Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



Mektup /Cemil Atik



Yarenlik,
Oda; kapı, cam, altı yüz, gökyüzü…Oda; tutmak, eğlemek için değil, bir ışık gibi fırlatmak için zaman’sız. Sermest, hoş geldin dedi, buyur etti mütevazı, ellerimin içini, tüm nehirlerini eğilip öptü, öptüm gözlerinden ben de onun. Havasın ince, kalbin bir ağaç, hoş geldin… Altı yüzüm birbirinde seni aradı, gelmeni bekledim, kızma, geleceğin gitmenden belliydi. Çünkü aşk muhayyer değil, değiştirsen de odaları. Taş, toprak, su; kırıldım, karıldım, eklenip çıkarıldım, buhar oldum, şahit ettin sevdanın nuruna, nefsinin narına. Altı yüzümle gördüm, kokladım, dokundum seninle aşka. İzam etmedin, şahidinim, uzun belki senden ömrüm ama sen yaşadın, ben sadece tanığım.
Resim; kadın palyaço, ipek beyaz, kostümün dirseklerinde iki siyah ponpon, bir kalpten ayna tutuyor sol eliyle. Uzun kalem göz çevresini boyuyor, başında siyah bir bone. Lise zamanında anneme armağan ettiğim, bilerek seçtiğim resim. Tüm anneler gibi her sabah bir oyuna uyanacak, resimdeki ebedi an benzeri sonsuzca…
Nar’ı gördüm çok geçmedi üzerinden, diyeceklerime sus yarenlik, susman suskunu bilmesin. Her yerde ateş, dünyada… Ayakta yanmakta ruh, bazıları nur. Babamın küçülmüş omuzlarından birine dokundum, acele etmedim çekmek için elimi, sıvazladım… Sonra kapattım gözlerimi; ışık… Nar, zikir gibi geldi bana, geçti korkum. Şimdi hepimize ağlıyorum, kalbimde bir sevinç.
Nar; nurun içinden çıkma bir gurbet, cehennem de hasret, eşya da… Çöl niye yayıldı ki böyle ey dost, müştak etti, gözü kan doldurdu, tek teselli; temizledi, damıttı kanı şarap etti, sarhoş etti. Nur çöldeydi, şimdiki, önce yeşil, her şey tek-bir kalp atışına özgülenmişti. Kum genişledi, o ateşin külüdür kimse bilmez, yaka yıka geldi can odasına, tek-bir kulübe bıraktı Adem’e. Gördüm yaren, nasıl telaşlı fakir, fail. Bahçesinin, bağının üzerine serpilmekte, can evinden vurmakta, yavaş yavaş yakmakta kum. Etrafına şöyle bir baktı gördüm, bağını tutacak toprak kalmamış, döndü yüzünü Havva’ya, ağlamayacaktı, bu kadarıyla da olur diyecekti, çöktü dizleri; eyvah!.. Eşinin günahına ilk ağlayan Adem oldu, muvahhid dedi; tek fail Tanrı’dır, gel yürü can cazım, elimden tut bir şey kalmadı burada… Cennet, mekandan azade artık, yürek odalarımızda, vücudum narda.
Ateş Adem’in ayaklarını pişirdikten sonra…
Nur; şimdi öteki oldun, öteki oldum senin için, bana ağla, af dile benim için… Kendimi sırtıma aldım, acze içinde garip, gel sen de sırtıma ey Havva… Eylemek, edim Ar’af, ağlamak nur, tabanlarımda nar. Ey dost, cehennemde bile yaşam var, yaşam yeşil, yeşim.
Nefs; şikemperver gönül, aç domuz seni, muvahhidlik uzak hala. Failin odalardan odalara savurmasını nimet bil, yapıp-etme ondandır, aynanın suretine aldanma, katırın taşıdığına değil, o garip hayvana, bu teslim olmuşluğa bak da uyan!..
‘’Beni terbiye et ‘’ diye yakarmadın mı, aldattın mı kendini. O halde ağla, isyan utancını taşıma. Suyun sabrına bak, mağrur kayaları nasıl eritir zerre zerre. Dikilme karşısına, biraz sus da, sırrı bil.

Yaren, dost; her canın bir yoldaşı olsun, sen de yoldaş ol, şahit ol, şehit ol gitsin. Defterini meleklere bırakma, can dostlar yazsın nefs kitabını, bırak onlar uzatsın Tanrı’ya. Onlar şahit, günahlarımın şehidi olsun. Bak bir can, bir muvahhid… “Nefsim beni överse, çıkarım oradan, azığım sırtımda” diyor dostun, dinle, söz’ünü yüklen. ‘’Kendi kudretime yüz çevirdim, teslim oldum’’, dostunun sözleri bunlar, bu söz’le yan da teslim ol. Mücrimliğini gözlerinde okudu, çok geç değil. Mücrimliğini kendi gözlerinde oku, çok geç değil.
YAZARI: Cemil Atik


Tik Ağacı (Teak tree) / Fatma Özdirek



Tik ağaçları diyarından -Myanmar (Burma) ve Laos’dan- döndüm. Bir doğa tutkunu olarak Myanmar (Burma) ve Laos’un diğer özelliklerine şimdilik değinmeyip sadece; uzun boylu, kalın gövdeli, çok iri yapraklı tik ağacının öyküsüyle sizleri selamlıyorum.

Hamdım, piştim, yandım” demiş Mevlana. Bir insanın hamken pişip yanarak varması gerektiği noktanın süresi hiçbir zaman belirli değildir. Oysa oralarda öğrendiğime göre tik ağacının hamken pişip yanması için doksandokuz değil mutlaka yüz yıla gereksinimi varmış.

Kaynaklar tik ağacı için “Göbek odunlu, dış odun dar; ilkbahar dokusundaki gözenekleri iri, tek sıralı çember, sonbahar dokusundaki gözenekleri orta büyüklükte ve dağınık düzeyde; kesit yüzeylerindeki gözenekleri iri ve belirli; öz ışınları görünür; yağlı bir yapısı olup, damarları genellikle aynı çizgilerden oluşur. Dış odun gri, iç odun sarımsı açık kahverengi olup, iç odunu açık havada ve kendiliğinden koyulaşıp koyu kahverengi olur. Sert ve sıkı yapılı, esnek bir ağaçtır. Vurulma, ezilme, sürtünme gibi fizik etkilere karşı dayanıklı, az çeker, çabuk kalınlaşır, suyu adeta iter, böcek ve mikroorganizmalar tarafından kolay yıkımlanmaz, zor verniklenir, hava kurusu özgül ağırlığı yaklaşık 0,66 gr/cm3’dür.” diyor.

Çok dayanıklı bir ağaç olduğu için pek çok yerde kullanılan bu değerli ağaca Myanmar ve Laos’un pek çok bölgesinde rastlamak mümkün. Öyle ki, dünyanın tüm doğal zenginliklerine göz diken ABD’nin, konuştuğum kişilere göre yalnızca bu değerli ağaç yüzünden bile oralarda gözü var.

İnsanlar, yaşam, altın ve değerli taşlarla kaplı tapınaklardan fırsat bulup, özellikle yollarda olduğum zaman bu bölgenin ağaç ve bitki türüyle ilgileniyorum. Bilmediğim o kadar çok bitki ve ağaç türü var ki yeni olan her şey ilgimi çekiyor.

Bu kez dağlara çıkamadım. Myanmar’da doğru dürüst yol bulamanız zor, ama kıraç bir bölgede olsanız bile patika, ham yol (stabilize) ya da yeni yeni açılmakta olan geniş otoyolların kenarlarında mutlaka düşsel tüneller oluşturmuş devasa ağaçlar var. Bazı bölgelerde bunlardan biri de tik ağaçları.

Tik ağaçlarını doğada görmeden önce bu bozuk yollardaki devasa kamyonlarda devasa kütükler olarak gördüm. En incesinin çapı kırk santimin üzerinde. Dış görünümü hiç de düzgün olmayan, çoğunun içi de oyuk olan ağaçlar. İnsanı bu şekilsiz kütükler mi bu kadar dayanıklı diye düşündürüyor.

Ve nihayet yol kenarlarında rastladım. Yeni dikilmişinden devasasına kocaman yapraklarıyla diğer ağaçlardan ayrılıyor. Görünümü çirkince bir şey. Ama siz benim çirkince dediğime bakmayın bu bizim Şirince’nin öyküsüne benziyor. Eminim ki onlar da yağmur zamanı tozdan arınınca şirince bir şey oluyorlar.

Ve yüzyıllık bir ömürle hamken pişip yanıyor insanoğlu için çok önemli bir zenginlik kaynağı oluşturuyorlar. İnsanlar onu gemi, köprü, konut, mobilya, fıçı, tabak, çanak, kaplama malzemesi ve dahi diğerleri, anımsayamadığım onlarca ürünün ana maddesi olarak kullanıyor; bunlarla dayanıklılığı sayesinde uzun bir süre keyif sürüyorlar.
YAZARI:Fatma Özdirek


Seni düşünüyorum- Boş ver:düşünme / Sufi



" değer verdiğim, kültürlü ve zarif bir dostum bana yeni kitabını yollamış.
Tam açıyordum ki, kendimi kravatımı düzeltirken yakaladım."
Walter Benjamin


Herhangi bir sanatsal, edebi yapıt nasıl ve neden sevilir ki? Bu soru hiç tanışık olmadığımız yollar, yordamları, teknikleri sordurur aynı anda. H.Hesse yazın serüveni hakkında yazmayacağım. Ama bu sıralar içine sürüklendiğim girdap “Knulp”u yeniden okumama neden oldu.
Knulp ?
Sahi o da kim?
Özetle kim olduğunu anlatayım:
Faydalı görünen birçok kişiden daha az zararlı biri.
Knulp gibilerinin çevrede yeri yoksa bunda çevrede suçludur !

Eski bir dostunun sesini duyduğunda, tüm yorgunluğuna karşın Knulp içinde sevinç çığlığı atar, o bir hayat acemisi değil.
Knulp, Emilo Rothfussile’den okuduğu bir dörtlükle yol alır:
" Zavallı serseri..
Yorgunluktan ölmüş
İyi kalpli insanlar, iyi olun
Uzun yolculuktan yuvasına dönmüş bu zavallıya."


Knulp bizlere unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor yalnızlığınızda ıslık çalmayı, onun hünerlerinden bridir, camın ardında genç bir kızı görür, gece vaktidir. Onunla konuşmak, konuşmayı bir şaka ile bitirerek onun biraz daha neşeli uyumasını diler Knulp, “ama eğer seslenirse genç kızın korkup mumu hemen söndürmesinden" çekinir. Islıkla beraber şarkı söylemeye başlar: “Vadinin serinliğinde, değirmenin çarkı dönüyor”.
Knulp’un sesi öyle tatlı öyle hafif duyuluyordu ki, genç kız nereden geldiğini bilmeden , melodiyi uzun süre dinler..
Söyler misiniz sevgili defter okuru, en son sizi , iç sesinizi kim dinledi? Kimler sizin ruh pencerenize yaklaşarak yalnızlığınıza dokundu? Yaşam şarkınızın ritmine uyarak sizinle beraber kim ağladı? Kim gülümsedi ?
- “Karşıda biri mi var ?” sorusunu duymayalı kaç zaman oldu? Çevrenizi bunca kalabalık sarmışken hem !


Yetilerle dolup taşmak insan’ı nasıl etkiler? Bu durum kendi hayatımız için bir “anlam” ve “mana” çıkarmak için yeterli mi?
Sosyal anlaşmalar kapsamında, aşka , düşlere, hayallere inanmak ne denli mümkün?
ne denli "akıl" işi, aklın işi ! " O senin aklın, benim kulağım hep kapı
halkasında olsaydı " ifadesi neyi anlattı bize? İnsan ya "kahramanca" bir kendine güvenle özerkliğini vurgular ya da "üstün" bir güçle kaynaşma yoluyla güvenlik arar: yani 'belirir veya birleşir, ayrılır veya içine gömer. Ya kendi kendinin ana babası olur ya da ebedi çocuk olarak kalır' ne hoş, işte içinizdeki çocuk hiç dinmesin der bu sufi kulunuz. Varoluşunuzun bir başka verisi olan o müthiş "özgürlüğünüz" ! sahi nerede..?

Edebi bir yapıtın içinde sizinle aynı anda düşünen, düşündüren “kişilik” olduğu gibidir.Biraz siz, biraz da yazarın ta kendisidir o “kurmaca kişilik”.
Bundandır belki de güvenerek herşeyin gerçekleşeceğine inaniyordu Knulp.
“Olduğu gibidir” Knulp.
Hatalarını kabul etmez, “tashihi mümkün olmayan ve şüphesiz yazarın sesi olarak,” gerçek bir tanrısal yansımadır. Bir tanrı ki dini herkesce kabul edilen bütün dinlere ait olan ve hiç kimse seçilmiş olmayan biridir ! Peki bunca “ bezirgan” varken bu nasıl mümkün olacak?
H.Hesse bir bayan okuruna yazdığı mektupta Knulp için şunları dile getirir: ( Knulp gibi tipler benim için çekici tiplerdir. “Yararlı” değiller, ama zararları da yoktur. )


İster zayıf olsunlar, ister zararlı olsunlar, insanları seviniz. Ama ..ama ne?
Onları yönlendirmeye sakın kalkmayınız, bu sizin en büyük ve geri dönüşümsüz hatanız olur.


- “dönüşünü bekleyeceğim, Pek tatlısın, dedi.”
Dönüşünüzü beklyenler yoksa, bir şeylerin “sorunlu” gittiğini anlarız artık sanırım, değil mi sevgili defter okuru?
Walter Benjamin yaratılış hiyerarşisinde (bir insan’nın) nerelere varmak istediği ile o kişinin (aynı anda) nesnelere bakış tarzının onu nasıl da “mistiklerinkine” yaklaştırdığı görüşünü beynimin korteks tabakasında hızlıca yokluyorum.
Ve bu ıssız, tenha gece(m)de Hür’ü anımsıyorum, tıpkı pirimin ressam Deniz Bilgini ve Furuğ’u andığı gibi.
“Ne güzel yaşar giderdik seninle” Hür.
“İşte o çatallı, sanki hiç söylenmemiş, ama bıçağımın ucuyla önümdeki porselen meyve tabağına yazdığın gıcırtı tümce” Hür:
-Ne yapiyorsun?
-Seni düşünüyorum.
-Boş ver, düşünme.
-Boş ver olur mu?
OLUR MU Hiç?

Ne için çağırdın beni?

“dertleşmek için”.. dostum, dertleşmek..
"Bir Ah, Siyah" diyen sen değil miydin?

ne bu "melal" böyle,.. Ey candostum?

Knulp , Hesse, W.Benjamin işin bahanesi ..

YAZARI: Sufi.



Maske / Feryal Tilmaç



benim aryam bu, benim masalım
öylesine hissettiğim ta içimde
de ritmine adımlarımı uydurduğum
uğrunda şimdilik bende kalsın
ne öyküler tutturduğum
zamanın durduğu yerde olurum
çaldığında, dururum da zamanın
durduğu yer olurum çaldığınca
tutarım sarı taftadan kabarık eteğimi
ve karanlık labirentinde kentin
koşarım kanallar boyunca
benim aryam o, o kadın benim
ayışığı ile yıkanan köprülerden geçerim
selam veririm geceye ve yaşlı kiliselere
yüzümde ölümce suskun bir maske
ile benim o kadın , o arya benim
la donna e mobile, la donna e mobile

(*La Donna e Mobile, Rigoletto, Verdi)
YAZARI: Feryal Tilmaç


Bir Güz Öyküsü / Ulus Fatih




Değirmene gitmek için tan atımında yola çıkmak gerekir. Alacakaranlıkta köylü, çuvalları ak benekli eşeğine yüklediğinde, haneyin dip köşesinde yığılı buğdaylar, küflü ıslak kokularını, ürperen esintide; önce ağaçlara, yaprak aralarına, oradan da ovalara, dağlara, uzakta dağ diplerindeki köylere taşıyorlardı.Köylü, dolaşık, bayırlı yola düzüldüklerinde şöyle bir geriye dönüp baktı. Kümesi andıran evlerin hiç birinde tek bir ışık, tek bir pırıltı yoktu. Bir kuşun, çınlayarak başının üzerinden geçişiyle, ileride bir ışığın göz kırpması bir oldu. El büyüklüğündeki delikten bir ışık çıngıdı bir an, iki üç ve bir daha görünmedi. Köylü ne demek oluyor bu diye hiç sormadı. Köyden iyice uzaklaştıklarında, Meandros ırmağına yaklaşıyor ve yolları üzerindeki derenin ötelerinde, keçi yolundan aşağı düze iniyorlardı. O güne dek hiç düşünmemişti, ağaran yeryüzünde eşek bayırdaki yoldan, nasıl da dengeli, nasıl da bir güven içinde iniyordu... İç güdüsel bir sesle mırıldandığını duydu, katık torbasını ilk kez unutmuştu bu sabah serinliğinde, eşeğin yamaçtan inerken gösterdiği özen, yaşama sevincinin usuna düşmesine ve katık torbasını unuttuğunu anımsamasına yol açmıştı.Şimdi dereye dek inmişlerdi ama; akan suyun kıyısından incecik yola süzüldüklerinde, güneş hala doğmamıştı. Tan aydınlığının ürpertici sessizliğinde, titreşen servi yapraklarına bakıyordu köylü, bayırın yukarısında, -en uçta- akçıl bir tavşanın gizençle hoplayıp zıpladığını gördü, düş mü görüyordu ne, tan alacasında, -yamacın tepesinde- yapayalnız neden oynasındı ki bir tavşan! bastıran uykunun tatlı esiniyle bir kez daha baktı, evet ikiydiler! bir satirle el ele danslar ediyordu tavşan, dikkatle bakınca, minicik boynuzları olan, mask gibi bir yüze sahip olduğunu gördü satirin (tavşansa iki ayağı üzerinde, öylesine eskilerde kalmış insanlığına bir özlem duyar gibi dans ediyor ve sanki onları uzaktan süzen tanrısını da ürkütüyordu).Filizlenen gün ışığında -çiseleyen yağmurun- kar topu gibi kabarttığı mantarları toplayarak yürüyordu köylü, giderek açılan gökyüzünde, serin ağaçların altından, akıp giden dereye, kız böceklerine, suda kayan minicillerle, başları kıpırtısız, öylece duran kurbağalara bakarak uzaklaşıyordu...Yarı uykulu, ne denli yol aldığını bilmeden, gözleri ak halkalı eşeğinin ardında yürüdü durdu. Sonra bir an; içinde sinik bir ürküntünün büyüdüğünü duyumsayıp, kalabalık ağaçların arasından izleniyormuş gibi bir duyguya kapıldı ve görküyle gözlerini ağaçlara çevirdi. Zeus izliyordu onu; gök tanrısı! bulutlardan gür sakalı, yıldırım gözleri, Jüpiter başıyla, örgün, kuyruksu saçları, kuzgun tüyü gibi yerlere serpilmiş ve sanki tanrı yanı başına gelmiş ve sanki göz gözeydiler!..Köylü bir an, göğün tümüyle yittiği -hiç görünmediği- sarı salkım iğde kokularıyla dolu bir yola girdi. Taç yaprakların, alaca yumruların, -düşsü- çakımlarla parlayıp, buruk kokular yaydığı, gün eriminde, kuşların kısa kısa uçuşup ötüştüğü, zarif bir koruluktu burası.Tanrı peşini bırakmış, yukarıda göğü kızıla boyayıp, ayaza karşın altınsı oklarını saçmıştı artık. İğdelerle örülü yolun; daha önceleri bu denli uzun sürmediğini anlayan köylü birden ürperdi ve az sonra dallardaki kertiklerden sızan ışığın, bu bulantıyı canlandırarak dağıttığı, yarı karanlık yolda, yıllar ve yıllar önce düşlerinde gördüğü, -prizmaya benzer- üçgensi bir tünele girdi! Tünel -gitgide hızlandıkça- kararıyor, geride bıraktığı yol, ışık demetlerinin patlayarak aydınlattığı, erinç veren geniş boşluklara dönüştüğü halde, bir türlü geriye dönüp kurtulamıyordu. Uyku sersemiyle ayılır gibi oldu, bir parça gözlerini oğuşturdu, son bir cesaretle geriye dönüp baktığında, güneşten parlak, ışık saçan bir cismin alüminyum dev bir kapağa dönüşüp, tünelin ağzına geçtiğini gördü ve hızla kendilerine yaklaşan ipliksi bir diskle, karanlığın içlerine doğru akmaya başladıklarını sezince; eşeğin gözleriyle alevsi, kızıl bir çıngı olup -tuhaf uçumda- hızla yanından geçip gittiğini fark etti!..Eşek ve kendisinin bir düş olduğunu anladı!.. Ve her ikisi de, gitgide sıvışan bir oluğun içinde sölpüleşip sığışarak, algı kapılarından, gerçeğin yurduna doğru yitip gittiler...(Ta ki soluk bir lambanın ışığında, biri onları düşleyinceye dek!..) &.
YAZARI: Ulus Fatih


Usta Çırak Çatışmaları Ve Empati / Ömer Serdar





BAŞLARKEN:
Defter’in düşüncelerimize kattığı ince
düşlere ve ince düşlerin defter’ e
düşüşlerine…

Usta çırak ilişkisini ve bireyin kendiliğini kavrama kayıplarını, güdüler ve anlam bakımından ele almak istedim. İşte buradaki Empati çözümlemesi, bu iki anlayışın irdelenmesine yönelik kısa bir çalışmadır.

Bu yazı makale kıstaslarına göre değil. Alıntıları satır aralarında parantez içi açıklamalar olarak belirtiyorum. Bunun nedeni yer kazanmak, safları sıklaştırmak. Buradaki okuyucu kitlesinin kavramların altlarını doğru doldurarak ne denmeğe çalışıldığına dair objektif yaklaşımlarda bulunacakları konusunda da iyimserim. Aynı nedenlerden dolayı burada, empati (duygudaşlık) kavramının sözlük anlamını açıklamaya da gerek görmüyorum. Amacım Edebiyat kuramına, davranış bilimsel açıdan bir bakış eklemek.

Kuramsal açıdan üleştirmeyi hedeflediğim için “Aşamalı Empati Sınıflaması” ve “Geliştirilen Ölçme Teknikleri” hakkında yeni bir sahne kurmalıyım. Ki; sorularımız olabilsin ki; irdelemelerimizin çıkarımları “el vicdanda” objektif yapılabilsin.

Aşamalı empati sınıflamaları çalışmaları, yabancı literatürde de çok fazla değildir. Truax ve Carkhuff (1967), Carkhuff (1969), Hammond ve çalışma gurubu (1979) gibi. Benim tercihim ise ülke dinamikleri açısından daha çok benimsediğim üç temel empati basamağı sınıflandırmasını gerçekleştiren Prof. Üstün Dökmen’ in çatısıdır. (Dökmen, 1988).

Dökmen, Onlar basamağı, Ben Basamağı ve Sen Basamağı biçiminde üç temel empati basamağının iletişimdeki isim/sıfatları oluşturması ile daha geniş bir açı yakalamış. Kuramın zamir hallerinin her biri de kendi içinde “düşünceler” ve “duygular” olarak iki alt basamağa sahip. Buradan gelmek istediğim nokta, aynı kriterlerin ortaya koyduğu iletişimde bireyin üstlendiği, üç değişik tepi.

Yetişkin Rolü: Algısal ve bilişsel rol alma. Yani “onlar” açısından duyumsama.
Çocuk Rolü: Duygusal rol alma. Yani “ben” açısından duyumsama.
Anababa Rolü: Duygunun iletilmesi ve sıkıntıda olana yardım edilmesi. Yani sen açısından duyumsama.

Düşünsel sahnemiz işte bundan ibaret. Şimdi izlek açısından bakıyoruz.

İletişimde üstlenilen bu üç rol toplumların genel empati eğilimlerini de açıklıyor. Örneğin ahkâm merakı, bir Anababa rolü üstlenilmiş iletişim değil midir? Sosyal-politik açısından ülkenin kurtarılmadığı kahvehane, herkesin kendi başına kesin haklı olmadığı bir siyaset var mıdır? Vatandaş düşüncesinden emindir, çok bilir ve düşüncesi çok zor(kolay) değişir.

Dileyen araştırabilir, bizim toplumumuz, iletişim açısından Anababa rolünün ağır bastığı bir toplum yapısı gösteriyor (Dökmen). Üretim imece usulüdür. Bileşik yasalar, öykünmeden ibaret ve çıktılar gerçek üretimden uzaktır. “Bu halktır, oysa aydın onun dışındadır” diyenler de olabilir.

Bir toplum, aynı bedenin yaşam sistemi tarafından beslenen organlar gibi davranır. Yani kan basıncı tüm organları etkiler, kaçınılmazdır bu. Medya, sosyal bilinç, sokaktaki yaşam, eğitim, kök benzerliği, sosyal tepkimeler, ne derseniz deyin; entelektüel de bu bütünün bir benzeri. Ama bir farkla; o davranışının kuramsal olarak hangi sonuçları verdiğini anlayabilme yetisini taşıyor ya da taşımalı. Çünkü bu onun sorumluluğudur. Burada yazdığım yazı da zaten böyle olmasa hiçbir şey ifade etmezdi. Yani, bir anlamda hepimiz insanız ama bazılarımız, bu olguyu fazlaca düşünür, yazar, resmeder, ifade yolları ararız.

Belirtmek isterim; sanat kuramlarında kimi zaman toplumcu ya da bireyci sanat gibi eleştirel yaklaşımlara ben yine sosyolojik olgu dışı bakılamayacağını düşünüyorum. Çünkü avama ulaşmış ve kabul görmüş her sanat zaten toplumsaldır. İkinci yeni olayı için, toplumsal gerçekçi karşıtını ortaya koyanlar, bir anlamda kuramsal analizi geliştirirken diğer yandan sosyal bilinç çatışkılarını yarattılar. Diğerleri açısından ilgi duyulan her eser estetik açıdan eleştirel bir yeri hak eder. Ancak burada sosyal etik kavramı önemlidir. Hikmet Kıvılcımlı’ yı bilenler kısmen buna bir anlam atayacaklardır.

Coğrafyanın insanlarının mevcut eğilimlerinin etiği tartışılmalıdır. Çünkü günümüz iletişim- etkileşim gücü artık öyle boyutlara varmış ki, on yıl içinde tüm yapı tamamen zıt ve kendine yabancı bir hale dönüştürülebiliyor. İletişim çağı bireyi neredeyse bir Ferisiye dönüştürmüş. Dezenformasyon cennetten çıkma. Bkz., evlilik ve kadın erkek ilişkisinin özerkliği. Bir de tv’ lerde “ikinci bahar” lar vs. Her şeyden öte insanın sapkınlığının kitleye taşınmasına duyulan bu ilgiye ne demeli? Şüphesiz Anababa toplumu iletişimine alışmış, düşünce yozluğu içine sıkışmış, karar alma yetisini yitirmiş bireylerin ilgi duyacağı bir alan bu. Para getiriyorsa da sorun yok. Devam. Erebos’ un kollarında yeni bir toplum kuralım?!

Ancak ana hatlarıyla yeterince belirttiğim bu olgunun sonuç aşamasında beni ilgilendiren yanı, yazınsal sanatta da aynen tekrarlanıyor olması. Kısaca, çağımız artık o meşakkatle ilerlenen usta-çırak ilişkisini yeniden sorgulamalı. Bu deneyim ve bilginin küçümsenmesi elbet değil. Yukarıda değindiğim değişimler ve oluşan yeni kriterler eşliğinde şu demek oluyor: Soralım: Bir eleştirmen veya dergi editörü ilk kez okuduğu bir isme veya metne objektif empati kıstaslarıyla ne kadar bakabilmekte? Yoksa sonuç(metin) yerine, bireyi, onu tanıma ve kendinde olumlama, hatta bireyin baskıcı eylemini, azim gibi yanlış bir terimle mi yansılıyor? “Yüzünün suyunda yıkandım” diyemez eleştirmen ama “Suları yüzünle yıkadım” da demiyor, eğilimi yanlış. Deniz ölümcül zehirli atıklarla kaplı. Bu denizde plaj ne gezer?

Gözden uzak olan gönülden uzak kalıyor. Bir kişisel tercih midir bu? Öyle denebilir ama insanı o hale getiren şartlara ne demeli?

Yeni yazarların çıkamama ya da yeni ve etkin seslerin duyulamama nedenlerinden biri de bu. Ustalar, hiç yadırgamasınlar. Onlar da Anababa toplumunun içinden ve meşakkatli yollardan ulaştıkları mevkilerine gelir gelmez artık şartlı refleks haline dönüşen bu tutumun bir parçası haline ç/evriliyorlar. Yeni sesler sandıkları birçok yazınsal çıktı eskinin rötuşlarından ibaret kalıyor.

Rötuş, bir eksiğin giderilmesidir. Bütün, rötuştan ibaretse ona, bütün diyemeyiz. Yazınsal ilişkilerin sosyal boyutta ve neredeyse metinden daha öne çıkan bir yapıyla değerlendirilmesi de metin için rötuştan ibarettir. Öyleyse bütün olmama riski var.

Yazınsal bir metne güvenmek diye de bir şey olduğuna inanmıyorum. Olması gereken sosyal şuurun niteliklerinin o yazınsal metne karşı takındığı tavırdır. Kaleme güvenmekse bir başka dertli meseledir. İronik bir olgudur bu. Bir yanda çok okunan niteliksiz bir yazın diğer yanda iyi olanın ayırtına varması gittikçe güçleştirilen az okuyan niteliksiz bir toplum. Şu güven olgusu da ilginç elbet.
Güven istemem ben. Güven, kibir zehri taşır. (N.Ataç, kimi zaman önceden dediklerine ters düşen sözler söylediği kendisine hatırlatıldığında; “O, o zamandı, şimdi böyle” dermiş. Bu sürekli devingenliktir)
Düşünceler, açıklık ve çok boyutluluk, bir habitat olsa, yaşam çeşitliğinden kendi hayatımı yitirir, hayatımın kendiliğini çeşitle kutlardım. Son satırları içrek, gizemci, yazmamın elbet nedenleri var. Aslında konu benim dışımdadır, insanınsa ta içinde. Mutlak doğruyu aramak yerine doğal olanın sibernetik sapkınlıklarına odaklanalım.

Yani hermetik yapının söylediği bir şeyleri duyup da gerilen kimse, öncelikle nasırına kendi basmış demektir. Önce ve sonra yerine şu anın hakkından gelelim.

Yukarıda söyledim. Deniz kirlidir. Plajın neyini tartışalım?

YAZARI:Ömer Serdar



Unutmamak gerekir, anımsamak gerekir…



Babil Kulesinin Yağmur Kuşları



Hayatta kaybedenler gece avlarına çıkmaya başlıyorlardı...” (Orson Welles)

Sadece yara izlerimizi gösterdik birbirimize...!

“Sonunda bana da bulaştılar, kendi hallerinde yürüyüp geçseler” dedi .
Yıllardır içine akan damlalar , sürekli damlama, hacimsel su artışına neden

olmuştu ! Bir süredir hiçbir şey düşünmeden yürüdüğünü fark etti... çocuk kalbi. Ayaklarının eski bir binanın merdivenlerini tırmanmakta olduğunu fark etti. Soğuk demir parmaklı bir kapıyı tutuyordu şimdi, ağır...“Bu kapıyı açmalıyız, ama nasıl? ...çok ağır değil mi? hep beraber hareket etsek içinden akabilir mi parmaklarımız?”... sesi sadece kendisi değil, onun gibi düşünen ve paylaşmayı önemseyen tüm kalender kalemler de duydu ....kapıyı çevrelediler, sözcükten kale gibi, gökyüzü'nün sessizlik kulesi gibi...bilirsiniz, o çocuk kalbi sadece yutkunur, ağlayamaz. Gök gürülder birden. Ve çok kısa bir süre içinde yağmur başlar....Bir kaç damla gelir ve yanaklarına dokunur, hemen ardından yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlar, ama kimse yanaklarını ısıtarak aşağı süzülen, yağmurun kamufle ettiği, tuzlubir kaç damla yaşı fark etmez bile ...sonra , yani elinden damlayan ilk damla denize ulaştığında; tüm teninin sarsıldığını hisseder, tüm yaşamının boşalma anıydı hissettiği, Gökyüzündeydi şimdi, aşağıdaki insanlara göre-göreceliliği yok sayıldığında tabii-aşağı tabir edilen yöne doğru düşüyordu. Ona göreyse her yöne doğru akıyordu durmadan...Yere hiçbir zaman düşmedi, düşürmedi Borges’in İstanbul anılarını barındıran sessizliği: defterini.
Bardağı taşıran son damla da göz pınarlarından vücut içine yavaşça yola çıktığında, bir şimşekle birlikte gökyüzünde patladı düşleri...
o an bir ses duyulur oldu , çok uzaklardan:


' Sadece yüreklerinde giz taşıyanlar
yüreklerimizin gizlerini okuyabilirler '... !


B.D
borges'in düş tarlası !


Astral Rüyalar, Eterik Bedenler / Sufi



Astral rüyalar var, bilirsiniz belki. Astral rüyalarınız daha önceki yaşamlarınıza dönme şansı verir, hani o tatlı rüyanız. Bu üçüncü boyutta rüya görmek demektir, (işler gittikçe karışıyor sanırım, yine Portinho da Arrabida , yani Atlantik okuyanusu kıyı şeridinde son günlerini zorunlu olarak geçiren ve sadece “ayakta” durma seferberliğinde olan bir garip sufi neler gördü ki rüyasında? Rosa farkında değil, “son gülen aşık güler”..). Buralara gelmeden önce ben de Galata Mevlevi kapısını ziyaret ettim, sonra sırf kitap okumaktan görme yetisini yitiren ve adını kimsenin bilmediği ama görülmeye değer mermer taşa kazınmış gözlük (kabartması) ile o eski adsız aydını sonsuz uykusunda ziyaret ettim .
Sonra, Logaritmik bir “ hüvel baki” türküsü eşliğinde ayrıldım ( tebessümünü görür gibiyim).
Her şey bilinçlidir ya da bilincin derin bir boyutunda gerçekleşir diyelim şimdilik.
Hiç eterik beden diye bir tanım duydnuz mu?
Hani Spiritüel , Zihinsel, Fiziksel bedenin uzantılı halkası .
Diyelim ki fiziksel bir rahatsızlığınız var, veya o gün başınız hafiften ağrıyor, işte o baş tam bir “baş belasına” dönüşüyor ve kendi rüyasını yaratıyor, siz farkında olmadan üstelik bu tuzak kuruluyor. Eterik beden ise kendi mekanizmasını yaratıyor, kendine özgü biçimde rüya görür. Hani eterik, meterik rüya demeyin, Batı psikolojisinde tam bir karmaşaya neden olmuş bir kavram, Freud amcayı bile yanıltmış bu “ucube” şey , o tüm bunların bastırılmış arzulardan kaynaklandığını sandı, sadece bununla yetinmedi binlerce sayfalık araştırmalara ön ayak oldu.
Eterik beden rüyalarda yolculuk da yapabilir. Örneğin, bir gece vakti bedeninizi kolayca terk edebilirsiniz. ( daha neler, yoksa dün rüyamda gördüğüm kişi o “rüya kaçağı” siz miydiniz ?)
Bu koşulda fiziksel bedeniniz sadece yerli yerinde “horlar” ! ama o sıra eterik bedeniniz çoktan “üsküdarı” geçmiştir ..
Onun içindir ki bu “fazda” mesafe kavramı tam bir “saçma teorisine” dönüşür.
Aniden Kanatsız kuş olur eski Bizans'ın üzerinde uçarsınız, kimse bravo bile demez !
Eterik bedeninizin farkında olduğunuzda o boyuttaki rüya aniden bilinçli hale gelir.
Çok eski bir doğu geleneği olan ve ilk defa sevgili jm’den duyduğumda çok şaşırdığım nokta ise gelmiş geçmiş , tarihin en büyük düşünürü İbn-i Sina bile (bir Sufi olarak elbet) eterik vizyonlar yaratmak için doğunun hoş kokularından yararlanmış olmasıdır, sadeleştirilmiş biçimiyle koku atom parçacıklarının, kandaki oksijen aracılığıyla beyinde yarattığı tepkimeler ve ardından gelen derin, dingin uyku. İbn-i Sina bilndiği gibi aynı anda tarihin görüp tanıdığı en büyük hekimi, bilim adamıdır. Muhtemelen hastalarını biraz rahatlatmak, dertlerinden kurtarmak amacıyla da kullanmış olabilir bu yöntemi.
Keza kimi sesler ( elbet ki karga sesi değil) ve renkler de bu alanda çok etkinler.
Yine tarihin ilk teofizik hareketinin filozoflarından olan doğulu bir bilgin, bir keresinde “mavilik” rüyası terimini ortaya atar, bu maviyi size ancak bir Ressam gösterebilir, eh aramızda bunca ressam olduğuna göre bu şansınızı da kullanmaya pek niyetiniz yoksa orası sizin bileceğiniz “iştir”, ben karışmam, ( bu arada bir sitem: Sergilere bunca duyarsız ve hiç olmamış gibi yaşamayı cazip bulan üstelik adını yazar, şair olarak tanıtanlara ne demeli? Aksayan, çuvallayan renkleriniz ne durumda Şairim? Şair ve Ressam’ın kıran kırana dostluğu ve tartışmasından yoksun bir ortam biliniz ki tam bir bedevi kültürüdür, ki onlar bile bunca duyarsız değillerdi ).
Evet, mavinin çok özel tonundan söz etmiştim, aradan yıllar geçer ve günün birinde bir seyyah ama cin gibi zekası olan bir kervan lideri, bilge’nin ne aradığını bulur ve ona getirir.
Bulunan ise çuvallar dolusu altın , ne de yakut, zümrütler dolusu keselerdi.
Tam o bilge insanın aradığı mavi tonu bulmuştu, kadife bir kumaş ve o çok özel mavi renk !
Ve Bilgin o mavi kadife ile yığınla insana bir tür iç huzur vermeyi başarır.
Bu en coşkun ruh halinizde sevdiğiniz bir müzik, koku, ses etkisine de benzer..

Neden mi yazıdım tüm bunları?
Basit ve çocuksu bir nedeni var:Annemi gördüm rüyamda !

Yüzü parıl parıl parlıyordu.
Her “oğul” Annesini görür, uyanık veya uykudayken..

Şirin’nin Ferhad’ı gördüğü gibi, ya da tam tersi.

Ve bu sabah bir düşe sarılarak uyandım..
O da bende saklı kalsın.. “ taksim-i hayalden müberra” ..
Siz sağlık ve afiyette olun efendim , daima.

“Sufi Güncesi XI.v , Portinho. 17 kasım 05”

YAZARI: Sufi.

Yazilarin redaksiyonunu ustlenen Argos ve gorsel tasarimlar icin (...)’e cok teskkur ederim.


Picasso ile Kahvaltı /Feryal Tilmaç



Güzel bir sabah. Paris güneşi seviyor. Ben de. Onunla tanıştığımız yerde buluşup kahvaltı ediyoruz. Les Deux Magot’da. Önlerdeki masalardan birine yerleşiyoruz. Bu saatte turistler doldurmamış henüz St. Germain Bulvarı’nı. Kiliseyi seyrederek düşüncelere dalıyoruz. Yaşlı ve kibirli bir garson gelip siparişlerimizi alıyor. Kahve istiyoruz. Ben croque monsieur yiyorum, o croque madame. Ya da tam tersi. Cinsiyetin ne önemi var sözkonusu tostlar olunca, cinsiyetin ne önemi var sözkonusu dostlar olunca! Ben üstüne bir sigara içerken o kalemini çıkarıp yeşil beyaz kağıt servisin üzerine bir şeyler çiziktiriyor. Bir yudum kahve alıp burnu yüzünün kenarında bana bakıyorum. İki tane ağız çizmiş, bugünlerde çok konuştuğumdan şikayetçi diye düşünüyorum. Kahvaltıdan sonra o Montparnasse’taki stüdyosuna gidecek, ben üniversiteye derse. Hesabı istiyoruz. Fazla bulup huysuzlanacak biliyorum, aldırış etmeyeceğim. Bu adamın cimriliğine bile bayılıyorum. Kahkahalarla gülmeme neden oluyor. Garson sadece çizdiğiniz kağıdı alsam yeter diyor. Keyfi kaçıyor, somurtuyor. Kafeyi satın almak istiyorum demedim, sadece hesabı getir diyor. Kibir kibirle çarpışıyor. Garson yenik ve sakin getiriyor hesabı. Başımı çevirip başka taraflara bakıyorum suskun kahkahalar atarak. Bu adam beni güldürüyor. Ağlatıyor ya da. Normal olamıyorum yanında. Yine de şanslı olduğumu düşünüyorum kalkarken. Acaba o ne düşünüyor? Kilisenin çanı on bir kere çalıyor. Son bir kez çan kulesine takılıyor gözüm, öpsün diye yanağımı uzatırken. Akşam Le Dome’da yemek yiyeceğiz unutma deyip arkasına bakmadan gidiyor. Meydanda dolanan bir grup güvercin ahenkle havalanıp bulvarın üstüden geçiyor. Odeon’a doğru yürüyorum, ortalık kalabalıklaşmaya başlamış. *Bütün ellerinin sokakları aşktır senin a Pablo…(*Bütün ellerinin sokakları aşktır senin A. Petro/ Ece Ayhan) dalgınlıkla yaşlı bir Amerikalı’ya çarpıyorum ya bir gün beni sevmekten vazgeçerse diye düşünürken. Pardon!

YAZARI:Feryal Tilmaç


(h)iç-sel aşk / Mustafa Nazif


uzak diyarların sürgünü; yaslı,
kaldırımlarını süslerken derin yalnızlık.
aşk; bir yok adı(n) saklarken içinde,
terket bu şehri, zaten belki de hiç olmadı...

şimdi sürgüne vur kendini, kaldırımları süslerken derin yalnızlığın... yâkûtî bir renge bürünürken gece; aşk can çekişiyor, sen kalabalıklara karışıyorsun... ve fakat; çilekeştir gece. boyarken rengini başka bir renge, ki; gece doğum ânı gibi, acılı ve bir o kadar sancılı bir güne terkedecektir kendini. gecenin hüzünlere boyanmış başka bir renginde; ben hicret ediyorum, sen orada olmuyorsun...

aşk; hüsrân ve aşk adına ne sölemişsem hepsi yalân... gelmediysen ve gelemediysen suçu değildir yolların. dövünmek vakti o an ve belki de ağlamaktır; kendini yalanlarıyla boyadığın, yalanlarına adadığın işte hayat! şimdi gözü yaşlı/yaslı; bir yalana daha inanıyorum, sen ağlıyorsun....

dövün; işte yalanlara bezenmiş hayat!
bir dönemeç daha uzaklaşıp gitmekte.
kim, ne demiş, heyhat; neler söylenmiş?
doğrudur her yalan işte bir o kadar gerçek.

vefâdır aşk için çekilen her çile ve çilesini kaybetmişse her soluk adımladığın aşk; bir kalemde silip gitme vaktidir o an / ve gözü yaşlı arkana bakarken bana uzaklaşan yollarda, ben herşey oluyorum, sen hiç kimse... bir şair yaşarken de ölürken de hiç kimse'sizdir... ki; bir o kadar kalabalıklardan uzakta yalnızlığa karışan ömrünün her noktasında hiç'liği yazarken bir o kadar herşeye karışmaktadır.

şimdi öldürüp gitmek lazımdır aşkı /
şimdi terketip gitmek lazım bu şehri /
şimdi ölmek lazımdır /
belki?...

YAZARI: Mustafa Nazif


Evrenin Genişlemesi-Bireyin Çöküşü / Cemil Atik




Toplumla ilişkisi, kişisel üretimi, sağır bir “kolektivizmle” anlamlandırılan-tanımlanan ve nihayet indirgenen birey, özgeci yaratımını aracısız paylaşıma sunmakta, bunu duyurmakta hiç bu kadar zorlanmamıştı. Üretim araçlarının ülkelerin sınırlarını zorlayan büyüklükleri, aynılığın salgınına dönüştüğünde “bireyin” bu dev ölçeklerde nerede konumlanacağının, nasıl bir insana dönüşeceğinin kehanetinde bulunan ilk Nietzsche’ydi kuşkusuz. Nietzsche, ‘Üst-İnsan’ın kendisinden yüzyıl sonra geleceğini muştulamasına rağmen, erken vehmin faşizmin gerekçesi olması, politikanın bu verimli kaynağı kullanmaması düşünülemezdi. Zarathustra’nın sırlı müjdesini verdiği, “tarihin” atölyesinde kaçınılmaz olarak tasarlanan, ‘iyinin ve kötünün ötesinde’ varolmaya itilen ya da bunu seçen ‘adam’ nasıl biriydi? Öyle sınırları zorlanmış bir hayatın uçurumundan dönebilen biri olmalıdır ki bu, Walter Benjamin’ in “gelişmesini” acze düşmüşlük içinde gözetleyen bir çift gözü olmamalıdır onun.
Uçmaya hazırdır kanatlarım
dönmek isterdim elbet geriye
çünkü o zaman canlı olarak bile kalsaydım
azalırdı şansım yine de. (Gerhard Scholem, Angelus’tan Selam)

“Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.” Walter Benjamin

‘Üst-İnsan’ asla ideolojilerin hiçbirinin tezgahında seri-üretilmiş bir kurmaca “birey” değildir. ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’, doğal olarak onun gizini sıradan gözlerden saklamayı başarmış metinlerin bütünüdür. Diyonisosçu palyaçoluklarla açıklanmaya çalışılması, ‘Üst-İnsan’ın ince bir buz üzerinde inşa edilen baskıcı ilk tanımına cila çekmektir hepsi bu. Ne insan’ın karikatürüdür, ne heccav bir Yunan arketipi, ne de hazzın tekerliği kırılmış, yokuş aşağı denetimsiz sürüklenen kötücül arabası. Yazarının insan olmanın getirdiği küçük zaafları taşıyor olmasıyla, yazılarında geleceğini duyurduğu insan arasında benzeşen ya da bütünüyle ayrılan yanları netlikle çözümlemek için artık çok geç; “Tanrı’nın ölümünden” hemen sonra o da yaşamını noktalamıştır. Sorunlu Biyografilerden birinin de Nietzsche’ninki olması mümkündür bu noktada. Yazılarını temel alarak, Diyonisosçu bir sergüzeşttir başlarda ama ya attığı “çalım” ne olacak; her şey tam da bu kısacık an’da olup bitmişti, Üst-İnsan’ın şavkı yüzüne vurmuş ve ardından geldiği gibi gitmiştir sessizce. Nietzsche’yi kara sevdaya düşüren bir düş, çağların en zaliminde, nükleer karda açan bir kardelen, diren geç bir yengeç…
Stanley Kubrick’in “A Clockwork Orange” filmindeki Alex’i, tam bir zamane palyaçosudur, sahibi olduğu Beethoven’in metal büstü gibi sanatın ruhuyla arasında özdekçi bir ilişkiden öte bir şey yoktur. Sanrı, vehim, vahiy taklitçiliğidir adı, kahince derinlikten yoksun, yükselmek isterken kendi üzerine çöken bir çamur. Alex, dönüştürücü işkence altında bile artık “yaratıcı muhalefetin” popüler imgelerinden birine evirilmiş Beethoven’i korumaya çalışır. Oysa F. Nietzsche baba evini terk etmiştir, Wagner’i, müziğin insanın biricik kurtuluşu olduğu gevezeliğini yapmaya devam ederken. Alex, uzlaşır ve “kurtulur”; yıkıcı muhalefeti, kamusal şiddetin bütünü içinde “normalleştirilir”, çünkü insan buna daha fazla direnemezdi. Kubrick’in başarılı yürüyen öyküsü, Diyonisosçu edime bir eleştiri olmanın yanında, belki de kurmaca Üst-İnsan’ın sürükleneceği parçalanmaya da işaret etmektedir. Nietzsche’yi antik türkülerle kendine doğru sürükleyen “SİREN” nedir o halde, onun “kısacık” başarısının sırrı?.. O mefkure, sırlı temas, Üst-İnsan’dır, bir meczup gibi ruhunu kayalara vurup yaralayan. Bengi Dönüş, şamar oğlanına dönmüş ruhların samsarası değildir onda. Tennessee Williams’ın betimlemesiyle dalga olabilmektedir keramet, kayalık için bir tül sadece; dalga geri çekilir, geri gelir sonra. Bedene bağımlı olmayan bir sonsuzluk alıştırmasının sınırsızlığı içinde ayakta durabilen ‘Zeitgeist’in batınıdır, en çok. Birey kendi içine doğru çöktüğünde, parçalanamaz olandır, artık çorbaya dönmeyecek olan. Ama özün, harlı bir çift göze dönüşmesi önlenemez artık, baktığında yakıp kavuracaktır. Batının canda tecellisi, yapıp etmenin hikmetine yelken bastığında tüm ikilem ortadan kalkar böylelikle. Piramidal kayanın üzerinde Nietzsche işte bu “teslim olmuşluğa” dokunmuştur. Belki de ebedi huzuru, sükuneti duyumsadığı tek an’dır o; özgürlüğün vecdi aştığı, anlatılamaz bir memnuniyetle her şeyin geri geldiğini kavradığı aydınlık hal. Kutsanacak, lanetlenecek hiçbir şey kalmamıştır, bilginin tekil hali karşısına dikilivermiştir, bilincin “melekleştiği” saf, katıksız bir iç içeliğin kendi kıyılarını dövdüğü bir ipek.
Mekanın poetikası, analojisi ve tabii ki, ontolojisinin derisini sıyıran bir an’lık ermiştir o. Varoluşundan yüzyıl sonra gelecek “meleksi” insanın tarifini aldığı an, o an’dır, tanrılardan ateşin çalındığı o an’daki gibi. Belki Prometeus’la biraz yakınlaşmıştır burada, ancak Nietzsche “pasif direnişi”, zihinsel üretimin karşı konulamaz ‘yabancılaştırma’ yeteneğinde bulmuştur. Sıradan insana biçilen rolü görmüş, Kuşku Çağı’nın insana tek önerisinin bu olduğunu kavramıştı. Evren ve sonsuzlukla göz göze geldiği o an, öznenin ömrünü heba edebileceği bir tutkuydu artık onun için. Ancak, burada daha öncü söylenmemiş, söylendiği ya da yazıldığına tanık olmadığım önemli bir ayrıntı hep atlanmış görünmektedir; piramidal taş “yalvaç”ın gezintiye çıktığı gölün yakınlarındadır, kısaca ‘insana ait bir yargı taşımayan’ doğanın içinde. Doğa tek bir mekandır, henüz bölünmemiş ve korkuyla parçalanarak aynılaştırılmamıştır. Onunla ilgili tek bir tanımı ya da yargısı olmayanın önceleri insan olması ne garip. Cennetten kovuluş, ‘bilgisiz, yargısız şimdiden’ kopuşa itilen insana verilen ne büyük ceza… Doğada telkin ve tedbir bulan filozof, kentte bir meczuba dönüşüverir. Ödipal bir savaşın geçtiği yerlerdir kentler, doğa ise rahme geri dönmektir. Marx’ın ‘gerçek refah toplumu’ deyip geçtiği zamanın, salt iktisadi sistemini kaydetmekle kalmayıp, ruhunu da getirir Nietzsche. ‘Gerçek refah toplumu’ tanımı da bu yüzden sorunlarla doludur ya; Atina Kent Devleti bir türlü istediğini vermez ona. Düşünürlerin yönettiğini düşlediği bu dünyayı kölelerin emekleriyle ayakta tutması bize çelişkili gelebilir ancak, onun için bir iç denge olup çıkar. Burada ironik bir analojiye sürüklenmemizin istenmesi de muhtemel… Bu bahis şöyle özetlenebilir;kentle
(parçalanma-aynılaşma), doğa (özgürlük-yargısızlık) arasında çatışmalı bir çift gözdür onunkisi.

Kuşku Çağı insanı Nietzsche’nin müjdelediği Üst-İnsan değildir, ancak gübresi olacaktır. Doğayla ilişkisi kopma noktasına çoktan varmış günümüz insanının, doğayı kentte kurmaya çabalaması onun kıyametine, en hafif tabirle cehennemine dönüşüvermiştir. En beterinden “Diyonisosçu ların” çağıdır bu çağ. Nietzsche’nin kölelerinin kendilerini Üst-İnsan oldukları kuruntusuna kaptırdığı zamanların şafağı çoktan söktü. İnsanlık uzun ve sıcak bir öğlen güneşinin tadını çıkarıyor gibidir ama gece de çökmek üzeredir.
Genişlediği ya da belki de küçüldüğü söylenen evrenin, insanın küçülmesiyle bir ilişkisi var mı bilinmez ancak kurmaca “bireyin” tüm koşullanmışlıkları içinde, açlıktan kusmaya dönüş yaptığını söylemenin de zamanıdır artık.
Selma Girgin’in bir sohbetimizde dediği gibi; “Nietzsche’ye koşulsuz bir “Diyonisosçuluk” atfetmek, satır aralarında pornografi yapmaktır”.

YAZARI:Cemil Atik


Ayna Ben / Şafak Çubukçu



1.
griye dönen mavi
metalin soğuk bakışı
gökyüzüne
dokunur gibi
bakıyorum
aşağıdan yukarıya
ve
sarıya dönen hurmaları görüyorum.

2.


Su
ayakta duran soluk alan nesne
taşın genişleyen o eski gövdesinde
usulca yayılıyor geceyle
eritiyor maddeye akan us-dışı (sahici bakışı)
geriye doğru kaykılıyor
ve gülümsüyor.

3.


Arar ,arar ki yaprağın değişen rengini ufukta
denizin göğe bir armağanı sanarak

bakar,bakar ki adanmış münkesif gözlere
gök-tengrinin aynasında kaçarak

ben aynayım
ayna ben

fakir ve hane-ber-duş
pişinde bir şikayete hasret...


YAZARI: Şafak Çubukçu


Sappho / Şiirler



Sayın Hocam Prof. Doğan Kuban
ve duyarlı yüreği için, iyi ki varsınız..

I:

Haber verin herkese,
En güzel nağmeleri
Söyleyeceğim bugün
tüm dostlarım için.

II:

Duyuyorum, herkes onun ardında konuşuyor.
Diyorlar:
Leda
bir gün yumurta bulur
ve sümbüllerin arasına gizler.

III:

Ey Gecelerin Ecesi,
Prıl prıl parlayan Hekate,
sırmalı giyislerinin içinde
Aphrodite'nin buyruğundasın.


IV:

Neden ağlıyorum?

V:

Bu gece,

Zaman akıyor.
ve gece yarıya bölündü,
Ay battı,
çok sonra yıldızlar.
Bense
yalnızım, yapayalnız yatağımda.

Şiirler : Sappho
Türkçe Çeviri : Sufi.


Daha önce hiç sappho şiiri çevirmedim bu ilk deneyimimdir, doğrusu marx'ı çevirirken bile bu kadar zorlanmamıştım. Sappho tam bir sır küpüdür, bu sevimli kadının 2000 yıl önce söylediği dörtlükler beni hep başka dünyalara götürmüş..
kim bilir onun kıskandığı Kythere'li ya da paphos'lu olarak bildiğimiz ve deniz,
aşk, güzellik , çiçek, mevsimler tanrıçası ne müthiş bir kadındı!
onun "neden ağlıyorum?" bu tek dizelik şiiri çağımızın anlına asılacak soru olmalı..
neden ağlamaz ki insanlık? Felluce'de bir günde, sadece bir gün içersinde 5000 masum insan'nın hayatına kıydılar, üstelik kimyasal napalmlarla, Sahi: NEDEN AĞLIYORLAR ONLAR? sufi.





Tarihi Yapının Çığlığı / Prof. Doğan Kuban



TUBA Şeref Üyesi, Amerikan Mimarlık Enstitüsü Şeref Üyesi, Türkiye ICOMOS Kurucu Üyesi ve Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü kurucusu, Türkiye’nin son donemde yetiştirdiği en önemli kültür, mimarlık ve sanat tarihçilerimizden Prof. Dr. Dogan Kuban :


"Divriği Ulu camisi ve Şifahanesi’ni korumak bir ulusal kültür görevi ve uygarlık borcudur.Anadolu Ortaçağı’nın, eşsiz bezemesiyle en büyük anıtı olan Divriği Ulu camisi ve Şifahanesi'nin, şimdiye kadar bütün Ortaçağ yapılarının restorasyon adı altında tahrip olmalarına neden olan tamir sürecinden kurtulması, ve özel bir yasa ile koruma altına alınması için bir kampanya başlatıldı. Bu bağlamda Türk toplumu bir uygarlık sınavından geçmektedir.Bu yapının bu dosyada örnekleri görülen essiz taş oyma bezemesi, Türk kültürü için, hiçbir bilgi ve teknik hatayı kabul etmeyecek, popüler ve bürokratik söylem ve yönteme kurban edilemeyecek kadar önemlidir. Bu mucize miras için özel bir yasa gereklidir. Hükümete, bürokratlara, bu alanın uzmanlarına, aydınlara ve Türk kamuoyuna yapılan bu çağrı, Divriği Ulu camisi ve Şifahanesi'ni korumak için özel bir yasa çıkarılması çağrısıdır.Hükümet bu konuya eğilerek yapının onarılmasını öngörmektedir. Bu konudaki sorun "Türkiye’de bu restorasyonun mevcut yasa ve yönetmeliklere göre yapılmasının, yapının tahribi anlamına geldiği" kaygısıdır. Bugüne kadar Türkiye’de bu içerikte hiçbir yapı restore edilmemiştir. Başka bir deyişle bunu gerçekleştirecek bir bilgi birikimi yoktur. Kaldı ki, 1228 tarihli bu başyapıt ayni yasalarla yarim yüzyıldır restorasyon adı altında büyük tahribata uğramıştır. Bu restorasyon surecinin geçersizliği, restore edilirken tarihi niteliklerini yitiren sayısız yapı ile kanıtlanmıştır. Divriği Ulu camisi böyle bir riske atılamayacak kadar önemli, ulusal tarihin en büyük simgesel ve temsili ürünlerindendir ve evrensel bir sanat tarihi yapıtıdır."
YAZARI: Prof. Doğan KUBAN

iletişim:
borgesdefteri@yahoo.com


Sözsüzlüğünden Yayılamayan Düşünceler / Feryal Tilmaç




Ah şu lafa bir türlü giremeyenler yok mu! Yok mu? Var, var. İlk cümlemiz bir soru cümlesi değildir zaten, bir serzeniştir, yok diyen sevgili okur! Yol yakınken geri dön, bir daha oku. Var, varmış, gördün mü? Hani toparlayamaz da sözü, tutar elinden dolaştırır, belki de “son” yazısı çoktan inmiştir göz perdesine dinleyen konumundaki zavallının da o lafı uzattıkça uzatır…Bunu dile getirmek gerek. Dile getirmek dedim de pek tuhaf geldi, zihinde olan fiziksel kuvvet marifeti ile tutup da kolundan getiriliyor sanki. Bak önüne ey fikir! Düzgün yürü, canlı ol, sağa sola yalpalama, dire bacaklarını, gırtlaktan geçiyoruz duvarları zedeleme yaslanıp da iki yana, küçük dilin ordayız, dikkat et kafanı çarpma! Eğil, eğil, ha gayret dokuz boğumu geçtin başarıyla. Ne zormuş dile getirmek seni, bir yola yordama koymak da anlaşılır kılmak başkalarına... Ne diyorduk, bu bir türlü lafı toparlayamayanlar, zihinleri mi dağınıktır bunların? Sanmam ki sebep bu olsun, hem mazeret mi? Hangimizin aklı karışık değil ki? Böyle derli toplu bir şey olsaydı zihin dediğin, pek rahat etmez miydik hepimiz? Öyle ferah fahur, aralarında cetvelle çizilmiş gibi boşluklar ile yan yana, alt alta, üst üste istiflenmiş düşünceler. Hayvanların kozmetik deneylerinde kobay olarak kullanılması konusunda ne düşünüyorsunuz? diye sorulduğunda, düzgünce katlanıp üst üste dizilmiş kazakların arasından altta kalanları üstüne dirseğinizi koyarak sabitleyip, üsttekileri elinizle kaldırıp aradan aldığınız mavi kazağı bulmak kadar kolay olsa bu işler! Bir dakika der, hayali dirseğinizi canlılar, hayvanlar, hayvan hakları, yaşama hakkı yığınına dayar, üstteki insan hakları, güzellik, estetik, lüks tüketim, ebedi gençlik katmanlarını dağılmasın diye bir sıkı tutar da çekiverirdiniz aradan. Yanlış buluyorum, yanlış…Sonunda insanlığın hizmetine sunmak için de olsa bir cana eziyet edilmesini yanlış buluyorum. Hayati önemi olan kimyasallar değil ki bunlar hem, bir derde deva ilaç olsa, çevirir insan başını bir yana, içten içe bilir çünkü bir gün kendisinin de o tedaviye ihtiyaç duyabileceğini ve teslim olur soyunun bencilliğine. Görmezcik, bilmezcik, duymazcık olur. Bir küçücük maymuncuk! Ama ebedi gençlik ve güzellik düşü için kıyım, doğrusu insan soyuna bile fazla gelir bir bencillik. Değil mi ki bir yanılsamadır fiziksel güzellik. Akan bir ırmağa sarılarak durdurmaya benziyor gençliği ebedi kılmaya çalışmak çabası. Dahası…Neyse, biz ne diyorduk? Şu toparlama meselesi. Söze bir türlü girememek. Yürüyen merdivende aksi yönde ilerlemeye çalışır gibi takılıp kalmak kelimelere, küçük fikir çıkmaz sokaklarına çarpıp geri dönmek, savruk düşünce sapaklarında kaybolmak, söylemek, söylemek ya bir türlü diyememek, ana yola girememek…Bunu dile getirmek gerek. Getirmeli ki huyu bu olanlar duyanda, bilende, bir pay biçerler belki de, sözde bir lafa başladım, geldiğim yere bak, oldu mu şimdi? diye sorarlar kendilerine. Sorarlar mı? İnsan en zor kendinin farkına varırmış, yalan mı? Yalan mı dedim, yalan nedir ki? Herkesin gerçekliği kendisine değil mi? Her konuya bin açıdan bakabilir insan, bakabilmeli, gerçek dönenip durmalı, gevşeyip toplanmalı, boşlukta dönenmeli. Son çözümde biricik değil mi? Sorgulanmalı, çalkalanmalı, yadsınmalı, bulanmalı, durulmalı ve bulunmalı. Her yalan doğrunun öbür açıdan bakılarak anlatılması diye tanımlanmalı. Tüm yalanlar birleşip doğruyu…Sadece tanrının bakış açısı yoktur, o her şeyi görendir. Perspektife ihtiyacı olan zavallı insan algısı. O vakit meleklere öykünmemeli. Yalan söylemeli, söyleniyor ya zaten hiç durmadan, en başta kendine, kabul etmeli söylendiğini. Kabul edilen kötü huyun bir önemi de yoktur artık. Adı konmaya görsün yok olma sürecine girmiştir çoktan. Kötü deyince düşündüm de, kötü de göreceli değil mi? Kötü huy da ne demek şimdi? Hangi huy iyidir, hangisi kötü ve kimdir karar mercii? Şu lafa girememek de bir kötü huy mu? Bakın konuyu dağıtmamak diye ben buna derim. Sözü toparlayamamaktan dem vururken dağıtmak, tam da konuya dikkat çekmek için yazılmış bir metne aykırı düşerdi. Aykırı, ayrıksı, ayrık otu…Tüm ayrık otları temizlenmeli mi? Belki de tanımlı alan, dışına düşenlerle korur soluk da olsa renklerini. Renkler, soluk, silik, canlı, pastel, karışık, bulanık renkler. Hepiniz birleşip beyazı…Takılıp kaldığımız kelimeler, raftaki mavi kazak, tersine çalışan yürüyen merdiven. Çıkmaz sokaklar, karşı konulmaz kuytular, anlam serapları, yanıltıcı sapaklar. Sonsuz sarmal bir hareketin içinde dönüp duran gerçekler. Parçalanamaz bütün, beyaz doğru. Arkada bir söz bulutu bırakarak dörtnala uzaklaşan, sözsüzlüğünden yayılamayan düşünceler. Ah şu lafa bir türlü giremeyenler! Var mı? Var tabii. Söylemiştim. Evet, ne diyorduk?

YAZARI:Feryal Tilmaç


Kesikler / Özcan Türkmen



anlatılmaz.bir bakışın geri dönmeyişi.
sonsuzayan mesafe, ırakaksayan göz.
verev bir kesiktir, geçmemiş miş’li.
iletişilmez.

kaç vücuttur büyümüştür sükut.
özoyunlarının bir hemen mızıkçısı.

aynı avluya terkedilmiş bir
çocuktan. yağmur vermiştir göğüme sıkkın.

gecelerin geniş zamanlı
rahlesinde.

Hurufi esrarını okuduğumuz ayın.

aşk mıdır bir deniz çekilmiştir...


YAZARI:Özcan Türkmen


Bir Sırrım Yok



Bir sırrım yok, Kalbim açık bir kitab'a benziyor.
Zor değil , aç oku.
Tarih, sana bağlandığım günden itibaren başlıyor.
Ne yapmışsın böyle kendinle?
Sesini yeryüzüne bağışlayan kadın.
Yeşeren ağacın gölgesini bana bırakıyorsun,
huzura erişmem için.

Neden yeşil mürekkebi döktün?
Seni çizdiğim o rengi.. Sonra
Ak, Kara bir kadın'a dönüşürsün işte.
Kim rüzgarın yolunu kesti?
Yağmurun sesini, Buğday gövdesinin ağırılığını,
Yasemenlerin bağışlayıcı ruhunu?
Kimin yüreği rüzgara yön veriyordu?
Med-Cezirlere?
Gemilerin şarap, fildişi, nar arayışlarına?

Sen fıncanımda görünmeden ,
Kimse kahve falımı okuyamaz biliyorsun.

Ve hepimiz
Her şeyi inkar edebiliriz
Tanıdık dost kokusu haricinde..
Ve hepimiz
Her şeyi gizleye biliriz

içimizde adım atan o "kadın" haricinde..

Şiir: Ünlü Arap Şair Nezar
Çeviri:Kasra Mehrnia (Arapca aslından)

dostum Sur için Lisbon anısı !
unutma café life on Rua Augusta'yi ve
"abri los ojos, los alcé hasta el cielo y vi como
la noche se cubria de estrellas" dizesini.
evet aynen böyle der Shiraz'ın sonbahar bahçesinde gezen eski dostun,
senin deyiminle "mehr".
buraların ? pek tadı yok dostum, gülücük hala evlerin zulasında saklanıyor!
Şile'yi, yollarını, denizi, feneri, en çok sohbetini .. . . .
Rosa'ya "una flor".. K



Yağmurun Çocukları ../ Sufi



Acı bir gerçektir ama yıllar önce yayınlanan bir BM raporunda, savaşla yüzyüze gelen çocukların dünyasının tanımı içinde hiçbir şeyin muhafaza edilmediği, kutsal sayılmadığı ve korunmadığı, en temel insan haklarından mahrum, perişan bir manevi boşluk olarak tanımlanıyordu.
Çocukların hakları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen 1989 Çocuk Hakları Sözleşmesi, tarihteki en popüler insan hakları antlaşması halini aldı.
Birleşmiş Milletler üyesi tüm ülkelerin bu sözleşmenin bütün “maddelerini” ivedilikle yerine getirmeleri kaçınlımazdır, çünkü her geçen gün dünya çocukları için şartların biraz daha ağırlaştığını biliyoruz.
UNHCR verilerine göz atmamız ne anlatmak istediğimi açıklamam için sanırım yeterlidir:

-- 87 ülkede 60 milyon çocuk kara mayın arasında yaşıyor, yılda 10.000 çocuk mayın kurbanı oluyor.
--Şu an tüm dünyada en az 30.000.000 çocuk en kötü ve insani olmayan koşullarda çalıştırılıyor.

-- Her 100 çocuktan 16 kişi resmen köle muamelsine maruz kalarak en ağır işlerde çalıştırılıyor!

--Batı Avrupa: 100.000 kadar yakınlarından ayrılmış çocuk bulunuyor, Faransa, İtalya’da bulunan barınma kamplarında bir lokma ekmeğe ulaşmak sığınmacı çocukların en büyük düşüdür, Batı Başkentlerini bugünlerde yakıp yıkan ateşin küllerini bizler yakından biliyor, tanıyoruz, yukarıdaki demir parmaklalıkların ardındaki çocuklar Fransa'da bulunan sığınmacı kamplarındaki suçsuz çocuklardır, Boşnak, Arnavut çocuklarını izliyorsunuz..


--Son on yılda iki milyondan fazla çocuğun çatışmlarda öldüğü tahmin ediliyor.


--2005 yılı içersinde 7 milyon çocuk savunmasızca doğal felaketlere maruz kaldılar,
4 milyon Pakistanlı çocuk son depremden dolayı travmatize oldu, ölümle pençeleşiyorlar.

--UNHCR verilerine göre : 300.000 çocuk zorla silahlandırılarak savaşlara sürüldüler, şu an 10 milyon çocuk yardım alıyor, oysa iç savaş, bölgesel savaşlarda en az 6 milyon sakat çocuk yardım bekliyor.

Ne yapmalıyız?

Elimizden geldiği ölçütte insani yardım örgütleri ve UNHCR’e maddi ve manevi desteğimizi sürdürmeliyiz, borges defteri’nin hassasiyetle konuya odaklandığı bu yazıyı tüm yardım ve mali bünyesi güçlü özel kuruluşlara iletmeniz de “içtenlikli” bir çabadır, her türlü şiddet ve kötü muameleye maruz kalan , bırakılan ve ruhlarına “şiddet” ruhu serpilen bu çocuklardan çok uzak değil "yakın yarınlarda" ülke olarak “fırtına” hasat etmemek için tüm bunlar gereklidir.. bu çocuklar hepimizin çocuklarıdır.


yağ ey gölgeden yoksun bulut,
devran
aşk'ı bizden çaldı..

neredesin ?

gökyüzünde mi?
ay rüyası arasında mı?
söyle,
bir "işaret" peşindeyim..küçük ellerini arıyorum..

YAZARI: Sufi.


Düş /Ulus Fatih


Çok uzaklarda, dağların arasında serviler içindeki bir vadide uyuyordum. Sanki bir düş görüyordum. Renklerin karanlığında bedenden bedene geçiyor, pul pul parçalanırcasına, gorgonlar, feniksler ve minotaurlara dönüşüyordum.Bir zaman sonra kırmızı ışıkta yüzen hayalsi bir düzlüğe geldim, Hades’te olduğumu sanıyordum. Nigristan’da gençliğinin baharında ölen Suriyeli bir dansöz kız önümden geçiyordu. Kozmik alacakaranlıkta gökadaların eridiğini görüyor, sonsuzca yeşil defnelerin altında, yaşlı Vergilius’un çiriş otlarını bile eğmeyen gölgesine bakıyor, uzaklaşan siluetinin solgun bir hale içinde giderek saydamlaştığını gözlüyordum. Köpek çenesi biçeminde deve kuşları, göz alıcı, iricil pigmeler, Atlantis’e doğru uçuyor, pelesenk elması yiyen sultan hasekileri, omuzunda sığır kursağı taşıyan inanmışlarla, elinde kantaron çiçeği, sübyanlar gelip geçiyor, ‘Alca’ya yeşil bir at üstünde gireceğim’ diyen bir vandal kunduz derisinden Frank haritasını kemiriyordu. Koro halinde Cem’in gazellerini söyleyen arafat grubunun sesleri kulakları tırmalıyordu. Aniden bir Mengücek şahı payitahtı yeniden ele geçireceğim diye nara atarak gürzüyle ortalığı tozu dumana kattı.Yağ kandillerinde çiftleşen insan kabartmaları vardı, yere uzanmış Spartakus’un kemikleri uğulduyor, Halepli Hasan kuyusunda güneyin bile kavrulduğu sulardan içerken, yurtsamayı topuklarında hissediyor, kör bir kızın okuduğu Taberi tarihinin içinden vadileri döne döne Melkitler yaklaşıyordu.Deniz danası derisinden kemerleriyle Bröton gemilerine binmiş korsanlar el sallıyor, hatta Aziz Mael’in Sandalyesi diye bilinen bir kayaya oturmuş reisleri, balinalarla, yunuslarla konuşuyor, göğün katlarına su püskürten balinalarda belki bu anı kutluyorlardı. Neden sonra domuzlar ay ışığında parlayan tüylerini savura savura gelip denizle aramızda durdular, çakıl taşlarının arasında oynaşan küçük dalgaların sesiyle düşler görüyordum. Gece yarısı kızıl ağaç ormanının içinde ürkekçe, adeta ayak parmaklarının ucuna basarak yaklaşan, vaşak sürülerini görünce ‘Agar’ın korkusu için bizi koru Nif dağı’ diye bağırmışım.Gün ışığında parıldayan mavi otların arasında yağmurlar yağıyor, insan başlı kuşlar -Harpiler-, yarı yılan yarı kadın kimeralar, bedeni saat veya çamdan olan siyah adamlar ölmüş tinleriyle sessizce oturuyorlardı. Öyle ki birinin gövdesi ev gibiydi ve pencerelerinden içeride çalışan başkaları görünüyordu. Kapadokya çekirgesi, yelkenli morinalar, çeşme üzerine yağan kızıl kın kanatlılar, kaya kovuklarında uykulu çığlıklarla dolanıyorlardı. Sırtları dikenli, ağzından alevler çıkan, pençesi aslan, kuyruğu balığa benzeyen bir yaratık ortalığa dehşet saçıyor, işte bu canavarın üç tavuğunu çaldığı Anis’li bir köylü kadınsa: ‘İnsana benziyordu, öyle ki kendi adamıma benzettim ve ona herif yatağa gel!’ diye bağırdım dedi. Yaban mersinleri göğüste taze yaralar gibi açıyordu. Hemen önümde Taberiye gölü Celile denizine dönüşüyor, iki parsın çektiği araba üzerinde küçük Nike ve dansöz Bakha yeşil asmaların ve kokulu salkımların arasından belli belirsiz geçip gidiyordu.Tazılar uçan turnaları yakalıyor, iri av köpekleri, yaban güvercinleriyle, ak kuğuları avlıyor, bir dağlı okla karabatak ve balaban kuşu vururken, Samsatlı bir ustanın yarattığı ‘Venüs’ ün Doğuşu’nu anlatan mozaik pembe bir bulut biçeminde, Öküz Geçidi’nin üzerinden süzülerek üstümüze doğru geliyordu. Bozkır çaylağı dilinde, Kıpçakca, Tuvaca ve Çuvaşca konuşan insan türleri, vadilerde çağlayan ırmaklar, dağ çayırlarında erinçle otlayan koyun sürüleri, denizden gelen tuzlu, serin esintiler, dalgaların uğultusuyla bezeli Kaf dağını selamlıyorlardı. Lucrezia Borgia ve Pietro Bembo’nun Aşk Mektupları adlı kitap, ayakları köstekli aygırların kişnemeleri, yerdeki ateşin yalazıyla, gökte uçan yarasaları, kulaklı birer şeytana dönüştürüyorken: “ Mina naz naz naz dare... Mina Mina kar dare Mina sereş fer dare Mina ” sesleri arasında uyandım... Artık öğle üzerlerini bu donmuş tepelerde şuraya buraya uçan kartalları ve seyrek görülür kuşları kollamakla geçirmeye karar verdim. Kanatlarıyla aydınlık bir pencereye dokunan bir gece kuşu gibi, bu güneş sağanağı, bu buzlu beyaz ve pırıl pırıl çöle düşüyor, orasını soğuk ve köreltici bir alevle tutuşturuyordu.Bu yücelen dağların üç boynuzu vardı Ararat, Nemrut ve Kaçkar piramidi, bu sınırsız örtü üzerinde, işte bu küçük kara ve kımıldar gibi görünen noktayı arıyorlardı. Ses dağların uyuduğu gömüt durgunluğu içinde uçtu, uzaklarda köpükten, derin ve kımıltısız dalgaların üzerinde, bir kuş çığlığının deniz dalgalarının üzerinde koşması gibi koştu sonra döndü ve onlara hiç bir yanıt gelmedi. Hint postasına komuta edermiş gibi kurumlu dolaşırlardı oysa, son bir kez H.R.G’nin Allah var mıdır yok mudur’unu okudun mu dedi. Leylak büklümleri gibi incecik bileklerini, gelinciklerin arasına uzatıp konuşmadan otururlardı, güneş batıdan doğacak siyah bir noktaya dönüşüp soğuyarak, mehdi gelecek ve inananların sayesindedir ki hepside ölümden kurtulacaklardı....Gecenin yarısında, yaşamını garip metinler üretmeye adamış geçkin yazar, kimse beni anlamıyor, kendimi bende anlamıyorum, iyi ama kağıtlarda mı anlamıyor diyerek görküyle sayfalara baktı. Gecede çöp kamyonlarının sesi, minareden yükselen seslerle sarışıyor, uzaklarda ambulans çığlıkları tan atımına karışırken, oto yolların ışıklarla, uzay yaratıkları gibi kuşattığı soluk kent, sonsuza dek bir şey vaat etmeksizin, eskil ve -alışılmış- bir güne daha başlıyordu...&

YAZARI:Ulus Fatih


Çilek Öğretmeni / Onur Caymaz



-Ömrümün en güzel Türkçe öğretmenine-
Aşk Plak ve Kasetçilik firmasından bir armağan
bir armağan ki geceleri yıldızlar parlardı içinde
En Güzel Gülüşler Serisi’nden bir Türkçe öğretmeni
çiçek açan bir güzel kız, çilek kokan bir derse

iddiaya tutuşan dolaşık iki parmak
tüyleri birbirini okşayan iki kuş
iki sabah vapuru, hayata izinli iki memur;
kadın, yorgancı camlarından düşler devşirir
adam, kalem odalarının muşamba sofralarında

yaldızlı dergilerin kuşe kağıtlarından uzakta
teksir makineleri ve sıcak fotokopi kağıtlar
Aşk Film Yapımcılık Gururla Sunar
öğrencilerin aşık olduğu bir sevgili öğretmen

sensiz geçen günlerin içinden iki anı
aşktan eriyen şeker tanesi süt bardağında
localarda iki çocuk
bir düğünden kalan iki gelin çiçeği
ah ne kadar da ıssızdır aşksızken yazılan cümleler
iki yaslı din kitabı, iki kırgın peygamber
bazen yolda yürürken omzundan bir yaprak düşer göğsüne
yemyeşil göğerir orada ekinler
önündeki vagonun peşinden gitmek istemeyen asi tren
pembeyi sevmeyen, rakıyı, klarneti
dudaktaki bene illet olan huysuz çingene
toprakla bulutu birleştiren keskin şimşek
ve biri bile fazlayken iki hikaye
yani bir öğretmen… Dersimiz Türkçe
Aşk Hayat Bilgisi Kitabı ilk ünite

İlk kez bir öğretmene aşık oldum ömrümde
Bana kimsenin bilmediği bir Türkçe öğretecek
ikimizden biri ölürse diğeri hep onu arasın diye

YAZARI:Onur Caymaz


Hangi? / Ekrem Kahraman



Ne ve nasıl olursa olsun
Geçilecektir ihanetin çamurlu yüzü
Kendimiz olan hayatın korkusu
Ve bir tay gibi huysuzlanan sırrı yüreğimizin
Gün gelip çözülecektir .

Coşkun bir deniz mi acı? Mutlaka yüzülecek
Dostlukların hançere dönüştüğü
Aşkların külleştiği yavaş yavaş
Bir gül kuşu mudur yaralı asker soluğumuz
Siperlerden usulca süzülecek.

Güzel çocuk ! Kim attı bu kıvılcımı sonsuzluğa?
Hangi kalptir bu böyle? Hep güneyden tutuşan
Hangi çığlık çocuk? Hangi baba? Kim?
Duyulmayan fakat hamile bırakan durmadan acıları.


Ekrem Kahraman

Resim: Ekrem Kahraman


Güller Gazeli / Ahmet Bozkurt



Nostrum pingit rosa...
Sevgili Haydar....

Kabin suskudan yeni ayrılmış
Gibi titrek, gibi ıslak, gibi ıssız

Sen bir camdan kalp olmalısın ya da nar
belki Garanada, belki eylül, belki kırmızı

Gözlerin ruhumun ikindisi mi ne
çok gül, çok mavi, sanki ah, sanki olur a

Hünsalığın bile dolduramaz bazı düştüğüm yerleri
diye ah, diye kıyı, diye haziran

Sızı uykudaysa yazgı çıplak gezer
Gazel bundan, keder bundan, aşk bundan

Kalbin güllerden yeni ayrılmış
Gibi kaçamak, gibi mevsimsiz, gibi suskun

Hadi git yeni güller yık kalbimize bu kederden


YAZARI: Ahmet Bozkurt
La poéte travaille(Şair Çalışıyor) dergisi Genel Yayın Yönetmeni


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***