ağaç dalı olması da canımı sıktı hem bu adamın benim suyu aradığımı sanması! Belki yazıyı aradığımı zannetti. Ama ben kendim olalı beri körüm. Ağaçların arasındaki kurumuş dal parçasıyım.Dil taşını aramayı bırakalı çok oldu...İnanın bunadım birazcık. Hafızam o kadar eskidi ki saf melekler kadar kusursuz günah işleyebilirim. Antikayım velhasıl. Sözcüklerin en eskisi!
Yaşımı sizinkinden farklı gösteren tek ifadem suskunluğumdur. Derdim ukala olarak yaşadığım, şarap ısmarlatmak için kendime fazla güvendiğim gün ve geceyarılarında.
Bu cümlede bir düşkünlük sezmiş olabilirsiniz. Yanılmıyorsunuz. Ukala eski dilde: ' Bilgili' demektir. Ancak benim yaşadığım çağ, yani sizin de içinde bulunduğunuz bu okumak ve yazmak eylemlerinin kafa karıştırıcı olduğu anlar çoğunluğu zamanında benim kadar kör bir köstebek sadece yağmur yağdığında çatının saçaklarının altına saklanır. Tam işte o yağmur vakti yumuşak topraktan sürünerek arada sırada suretini belli eden aya karşı yuvarlanan, testengerlek solucanların yaşadığı toprakta yapışkan bedeniyle bir taş, kara ve sert taş: Dil taşı gözükür. Kırmızı bir kurdela çam ve söğüt ağacını evlendirmiştir noel yortusundan bir gece önce ve ben işte ufak bir çingene vızıltısı, yaşlı bir kalaycı karı! Adını benden başka, azrailin dahi bilmediği oğlumdan kötek yerken bu pirinçci tekkesine adım attığımda farkettim ayasız, hayasız dilencinin benim gibi bir kocakarının dahi sevegide duyduğu yaşlı kör kitapçının sahte tok asasını yere vurduğunu. Tok ses çıkartıyordu asa her yere değdiğinde ucu! :
Çilingirler utanıyor, davulcular tokmaklarını masa altlarına saklıyor ve işte bütün gitanolar, İspanya'nın çingenleri gibi avuçlarının arasındakini başkaları yürütecekmişcesine geleneklerine yapışıp kalıyorlardı gökyüzüyle aralarında çizili düşey eksenden kurulu yaşamda. Onlara kalsa dünya ve düş buydu.Bense bir kördüm alelade. Kızıyordum yorgun argın bu kederli hallerine.Anaerkil topluluklar, benim kabilemdekiler yaşadıkları topluma sessizce ayak uydururlar ama içlerindeki eski ve saklı geleneklerden koca uygarlıkların dahi haberi olmaz. Biz çingenelerin eski yazısını kim görmüştür ki? Oysa bu densiz tüccar asayla itekliyordu dilin taşını. Yerinden oynuyordu ses meyhanede.....
II.
Borges biliyordu. Bana O kumdan harfler yazdı bir çocuk parkında. Karanlık, bu eskimiş zamanların unufak olmuş kaya tozları arasında yer edindi ruhumda. Karanlık kendine geldi bende! O ise ispatladığı eski ahit yazınının gerçekliğine bir daha inandı. Meryem'in bir değil, iki değil dört kızkardeş olduğunu anladı. İsa'nın başkalarından ve benim atalarımın da lanetlenmiş firavunun torunlarından geldiğimizi öğrendi. Ulusal kütüphanenin tozlu raflarından
bulduğu papirüs el yazmasını kucağıma bıraktı. Her ne kadar sezmiş olsam bile, göremediğim bu eski yazıyı okumak için terlemek anlamsızcaydı. Caraca'ların devrinden köhne sesler çıkıntı olmuştu yazmanın üzerinde ve parmak uçlarım bunları yok etmekten başka bir ipucu vermiyordu bana o günlerde. Kağıt tomarını Borges'e geri vermek yerine ikimizin anlamadığı ayrık dillerde konuşarak susmayı ve O nasıl benim cebimden bakla tanesini yürüttüyse ben de O'nun cebinden değersiz ufak bir şeyi yürütmeyi anlamlı buldum. Ben ki okuma ve yazmayı bilmiyordum. O ise benle konuşabilecek kadar romani öğrenmişti. Bir baro gibi değil bir sakin zevceymişcesine cümleler kuruyordu.

( Jorge ile ben O bir merdivende oturmuş ezan dinlerken tanıştık. Adlarımızın dışındaydı her yanımız. Konuşmamıza bile gerek kalmadı. İki kör yanyana geldik ve ellerimizi ele geçiren parmaklarımızın uçlarında dans ettik suskunluğun şu delirtici müziğinde.Beni aşağılarken yanındaki uzun cüppeli ulema sınıfı kertenkerizler O cebimden bir bakla tanesi çalmayı ihmal edemeyecek kadar narin davranmıştı. İşte anlattığım da buydu zaten. Yazı kendini bir köre tekrar eder!
Bir defa daha göremedim kendisini. Ne yazık! Şimdilerde sakat bir dilenci edasıyla, başımı çaputla örterek dolaştığım, dolandığım dar sokaklarda Jorge ile beraber yaşayabilirdik gözükmeden kimselere. Körler bu kenti terkediyorlar artık. Kürekler kıyıda bırakıldı. Sandallar
başıboş. Sanırım Çingeneceyi benim kadar derin oyuklu göz boşluklarına ait bunak bir kocakarıdan, kendi sidiğini içerek yaşamayı uman ve hep her şeyi tekrarlayan, tek aşkı ufak
bir yalanın ardında yaşamak olan kaçkın dilenci, Jezebel adlı satılık bedenden başka kimse işitemeyecek. Kendi kendime anlamsızca konuştuğumu söylüyorlar gençler. İki gece evvel akarsunun kenarında doğururken benim torunumun kızı bir oğlanı, ben fısıldadım yeni doğan romana adını " Borges" dedim usluca. Azrail duyamasın ve çağıramasın veledi.Oysa
torunum " Herkes bilir Borges'i " dedi " Sen sus yeter!"
YAZARI:Leon Felipe


Paris Savcısı’ndan… Vaizin Notlarına İlişkin


‘’Okradı başını geriye atarak, ağzındaki köpükler asılı kaldı çenesinin iki yanında; kavrulmuş toprak düşmesini bekledi’’ diye yazdı defterine. Noel’e yetiştirmesi gereken yeni İncilin ilk cümleleriydi bunlar. ‘’Kelimelerden başka bir şey yok elimizde sevgili dostum’’ Shakspeare. Kafasının içinde bir kurt gibi ilerleyen bu sesi ne yaptıysa susturamamıştı. Odaklanmaya çalışmasının faydası olmadı, kızdı kendine, ‘küçük şeytanlar’ diye gülümsedi. Descartes da böyle tebessüm ederdi muhakkak.Kafasını kaldırıp, camlara doğru baktı, uzun zamandır bekliyordu yağmuru. ‘’Benim ebedi klişem de bu, ne yaparsın işte…’’.
Kaynağı Belli Olmayan Hatırlatma: ‘’ Vücut sıcaklığı 28 dereceden düşük olduğunda uçamayan Colias kelebeği, hemen kanatlarını açar ve sırtını güneşe dönerek güneş ışınlarını dik alacak şekilde durur. Kelebek yeterince ısınıp 40 dereceye çıktığında kendi ekseni etrafında 90 derece döner. Böylece güneş ışınlarını yatay alır hale gelir. Pieris kelebeği ise, kanatlarını öyle bir açıda ayarlar ki, tıpkı bir mercekteki gibi tüm ışınları vücudunun en çok ısınması gereken yerde toplarlar’’. Kelebeklerini yerleştirdiği kutulara doğru yürüdü. Kral Kelebekler... Önlenmiş yaşamları ile mağrur ve ebediyen asil. Tam bir Lepidopterist sayılmayacağını bilerek toplamıştı onları. Önlenmiş kaos başka bir kaostu, elinde tutuyordu binlerce kez çırpılabilecek kanatları. Artık mümkün olmayan bir olasılığın içinde yüzdüğünü düşledi. Sonsuza dek yok ettiği ‘’olabilirlik’’. ‘Kaos Mühendisi bir Vaiz’in sözleri bunlar…’ diye başlardı hep vaazlarına, titretir, ağlatır, sermesthaneye dönüştürürdü çöplükleri. Sözleriyle su salardı kadınlar, bacaklarını yapıştırıp gizleyerek. Tanrıların 900’lü hatları… Etnogencity 17 milyonluk nüfusuyla çok şey bekliyordu ondan; yalnız kalabildiği ender zamanlar dışında bir bilişim- medya peygamberiydi vaiz. Bilişimin özünü vahye derdi, yonga levhalar geçmişte kalmıştı. Tetikler, uyarır, alırdı, hepsi bu. Dev bir boşalımın deliği… Bilgisayardan indirdiği uyuşturucusunun limitini doldurmayacak kadar temkinli bir şeytan… Hiç evlenmemişti, büyük orgazmı istiyordu o. Herkes, her şey ilgi alanına giriyordu; büyük uyuşma, kaotik esrime, evreni büzüp deliğine tıkayacak kozmik zevkin peşindeki bu piç, Newton’u severdi; Aç!.. Kapa!...; Evren.
‘’Telefon’’ dedi, telefon çaldı, bir kadın orgazmı sesiyle yankılanarak. Bir dedektifti arayan. Saldırgan tonda, aşina, sinir bozucu; şu her şeyi itiraf etmek isteyeceklerinizden. Açık Toplum Vakfı Komiseri, hiç duraksamadan olup biteni bir çırpıda anlatıvermişti. Şu geliştirmeyi istemek zorunda hissedeceğiniz, eksik olduklarına inandırılan cümlelerden birini kurmuştu. Vaiz katkısını sakındı; ‘’size nasıl katkıda bulunabilirim dedektif?..’’ demekle yetindi. Komiser ilk kez sorguya çekilmenin ne olduğunu anlamış görünüyordu. Adam yardım istemenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu sahiden. Vermesinin beklendiği açığı vermeden, gerçek bir Lepidopterist sayılmayacağını ve nedenlerini anlatmaya koyuldu. Kısa bir sessizlikten sonra dedektif aradığı fırsatı bulmuşçasına, incelemesini istedikleri kelebeğin bir Kaplan Kelebeği olduğunu söyleyip, durdu uzunca… Vaizdeydi sorgu sırası, bundan hoşlanmadı, daha çok erken buldu ve iğnelemeye girişti. Tam olarak ne istediğini sordu, kızgınlıktan soğumuştu, neredeyse sıfırda durdurdu ses tonunu, insan kalmaya çabalayarak. Kendisinin bir sibernetik-sinirce olup olmadığını anlamaya çalışıyor olabilirdi adam. Bu türden şüphelerin söylenmesi şöyle dursun, ima edilmesi bile, 10 yıl önceki bir genelgeyle yasaklanmıştı. Öyleyse, sesini şu an analiz ediyor olmalıydı. Gösterge canlandı gözünde, süper hızlı sayısal kronometrenin devirişi rakamları… Sıfırın biraz üzerinde durdu. Psişiklere özgü bir yetenekti aslında bu.Adli tıp laboratuarına gelip, kelebeğe bir bakmasını istiyordu; ‘’ Lochard ne der bilirsiniz; ‘her temas bir iz bırakır’ dedi kibirlice gülümseyip, nefes verdi ahizeye. Devam etti boşluk bırakmadan; ‘’Jarsey Tiger dedikleri tür, Arctidae familyasından… aaa… Evet… Sizin ilgi alanınıza giriyor, Kaplan Kelebeği… ‘’. Sesi uzaklaşmıştı, bir yerlerden okumak için eğildiği besbelli.
Onu hemen içeri aldılar saygıyla, Vaizle göz göze gelmeye cesaret edebilen birkaç kişi dışında herkes o yokmuşçasına davranmayı seçti. Oldukça tipikti, üzerinde düşünmedi bile, sağdığı ruhların posaları, postlarıydı gördükleri. Biri kadın üç adli tıp dedektifi, derin tarama ve analiz bilgisayarından duvara yansıtılmış verilere bakıyorlardı, üçü de ayakta, artık neredeyse küçük bir savaş uçağı kadar büyütülmüş kelebeğin önünde. Dedektif usulca sağına doğru döndü ve vaizi gördü; ‘’hoş geldiniz Vaiz, ekibimle tanışın…’’.
…‘’Kullandığımız yöntemi biliyor olmalısınız, adli Entomolojiyi…’’
‘’Benden ne istediğinizi anlamak için özel yeteneklerimi kullanmama gerek yok’’ dedi Vaiz, ‘’Maria Callas cinayetinin içine girmemi istiyorsunuz, deyiverin hele dedektif… Bu merakın, yoksa ‘’saplantının’’ mı demeliyim, nedeni asıl sizi ilgilendiren. Peki söyleyin bana, şimdi cevabını vermek istemeyeceğiniz bir sorumun cüretiyle muhatap edebilir miyim sizi günün birinde. Böylece verdiklerimi alabilirim, ne dersiniz?...’’. Durakladı ama şaşırmadı; ‘’olur’’ dedi sadece. Diğer dedektifler birbirlerine baktılar kaçamak. Gözleri dışında yaşının çok üstünde gösteriyordu. Unutulmuş bir saksıdaki çiçek gibi çürümüştü sanki. 28 yaşında olduğunu biliyordu. Açık Toplum Vakfı’nın özene bezene yetiştirdiği, her zevki tatmış ve artık ölmek üzere olan gençlerdendi, zekanın suskun ışıltısını taşıyordu.
‘’Sinir Kimyagerliğim küçük hobimden daha etkileyici geliyor olmalı size… Eh, tamam, ekipten olmamın zamanı geldi… Sinir kimyamın kerametlerimin kaynağı olduğunu da biliyorsunuz. Siz yeterli bilgi verecek, beni uyaracaksınız, ben de sinir hücrelerimi biraz yürüyüşe çıkarıp, holografik görüntüleme yöntemiyle bir hücrenin üzerinde, zamanda sörf yapacağım. Hepimizin istediği şey tam olarak bu, değil mi dedektif…’’.
‘’Evet efendim’’.
Bu yaşlı nörotik ucubeye, kontrolü azda olsa bırakmanın büyük sakıncalar doğuracağını sanmıyordu. 20 yıl önce adli dedektifler krallıklarında rakipsizdiler, ilk kez ruh bilimin aşıldığını düşünüyorlardı, ‘doğayı aşmak’ diyorlardı buna mesleki jargonda. Görüntüle, değiştirme, veri topla (her defasında yeni eldivenlerle) ve değerlendir, hepsi bu. Sadece şeylerin ilişkilerini kaçırmamak yeterliydi. Kolayca tanımladığı şey yıllarını almıştı. İşi gözünde büyütmemek zekanın belirtilerinden biriydi ona göre, sıkı gözlem ve çalışmaya inanırdı bir tek. Her neyse, ara sıra da olsa, bunun gibi zor vakalarda bu adamlarla iş paslaşmaktan hoşlanmıyordu. ‘Tek muhafazakarlığım’ diye dalga geçerdi, meslektaşlarıyla şakalaşırken.
‘’Anlatın dedektif, bu kelebek elinizdeki tek kanıt gibi görünüyor ama bu bir zaman gölgesi değil mi?...’’.
‘’Haklısınız Vaiz, ‘yeni bilim’, bu da tam sizin alanınız, bilincin gölgesi…Persona tozu başka bir deyişle… Oradan ne getireceksiniz görmek için sabırsızlanıyorum’’.
‘’Göreceğiz dedektif, yeter ki gölgeyi kavramış olmasın, bu hepimiz için bela demek…’’
Parmağını ışığın içine doğru bastırdı, ışık-düğme beynin sinyalini çarçabuk aldı parmak sinirlerinden, yazıcı sanal kağıdı şifrelemeye koyuldu.
Dedektif Vaizin ensesine baktı uzun bir süre, muhafazakarlığı bir öfkeye dönüştü.

YAZARI:Cemil Atik


Ahmet Haşim ve "Melal"


Ahmet Haşim ve "MELAL"
sur için,

Ahmet Haşim her dönem zevkle okunacak yüce değerlerimizdendir, mutluluk kavramını pek dile getirmemiş hatta onun " Melali anlamayan nesle aşina değiliz" sözünü eskimeyen bir Atasözü gibi aklımda tutarım, o melal ki bin mutlulukla eşdeğerdir, o devrin şairlerinin vazgeçilmez “şiir unusuru” olarak değil, belki bir kuşağın içinden geçerek ve adeta tüm ruhsal gelişimlerini besleyen “melal”, ne melankoliye benzer ne günümüz depresiyon tablosuna, belki , belki diyorum tam emin olmadığım için Haşim bu yüzden şiirde “anlama” pek değer vermiyordu.
Bizler işte o Ahmet Haşim’e uzak ve “melal” aşinası olmayan kuşaklarız.
Bundandır bunca kolay kırılmalarımız, parçalanmamız.
Yaşamın tüm biçimlerini, yüzlerini hayal havuzunda göremeyen kimya, monitor karşımı çağın birinci kuşak okur, yazar, azar, azap salkımları.

Yakup Kadri “ Ahmet Haşim bizim bildiğimiz , beş duyudan en az bir iki tane fazlası vardı, çünkü kulakları bizim cansız ve sessiz sandığımız şeylerden ses alıp dinlemesini biliyordu, Onun içindir ki, şiirlerinde , kuşların düş dünyasına daldığını, leyleklerin düşündüğünü biliyordu”.

Ahmet Haşim “Başparmak“ adlı kısa yazısını bir soruyla başlar ”insanın en asil uzvu hangisidir ? diye sorarsalar hepimizin vereceği cevap budur:Damağı !” ama bu yanıta kendisi bile ikna olmaz, ve “Başparmak” üzerinde yoğunlaşır, tüm insan uygarlığının neredeyse yarısını ona borçlu kılar ! son paragrafında ise “bizde başparmağın akla ve ukalalığa galebe çalmasını temenni etmek hepimizin kutsi bir vazifesi olmalı” der, bana kalırsa ben insanı bir bütün olarak önemser ve Haşim’in çıkardığı sonuca hem başparmağımı hem de beynimi, ruhumu, kalbimi mühür yerine basarım, her seçenekte olduğu gibi burada da bir takım “haklardan” feragat etmek sözkonusu olabilir belki, bilemem.

Aslında, insan genel olarak haklarını ve isteklerini büsbütün feda etmek istemez. Fakat o başkalarını da feda etmek istemez. Başkaları bizim etrafımızda ve bizi etkiler. Onlar bizim içimizdedirler, orada hareket ederler.Bu yüzden onların çıkarları biraz gözetilmiştir de, doğal olan budur.
Her birimizde var olan “Ben” ile “Biz” arasındaki ayrılık istekle ödevin zorunlu çarpışmasını gerektirir, bu çarpışma öyle genel bir olgudur ki, roman ve komedilerimizin hele trajedelerimizin büyük bir parçası bunun üzerine kurulmuştur.Bu çarpışma bir ödevler çarpışmasına da indirgenebilir. Çünkü bizim hiç değilse fikir ve isteklerimizin bize karşı ödevleri vardır.
Toplum bireyden daha karışıktır.O, daha yüksek bir düzeni işaretler, Bundan ötürü toplumun bireye tahakkümü arzu edilir bir şey olarak göz önüne alınabilir. Fakat, bu yola sapınca bu yolu sürüp gitmeye kim kendinde takat bulabilecektir?

Sizi bilemem ben zor bulunur bir kalbin peşindeyim bu günlerde:
“Kalbim
Benim bir ormandı,
isimsiz, asude,
Bir büyük orman;
Ve gölgelerde revan;
Dağıtırken sükutu beyhude,
Düşünürdüm ki, hangi gün, ne zaman, Ne zaman
Gircektin o kalbi mes’ude? “
Ahmet Haşim

.a .a .a

Kalbin ağaçlığı içinde akan gizli suların ümitsiz musikisi sanki hicrana (hasrete)
bir teselli Sur.
Sorular neden zehir rüzgarı gibi savuruyor sözcüklerimi, Ali’nin konuştuğu yalnızlık kuyularına soruyorum, ses yok.
Ayaklarımda sabır taşından işaretler
Üç zamanı birden geçiyorum, bakışlarım donuk,
yorgun gülüşlerle yaşıyorum.
Ve dünyanın bağrına bakıyorum,
boş düşlerle.

düşünüz bol olsun,

YAZARI:Argos .a

Yokluğun nasıl bir şey ?
Bağlılık
Vefa
Dostluk,
iyi okur olma ve
Muhabbet dediğin, hep dediğin
O yokuşun dikenlerini temizliyorum ayaklarımdan !




GİTME

dur
uyanan güz çiçeklerinin
alazlanan taşların
çalınmış yazgıların
ve ıslak hüzünlerin
ülkesi olan

yanımda kal

o vahşi güzelliği gitmelerdeki
bu günlük
çöl rüzgârlarına bağışla ne olur

kalırsan
akşam ve bulut ve gökyüzü ve çimen
ve gökyüzü ve kahkaha ve hüzün
ve yalnızlık
-o gizi ömrümüzün

bu eski hikâyede ne varsa yaşanmayan
başlayacak birazdan

gitme

YAZARI: Ayten Mutlu




İkamesinde insan


20.09.2005 tarihinde borgesdefteri.blogspot.com da yer alan “İkamesinde İnsan” şiirinin II. bölümünün başı ve sonunda tırnak içinde yer alan metin parçaları
uyumsuznotlar.blogspot.com dan alıntıdır.
Efsane Hoshbaht
I

bir yürüyüştü
kendine has mevsiminlerin doğasında
zaman içinde farkında bir an
... mahremane...
ılık, yağmurdu
beyaz bulutsu
yeşil sarılan sarmaşık coşkusuydu
sessiz yaşamların terennümü

mavi devinim
dalgalandı
vurdu tüm kıyıların korunağına
duygu isyan eder üstüne çok basılınca

II

“Ne önemi var... evet ne önemi var sahip oluşun, mesele kaybetmeye gönüllü olmak, kayboluşun gözlerine yürekle bakmak. Ve o büyüden beslenmeye, ve o meyveden umudu bilmeye...”

çekin artık eteklerimden susadığım sularınızı
kıraç kalsın bu topraklar
çöl olsun barınak vadilerimiz
sevda vahaları seraplarda can bulsun
kederlensin tomurcuklar
hüzne açılsın güller

ne çıkar

görün ki yazdık başka bir yönümüze
direnişimizi
vazgeçilmezler elfazı umutlarımıza

mevsimi sefil
baharı kısır
yaşamadık mı yıllarca

bereket tıkanmış bir pipetten
emiliyor iktizalara
ölümü erteleme misali
damıtılıyor kursağımıza

korkularımızı besledik
korkularımıza yenildik

erkleri nisyana sattık
bedeni ölümlü yazgısına
uyuştuk dünyamıza
ederi umarsızlık

yine de
gördünüz ki
eziğimize boynumuz eğilmezdir

“Her... evet her eksilişin ardından, yola koyulan bütünleniş. Usul-ağır, sessiz-aksak yenidenlik sevdası, bekleyişlerimiz için aslında.”

III
şimdi ufuk uzağının ötelerinde
bir çizgi açılıyor yakın boyutuna

dur bir an, durul biraz
dinle
belki de…belki
bu...
sonsuzluktur kavuşmak isteyen kalıntına

YAZARI:Efsane Hoshbaht


Belki de Hiç Bir Zaman ...




Eşim günlük alışverişinden döndüğünde
Ona "gazete ne oldu" diye soruyorum. "Göçmen kuşlar" diyor
Yapmacık bir gülümsemeyle,
"Zayande-rood'u boydan boya örtmüşler
Ne kadar da güzel,
Görmen gerek."

Eli titriyor
Gazeteyi bana uzattığında:
"Ne zaman anayurtlarına
Dönerler Kuşlar?"
"Hava durumuna bağlı" diye
Mırıldanıyorum sıkkınca, " Belki de hiç bir zaman."

Gazete sayfalarını hızlı
hızlı çeviriyorum. Masa üstündeki anahtarlığa
Bakakalıyor, alnından ter boşanırken, belki
Kuşlar için kaygı duyuyor. Benim bütün korkum
Pencereden dışarıya
Bakmak.

YAZARI: Orang Hazrai

Türkçe Çevirisi: Hamid Farazande


Talihsiz "Davut" Heykeli




Sanatçı Serkan Özkaya'nın 9. İstanbul Bienali kapsamında sergilenmesi düşünülen Michelangelo'nun meşhur Davut Heykeli replikası ( köpükten üretilen !) yerleştirilirken kırıldı. Bu heykelin neden daha "sağlam" bir malzemeden üretilmediğini sormuyoruz, aylar öncesinden Bienal organizasyonu tarafından duyurulan ve "İstanbul artık bir Davut heykeli kazanıyor" türünden bir ifadenin traji komik öyküsüne ve bir Sanatçının uğradığı hayal kırıklığına odaklanmak istiyoruz.Sorumlu kim?Bienal Küratörleri mi? Organizasyon kurulu mu?

ikinci bir nokta Bienal için bastırılan Afiş, Posterlerin itinasız görsel tasarımı ve kentin binlerce yıllık ruhunu zerrece yansıtmdığı yolundaki kanaatimizdir, çok kötü ve acelece hazırlanmış ve kente gelen 3000'ü aşkın seçkin konuğa "Bienal Anısı" olarak bile sunulamıyacak türden ve tuhaf bir vurdum duymazlıkla hazırlanan Posterler !

Sanatçı Serkan Özkaya'ya geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz, tek tesellimiz, tesellisi; belki ilerki zaman diliminde Davut Heykelinin Bronz replikasını hep beraber İstanbul Semalarına konuk ederiz.

Bienal izlenimlerimize devam edeceğiz.

Borges Defteri Moderasyon Grubu


9.Uluslararası İstanbul Bienali (1)-program




9. ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ
İSTANBUL’U GÜNCEL SANATLA BULUŞTURUYOR


İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından AYGAZ ve OPET co-sponsorluğunda düzenlenen 9. Uluslararası İstanbul Bienali, 16 Eylül – 30 Ekim tarihleri arasında İstanbul’u dünya sanat çevrelerinin ilgiyle izlediği bir sanat platformuna dönüştürecek. Avrupa’da Venedik Bienali ile beraber 2005 yılının en önemli sanat etkinliği olarak anılan 9. Uluslararası İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü Van Abbemuseum Direktörü Charles Esche ve Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi Yöneticisi Vasıf Kortun üstleniyor. Bienal, “İstanbul” başlığı altında 53 uluslararası sanatçı ve sanatçı grubunun projelerini sergileyecek.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın uluslararası sanat platformlarında en çok yankı uyandıran etkinliği olan 9. Uluslararası İstanbul Bienali, 30 Ekim tarihine kadar izlenebilecek. Bienale bu yıl uluslararası çağdaş sanat çevrelerinden eleştirmen, küratör, müze ve galeri yöneticisi ile yabancı basın mensubu olmak üzere 3.000’in üzerinde konuk bekleniyor.
17 Eylül Cumartesi günü sanatseverlerin ziyaretine açılacak olan 9. Uluslararası İstanbul Bienali, daha önceki senelerden farklı olarak, tarihi mekânları kullanmak yerine İstanbul’daki kültürel hayatın merkezine yerleşmek amacıyla Galata Bölgesine yerleşecek ve bu bölgedeki çeşitli mekânları sergi alanı olarak kullanacak.
.
9. ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ PROJELERİNDEN SEÇMELER

9. Uluslararası İstanbul Bienali kapsamında yer alan özgün sanat çalışmalarının arasında Bulgar kökenli sanatçı Daniel Bozhkov’un “Eau d’Ernest” isimli projesi dikkat çekiyor. Bozhkov’un bir parfüm firması ve medya şirketi ile işbirliğinde üreterek piyasaya süreceği esansın esin kaynağı ünlü yazar Ernest Hemingway’in karizmatik ve esrarengiz kişiliği. 1922 yılında savaş muhabiri olarak Istanbul’a gelen ve Büyük Londra Oteli’nde kalan Hemingway’den esinlenen parfüm için Bozhkov özel bir şişe de tasarlıyor. Dileyen sanatseverler, İstanbul Bienali için sadece 1000 şişe olarak üretilecek “Eau d’Ernest”i satın alabilecekler. Uluslararası sanat ve mimarlık yarışmalarında birçok ödül kazanan İtalyan mimar grubu Gruppo A12 ise Bienalin sergi mekânlarına mimari müdahalelerde bulunacak. Sergi mekânlarının cephelerini özel “bienal rengi” ile işaretleyecek olan topluluk Bienal mekânları arasında görsel ve kavramsal bir bağ kuracak.
Bienal sanatçılarından Michael Blum ise, İstanbul Bienali için gerçekleştireceği “The House of Safiye Behar / Safiye Behar’ın Evi” başlıklı projesinde yarattığı kurgusal bir karakter aracılığıyla izleyicilerin Türkiye tarihinin kuruluş dönemine yeni bir gözle bakmasını amaçlıyor. Blum’un Safiye Behar isimli kurgusal karakteri ziyaretçileri ilginç bir yolculuğa çıkaracak. Michael Blum’un Safiye Behar’dan kalan tüm eşyalarla beraber yarattığı müze Deniz Palas’ta yer alacak.
Ünlü İngiliz sanatçı Cerith Wyn Ewans ise 2003 yılında Venedik Bienali’nde sergilenen ve büyük beğeni toplayan “Cleave 03” isimli eserinin etkileyici bir uyarlamasını İstanbul Bienali’nde gerçekleştiriyor. Sanatçı İstanbul Bienali için Divan edebiyatının kadın şairlerinden Mihri Hatun’dan seçtiği bir şiiri mors alfabesinde kodlayarak, dev bir lazer ışığı aracılığıyla gökyüzüne yansıtacak. Istanbullular 9. Uluslararası İstanbul Bienali’ndeki bu ilginç çalışmayı Bienal süresince geceleri Karaköy bölgesinden izleyebilecekler.

Çağdaş Filistin sanatının önde gelen isimlerinden biri olarak kabul edilen Ramallah’lı Khalil Rabah ise Deniz Palas’ta “Filistin Doğal Tarih ve İnsanlık Müzesi”ni kuruyor. 1905 yılında kurulduğu iddia edilen müzede, kendi tarihçesine ait belgeler, zeytin ağaçları, fosiller, kemikler, taş örnekleri ve el yapımı eşyaların yanı sıra müzeye ait afişler, kataloglar, poşetler gibi tanıtım malzemeleri de bulunacak.

Serkan Özkaya ise 9. İstanbul Bienali’ne son derece ilgi çekici bir proje ile katılacak. Sanatçı, Mikelanj’ın Floransa’da bulunan ünlü Davut heykelini dijital teknoloji aracılığı ile Şişhane’ye “fakslayacak”. Nesnelerin bir yerden başka bir yere dijital tarama ve üç boyutlu baskı tekniğiyle iletilmesini sağlayan üç boyutlu bir faks makinesinden yararlanan Özkaya, İstanbul’a bir Davut heykeli kazandıracak.

9. ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ’NDE MEKANLAR VE SAATLER

1. Deniz Palas Apartmanı: Refik Saydam Cad. No:191 Şişhane
2. Antrepo No: 5: Meclis-i Mebusan Cad. Liman İşletmeleri Sahası,Karaköy
3. Tütün Deposu: Hendek Sokak No:20 Tophane
4. Bilsar Binası: Meşrutiyet Cad. No:164 Şişhane
5. Garanti Binası: Bankalar Cad. Yanıkkapı Sok. No: 1-35, Karaköy
6. Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi: İstiklal Cad. No: 276 Beyoğlu
7. Garibaldi Binası: İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No: 2, Beyoğlu

Ayrıntılı bilgi için: www.iksv.org/bienal


Maria Callas Anısına...


"Ne güzel giyinmişti
Ayaklarını örtüyordu, ince Lydia işi
uzun sırmalı eteği, Belki unutursun sen
Ama bil ki gelecek günlerde
bir takım insanlar anacaklar bizi..." SAPPHO


Paris Savcısı’ndan... Maria Callas Cinayeti



İtiraflarını sıralarken çürüdüğünü, her dökülen et parçasından kelebeklerin tozduğunu görebiliyordu. Kelebek tozları… Yanılgının eşlikçisi kırbaçlıyor, suyun sesine karışıyordu tozlar. Bir gösterimin esiri olup kalakalmıştı oturduğu koltukta. Uzun süredir hafızasına bir et parçası gibi kancaladığı bir an’ın kısacık tarihini içeriyordu, onu defalarca izlemekten bıkmazdı. ‘’Kaçırdıklarına değil, yaşamadıklarına ağla’’… Bu vizyon, o kadının silueti mümkün müydü?... Mümkündü gerçekten, asılsız bir haberin yansıttığı kadar. Böyle bir haber olabilirdi, bundan daha önemli ne vardı ki…

Saat sabaha karşı 02:00. Siyah eldivenlerini, takım elbisesini, gömleğini, çoraplarını ve ayakkabılarını attığı çöp torbasını arabasının bagajına koydu, usulca kapattı kapağı. Jöleli saçlarını dikiz aynasında dağıtmak oldu, arabaya bindiğinde ilk işi. Takıntısı bir krize dönüşmek üzereydi, günde en az iki kez biri ona şöyle sesleniyordu; ‘’cinayeti bilen biri var…’’. Olanları birisi görmüş olabilir miydi ki. Olup biten her şeyi yeniden kuruyor, yapıyor ve düşünüyordu. Cinayeti işlediği apartman dairesine, güvenlik bandını yırtarak girdiğini düşlemek öyle erotikti ki, şaşırmadan edemiyordu. Bomboş bir kontur çizgisi, boynunu kırdığı kurbanın bedenini ünleyen. Her şey gözden geçirilmiş, an’ın döküntüleri alınıp adli tıp laboratuarlarına götürülmüştü. Patlayan flaşlar, beyaz lastik eldivenli memurlar, derin bir kayıtsızlık; şuurlar kapalı. Tek çalışan alıcılar, gözler ve beyin. Cinayeti çözemeyeceklerini anlamış olmanın keyfiyle koltuğa bıraktı kendini.

Sabaha karşı, yolun karşısındaki apartmanın karanlığına sığınmış, ayakta duran birini gördüğünde, durup ona baktı, bagajı usulca kapatırken. Karanlığa gömülmüş portreyi derin, düzgün bir ışık belirliyordu. Sessizdi, bir çift dantel eldiven sigarayı tutuşturuncaya dek. Karanlık alev aldı kısacık. Yeni mahkum imge, çabucak yol aldı zihninde, bulup yerini oturdu. Artık sadece sol el, derin, biraz kavisli bir şekilde karanlığın karnını yarıyordu.

Marline Dietrich… Şeytana ruhumu satmış mıyımdır diye iç geçirdi herifçioğlu, nefesi kadın duydu. Dantel eldiven derin bir nefes çekip, bıraktı dumanı. Siyah sivri ayakkabının ucu göründü, Marline… ‘’Seri’’ dedi, ‘’bu gece olmaz, benim bir tarzım var’’. Kadın adamın kendisini katletmesini isterdi. Böyle bir çığlığı daha önce duymamıştı, kadın kocaman bir ağza dönüştü, dudaklarının kenarlarından pembe bir akıntı ağırdan süzülüyordu. Arabasıyla haftada iki kez kadını gördüğü sokaktan geçiyor, apartmanın girişine geldiğinde kafasını o yöne çeviriyordu usulca. Her geçişte karanlık aynı karanlık… Zamanda bir kara delik, bir rampa çıldırmaya sübap, imge, biçem fırlatıcı… Güneşin bir rüzgar gülü gibi olduğu öğle sonrasında 14:00’de yapıyordu aksatmadan. Bir not, spiral bir mektup bırakmak gibiydi, o merdivenlere, kapıya, mermer alınlığa bulaşmış bir şeyler olduğundan emindi, çekip alınamaz, kendisine ait. Ne ki, son birkaç işlem için cinayet mahalline gelen bir polis memurunun dikkatini çekmeyi becermişti. Adam onu en az iki kez gördüğünden emin olmaya çalışıyordu. Uzaklaşan plakaya doğru bomboş baktı, rüzgar gülü arabanın camından girdi, hiçbir şeyi kaydetmedi, düşüncesini bile siliyordu işte.

Plan kusursuzdu, bunu son kez söylemeye karar verdi. Kararlarının arkasında duracak gücü bulmakla övünürdü hep. Kadının gözlerinin içine bakıyordu, içten konuşan, geveze gözlerine… Dergiyi yere bıraktı, sağ kolu öylece kaldı, ‘dergiler ışıkları taşıyabilselerdi’ dedi, gözlerdeki parıltıyı. Her şey, oda küçük cam parçalarına bölünmeye başladı, tüm görüntüleri kırarak.Kadından vazgeçmiş olduğunu fark ederek şaşkınca, camları bir araya getirmeye çalıştı. Onları kanıyla yapıştırmayı denedi; bunu ancak zeminde yapabilirdi önce, tavanda deneyecekti ardından. İki boyut şimdilik yeterliydi. Cinayet davası düşmüştü sırf bu yüzden. ‘’ İki görüntü birbirine yabancıdır’’. Gerekçeye sadece bu notu düşmüştü yargıç. Biri diğerinden sorumlu tutulamazdı. Kim pisliğini başkası temizlesin istemez ki…
Öyle değil mi?..


Cinayetten On Gün Sonra

Elde var baş ağrısı, akşamdan, viski şişesini yarılamış… Gözbebekleri suyu tutan bir baraj gibi göbek vermişti. Gri duvar boyunca dizilmiş muhabir masalarını geçiyordu. Şaryoların, satırların bitişini ilan eden takırtısı, silindirin yutan dişlilerine paraleldi bedeni, özenle koruyordu aradaki mesafeyi.

‘Şikemperver muhabirler’ diye seslendi içinden, küçümseyerek. Göz ucuyla bakmaya devam etti, odasının kapısına varıncaya dek; buzlu cama yazılmış bir kabartma levha, yazı işleri müdürü falan filan… Kapıyı bu tezgahın üstüne kapayıp kapamamakta ısrarcı olmayan bir çelişki içinde odasına adımını atmıştı ki, adını orta perdeden çağıran bir ses duydu, yürümeye devam etti masasına doğru yavaşça. Kapıyı kapatamazdı, çömezle yüz yüze gelemezdi. Masasına soldan dolandığında, yere bakmayı sürdürüyordu, çok geçmeden oturdu koltuğuna, senkronize, bir el uzandı masaya, tek bir sayfa bıraktı. Genç adam iştahla cinayetteki son gelişmeleri anlatmaya çabalıyordu, alnından bir damla ter, henüz dokunmadığı kağıdın üzerine düştü, kağıt tarafından emildi çarçabuk. Sağındaki büyük pencerede ışık patladı, kirli griye dönüştü, gitti hemencecik… Çınlamalara dönüştü muhabirin sözleri. Genç adam, mutlulukla gülümseyerek çıktı odadan. Anlam verememişti, mimik yaptı, dudağını öne sarkıtıp kaşını kaldırarak. Tek bir söz söylememişti ki…
Masasından kalktı, camın önünde durdu, jaluzileri yukarı kaldırdı iyice. Sağa doğru hafif bir meyille iniyordu yol. Arabası kaldırımda öylece duruyordu; ışıkla yıkanmışçasına ışıl ışıldı, serin olabilirdi günün bu vakitleri. Araba bir ok gibi kalktı, yola çıktı zihninde, vazgeçti sonra, park etti yeniden. Yolun sonunda ne olacaktı da yüreği kıpırdayacaktı, obez yüreği.
…Bu yaşama hapsedilmiş olduğunu anladı. Ne kadar zamandır yol aldığını unutup gitmişti, ağlayacak göz bırakmamıştı yaşananlar. Hüznü hatırlamaya çalıştı, gerçekten zorlanıyordu; içini ısıtmaya başladığında, bir baş dönmesiyle sarsıldı yerinde, zar yırtılmış, hiç kabuk bağlamamıştı aslında.
Keder, bir sarhoşluk gibi aniden vurdu…


YAZARI:Cemil Atik


Suyun Yandığı Yer



bir dikine sözdür
suya şiirler yazan leylak sürüsü
güzdür gülün dudağında eriyen
hatırası hidayet belası tevekkül
dikine bir sözdür beni vuran nilağzı

ağzımda ağrılardan arta kalan bir hece
acı hadde değince dahası ne ki
hatırası tevekkül belası hidayet
yarası yarım kalmış bir aşk işte
ey dengesiz hikmet. yıktı kafesini ruhum

herkesin kabulüdür aşk. ben hariç kıyılarımda
yanmaya teşnedir su. külüm rüzgâr vurgunu
ah küçülen dünya şimdi ne kalır manadan
suyun yandığı bu beyhude yerde

dünyevi ihtiraslardan canı yanan havari
yaşama arkadaş ölüme sırdaş
uzun sesli uçurtmaları çocukluğumun
ben yele dönmüştüm ömrümü
kar yaktı beni

son çareden öte çare
ah biçare
azalıyor dünyanın içimdeki ağırlığı
ey nil i maksure kusursuz güzellik
gidişin bir suyangını ömrümde
ben nasıl kanarım aşka
suyun yandığı bu yerde


YAZARI:Bayram Balcı


Sevgiliye...




haddimi aşarak
bir taş yuttum
boğazım paramparça
gönlüme
yaptığın işler kadar büyük
yüreğin düştü

varlığımı lanetlesem de
sen huzur bulma diye
küssem de zamanlar öncesi
göz yaşımı oyalasam da tanrılar kıskanmasın diye
topyekün reddetsem tüm kitapları
ve yaşamaktan yılarak..
sen
uzansam tutacak kadar yakın
tutup bırakacak kadar uzaksan…

ah be birtanecim
yalvararak
kaç gönül,kaç göz,kaç dudak
bu gece yarısında avaz avaz
bağırarak
seni çağırıyor
duyuyor musun

YAZARI:Selma


Sermest, Rint, Aşık




Sermest, Rint, Aşık
Istanbul Beyazıt meydanı civarında meşhur sahaflar çarşısı var,
o çarşıya girmeden hemen önce kocaman bir çınar ağacı dikkat çekicidir, 1980'li yıllardan itibaren o çınarın yaşlı gövdesine bir şair yaslanıyor genç kuşak belki onu fazla bilmez, tanımaz, ama o sanat, edebiyat, kitapların ve gümüş osmanlı sikkelerinin eskimeyen dostudur, 70’li yıllarda henüz genç bir şairken “ acıya kurşun geçmez” adlı kitabı yayımlandı.

Kim olacak bu Şair?
Hüseyin Avni Dede !
Meraklısına Akik, Firuze taşlarını içten bir gülücük karşılığında emanet verir ...o en pahalı şey...
Yeryüzünün en çılgın Aşığı, Sermest hayal-peresti...bu kentin kadim meydanına zamanın tanığı olarak bakabilen yegane son gözlerden...son yüzlerden birisidir.
Amerika’da yaşayan ve edebiyata gönül vermiş yetenekli bir Türk gezginin yolu günün birinde o çınar ve sahaflar çarşısında Babil Kulesi gibi duran Hüseyin Avni Dede’ye düşer, kitaplarını alır ve Amerika’ya döner dönmez şiirleri Ingilizce’ye çevirir, aldığımız son bilgilere göre New York’ta bulunan çok saygın bir yayınevi kitabı piyasaya sürer, Orhan Pamuk kadar olmasa da oradaki kimi aykırı edebiyat çevrelerinden ciddi ve çok olumlu tepkiler alır kitap.


Borges okurları için bir H.A. Dede Armağanıdır:

şairler ekmek satın alır
fırıncı şiir okur mu

şairin karnı acıkmasa
şiir yazar mıydı
sakalının telleriyle
Beyoğlu’nda

şairini bulmadığı için mi
intihar etti
yazılmayan şiir
yoksa okunmayacağı için mi

tuzluğun içinde pirinçtir şiir
gün gelir kıtlık olur
pişer gizlice...

şiir şişman olduğuna
pişman değildir
çünkü her şiirin bir koca
bin metresi vardır

çocukları olsun diye mi
çirkin bir şiir kitabı
yanına konmasını ister
güzel bir şiir kitabı mı

bir kadının gülüşü
kıpkırmızı bir karanfil
şiir olur şairin gözlerinde
ama şairin gözleri
şiir değil

şimdiye kadar taşıdığım
en ağır yük
yalnızlığım...

Hüseyin Avni Dede





Lacivert bir Hüzün Denemesi : Yengeç mi?


Son günlerini hiç kimsenin çözemediği tuhaf bir sessizlik, suskunluk içinde geçirdi,
oysa çok iyi biliyordu o yengecin bir kolunun da yüreğime saplandığını.
Aynı günlerde başka çok yakın bir arkadaşımız yangın yerinin celcius ve "sıçrayış" ölçüm derdindeydi kendince, hala oynaylamakta güçlük çektiğim "hekim" takıntısı, sonuçta tüm mizan terazileri gibi onun terazisi de boşluğa asılı kaldı, sorularla örülü bir boşluk.
O günlerde tuttuğum güncelere geri götürdü beni " En Geç Yengeç"( cey sanat altıncı sayısında yayımlanan enis batur imzalı yazı).

Sonbahar
sözcüklerin, seslerin üzerine çöktü yine
gördüğün ıslak bir goncadır
dudaklarından dudağıma
dudağımdan dudağına
ve işte öpücüğü ölümsüz baharlara dönüştürüyoruz.

Anılarıma
karanlık çökerken
yumuşak bir kıvılcımdır yaşam
dilinden dilime
dilimden diline
ve işte zamanı çoğaltıyoruz.
Argos .a

kendi kendime soruyorum bu yengeç meseli Vurgunun kronolojik sıralamasında
gelip dayandığı "son" duraklardan birisi olamaz mı?
" Lacivert hüzün denemesi.
içimde tünemiş ağır,
suskun kuşun sözleri,
Benden koparılıp almıştır,
Tuz bastığım için mi, yeni kapanmadı "
Enis Batur, Kandil.

Muhtemelen Antalya-Ankara arasındaki uzun yolculuklardan birinde yazılmış bu "deneme" niteliğindeki Vurgun seferinin dip notları.

Şair Aiskhylos'un da Yengeçleri varmış !
Balmumuyla sarılı, Papirus'a konan en derin lacivert, yeşil renklerle.
Afordiaslı bir gezginin Nil kıyısındaki gezginler pazarından gümüş bir sikke vrerek satın aldığını yazar tarihi kaynaklar.
Gezginin, Aiskhlyos ile karşılaşması yengeçlerin de nihai kaderini belirler, Şair, gezginin Aşkı için 10 (on) şiir yazar ve karşılığında o Yengeç resimini alır, mum ışığında önüne koyar ve gözlerinin içine dalar:
"Uyku veren ezgiler yükseliyor
Balmumuyla sarılı Kamışlardan
(yengeç evlerinden .a)
Eyvahlar olsun
eyvahlar olsun
Hangi uzak gurbetlerde
Dolaştırıyor kaderim beni !
Nerede nasıl bitecek?
duymuyor musun sesimi ( lacivert kanatlı yengeç .a)"


Aiskhlyos

duy sesimi,
duy,
sen değil,
yengeçler kanatlanacak o lacivert gökyüzüne,
iyi bak üzerinde ne yzıyor o 17. yüzyıl osmanlı el yazma ressamı.
"yengecin bölünmüşlğü"
(jm'ye onaylattım bu çeviriyi)
evet, meğer yengeçler de eğlenirmiş
def sesiyle.

sırt üstü çevir artık şu yengeci,
ikinci bir yıkıma dayanamam .

YAZARI:Argos .a


ESTETİK KAÇIŞLAR...



Bir süredir içimde bir sızı var; adını koyamadığım ya da önceleri adını koyamadığım bir sızı bu! Yazmak ve yazının içinde varolmak; hani yazmaktan başka yapacak hiçbir şeyi olmayan ya da yaşamın anlamını verecek kadar önemli bir tutkuyla bağlanan bir kalem insanı olmak değil insanı yoran ya da acılara sürükleyen... “Toz ve zerre” arasında yitip gideceğiz; o da değil! Kaybolan daha değerli bir şey çünkü... Kitap... kitaplar...Yazı... metinler...Güzel sözler, dizeler... şiirler...Koca bir dünya edebiyat!Çok eskiden (böyle dediğimde geçenlerde bir dostum itiraz etti çok da eski değil diye!) artık bana hep çok eskiden gibi geliyor, evet çok eskiden sokağa karıştığımda kulağıma gelen sesler, konuşmalar güzeldi; İstanbul Türkçesinin bütün zerafetini inceliğini işitebilirdim. Dolmuşa ya da taksiye bindiğimde, ya da bir dükkana girdiğimde, ya da vapurla karşıya geçtiğimde! Etrafımı saran insanlar hep güzel bakarlar ve güzel görünürlerdi; ne kadar yoksul olurlarsa olsunlar konuştukları dil onları öylesine zengin kılardı ki, hiç susmasınlar isterdi insan. Bugün aynı şehirde sokağa karıştığım yerde boğuluyorum; insanların birbirlerine olan saygısızlıklarını görünce kahroluyorum; tavır ve hareketlerin, insanı bütün yapısıyla sarıp sarmalayıp nasıl bu kadar korkunç bir hale dönüştürdüğüne şaşırıp kalıyorum. Yürek dokunuşları nerede; incelik zerafet nerede; akıl yansımaları nerede; iyilik duyguları nerede... Kahrolası bir bencillik içinde herkes birbirinin önünü kesmeye hevesli garip bir koşuşturma içinde. Dokunuyor; hem de her yerde dokunuyor. Artık bir film karesinde izlediğimiz bir korkunçluk değil bu, hayatın ta kendisi oldu, ürperiyorum... İnsan duruşumuz zedelendi sanki... İnsan değerlerimiz savruldu sanki. Bütün incelikler sanki tedavülden kalkan paralar gibi hayatımızdan çekip gittiler. Sokağa karışığımız, gündelik hayatla bütünleştiğimiz yerden farklı mı işin platforma yansıyan yanı. Adı olmalı değil mi bu platformun, söyleyemiyorum, dilim varmıyor çünkü... herşey kadar o da kirlenmiş çünkü. Sanatın hemen her dalında aynı sancıları bulmak mümkün. Geçenlerde Sevgili Yıldız Kenter hanım efendinin bir söyleşisini dinledim, öyle güzel anlatıyordu ki. Şöyle diyordu, “İnsanlar gündelik dünya dertlerini tiyatrolarda görmek istemiyorlar; acı çeken dünyayı görmek istemiyorlar; oysa tiyatro sadece güldürü değildir; o gündelik hayat dediğimiz oyunlardır insanı daha insan yapan ve o acıların içinde yol almasını sağlayan ya da yoluna biraz olsun ışık tutan. Zaten tiyatro ile başlamamış mıdır insanın insan olma yolculuğu.” Dönüp bakıyorum aynı bakış açısı edebiyat için de geçerli. Kimse eskileri ve klasikleri okumak istemiyor ve giderek eskiyle klasiklerle ilişkisi kesilen genç kuşaklar oluşmakta. Ve sanat dediğimiz olgu kitlelerin estetik arayışlarına hitap edemiyor artık.Belki de sanat demek bu nedenle zor geliyor bana artık. Duygularımızı harekete geçirmeyen dokunuşlara sanat demek! Oysa sanat insanı büylemeli; peşi sıra sürüklemeli; hayatına yeni renkler katmalı; yeniliklerle geri dönmeli... Sanatçının güzelin peşi sıra süreklendiği yerde, peşinde de bu güzellikle ruhunu besleyecek; ruhunu besleyebildiğine inanacak insanlar olmalı aslında... Oysa insanları peşi sıra sürükleyenler; peşi sıra sürüklenmelerine neden olan her şey göz boyayan ışıltılı bir karmaşanın arkasına saklanmış hiçbir şeysizliktir. Ne ruhlarımız beslenebiliyor; ne de akıl dünyamızda güzellikle sarmalanan bir başka bakış tadı bırakıyor. Tek tek ayrıntılarıyla ve olayların isimleriyle konuları gündeme taşımak istemiyorum, ama gündelik olayların içinde yer alan herşey, hergün ne kadar estetik değerlerden uzaklaştığımızın göstergesi gibi çıkıyor karşımıza. Hiç şiiri kalmamış insanlar gibi içimizdeki şiirselliği de yitirmişiz gibi... Estetik kaçışlar yaşıyorum hala direnen çok güzel kitapların/dergilerin arasında. Ve bakıyorum o dergileri*, o kitapları çıkaranlar hala inandığım, savunduğum sanatın dokunuşlarıyla ruhlarını güzelliklerle buluşturmaya adayanlar aslında. Bunun verdiği mutlulukla derin bir nefes alıyorum...Diyor ki, St.Exupéry, “insanlara nereden ahşap bulabileceklerini ve nasıl gemi inşa edebileceklerini değil, onlara uçsuz bucaksız deniz özlemlerinin hikayelerini öğretin!” Aslında çağlar boyunca insanoğlu sanatın gücünün bilincinde. Ve bu güç kimin eline geçerse kendi istediği yöne götürebiliyor. Sanatı, sanatçıların saf ruhlarına teslim edebileceğimiz özgür bir dünyanın estetik değerler yolculuğuna bırakmayı isterdim. Ruhumuzu besleyecek olan bu saflıkla gelen sanat,ister renkleriyle, ister sözleriyle, ister şekilleriyle ve de isterse oyunlarıyla akıp gelsin, yürek bir kez o dokunuşlarla titredi mi, en güzel hikayelerin peşine düşecektir. *

Özellikle Cey sanat ve P dergisini burada övgüyle belirtmek isterim. Bazen gidemediğim, gidip de yakından tanık olamadığım bir çok güzelliği ellerimin arasında tutup bana yaşatma şansı verdikleri için. Çünkü sanatın içinde sadece sözlerin değil, sözcüklerle gelen renkli dünyanın ve hatta sesli dünyanın dokunuşu içinde yaşadığımız her bir estetik kırılmayı yeniden onarıyor ve ruhumu sağaltıyor. Ne ki ben bir ressamım; ne ki ben bir müzisyenim; ne ki ben bir romancıyım/şairim...teşekkürlerimle. Sevgilerimle,
YAZARI:Nil Güner


Işıklı, Diri, Tek Başına


Oysa lekenin iklim-çağrısı beyaz
Belki yarı-aydınlık,devinimin utkusu
İlk kararsız erinci yüzünde ustaca
Yine nesneye yükleyerek tüm suçu.
Ve irkilip ışığa uzanıyor,ey gün
Öyle uzak,gövde-ötesi yere basışın
Zamanın kadranı,kilimin püskülü
Salt bakışla yer-değiştiren faraş.
Nedense yalnızca bu aynaya bakarken
Yerleri süpürmek istiyorum.


Bir rakamın alev duruşu
Işıklı, diri, tek başına
Parmağınla devinen o şenlikli çoğalışa eşlik-eden
Plastik dokunuşlar içinde
Peki, bilmek için toplamaya çağrılı gibi
Kalem- asalara tutunan bilge-mercek
Bilmek mi anlamak
Anlamak mı bilmek


zaman, görüntü-sözcük oyununda
ilerleyen gölgeyle salınan imge-tipisi
öyleyse
manavın parıldayan rengine adanmış arastada
hem yelkovan hem de akrep
elma.
Yani nesne-aşkına açarken şişeyi
Terazide zamanı içiyorum yalnızca
.

YAZARI:Şafak Çubukçu


Şefkatle Dokun Bana




Maki çok önemli bir Japon sanatçısıdır, 1999 yılında Kieo Üniversistesi güzel sanatlar fakültesinden master derecesiyle mezun oldu.
Bugüne kadar birçok sergiye katıldı.Maki bir performans, düzenleme, yerleştirme, kurgulama (installation) sanatçısıdır, önemli işlere imza attı, Major yapıtlarından birisi ise "Hole in the Earth" adlı işidir.
2003 yılında Japonya'yı terk ederek Rotterdam'a yerleşti.
defter okurlarıyla onun çok ilginç bir işni paylaşıyoruz, önümüzdeki zaman diliminde ve İstanbul'da onun işlerini yakından görmek umuduyla.
"Şefkatle Dokun Bana" adlı işi, Rotterdam kentinin yeşil bahçelerinden birine kuruldu, ve yerleştirilen özel düzenek ile kentin çocukları ketenden yapılmış bir "el'e" şefkatle dokunmayı deniyorlar...
yeryüzünün her tarafından vahşet çığlıklarının yükseldiği bir zaman aralığında, Doğulu bir sanatçının, doğulu insan'a özgü duyarlılığıyla bir önerme...
hoş geldin sevgili Maki !
Aramızdasın...

önümüzdeki günlerde onun başka işlerini (buradan yazılan) özel metinlerle defter okurlarıyla paylaşacağız...

BORGES DEFTERİ

contact: borgesdefteri@yahoo.com


Gönül halinin düzeni olmaz mı yengeç?




“ gönül gam hayretiyle dilsiz kesildi”..

Çok şeye katlanabilen güçlü, saygıdeğer tin önemli bir dizi metaforla kuşatılır, kendisini sadece olabileceklerin en olmazına hazırlamakla kalmayan, aynı zamanda bilfiil onun peşine de düşen tin gerçeğin gösterişli biçimi olsaydı ne olurdu ? İnsanın gerçek uğruna normalde el üstünde tuttuğu şeylerden ve varlıklardan vazgeçtiği korkunç dünyanın büyüleyici imgeleri, deneyim veya aklın teyit ettiği bulgular olmaktan ziyade, tinin öne sürdüğü soruların parçası oldukları gerçeğini neredeyse gizler.
Ya ıssız bir çölde ve yengeçlerle sarılan bir ten ne yapmalıdır? Çok şeye katlanılabilen tin ne olur o an?
Kesinlikle hikayenin tamamı değil anlattıklarım..

Belki bir talihsizlik ama aşkı uzun zaman önce yitirdim,
Her şey birbirine bağlı ama bir taşı çektiğinde diğer taşların yıkıldığı bir domino düzenidir bazı şeyler.
Ben seni seviyorum hayat. Senle tartışıyorum, seni yola getirmek için değil. Tek bir halat var bizi bağlayan: bir birimizi sevmekten, içtenlikle sevmekten kaynaklanan sadelik.
Geri kalan herşey bozuldu, üzerinde tapındık, istiyorsan bunu da boz, epey bir kemirdin zaten ey “Yengeç” !
Neden şimdi? Neden Yengeç? Benim zırhım seninki kadar korunaklı değilmiş, ama iyi olacakmışım ! Üzülmüyorum Yengeç, çünkü ben karşı karşıya kalacağım en sert ve hüzünlü şeylere dahi hazır ettim kendimi. Bu yüzden aynı dünyanın sorunlarını bir yandan küçümserken diğer bir yerden saplanıyorum.
Beni anlamak ve tanımak mümkün değilse de, ben bunu başarabilmiş olmasam da siz anlayın Enis Bey'in Yengeçleri, tanıyın diye yazmıyorum, içimdesiniz !
Dibi epey derinlerde, çakıl taşları, toprakla kaplı bir kuyuyum ben, saklanmanın kolay olması bu sebepten. Kötü şeyler iyi şeyler getirir bazen, Ama iyi şeyler çoğunlukla iyi şeyler getirir.
Atacağım adımların yükünü çekiyorum, beyaz sayfalara senin adına konulan Dürer, Van Gogh yengeç resimlerine bakarken, Van Gogh’un sırt üstü düşen yengeç resmindeki gibi görmek istemiyorum hiç ama hiçkimseyi ama neden bildiğimiz kural senin ilerleyişinde geçerli değil ey “cancer” : Hep ilerlemek isteyen hep tökezler, oysa tökezleyen benim"La Cancer" , Neredeyse buna da alışacağım ..ne tehlike !
Geçen hafta dostum bu yazıdan söz etti, sesi titrekti, sanki Samanyolunun ötesinden konuşuyordu, bu sesi daha önce de duydum, ama bu kadar “titrek” değildi, iki basit cümle kurdu : “ n ..neden bilmiyorum, bil..bi..lmiyorum bu yazı ezdi geçti ruhumu, oku konuşuruz Sur”.
Bugün ulaştım söz konusu yazıya (Cey Sanat 6. ), dergi içeriğinde adı gözüküyor yazının :
“Enis Batur: En Geç Yengeç”
Kolum kanatım kırılıyor, üzgünüm, ben de okuduğunuz şiirlerdeki gibi türkü tadında yaşamak istedim, istiyorum..Hala umutluyum, umudum azalsa da..
En genç oluyor, En geç hiç olmuyor sevgili Enis Batur !
Azmin ve inancın yeni bir dünya yaratacağını ümit ediyoruz, sanıyoruz.
Bu, olduğmuz yerin, yetiştiğimiz yenilgi çağının geriye çekilmiş pasif direniş biçimidir, benim yaptığım kaderimi sevmek ve izlemekten ibarettir, çoğu kimse ulu, ayrıcalıklı ve manalı bir yer kurmak ister kendine, bu yüzden her şeyde bir yoğunluk, tutarlılık, derinlik arıyorlar “sorunlu çağın” insanları.. oysa benim zırhım sudan daha berrak ey yengeç, biz senin hakkında ne konuşursak alt tarafı kelimedir yengeç.

Aslolan hayattır.. onu istiyorum senden, Enis Bey’in eksik bacak dediği ve iki kolu gökyüzünde o güzel yüzü tuttuğu Tanrı katından istiyorum bunu, önce borges okuru için, sonra ve EN SON kendim için ey Yengeç .. ne olur çok görme bu isteğimi..inandığın taptığın hangi gökyüzü, sevdiğin hangi meleğin varsa onun hatırı için.
Geç oldu, gece oldu yengeç , lambaları örtüyor gece, hatta ressam’ın atölyesinde yanan iç ışığı bile, “Aldırma” diyor, beynimin dar sokaklarında pervasızca dolanan asi, serseri görünümlü öteki ses..

Her şeyi geriye alırsak, elimizde ne kalır ya da elimizde kalır mı geriye?
Şimdi anladım o “titerk” sesin nedenini.. korkma yengeçlere inat buradayım, burada kalacağım.
Bütün bunlar ne kadar karmaşık ve anlaşılmaz olursa olsun nesneleri, biçimleri, olayları, ışık ve ses patlamalarını bu şekilde algılamak, bunlardan etkilenmek, benim gibi bir uykusuz için sıradan bir yalınlığı ifade ediyor sadece..
Ben alıştım rengime dostum,
Güneş gitsin diye bulut asla gelmez !
“geldik bu yana ;
bu yanda da ,
muradına ermiyen Aşk,
Gönlünü yakan ahı yalnız başına alevlendirip birkaç gece ; gününü hoş geçirdi” derler..
İşte, insaf et artık yengeç, bütün olup bitenleri duydun,
git, git şimdi Aşk’a anlat.

YAZARI: Sur Ortaylı
iletişim: borgesdefteri@yahoo.com

Yazıya kaynaklık eden dört “yengeç” resmi Enis Batur’un Cey Sanat dergisinin son sayısında (6.sayı) yer alıyor, bu dergiyi kütüphaninze konuk etmeyi ihmal etmeyin, dostlarımızın emeğidir diye söylemiyorum, tanımadığım birileri çıkarsaydı "yine" sahiplenirdim, duyarsız kalmazdım.
Dergiye yazı, emek veren tüm arkadaşlara sonsuz teşekkürler, güzel yüzlü .A. ile kulaklarınızı çınlattık.


Can Yücel'i Anarken...



YEŞIL ŞİİR

Baktikca cogalir yildizlar gecede
Parmaklarinla sayilmaz;
Kimi duyulur, kimi duyulmaz,
Dinledikce cogalir gecede,
Sesler gelir,
Ya hizlidan, ya yavastan.

Her sey kendi dilince konusur;
Karanlik ortse de ustunu
Gecede devam eder renk renk
Agacin dalinda, ruzgarda;
Her sey kendi rengince konusur.

Gozlerini kapatir beklerdi;
Yapraga benzer ellerini, avuclarini uzatir,
Beklerdi isitinceye dek
Agacin dalinda, ruzgarda;
Yesili duydu mu uyurdu
Ruyasinda...

Can Yücel


Can Yücel'in bu Şiir'i Feyyaz Kayacan tarafından ingilizce'ye çevrilmiş:

THE GREEN POEM
The more you look the more the stars multiply,
To count them you'll need more fingers than you have.
Some stars are audible, some are not,
The more you listen, the more you'll find in the night.
Sounds come,
Some come quickly, some take time.

Everything carries a voice of its own,
Even under the cover of darkness
the night keeps its colors going
in the branch of the tree, in the wind,
Every thing has a colour of its own.

He would wait under his closed eyelids.
Extending his leaf-like hands and palms,
he would wait till he could hear
the coming of the green
in the branch of the tree and in the wind.
He would then fall asleep in his dream.


Can Yücel
Translated by Feyyaz Kayacan



Sevgili Hamid Farazande, Nil için:

Az önce güneş girdi gözüme,
Karanlığım parçalı bulutlu,
Karanlık beyaza döndüğünde
eriyebilecek kadar temiz olmalıyım,
diyorum , "devriliyorum"..

Sufi.


Enis Batur Şiiri gerçekten sıkı bir şiirdir, nasıl ki düz yazılarını okurken bir çaba sarf etmeliyiz, şiirlerini de okurken o çileyi sizden ister.
zor bir şiir dili yok, tam tersi, her "ciddi" şiir okurunun rahatlıkla kavrayabileceği bir sathi mayili var.
sevip, sevmemek tabi ki ayrı bir konu, ki bir şiir nasıl ve neden sevilir o da ap+ayrı bir konu, ve bir Şair'in tıpkı bir Ressam gibi med +cezirleri olan yapıtları, ürettikleri var diye düşünüyorum.
Edip usta , Turgut usta, Cemal usta gibi, Enis usta'nın da gerçekten çok sevdiğim şiirleri var ve o dizeler arasında kendimi hiç aramadım, bırakırım o aylak, serseri ses konuşsun, ben iyi dinleyici olayım bu yeter bana.
böylece onun evrenine ait varlığın genel özünü görebilmemiz mümkündür,
ya da yeniden, yeniden yaratılması diyelim.
bu "öz"e nasıl ulaşılır? nasıl tanımlanır? ki onun neredseyse 40 yıla yakın bir zaman dilimini alıp götürmüş, ve o devasa kütüphanesi o öz ile bunca uyum içinde. (?)
onun "gerçeği" tüm yapıtlarında, ister şiirleri, ister düz yazı, deneysel metinleri olsun hepisinde bir "işe" koşulmuştur.
onun şiirlerini bir "yaratıcı eylem" olarak kabul ediyorsak, o yapıtlarda onun gerçekliğini arıyoruz demektir.
benim amacım orada varlığını sürdüren "sanatı" bulmaktır.
Sanat yapıtı varlıkların Varlık'ını kendi yöntemiyle açar. Bu açma, bu ortaya çıkış, yani varlıkların gerçeği yapıtta oluşur.
Sanat, anlaşılır bir ifadeyle işe +koşan hakikattir ! Usta eller o an isterse şiir atına biner ister sözcüklerin düz ovasın çıksın, hiç fark etmiyor.

Bir şair, ya tümden bir maratoncudur, ya da kısa koşu hız düşkünüdür.
Enis Batur 40 yıla yakın bir zaman dilimini bu işe koşmakla geçirmesi ve de yazdığı her sözcüğü kılı kırık yaracasına sıkı elekten geçirerek okuruna emanet etmesi, onun tüm varoluşunu yeterince bana ve onu severek okuyan okurları için, ip ucudur.
Dilin kendisi, özünde şiirdir.
Dili biz her hangi şiir türüne sokamayız, çünkü şiirin temeli, başlangıcıdır o, dahası dilde şiirsellik vardır, ve bu dildir ki enis batur'un özgün doğasını koruyor.
bir dil , düz metinlerde iyi, şiirde kötü kullanılmaz, ya tümden rezildir, berbattır ya da belli bir seviyeyi çoktan tutturmuş.


Sanat, hakikatin yapıta kondurlması olarak şiirdir ve onun tek mühimmat deposu dildir.
ve sanatın doğası şiirdir, buna karşılık şiirin doğası hakikatin kurulmasıdır.
bir kalem erbabı ya tüm bu olmazssa olmaz koşullara uyacak, ya da şiir ve ya düz yazı belasına hiç bulaşmayacak.

naçiz sufi böyle der, böyle düşünür, tüm bu yazdıklarımdan dolayı değil elbet, ben enis batur şiirini bir başka seviyorum, beni sözcüklerin, dizelerin uçsuz, bucaksız düzleminde soluksuz bıraktığı içindir.
zor olan, yazılı olan herşeyi severim, ne gelir elden bu da benim iflah olmaz yanım.
“Bir rüzgârda buldu seni bir rüzgârda yitirdi, penceresinden baktı sine sine yağan uçarı yağmura ve essin dedi, bir daha essin, sen çünkü bana eşsizsin,gökyüzünde karmaşık bir sözdizimiydi kurduğu esin perisinin -- çekti sinesine koydu bulutlardan bir tortuyu, uzan dedi, uzan Enis, tam bir gece için biriksin sesin.”

Şiir’in ne olduğuna gelince ben suskuyu seçiyorum söz (Enis Batur’un) ustadın.”Şiirin ne ve nasıl olduğu üzerinde görüş birliği yok galiba. En iyisi, herkesin kendi tanımını getirmesi belki de. "El"imle çalışıyorum, ama "uz"um, "beceri"m salt bu organa bağlı değil, görüyorum. Zihnim, imgelemim, bilincim ve bilinçaltım "iş"imi bilinçlendirmede "el"ime ne kadar yardımcı oluyorlar, ne kadar köstek? Şairin algı refleksleri, şair olmayanınkilerden ayrılır. Çalışma refleksleri benzeyebilir.İki-üç yıldır Ovidius'la boğuşuyorum, iki bin yıl önce yaşamış benden, reflekslerimiz açısından hiçbir fark yok aramızda. Yazı, yazma teknikleri başka, onlar çağdan çağa değişir değişmiştir de. Ben, sözün ham gerçekliğini öteden beri önemsemiş biriyim, "yetkin teknik" bu hamlığı zedelemeden verme yöntemidir. Şairin teknik bilgisi ona tuzak kurabilir, teknisyenliğinin dozunu iyi ölçmesi gerekir.”

YAZARI:SUR ORTAYLI





Gerçek ve Kurmaca



İnsan hayatı türün sürekliliğinin temsili ise –daha iyi bir açıklama getiremediğimizde-, temsilin temsili olan edebiyatta gerçek ve kurmaca birbirinin içine geçmemiş midir çoğu zaman ayırt edilmeksizin? Ve gerçek “sanat katında yoğrulduğunda”, içerik de estetiğe ulaşmak kurmaca söz konusu olduğundakinden daha mı zordur? Kimi zaman gerçeği sadece yazarın bildiği düşünülürse. Her insan için diğerinin hayatı kendi gerçeğinin sınırları dışında kaldığından öyle ya da değil kurmaca düzeyinde algılanmaz mı neticede?

Resim severler bir tabloya bakarken, örneğin bir peyzaja, acaba bu liman gerçekte de böyle muntazam bir yarım daire biçiminde ve gün batımında kıpkırmızı ışıklarla yıkanan bir yer midir diye merak etmez ve eserin ardındaki gerçeği sorgulamak yerine resmin ona geçirdiği duygunun peşinden gider ve/veya sadece ona yaşattığı görsel hazzın tadını çıkartır.

Oysa edebiyatta okur, yazarın eserinin içinde ne kadar varolduğu merakının girdabında kaybolur çoğu zaman. Yazılırken hissedilen duygunun kendine geçişini algılamak, biçim ya da içerikteki estetiğe kendini bırakmak yerine sıradan –çok da insana dair- bir merakın esiri olmak nedendir? Edebiyat görsel sanatlar gibi, her şeyi bir yana bırakıp sadece eserin tadını çıkartmaya ilişkin estetik coşkuyu mu yaratamaz kişide, yoksa yazı çokça ele verir yazanını da bu bilme, öğrenme, yazarın iç dünyasına fütursuzca girme isteğini kendiliğinden mi körükler? Kimi zaman en çarpıcı hikayede bile okurun tamamen bunları yaşadı mı hakikaten yazar ve acaba hangi karakter kendisi gibi bir noktaya odaklanması nasıl açıklanabilir başka türlü?

Kaldı ki yazar- genel anlamda insan- kendi gerçeğinin de farkında değildir çoğu zaman ya da olmak istemez. Burada içtenlik giriyor devreye sanırım. İçtenliğinizi hiç bozmadan gerçeğinizi salıverseniz boşluğa, devinecektir, dönenecektir ve başkalaşacaktır gün be gün, sizi de şaşırtarak. Çünkü gerçek de aslında ona hangi yönden baktığınıza bağlı olarak koymaktadır kendini ortaya. Andre Gide bir roman kahramanının ağzından dosdoğru tanımlamış içtenliği ”Şu içtenlik sorunu ne sinirlendirici! İçtenlikmiş! Kendime yöneldiğim zaman, sözcüğün anlamını bile kavrayamaz oluyorum. Hiçbir zaman olduğumu sandığım şey değilim- olduğumu sandığım şey de durmaksızın değişiyor, öyle ki, çoğu zaman, ben birleştirecek olmasam, sabahki varlığım akşamki varlığımı tanımayacak.”

Bir de gerçeğin farkında olup da olmama isteği yok mu? Yazı, bir anlamda yzanın yapıntılarını gerçekleştirebildiği örnek uzayı değil midir? Olan değil de olmasını istediği, hiç ama hiç olamayan dökülüverir kağıda zaman zaman. Bu kurmacadır düpedüz, ama diğer taraftan yazara ait sanrılardır ve onun iç gerçekliğinin bir parçasıdır, eğer sanrının da bir olgu olduğunu kabul edersek.

Yazar dahi kendi ruhunun labirentinde – hem de büyük bir içtenlikle- kayboluyor, gerçeğin nerede bitip kurmacanın nerede başladığını ayrımsayamıyor ise, okuyucununki ne zor iş. Sanırım iddialı bir şekilde yazarın gerçeğine ulaşılmak isteniyorsa tüm üretimleri taranmalı, ortak paydalar bir kenara konmalı. Elde var bir, elde var iki, üç dört, beş, altı! Ve sonra parçaları özenle birleştirmeli. Edebiyatın insan hayatını güzelleştirmek için var olduğunu düşünen okur, oku, kaybol ya da bul. Merakın kıskacına yakalanıp da sınırsız imkan tanıyan bu ruhsal seyahatlerin tadını kaçırmaya değer mi ?
YAZARI:Feryal Tilmaç


HOMO SAPIENS'İN ÇÖKÜŞÜ



Katrina, katerina, Kat önüne ne varsa !
İnsanlık , 90 bin yıllık homo sapiens tarihinin en dangalak çağını yaşıyor,
Tarihin hiçbir döneminde insan soyu, böyle kitleler halinde bir sendrom yaşamamıştı, gözün aydın kapitalizm, yarattığın canavarınla.
Yeryüzunün her köşesini, hayata yalnızca kursağından bakan, insanı insan yapan tarihsel ve kültürel değerleri hiçe sayan 6 milyar Tavuk kaplamış durumda !
Ekonomik pragmatizmin, matematiksel ve rasyonel düşünce tarzının insanı tarihsel ve felsefi bütünlükten nasıl koparıp uzaklaştırdığı kapalı bir alan değil.
Hatırlayın lütfen, Felluce'yi !
Sanırım Felluce'den sonra bunca uzun değerlendirmelere gerek kalmadı.
Sonuçlar bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmışken, iki yüzyıllık beyinsizleşme sürecinin nedenleri üzerine uzun sözler söylemek artık anlamsız.

Yeryüzünün öte yanında bir doğa felaketi yaşanıyor, çevreme bakıyorum, kimsede en ufak bir acıma duygusu bile yok ! Bu nasıl bir şey?Sistem bunu nasıl başarabildi? Bir tür sibeorg donuk yüzler film platosu sanki yeryüzü !
O insanların kendi devleti bile şevkaft, merhamet elini uzatacağına, Felluce sokaklarında 1 gün zarfında 70.000 masum insanın hayatına kıyan katiller, caniler sürüsünü üzerlerine salı veriyor ! " öldürün" , "öldürme yetkiniz var".
Devasa bir sistemin ve onu oluşturan tüm değerlerin nasıl yerlerde süründüğünü görüyoruz; bizler dünyanın bu yakasında ne felaketler gördük , yaşadık ! felaketi yaşayanların üzerine "ölüm mangalarını" göndermedik.
Saddam Huseyin'nin kimyasal saldırısından kaçan ve ülkemize sığınan 1,5 milyon kürt mülteciyi nasıl bir hafta zarfında kamplara yerlestirdi Türk Devleti? üstelik kimsenin burnu bile kanamadan.
Bana öyle geliyor ki, Sevgili "Katrina" Amerika'nın tüm sistemini sorgulamaya geldi !
Felluce'yi unutmayan zihniyetler onların acısına bile duyarsız kalıyor, bunu sağlayan kendileri oldu, insanlık daha önce de özel mülk ve iktidar hırs peşinde koşan egemenlerin vahşi katlıamlarına tanıklık etti, Felluce bütün bu süreçlerin doruğunu oluşturuyor, O süreçte siyasal İslam bile sınıfta kaldı, hiç telaşlanmasınlar, müslümanlar için en büyük hakaret olan bir vahşet uygulandı, Camilerin içinde en büyük günah sayılan, insan öldürme törenine tanıklık ettik, kimden bir itiraz sesi yükseldi? buradan tek sonuç çıkardık bizler, İslami ya da dinleri kendi siyasi emellerine alet edenlerin meger tek dinleri varmış:PARA , bizler yani herkesin gözündeki "öteki"ler durmaksızın yazdık, itiraz ettik, içimiz, dışımız kan ağladı, gidip ta Amerika'lardan ahkamlar kesmedik .. o devlete sığınmadık , sırtımızı sermaye, güç, ve din bezirganlığına dayamadık, oysa Pir Sultanlar, Yunus Emre'ler, bu her zerresi "korunaklı" mülkün tüm kutsal değerleri, pak yürekleri sadece bizimle beraberdiler, beraberler kalacaklar.

Büyüklük ve Yeryüzünün efendisi olma "hevesine" kapılmanın bir bedeli var, işte onu ödüyor zavalli Amerika halkı, ki %52 'lik bir kısmı akıl tutulmasında yaşıyorlar !
Ben en çok o sakat, yaşlı , hasta, çocuklar, savunmasız insanlara acıyorum, acılarını kemik iliklerimde hissediyorum şu an.. işte o siyah gençler artık ellerine en öldürücü silahları alıp bu yakada, bizim coğrafyamızda bizi öldürmek için yolculuk yapmamalılar ve birilerinin"öldür" emrine karşı gelmeliler, sistemin onları bile nasıl ezdiğini , 200 yıl önceki esaretlerinde değişen bir durumun olmadığını KAVRASINLARRR ARTIKKK ! Çok isterdim sesimi duysunlar diye ..
Kiyoto antlaşmasını imzalamayan bir Başkanı başlarına Tac ederlerse, daha ne Katrinalara ev sahipliği yapacaklar, çünkü küresel ısınnma sorunu en olumsuz etkisini o coğrafi bölgede kendini gösteriyor, gösterecek.Bush'un akıl tutulması sendromu karşısında artık Tanrı bile çaresiz !
Alın başınıza vurun %52'lik tercihinizi !

Amerikalı dostlarımız 2200 çift kanlı postalı o yeşil bayırda gördüklerinde, bir dakikalığına durup düşünmeylidiler:bu gençler bizim evlatlarımızdı !
"kime ve ne için kurban verdik" diye sormaları gerekmiyor muydu?


ne muhabbeti,
ne selamı,
içim kan ağlıyor,


YAZARI: Sur Ortaylı


Nesnel Eleştiri ve Beatnikler 3.Bölüm



Kayıp, his sözlüğü anlamıyla kabaca, yokluğu acı veren şey ya da nesnedir. ‘’Kaybedenler’’ bu sıfatı bir eğretileme olarak kullanırken, mutluluk/mutsuzluk ikilemini bir çizgiye taşıyarak yüzeyleştirirler. Burada her ne kadar anlamın yeniden üretiminin kaygısı yoksa da, tüketim toplumunun kendisine bir eleştiri olduğu açıktır. ‘’Kaybedenler’’ işte bu nedenle sessizce gülümseyerek taşımaya devam ederler gazi nişanlarını, diğer yakıştırmalar gibi.

‘’ ‘’Canavar’’ ı uyumsuz faktörlerin bir birleşimi olarak tanımlamak geleneksel bir yaklaşımdır. Ben ise, her orijinal ve tükenmez güzelliğe ‘’ canavar’’ adı veririm.’’
(Alfred Jarry)‘’Beat’’ sanatının tarihçesinde yol alarak yazının amacından uzaklaşmasına izin vermek gibi bir niyetim yok. ‘’Modern’’ anlamda Dada bildirileri, sanatıyla bir çizgi izlemekse yerinde bir başlangıç olur. Fabrikaların, üretim bantlarının ‘’hiçliğimizi’’ üzerimize kustukları andaki ilk başkaldırı sesi Dada’dır çünkü. Dada, bir homurtudur düşte, yok sayıcı mırıltı; ter içinde sağa sola dönen gözün ‘’uykunun’’ sürgünlüğüne isyanı. ‘’Sanat’’ sınıfının Sanat Kolu, çöpe atılmış muhalif sözlerin bulunduğu gazeteden kesilmiş kolluğuyla.

DADA HİÇBİR ANLAM TAŞIMAZ.

‘’ Bizim için hiçbir şey kutsal değildi. Hareketimiz ne mistik, ne komünist, ne de anarşistti. Bütün bu hareketlerin bir çeşit programı vardı, fakat bizimki tamamen nihilistti. Kendimiz de dahil, her şeyi aşağılıyorduk. Sembolümüz hiçbir şeylik, boşluk ve beyhudelikti". (George Grosz, Dada Üzerine)

Çile yoluna (entelektüel bir iddiasızlık olarak) girmekte karar kılmış bir benliğin, hele ötekini anlama, anlamlandırma çabası içindeyse, yani ‘’nesnel’’ değil de, ruhun niteliğini, ağırlığını ölçmekte ısrarlıysa, şu satırlara kulak kabartması gerekir;

‘’ Deleuze, deneyim ile onu temsil eden fikirler arasındaki ya da duyu izlenimleri ile bunların inançlar halinde örgütlenmesi arasındaki basit ikicilikten hoşnut değildi. Deneyim üzerine kurulmuş bilinçli insan öznesinin etkin ve imgelemsel yapıtından önce, verilerin zihne aktarılır aktarılmaz içinde kuruldukları, sözcüklerin ve şeylerin dışında kalan edilgen ya da bilinçdışı bir alanı aradı. Zaten çözümü Hume’da bulmuştu. İlk olarak, duyu izlenimlerinin akışı ancak, bir fark açığa çıkardığı zaman fark edilir hale gelir; ampirizmin temel kategorisi farktır (Deleuze, 1991a:87). Olası en küçük fark, niceliksel bir değişim değildir; matematiksel ya da fiziksel de değildir-düşünceye girdiği ölçüde o, bir fikirdir. Bu yüzden duyu-deneyiminin ‘’atom’’u, zihinde var olan bir farktır. Sonuç olarak atom, zaman ve mekan (ya da tarih, dil, toplum vb.) gibi kapsamlı bir alanda var olmaz, aksine zaman ve mekan bu tür atomların ilişkisiyle kurulur. …(Burada zaman, şimdilerden oluşan boş bir çizgisel ardışıklık olarak ele alınmaz, aksine anların ilişkilendirilme tarzı sayesinde öznel deneyimde kurulur). …Öznenin kökü, geleceğe dair bir beklenti oluşturmak üzere geçmişe ve şimdiye ait deneyim atomlarını birleştiren zaman anlarının bir sentezidir. ‘’.

(Gilles Deleuze. Philip Goodchild-Deleuze ve Guattari, Arzu Politikasına Giriş/Ayrıntı)

İşte, verili, donmuş bir anı dikizlemekten öte bir öneri… Burada artık Yeni’den söz edilemez olur. ‘’…Bu yüzden olası en küçük deneyim, zamanın deneyimlenmiş geçişimi sırasındaki bir fark ya da harekettir (Deleuze, 1991a: 91-2)’’.

Böylelikle, umutsuzluğu tanrıça bellemiş ve tüm boş odaların onun mekanı olduğunu söyleyen Afgan Umutsuzluk Tarikatı, Melamilik ve Kalenderiliğin var oluşu, tüm yaşanmışlığı buhar olup uçmuş olabilir mi sorusunun cevabının da verilmiş olduğu kabul edilebilir. Ancak, kesintisizlik, ‘’ilerleme’’ miti içinde değerlendirilirse, üst söylem züppeliğini durdurma çabaları köreltilmiş olur. Hem, tanımların 0/1 doğasıyla oluşturulan böyle bir metinden ne denli dibe gitmesi beklenebilir… Küçük bir farkla yaratılan uzam, tüm inancın, gönencin kaynağı olmaz mı? Olasılıkların lunaparkında tutkulu bir müşteri olmak düşmelidir payına iyi bir eleştirmenin. Sosyal patolojinin sessiz neşteriyle sanat eserinin içine girebilirsiniz ama ruhuna değil. İyi bir tamirci ya da yedek parçacı olmak bile tutku ister. Öylelerini duymuşsunuzdur, hani şu el yapımı, sahte Porsche yapanlar.
‘’Bazılarını kovalamak ayaklarıma sürat kazandırır.’’ (Halil Cibran)
Bu sürati kazanabilmek için ilkin kovalamak gerekir, ‘’atomu’’, kökü, yüzeyde derinliği gizleyen ışık oyunlarını. Belki bir aşının, parçacığın gelip damarlarınızı vurmasını beklemek bile yeterli olabilir. Ben bunu önermem, en iyisi ‘’yola koyulmak’’ gibi gelir bana.
Bukowski, Gene, Vian, Ginsberg, Kerouac, Cibran ve hatta Neyzen bir yaşam tarzı önerir mi, hayır… Bir bakışın, bir Nirvananın ‘’bencil’’ meselleri olma olasılıkları daha yüksektir. Tevfik Kolaylı’nın nefesi, onun aydınlanması olur, hikayesi ise müzik ve bize bizden dolayı cılızca serpilen anlam yüklü bulutları.

‘’Daha sonra dedi bir öğretmen: Konuş bizlere Öğretme’ye dair.
Ve o dedi:
Hiç kimse size hiçbir şeyi aşikar eyleyemez;
Bilginizin şafak sökümünde hala yarı uykulu yatmakta olandan başka.
Mabedin gölgesinde, şakirtleri arasında yürüyen üstat bilgeliğinden değil, fakat daha ziyade inancından ve muhabbetinden verir.
Eğer o gerçekten bilge ise sizi kendi bilgeliğinin evine girmeye davet etmez, fakat daha ziyade kendi zihninizin eşiğine kadar size rehberlik eder".( Halil Cibran-Ermiş/Kaktüs Düşünce) .
William S. Burroughs öldüğünde bir dergi onun için şöyle bir başlığı uygun görmüştü; Moruk Öldü! O, böyle söylensin isterdi çünkü?!.. Onunla kurulduğu düşündürülen bu kaypak, şımarık bağın altında, Burroughs’un ölüm imgesinin satışı gizliydi. İstediğini yaptırmış, ölüm ilanının başlığını da baştan tasarlamıştı. Bu başlığın atılmayabileceği ihtimalini düşündü mü bilinmez ama çağın, kendi imgesini hortlatacağını ve defaten tüketmeyeceğini biliyordu.

Ağrı bozukluğu, tutku yoksunluğu, bu metinlerin dirimlik evrenini, işte böyle titrek bir düşe çevirir tümden. Uyaranlara karşı tedbirsiz, sorgusuz bir şuurun izini ‘’Beat’’ sanatının herhangi bir aşamasında sürmeniz imkansızdır. Seçilmiş acemiliğin, iddiasız profesyonelliğin, sessiz tutkunun çekiç darbelerini, kulaklarında bir davul gibi duymak isteyenler içindir onlar. Çantamı alıp giderim ile başlayan bir sıkıntının, sürgünlüğün horozu düşürdüğü, ruhun bu ‘’karanlık’’ dedektifleri saygıyı hak etmiyorlar mı şimdi söyleyin.

‘’ GİDEREK ARTAN bir hızla, giysileri taşlara ve dikenli asmalara takılıp yırtılarak, tepeden aşağıya inip alaca karanlıkta yerleşime vardı. Çok geç kalmış olduğunu hemen anladı, ters giden bir şey vardı. Onunla göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Sonra Bradley Martin’i gördü, ölmekte olan bir lemurun yanında duruyordu.
Mission, lemurun bedeninden vurulmuş olduğunu görebiliyordu. Sıcak kırmızı bir dalga gibi gelen bir öfkeyle doldu, buna karşılık Martin’de hiçbir kızgınlık belirtisi yoktu.
‘’Neden?’’ diye sordu Mission, tıkanarak.
‘’Mangomu çaldı’’ diye mırıldandı Martin, küstahça.
Mission’ın eli tabancasının kabzasına gitti.
Martin güldü. ‘’Kendi koyduğun Yasa’yı, kendin mi çiğneyeceksin Kaptan?’’
‘’Hayır. Fakat sana Yirmi Üçüncü Madde’yi anımsatacağım: iki taraf arasında çözümlenemeyen bir anlaşmazlık olduğunda düello kuralı uygulanır.’’

(William S. Burroughs, Şans Hayaleti 13. sayfa. Altıkırkbeş)

YAZARI:Cemil Atik


Enis Batur ile Gece Söyleşileri(7)


Perili evlerin ortak bir özelliği var: Oralarda ‘görülen’ herşey gerçek hayatta da oluverir. Genellikle kulübe halindeki bu evlerin bir prototipini Alberto Manguel, Türkçe’ye de yeni çevrilen, büyük yapıtında derlemiştir:
“Kulübede bir gece geçirmek talihsizliğine uğrayan bir seyyah, meskeninin birden devasa kızılderililerin hayaletleri tarafından istila edildiğini görmüş ve bir adamın kafa derisinin yüzülmesine tanık olmuştur. Dehşet içinde, katledilen adamın yüzünün kendi yüzü olduğunu keşfetmiştir.”

“Yabanıl Kıyı”, kuşkusuz dünyanın son noktasıdır sürgün bir hayat yaşamış bir yazar ve ressam ‘yoldaşı’ için(Gölge de diyebilirdim, çünkü bu tür metinlerde Yoldaşın yüzünü hiç bir zaman göremiyoruz.) Yabanıl Kıyı hakkında yazdığınızda, “Perili Ev” ve çevresindeki kasvet dolu doğa hemen bir metafora dönüşüverir, ne de olsa siz kafanızdakileri, ‘içeride’kileri yazıyor, yapıyorsunuz: İçinizdeki şair bütün düzyazılarınıza hüküm sürer. Gittiğiniz, gördüğünüz, yaşadığınız her yer bu içeridekilerle bir köprü oluşturursa, oluşturabilirse, kağıt içine girme vizesini alır sizden: Buna ‘Seyahatname’ demekle kimi kandırıyorsunuz?—En kabul edilebilen tanımlamayı yine kendi sözcükleriniz getirir: “ Bir anlatı, yazılı bir metin mi önümüzdeki, büyük boy, karanlık renklerin dokuduğu yağlı boya bir tablo mu—ikisi de olabilir, işin içinden çıkılması olanaksız.” Gerçekten öyle midir?—Bunu Edgar Allen Poe’ya sormak lazım. Burada düpedüz perizede bir metin ile karşıkarşıyayız. Daha önce başka bir perili evde uzun bir süre susuz, ışıksız yaşamıştım: “Kör Baykuş”tan söz ediyorum. Şimdi aklımda zonklayan soru, Hidâyet’in, masalının bir gün gerçekleşeceğini, o içinden çıkılması olanaksız metni yazdığı sırada, bilip bilmemesi.

Yaptığı her yolculukta geceyi yanında almayı unutmayan bir yazarın, birdenbire gözüne iliştiği, ama kimsenin kaynağını bilemediği bir ışığın içinde toplanan söz yumağını sökme telaşı bu. Evet, kimseye “gerçekçi görünmemiştir bu durum.” Onun içindir bir tek Danyal Peygamber ile konuşmaya can atmanız. Bir ‘abdal’ın sözünü başka kim anlayabilir?

Borges bir yerde Danyal’den söz etmiş midir, bilemiyorum, gelgelelim bu bütünüyle Borgesgil bir konu gibi geliyor bana: Danyal hiç öngörüde bulunmuş olmasaydı, bu perizede Tarih, başka bir yönde, başka bir mecrada akabilir miydi?--

İmgelemimizden geçenlerden daha gerçek bir gerçeğimiz yoksa, yabanıl hayvanlarımızla sarılıyken, hem de Danyal kadar Tanrı gibi bir yargıcımız olması şansından da artık mahrumsak, dünyanın bu son çehresinde, çöküşümüzün anlatısını emanet bırakacağımız bir kaya olacak mı?
.......................

(Bu işin bu noktada 7’de bitmesi iyi bir rastlantı gibi geldi bana.)

YAZARI:Hamid Farazande
borges defteri: değerli yazar-eleştirmen Hamid Bey'e 7 bölümlük bu yazı dizisini deftere kazandırdığı için çok teşekkür ediyoruz.



Ne Çabuk Geçmişiz...



Baksana! Ne çabuk geçmişiz
Geçmişi
Peki bu kadar çabuk mu geçeceğiz geleceği.
Yani bir şeyleri de çabuk ve hızlı yaşamadık ki biz.
Biz diyorsam, yansımalı varlıklarız hepimiz..
Birbirimize tuttuğumuz acayip şekilli binlerce
Aynadan yansırız dünyaya..
Ne diyorduk biz öyle ki?
Çarçabuk geçmiştik olanları, aklımızda kalan anı bulutları
Bir çitlenmiş çekirdek kabuğu
Eski bir ayakkabı – evet, yenisi almak gerek-
Kalp yaraları kalp yaraları... yeni yeni merhemlerle
İyileştirmek gerek ki biz sanki durmadan aynı şeyi yapıyoruz..
Birden ki ayaklarımız yerden kesilir gibi oluyor – aşk diyorlar buna-
Toprağa bastığımızda ise canımız yanıyor- gerçeklik-
Yeni tohumlar serpiyoruz gönlümüzün geniş kırlarına..
Yeni acılara göğüs gerecek gücü topluyoruz hasat mevsimlerinde.
Ama yine de yeniden. Değil mi? Bu ânı daha önce yaşamıştım duygusu..
Bu anı hiç yaşamamıştım duygusuna dönüşüne kadar aynı yörüngede
Uydu gibi dönüyoruz merkezinde biz.
Ve birileri yahut bir şeyler durmadan ölüyorlar içimizde
Ve durmadan doğuyorlar yine kendilerinden –kısır döngü-

Bir gün değil bir saat hiç değil. Bi dakika hiç olamaz
Ben hep kendimle konuştum durdum. Öyle ki sanki başkalarıyla
Konuşurken de kendimle konuşuyordum. Şaşırdım.
Sustum. İşte o anda
Bir ölüm sessizliği, kaskatı bir intihar boşluğu
Kapladı ortalığı. Konuşmasam öleceğim sandım.
-kes sesini dedim”
gök gürültüsü ardından simsiyah bulutlardan ince
yağmurlar düşmeye başladı..
alnıma..
kafatasıma..
doldurdum ben işte onu onca yağmurla..
Sundum tanrıma :işte ey tanrım, yıllar geçti, bir şey yapamadım
Ancak sana bir kafatası dolusu su getirebildim.
Kabuk et dedim.
Çıt yoktu. Gri mavi karışımı bulutların\ve sislerin her yönden gelmesiyle birlikte
Sokak ortasında buldum kendimi. Arabalar yanlarımdan geçiyorlardı
Kaldırma koştum. Kaldırımların ne de olsa tek üvey çocuğu ben değilim\biz değildik
Yürüyorum. Yürüyorum. Bir eylem olarak değil. Kaldırımda yürümek bir duruş biçimi
Olarak geliyor bana. Duranlara çarpıyorum. Sarsılıp yere düşüyorum.
Yoo bu ben değilim.
Olsa olsa kendinden kaçan adi bir kaçağım.
Her seferinde bir kaçış bir ara sokak bulunurdu nasıl olsa.
- tanrım diyorum kabul et ikramımı..
- bitti, diyor.
Ve suskun
Ve yorgun
Çekiliyoruz köşemize.
Hırıstiyan bir mevlevi
Budist bir yahudi
Müslüman bir ateist
Alevi bir derviş
...
Gözsüz bir yarasa
Kanatsız bir baykuş
Ölümlü bir vampir
Düşmansız bir savaş
Denge bozluyor toprak kayıyor
Sular yükseliyor..
- Bitti..Sesi yankılanıyor yankılanıyor..
- - bittikçe yeniden başlayan bir ruh durumunun içi içe yansımalarız bizler
- diyoruz.
Ve çekiliyoruz köşemize
Ve yorgun
Ve suskun.
Ve açılıyor masmavi kapıları cennetin
Daha önce hiç duyulmamış bir sesle
Ve açılıyor kapıları daha önce duyulmamış bir gürürültüyle
İnsanların yüzleri bembeyaz kesiliyor.
Biz aldırmıyoruz.
Hiç aldırmadık ki zaten. Cenneti. de cehennemi de
Ayrı yerlere koyuyorlar bizleri. Oturun diyorlar, zebani desem değil
Melek desem değil bir tuhaf yaratıklar.
Bekliyoruz...biz beklentinin en beklenen halinde
Ve Hâlâ bekliyoruz. Hükmümüz nedir merak etmiyoruz ama.
Günah desek işledik. Sevap desek... biz sevapla günahı dahi ayrı tutmadık
Birbirinden. Bir insanı da diğer insandan ayrı tutmamıştık. Ama ne yalan söyleyelim.
Kimsini sevdik. Çok.
Kimsisini sevmedik.
Düpedüz suçladık
Arkalarından bolca konuştuk.
Konuşmak gerekliydi çünkü konuştuk. Biz onlardan ayrı tuttuk kendimizi
Ve yine hep kendimize yenildik her nasılsa.
Bazı şeyleri yerli yerine koyamadık..
Tutunamayanalardandık hiç tutunamadık..
Kendimizden mi
Yok hayır
Hiç utanmadık.
Çünkü bu dünyayı ve olanları biz yaratmadık.

Bakınız işte onlar, işte ellerinde bir demet karanfil tutanlar
İşte onlar
Balık avlamaya giderken yolda arabanın lastiğini patlatanlar
Otobüs duraklarında duranlar,
Önemli ihaleler peşinde koşanlar..
Parkta çocuklarını gezdirenler,
Kedilere peynir verenler..
Rakıyla kavunu bir arada sevenler..

Onlar insanlar...ve bizler.. tutalım mı şimdi dünyanın
Bir ucundan
O zaman ne olur
Tutun siz de
Diğer ucundan kiDüşmeyelim. Ne olur...artık düşmeyelim
YAZARI:Ziya Alpay


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***