Borges Defteri:Edebiyat-Plastik Sanatlar-Sinema- Müzik Eksenlidir...



YER YOK BANA




aklına kuşkonmaz bir yolcuyum
yasak hevesler büyür içimde
sağanaklara tutulur çalarım zamanı
kediler yarışır aşkın atlasında

kuşlar kalkıyor dallarımdan
uzaktan yaralı bir kalple bakıyorum
hangi acıya saracaksan sar yaralarımı
imtina ediyorum hayattan
kuşladım çünkü bütün yuvalarımı

oyalandığım bütün istasyonlarda kalbim oyulur
savurdum kendimi gecenin havzasına
aklımdan kaç kuş havalandı kaç kuş döndü yuvaya
kime ne taşıyorsam kalbimi avuçlarımda

bulsam yalnızlığın biçimini
sever miydim yine de seni
benim avuçlarına sığmayacak bir kalbim var
uzaktan yakın olan herşeyin acısı fazladır

hangi kalp taşıyacak kadar ustadır aşk ağrısını
kentli yalnızlıklardır çoğaldıkça kaybolan
ritminin yarısı senin olsun
bilerek unuttuğum bu şarkının

reddettim bütün kabullerimi
bir kez daha kutsadım kendimi
anladım hiç bir aşta yer yok bana
beklediğim yağmurdan da ümit kalmamıştır


YAZARI:Bayram BALCI



Sesim Bana Yabancı



Dost Ziya Alpay için
Bu mevsim bir kis degil, ama acidir Ziya,
gel ve tanimla beni simdi,
belki de son sozlerimi soyluyorum,
sonra sehrin mahremine siginacagim.
Son sozlerimi soyleyip mulk topragina
kelebek tarlasinin ortasina dusecegim,
ne olacagi belli,
bu cagda bir dervis gibi tutunamaz her + kes !
veda etmeden gitmeyecegim,
ceylan derisi mesajlara degesecegiz gomlegimizi,
itir kokan bahcelere,
yürüyoruz Ziya, nasilsa tozlu yollari, yillari sayan birileri cikar.
Kandilimi sondurmeye kadar nefes ancak var,
oysa " bak daha neler yapacagiz" dedi pirim,
neden bir tek o anladi lisanimizi ?
o konusurken sanki Ay lisaniyla yuruyen bir boluk ustumuze golgeleniyor.
ve bir sana , bir bana uzatir ellerini,
"cile dikkati aldiydi akildan" diyerek.
Urkek zihinler esyayla suslu Ziya,
ve biliyoruz artik: sulari hirpalayan kunduz tayfasi caldi denizlerimizi.
Sahil
Sana
Cok yakin, sakin yorulma.

biliyorsun, sessiz roketlere ithaf edilen cocuk kalbiyle susacagim.

borgesdefteri(nokta:hayat) yahooo , ya da "ya hu" sira numarsina kayitli sesimle.


topragin,
kardesin,

YAZARI: Sur Ortaylı (sufi.)


Enis Batur ile Gece Söyleşileri(6)



Eski okurlarınıza yapıtınızla da ilgili olabilen, ‘dışarıdan’, bazı ipuçları verdiğiniz oluyordu. Bir tanesi, hatırlıyorum, bir cümleden oluşan kısa bir iletiydi: Nathaniel Kahn’ın, babası üzerine yaptığı patetik belgeseli izleyeniniz oldu mu, diye sorarak o sıralarda Cine Majestic’te gösterimde olduğunu parantez içinde yazmıştınız ayrıca.

İzleyenlerinizden kaç kişi, bir başyapıt düzeyindeki o filmi izledi, bilemiyorum, ama beni koltuğuma çivilediğini çok iyi anımsıyorum. Film üstünde konuşacak değilim şimdi, gece uzadıkça uzuyor, “My Architect” benim için birçok yönden defalarca izlenebilecek bir sinema şöleni de, orada size de, hemen hemen filmin her sekansında, rastlamamın ne kadar beni heyecanlandırdığını tahmin edebilirsiniz, sanırım. Bu sahneler arasında ama bir tanesi vardı ki hiç aklımdan çıkmadı bugüne dek: Nathaniel’in “Salk İnstitute”’un ara avlusunda yaptığı paten sahnesinden söz ediyorum. XX.y.y’ın en önemli mimarî başyapıtlarından biri sayılan bu bina, camları öne –Boşluğa—bakan, karşıkarşıya duran iki dizi yapıdan oluşur. İkiz yapıların arasındaki geniş avlunun tam ortasından bir şerit tarzında ince bir su yatağı karşıdaki Boşluğa doğru uzanır. İşte Nathaniel’in bu su yatağı üstünde yılankavî bir çizgi çizer gibi paten yaptığını görüyoruz bu sahnede, hatırlarsınız: Kayıp bir babanın oluşturduğu boşluktan bir kurtulma duası, bir anımsama ayini: Karşıda duran Boşluk’la yüzyüze iken, hızla geçen Zaman’a karşın, bir eşik üstünde.

Bu bütünüyle ‘özel’ sahneden, bir Enis Batur uyarlaması yapmıştım hemencecik: Genel geçer Modern akımlara sırtını çeviren Louis Kahn’ın bu başyapıtında bir ‘kitap’ biçimi görmüştüm: Karşıkarşıya duran sayfaları baştan başa katederek, onların birleştiği cildin sırtında, ince bir su şeridi boyunca hatırlamaya çalışan bir okur –çünkü en geniş anlamıyla her okuma bir hatırlama eylemidir-- hem de önde her zaman bekleyen Boşluk’la yüzyüze.

Boşluk karşısında duran, Boşluk’un sınırlarını çizmeye çalışan bu mimarî başyapıt da tıpkı sizin yapıtınız gibi okurun önünde açılan bir tuzaktan başka şey değildir: Bize doğru uzandığı kadar geri çekilen, yakalayamadığımız bir el. Herşeyin artık gerilerde kaldığı, bütün umutların söndüğü bir son Umut durağı, öyle ki, yaşamımızda, ne kadar da arasak, ona ekleyecek hiç birşey bulamıyoruz. Bu su yatağı üstünde, ondan hiç bir zaman nasıl konuşacağımızı bilemediğimiz yeni bir yol belirir, bütün anlar da toplansa onu söylemeye yetmeyecek mürekkep bir lahza. Bu bağlamda, “Ölüm nedir?” sorusuna tekrar dönecek olursak; ‘Kitap’ biçimi, hemen önümüzde duran Boşluk, bir de ince su yatağı üstünde paten yapan Okur—Bunları düşünerek yepyeni yanıtlara doğru adım atmamız mümkün olacaktır. Olacak mı?

Sizin salık verdiğiniz üzerine filme gittiğimden mi --olabilir, çok emin değilim--, orada duran Kitap’ta sizin Yapıtınızı görmüştüm, ben de Nathaniel idim, ne ki artık bir baba-oğul ilişkisinden dem vurmanın yerinde olabileceğini sanmıyorum.

Sonra, bir anlığına, olağanüstü ince, maharetli virajlarla paten yapan kişinin, ben değil, siz olduğunuzu görmüştüm: Sonuçta o enstitü toplumsal yararları gözetilerek yapılması planlanıp bunun üzerine Louis Kahn’a sipariş edilmiş bir biyoloji kuruluşuydu: Demek herşeyden önce iş görmesi gerekir, tecimsel bir getirisi olmalıydı: Filmi izlediğim sıralar siz yeni yeni yky’den ayrılmıştınız.
YAZARI:Hamid Farazande




Post Modern Kültür Çağı’nın insanın önüne sürdüğü kavramlar üzerinden yürüyüşü devam ediyor. Kıyamet boyutunda bir kırılma olmadığı müddetçe de sürecek görünmekte. Ülke savunmasında, ekonomide, hatta sanatta klasik tehdit algılamasının, yerini çok yüzlü, asimetrik tehdit biçimlerine bırakması, tarihe düşülen büyükçe bir not olarak duruyor.

Jeopolitik çerçeveden bir ülkenin bütün olarak kaynakları üzerine oturmanın yollarından biri de, entelektüel eylemlerle, hakim düşünceyi( kendi doğal sosyo-tarihsel süreci içinde olan) dumura uğratmak, kendisinin vazgeçilmez ihtiyaç ya da çıkarlarının farkında bile olamayacak fikri zemini döşemektir.

Karolar yerine oturduğunda, o ülkenin dürüst yöneticilerinin, halkının ancak iş işten geçtik ten sonra görebileceği bir yürüyüş rotası çoktan belirmiştir. Kısa, bir iki tanımla yetindiğim bu türden bir toplum mühendisliği, aslında hepinizin bildiği gibi son derece karmaşık/sofistike bir yapı ortaya koyar.

Bu özel türden savaş tekniği, ancak milli karakteri sağlam, teknik bir savunma gücüne-stratejisine sahip, derin bir kültürel devlet tecrübesiyle yönetilebilecek uluslara uygulanabilen pahalı bir operasyondur. Yani birçok kültürel bilinçaltı araçlarıyla donatılmış bizim gibi milletler üzerinde denenebilecek tek yol olarak, tarihlik süreçte, zaman içinde gelişme göstermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde, eşi benzeri görülmemiş bir itiş kakışın yaşandığı bu yıllar, vakayinamelere, olağandışı bir savaşın verildiği (elbette kazanıldığı) yönünde görüşlerle düşecek olmalı.

Kıyıcılıklarının, emanetlerindeki azınlıkları kendilerine isyan ettirecek (büyük çoğunluğu böyle bir isyan bile vukuu bulmadığında) ölçüde oluşu, bu başkaldırıların ülkenin varlığını yok olmaya doğru sürüklemesi üzerine, yapay kültürel haklar açılımı, Batı’da genel siyasi bakışın odağını oluşturmaya başlar. Yahudi Katliamı, Endülüs’ün el değiştirmesiyle yaşananlar, Cezayir, Kamboçya, Vietnam, Laos yenilgilerinin fark edilmesiyle işgal edenlerce sergilenen terör ve şiddet, Serebrenika veya diğer Bosna-Hersek bölgelerindeki katliamlara karşı kayıtsızlığın ağır can bedeli, Atom bombasıyla (Şişko) taçlanarak, lanetli bir heykele dönüşüverir.

Etnik bir tüzel kişiliği,-üstelik bu kimlik, kurucu kimlikse- ekonomik, sosyal hayattan yasalarla kovmak bir ulus için sonun başlangıcıdır; ülkenin etnik yapısına sürekli vurgu yaparak devşirtilen, kişilik kazandırılan karanlık-aydınların sosyal mühendisliğin karmaşık silahlarından en ölümcülü olan entelektüel alanda, para ve sosyal unvanla desteklenmeleri işte bundan rastlantı değildir.

Eğer bu ‘’el değiştirme’’ (kavramlar ve tanımlar üzerinden) gerçekleşirse, yaklaşık 10-15 yıldır baş gösteren Türk Sorunu, bir etnik savaşa doğru götürülebilecektir ki, beklenti kısaca böyle özetlenebilir.


Ekonomik ve savunma alanında tam bağımsızlığı korkunç savaşlarla elde etmiş olan Batı ülkeleri, ancak güçlü olduklarında, demokratik haklar ve açılımlarla tanımlanan isteklere şöyle bir göz atmayı becerebilmişlerdir. Tam burada ne zamandır Bask, Batasuna, İrlanda Sorunu, Yerli Hakları, İskoçya’nın ayrılık talebi, Kebek vb. kelimeleri duymadığınızı hatırlayın. Kısaca Batı demokrasileri kanla, ancak irfanla kurulmamışlardır ve acı tecrübelerin sonucudur denebilir pekala.

Özgür olan adama, özgürlüğü anlatma, kendi tanımını dayatma, deneylemediği güçlükleri işaret ederek, bu yeni tanımı hayatının merkezine oturtma çabaları hiçbir zaman telkinle gerçekleşmemiştir. Bu durumda silahlı mücadeleyle, ana hareket kaynağı olduğunu iddia ettikleri toplumu, terör ize etmek, bir sınıfın, grubun çıkarlarına olmalıdır. O halde taban, bu sınıfın/hizbin kaygılarını ne zaman paylaşır… Öncelik tabanın kafasının karıştırılmasıdır. Bu da iki yöntemle gerçekleştirilebilir; bir taraftan yeni, yapay sorun ya da kavramlar geliştirerek, bunlara taraftar toplamak, bir yandan da sorunları keskinleştirmek ve safların belirlenmesini sağlamak üzere, silahlı mücadele çağrısı yapmak. Silahlı güç kesin olarak etkisiz hale getirilmediği halde, tamamen ya da kısa bir süre için silah bırakıyorsa, entelektüel savaş ya kazanılmış ya da kazanılmak üzeredir.

Ne yazık ki,Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tarihi özet olarak, tüm bu süreçlerin görüntüsünü yansıtmaktadır.

Atilla İlhan’ın deyişiyle ‘’ Bütün kaleler henüz zapt edilmedi’’. Ancak bu asimetrik tehdidin kendi alfabesini kullanarak karşı cümle ve kavramların geliştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Post Modern ite bize zengin ting tang geleneğiyle eşsiz araçlar sunacaktır.


YAZARI:Cemil Atik


Unutmadık Sizleri



Bu tarihi belgede tam 90 gerçek kahramının resmi gözüküyor...bu fotoğrafı çok özel kılan sebep ne? ve neden defter okurlarıyla paylaşma ihtiyacı doğdu?
yüzlerine çok iyi bakın lütfen...
hepisi, ama hepisi kurtuluş savaşı cephelerinde şehit olurlar, tek kişi geri dönmez.
Büyük Hatırları karşısında saygı ve minnetle eğiliyor, o pak yüzlerini defter'e silinmemek üzere
geçiyoruz.
Yeryüzüne, İnsanlığa Barış ve kardeşlik dileklerimizle Zafer Bayramınızı kutluyoruz.
Savaş çığırtkanlığı yapan ve masum hayatlara kıyanları ırkı, adı, kimliği ve dili ne olursa olsun şiddetle kınıyoruz.

Borges Defteri


Enis Batur ile Gece Söyleşileri (5) /Hamid Farazande


Enis Batur ile Gece Söyleşileri (5)

“Ölüm nedir?” sorusuna yaklaşabilmek için, bir yandan öteki’nin ölümüne, bir yandan da Ölüm’ün ötekisine yaklaşmak gerekirdi. Karşımızda duran som suskun yapıtınız, neredeyse, büsbütün bu alana tahsis edilmiştir; kimi metinlerde ana eksen olarak, kimilerinde ise yörüngede gezinen, her an merkeze doğru alınmaya hazır bir çekim gücü etkisi altında.

“Hayatımın da, yazı hayatımın da hesaplanamayacak bir bölümü Ölüm’ün etrafında geçti.”, demiştiniz Amnesia adlı kan dondurucu metninizde. Birkaç satır sonra bu metnin ana teması olan ‘Ölüm’ün ötekisi’ni imâda bulunarak şöyle sürdürmüştünüz sözü: “Asıl alışamadığım, alışamayacağımı gördüğüm cephesi başka ama: Öldürmeyi hiç bir ucundan tutmayı başaramadım.”

Bu metnin, böylesine yüksek duvarlarla çevrili bu kalenin etrafında, içine nüfuz edilebilecek bir gözenek arayışı içinde, bir yerel ve küresel yakın tarih sorgulamasına dönüşmesi bu yüzden belki: Burada Ölüm’ün ötekisinin ön plana çıkmasına koşut olarak elimizde bulunan bütün resmî tarihî rivayetler kuşkuyla karşılanıp sallanmaya yüz tutar.

Tarihçilerin işini küçümsemek değil amacınız elbette, gene de, sanki bunu demeye getiriyorsunuz gibi geliyor bana: Tarih, sırf Tarihçilere bırakılmayacak kadar önemli bir konudur. Paul Ricoeur’ün bu noktada ortaya attığı canalıcı soru bu: Sorun burada yatıyor, diyor düşünür: “Bir yurttaş” --bu bir yazar da bir okur da olabilir,diyorum ben—“Nasıl ve hangi ölçülerde tarihçiler arasında cereyan eden tartışmalara katılabilir?”

Tarihçiler ve Yargıçlar arasında, Yurttaşın üçüncü bir göz olarak önem kazandığından söz eder düşünür: Yurttaşın bakışı doğrudan kişisel deneyimlerinden kaynaklanır. Gene de, yurttaşın böyle bir girişimi, aynen tarihçilerde olduğu gibi öznel bir yoruma dayalıdır. Tarihçiden farkı ise, olanlara ve resmî tarihe karşı kuşkucu bakışını elden bırakmamasıdır.

Siz, ‘bir üçüncü göz’ olarak yalnız Türkiye’ninkini değil, Avrupa yakın tarihini de, tarihçilerden farklı bir şekilde, bu çerçevede değerlendiriyorsunuz, Amnesia’da.

Habermas gibi önemli bir düşünürün bile 17 Mayıs 1945 gününde Almanya’da olup bitenler karşısında ikircikli bir yaklaşımda bulunması, fatihlerin yazdığı tarihin çekim gücünden kurtulmanın ne kadar zor olduğunu düşündürüyor--- Adorno’nun tilmizliğini yapmış bir düşünürden resmî değerlendirmeler ile bütünüyle farklı bir yaklaşım beklenirken, bir Türk yazarının Viyana, iskeletler dansı’ndan başlayarak, Baselitz’in “45’te” adlı sergisi üstündeki yazısına uzanıp bugüne değin bu konuyu elinden geldiğince yapıtında işlemiş olması, Avrupa’da yaşayan bireyler için, utanç kaynağı demiyorum, tam tersi, bir kazanım sayılır, sayılmalıdır, çünkü bu yazar Avrupa’nın kalbinde yer edineli epey oluyor.

Jörg Friedrich gibi önemli bir tarihçinin 17 Mayıs 1945’te Almanya’da olup bitenleri bütün çıplaklığıyla ifşa etmeden yıllar önce Georg Baselitz ortaya koyduğu yapıtıyla herşeyin unutulup gitmesine karşı kalın bir set çekmişti. Tarihçi duyarlılığından önce her zaman sanatçı duyarlılığı gelmektedir. Başka bir deyişle tarihçi duyarlılığını besleyen en önemli kaynak yurttaşlar arasında has bir yeri bulunan sanatçı duyarlılığıdır.

Şimdi biz 60 yıl sonra hâlâ Baselitz gibi sanatçıların “yaraya tuz basan” yapıtları sayesinde, sizinle birlikte buna itiraf edebiliriz: “45’te orada, son derece karmaşık duygular yaşanmış olduğunu, bu karmaşıklığın dünden bugüne bir damar katettiğini hayli gecikerek, pek azımız keşfetmiştir.” Hâlâ öyle değil mi, Enis bey? Neden bu sayı biraz olsun artmıyor?

Evet, Ricoeur’ün de dediği gibi, bir tek yurttaşın vardığı kanaat, tarihçilerin düşünsel dürüstlüğünü haklı çıkarabilir. İşte bir tek bu kanaat, en sonunda, bize İnsan-dışı olanı tanımlamamıza yardım eder: O da özgürlükçü değerin mutlak karşıtıdır.
YAZARI:Hamid Farazande



Bugün onun göç yıldönümüdür, ömrünün son demlerini adeta "Şiir" soluyarak geçiren genç ve çok yetenekli bir Şair'di.
26 Ağustos 2004 tarihinde yani ölümünden bir gün önce aşağıdaki şiiri yazar:

ilham nöbetleri

kırarsın bazen ekmeği
öyle buğu falan da çıkmaz
bayattır
ya da
ısıtılmıştır bir bayatlığın üzerine
ama masana doluverir
ilham perileri

masanın altında
açlıktan ayağına göz koymuşlar
kalemini oynatmaya başladın ya
hemen kıskanır
ilham kedileri

biraz içeri gir
dil ovasının altında binlerce şair
-mezara nasıl da yakışıyorlar
yaşarken kemirilen cesetler-
onlara gülüyorlar
ilham pireleri

öpüştükten sonra ağzımda
ispirto tadı bırakan kadınlar
girer rüyalarıma
ama öyle değil
ne kadar küçülürse küçülsünler
mide bulandırmıyor
ilham sinekleri...

Özge Dirik
26 Ağustos 2004
(Kuzey Yıldızı Dergisi. Sayı 11)

Yaratıcılığa değer vermeyen toplumlar kültür alt-katmanlarında gezinmeye, seyre dalmaya ezelden beri mahkumlar, hayat yaratan, güzelleştiren, değerlerine değer katan, kültür hücrelerine duyarlı sinir uçları ekleyen tüm söz ve renk tutkunları bu toplumun gerçek "varlığıdır", Söz tarlalarını sürüp
hepimizi besleyen "çiftçilerin" ödüllendirildiğini hiç duydunuz mu? Ama biliyoruz, birileri tüm değerleri alt-üst etmek adına,
hatta yaşadığı, onu yıllardır beslediği toplumun fertlerini ırk, kültür ayırım cehennemine sürükleyen kimi pamuk tarlası "yazar-çizerler" ellerini ödül alma bahanesiyle sürekli dezenfekte etmektler, sokağın, hayatın kiri onlar için her zaman çok tehlikeli olmuştur, bu tarz düşünen kimseler, (üzülerek yaşadığımız dönemde) o kadar çoğaldılar ki..ama onların karşısında kimsenin sustuğu yok, Barış, Kardeşlik, ve bir arada yaşamının değerini bilenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok.. varsın evlerinin zulasında "genç" ve masum, günahsız bir askerin şehit olmasına duyarsız kalsınlar...
ne edebiyatçısından, ne de yazar-çizerinden "gık" çıkmasın... çıkmasın ... bakalım bu tiyatral oyun nasıl ve nerelere vardıracak bu toplumu !
Ya Özge Diriki gibi yaratıcı ve derin bakışlı yaratıcılar?
hayır, sanki dünya da hiç varolmamış gibi yaşayıp ölürler.
Bu çok çirkin bir ayırımcılıktır, her yaratıcı ruh, yaşarken ne yarattığının önemi olmadan saygı görmeli ve onurlandırılmalı.
yaratıcılığa böyle değer verilir, akıllı birer hayduttan başka hiçbir şey olmayan politikacılar, küresel intihar için daha fazla nükleer silah üretiyorlar.
Bir toplumun estetik anlayışı ne zaman gelişip zenginleşirse,
orada kültür, sanat adına kımıldayan tüm yapraklardan o yeryüzünün en güzel şarkısı duyulur.

Özge Dirik: Ağaçtan yorulan yeşil bir yaprak gibi sessizce ve usulca yeryüzünü, toprağı öptü, geçti gitti..
Anın özgürlüğünü,anın sorumluluğunu biliyordu o..
o direndi, şiir toprağında direndi, tuttunduğu fırtınaydı..
fırtına ne kadar şiddetliyse,
arakasından gelen sessizlik o kadar derin olur...
iyi uyu güzel özge... bu gece saat 23.30'u vurduğunda bir mum yacağız kalbimizde senin için, çünkü hep orada tutacağız sözcüklerini...
tüm gidenler adına...


Borges Defteri Moderasyon Grubu



İlişki Fenomonolojisi /Cemil Atik


Sayın Hamid Farazande’nin anlayış ve hoşgörüsüne sığınarak…

İlişki Fenomonolojisi
Dışsal olanın, onu var eden tüm sağanakların matematiği; onunla kavgaya tutuşan içselliğin tümel görüntüsüdür insanlık tarihi. Her yeni insan öbeğinin çok çabuk eskidiği, çürüdüğü varsayımından, çıplak gözle görünebilir. Dışsal ve içsel olanın diyalektiği, üzerinde fazlaca kafa yorulacak kadar girift, felsefi bir soru değildir aslında. Dualitenin kısa kılavuzluyla aşılabilecek, küçük bir tümsektir. Asıl soru şuydu ki; bu ilişkinin görüngüsel sözdizimi, şifresi nasıl kavranabilirdi… Bu sorunun eylem/yöntem biçiminin adı tanıdıktır; Bilim. Yöntem, ilişkide gözlemcinin yerini pasifleştirerek ‘’veri’’ toplamaya çalışır. Bilim felsefesi, etik araştırmaları, gerçeğin, Bilimin kendisinin yasa ve yönetmeliklerle belirlenmiş kuralları çevresinde işleyen ayrı bir sınıfın sahası olmasında yattığını uzun zamandır biliyor.

Açık olanı, bilginin ancak, tecimlik becerisi oranında saklanabilmesi, gözlemcinin bireysel kanaatlerinin, inanç ve heyecanlarının bir kenara bırakılmasıyla mümkündü. Bu, epistemolojik anlamda gözlemin gizli tanımını içeriyordu.

Ancak Doğu’da bundan fazlasını görmek mümkün; Bilim, inanç, felsefe üçlüsü Doğulu bilim adamının şahsiyetinde birleştirilebilmiştir. O, olgulara nazar eylerken, şimdilerde ‘’free mind’’ denilen yöntemi doğallıkla kullanıyordu. ‘’Free mind’’ kavramı asla tam karşılamasa da, temaşa etmeye belki de en yakın duranıdır. Temaşa, ‘’gözlemciyi’’ bir dikizci, kaydedici olmaktan öte, bir oyuncu haline getirir. Tiyatroya, gösteri sanatlarına eski dilde temaşa denmesi bundandır. Kanaatlerinizden birinin diğerini sınırladığı birden çok yöntemin temaşanın ruhunda olması, aynı zamanda birbirinden ayrılamaz bu yapının her bir çukuruna, yeni tohumlar eker.

‘’Gerçeklerden sadece bir gerçek bulmak’’ dışında bir iddiayı öne sürülemez gördüğümüze göre, kayıplar elbette hep olasılık dahilindedir. Ne ki, epistemolojik gözlem, ayağını suya sokmaksa, temaşa suya dalmaktır. Bu hal (temaşa etmek), ‘’değişkenler’’ arasındaki ilişkinin fenomonolojisini emmek için uygun bir yöntem olarak önerilebilir. Burada, insanı bütüncül olarak düşünmeye iten, başkalarını da teşvik eden bir tarz vardır. Korkuları serbest bırakmak, keyiflenmek, esrimek için küçük oyunlarla (temaşa ederek) desteklenmişlerdir. Bin bir Gece Masalları’ndaki dürbün, şehzadelerin birinin gözünden çok uzaklardaki babasının ölüm döşeğini bize gösterir. Kısacası, inançlardan, hurafelerden, hayal gücünden yoksun değillerdir. Denilebilir ki, bu kan damarlarıyla beslenirler. Bugün tek değişen, hükmetmek üzere, projeleri üzerine kapıları kilitleyen yapay oluşumların varlığıdır.

Bilimin (bildik anlamıyla) ortaya attığı kuramların yarattığı teknik terimleri hangi terazide, hangi ölçülerle tartıp kabul ya da reddettiğimiz bu anlamda çok önemlidir.

Bu şekliyle devam ederse, sürekli bir yönteme koşullanmış gözlemcilerin, sanat vb. alanlarda kısa süreli de olsa beslenmeleri ya hoş karşılanmayacaktır ya da görmezden gelinecektir.
Elbette bu türden örnekler hayata yansımıştır, yansıyacaktır, ancak yazının öne sürdüğü nedenlerle, astronot ya da kozmonotlardan büyük şairler çıkmasını görebilmek için başka koşulları beklememiz gerekecektir.
En derin saygılarımla.



YAZARI:Cemil Atik




1) “Toz ve Zerre”

“Ağzınızdan kimsenin şifresini çözemediği bir “avuçkelime” çıkmıştı, gecenin en karanlık anında, yoladüştük, çoğumuz yolun ortasından geri dönmek zorundakaldı: Öyle bir fırtına, toz, duman, her yeri sarmıştıki, şimdi dönüp baktığımda kimseyi yadırgayacakdeğilim, oysa siz “Beni yadırga”yın demiştiniz: Şimdisoruyorum: Geldik mi ki? Yola devam edenlerimiz, herbiri, sadece "bir parça" akıllarında tutabildi.”

Edebiyat dediğimiz şey, hele ki şiirle var olan edebiyat, Himalayaların gizemine bulaşmak gibi bir dokunuş, bir ürperti. Muhteşem bir gücün önünde toz ve zerre arasında dokunamadığınız o görünmeyen dünyanın ruhunu iliklerinize kadar hissetmek; hissetmenin de ötesinde sanki içinizde bir parçanın onun akışı ile yol aldığını yaşamak,... hayır! Bu bile değil. Bir kez başlayınca durduramadığınız bir hastalık gibi sizi vurgunlara uğrattığı yerde, onu bulmak, içinize yayılmışken bulmak, belki de tek iyileştirici yöntem olarak Himalayalara tırmanmaya kalkmak, yani gizemi peşi sıra sürüklenmek; öylesine değil; macera ruhu ile de değil; toz ve zerre arasında içinizde dolaşanın görünmeyen ruhunun bir parçası olduğunuzu hissettiğiniz yerde, o tırmanışa/tırmanışlara sürüklenmek! Hayır! Bu da değil, yaşamak gerekir sözcüklerle yetinmeyip; ve siz! Bir kez olsun bu akışa kapılanlar, ancak sizler anlayabileceksiniz ne diyorum ben, ne demeye çalışıyorum... Siz, siz varsınız değil mi?

Ne garip değil mi, kimi yerde tuzun çürüttüğü dağılmalar, kimi yerde tuzun hayat verdiği dokunuşlar. Bir terazinin iki ucu arasında çekilen sular, baharın gelmesini bekler gibi dağlardan akıp gelen kar sularıyla yeniden yeniden çoşup vadiler aşacağı çılgın yolculuklarını bekler durur. Umut şairin kapısıdır; ki ne kilidi vardır, ne zinciri... Ve bütün umutlarını bitmeyen yolculuklarına katar; ne ölüm, ne hayat! O şiirin sonsuzluğunu, peşi sıra sürüklediği hayat kervanının rehberi yapar.
Rüzgarlar hangi yönden eserse essin; fırtınalar ne kadar güçlü olursa olsun, şiirin yolu hep aynı saf yürekten geçer; sözcüklerin yetmediği; söyleyemediği her şeyi şiirsel kılandır O. Oysa, dile dönüşen; dile düşen hep eksik kalır; belki de bu nedenledir peşi sıra sürüklenenlerin yeniden yeniden dillenip Himalayalara tırmanmaya kalkmaları... Ben kendi Himalayalarımda kayboluyorum. Kendi yürümelerimin tanıklığında sizin geceye karışan soluğunuzu/ruhunuzu, dünyayı giydirdiğiniz dilinizi kendi karanlığımın güneşi gibi kuşanıyorum.

2) Deli Saçması Yazılar.....
Edebiyat... Yazıyla akıp gelen koca bir edebiyat! Yazının alıp götürdüğü yerde nabzım başka atıyor, yüreğim başka çarpıyor. Ruhum başka bir şevkle ve güzellikle doluyor. İki güzel insanın düşünsel/sanatsal/dilsel/şiirsel dünyalarında ruhum dans ediyor. Hangi deli saçması yazılar... Beni küçük bir ışıkla biraz su ve ekmekle
hapsedin bu dipsizliğin/bu tükenmezliğin içinde; ve unutun sonsuza kadar.... yeter ki hiç bitmesin bu yazılar; bu saf yüreğin içinden akılla dengelenip gelen yazınsal çığlıklar hiç bitmesin!

Varsın hiç kimseler anlamasın... “Anlamak” için önce sevdalanmak gerekir; o aşkı yaşamak gerekir; alevin içinde yanarak yanmadan geçmek gerekir... Kor olup var olmasını bilmek gerekir. Kendini aldatmadan yol almak gerekir. Kimselerle değil, insan dokunuşlarıyla katmanlaşır; sayılarla değil, taşıdıkları ruhla yüceleşir, bir fısıltı ile dolaşır okunan her tümce, hissedilen her duygu; ağaç da olur insan, kuş da... kanatlarını çırpıp uzak denizlere mavi sonsuzluklara uçan martıların ruhu olur akar, akar çağlar boyu insan. Hayatın kervanıdır bu yol alan...
Güneş her şafak vakti doğarken ufukta, biliriz ki kervanın önünde bizi götüren bir rehber vardır; yoksa çölde ölmek en kolay iştir. Ölmek en kolay iştir.

Kayboluruz o soluksuz tükenmezliklerde... Dışarıda deli saçması bir hayat varken, hayatın dokunulmayan şiirleriyle ruhumuzu dinlendiririz. Giriş kapısı hep en kolay olan yerdedir de, çıkış sonsuzlukta bir yerde bizi bekliyordur; tıpkı ölüm gibi... “Ölüm” de anlam kazanır şiirin dilinde. Sıradan hayatların içinde “ölüm”, şiirin dünyasında adını yazmaktır hayatın; hayatların... İnsan bir kere ölürse gerçek hayatın içinde, “şiir”, ölümü ölümsüzleştirir; adı ölümden öte...

3)

kar tanesiyim
ama avuçlarında
yok olabilirim...

rüzgarın savurduğu
bir tohum
ama bahçende
bir sabah açan
adını hiç bilmediğin
bir çiçek olabilirim...

ama şu da var ki,
seni kıskanırım
seni benden çalan
ölümü bile kıskanırım

ve beni azad edebilecek
tek kurtarıcımın,
-şiirin- kollarına
teslim olurum,
sonsuzluk
olur
adı(m).

4) Sözcüklerin Hamleti

“Öte yandan, bir de deliliği sözcüklere sirayet ettirmek var, “sözcüklerin Hamlet’i”’ni kuran sizsiniz çünkü: Bu sözcüklerin buğulu bir aynadan yansımaları iç-karanlığımıza ulaşabilecek mi, ulaşamayacak mı, işte belki de ‘bütün mesele’ bu. ”

yol iz gerekmez şiir için,
o kendi yolunu bulur... bulur mu?
mesafeler, herkesin yüreğinde
ayrı ayrı yeniden
kurulur... kurulur mu?

Şiir,
Sözcüklerin büyüleyici dünyasına
Bir kez bulaşanlar için
Hayatın
Ölüm karşısındaki
Tek panzehiridir;
Kanını akıtmak gerekir,
Geriye kalan
İçimizdeki insanın
Özüdür.
Özü müdür...?

YAZARI:Nil Güner


Kule Kuyusu / Leon Felipe




İzlanda'da Olafur Johann Sigurdsson ( Dagur Sigurdarson ile bacanaklardır) " Sessizlikle Kuyular" şiiriyle ünlenmişti. O sıralar çingene havaları esmeye devam ediyordu Paris sokaklarında ve Olafur buraya geleli iki gece geçmişti ki beni görmeye Beckett'ın evinin yakınındaki hapishaneye uğradı. Karşılıklı biraz sohbet ettikten sonra her genç şair gibi bir miktar para istedi. O'na hapishanenin kapalı, işlerin kesat olduğunu ama yine de istediği parayı temin edebileceği bir yol bildiğimi söylemekten başka çarem yoktu. Şairleri sevdiğim bilinirdi. Bazen keşke şarap ya da kadınları sevseydim derim ve bunun gözle görünebilecek tek nedeni de zavallı Olafur' a yaptıklarımdır. Fakat o çağda şair sevmek zor bir işti ve ben hep zor işler peşindeyimdir. Belki de bundan yazıyorumdur artık. Tutuklanarak yaşama salınmak gibi tasalarım kalmadığından. Zaten cezaevlerinin çoğu açılıp müze ya da tutukevine dönüşüyor. Müze olmaları da canımı sıkıyor içeride tekrar şu suçlu dedikleri insanları tutmaları da. Oysa bir hapishanenin en alımlı yanı içinde yaşayabilen tek kişisidir. Bir sürü resim bu duvarlarda asılı durduğunda çok kötü görünecektir gözüme. Tanımadığım insanlara benzer resimler. Bu nedenle ressamları hiç sevmem. Nefret de etmem ancak sevmek imkansızdır onları. Birilerini samur fırçalarının arasında renklendiriyorlar ve sonra şu tual dedikleri merete sıkıştırıp haykırıyorlar. İşte bundan ve biraz da eğlenebilmek için bu çam yarması gibi kuzeyliyi çocuk yüzüne rağmen bir ressama yollamıştım. Amacım sadece eğlenmek değildi. O sanatçı bozuntusu bana olan borcunu ödememişti ve ben tabi Olafur'un paramı geri alabilirse hepsinin kendisinde kalabileceğini söyleyecek kadar umursamazdım şairlere karşı. Bilirdim bu kentte borcunu ödemek istemeyen ama borcunu ödeyebilen şairin olmadığını ve deli ressamların sadece sarhoş şairlerden korktuklarını. Bilirdim evet.

Yanılmak sesizliğe neden olur. Olafur'un cesedini kuyudan çıkarttıkları haberini işittiğimde de sesimi kesmek zorunda kaldım. Boşuna hapishanede yaşamadığımı anlamışsınızdır. İnsanın kendine ceza vererek kendini ödüllendirmesi garip gözükse bile; ki rahibeleri düşünün yahut manastıra kapanmış keşişleri; bu böyledir. Benim adım Felipe, ben de böyle yapıyordum ama Olaf'ın ölümüne üzülerek bir günlüğüne ödülümü elimden aldım ve ressamı bulmak için dışarı çıktım. Ressam beni gördüğü an atelyesindeki renklerin en gariplerine bürünen yüzünü gizlemeyi beceremeyen aptal bir korkak kadar aşağıladı ellerini. Hikayeyi anlattıktan sonra kırılan parmağının acısıyla mutlu, üstüne işeyerek uykuya daldı sonra. Orada bir süre oturdum. İğrenç resimlere baktım. Şarap da içtim bir kadeh ve ödülüme geri döndüm ardıma bakmadan. Elimde Olafurun ülkesi kadar soğuk paralarım vardı. Tekrar dışarı çıksaydım zavallının cesedinin atıldığı kuyuya atar mangizleri ve dilek tutardım. Ölü çıkan kuyulardan mucize de çıkardı. Ben paralarımı iriyarı bir amerikalı gence vermeyi tercih ettim. İspanya'ya gidiyordu. İçsavaşa katılacaktı. Ünlü bir yazar oldu bu hergele ama borcunu da ödedi. Yazardı ne de olsa şair değil. Zavallı Olaf da yazar olabilseydi benimle tanışmaz ve ressama gitmez, ressam O'nu kandırarak şiirini oku demez, bozuk fransızcasıyla okunan şiiri sevmeyen başka bir şairle kavgaya tutuşmaz, ressamın atelyesinde yarı sarhoş ölüp gitmezdi. Üstelik cesedinin resmi bitene dek de orada tutulmazdı. Mide bulandırıcı bir resimde bu zavallının donuk gülümsemesinin ve aniden kafasına yediği demir kazıktan hissettiği acının rengarenk dalaşması gözümün önünde hala.

İşin en kötü yanı şairin de ressamın da Olafur'un şiirinde ölümü anlattığını bilmemeleri. Kuyunun ferahlığında; Olafur Johann Sigurdsson'ın yazdığı gibi, O'nu yalnız bırakmaları. Ve bütün bu olanlarla beni tefeciliğe daha da bağlayan gerçekse malum kuyuya atılan paraları toplamak için gönderdiğim ayık bir şairin zavallının cesedini bulması. ( Bir emir vererek kuzeyliyi hapishanemin duvarları arasında yaktırmıştım. Tam vikinglere göre bir cenazeydi. Ve cebindeki ünlü şiirden de bu arada haberim olmuştu. Bana borcu olan bacanağına yıllar sonra bu şiiri okuttum çünkü ve bu saf kuzeyli de kayıp Olafur'un şiirini okumuş bir tefeci gördüğünden şaşkın aylar sonra geri gelerek - baldızı tam otuz sene sonra hala geri gelir umuduyla kocasını bekliyor ve " Olaf'ım geri gelecek" hüngürdüyor- borcunu ödemişti. Borcunu ödeyen şairin tek amacının ya kayıp sevgilisinden haber almak ya da bir düşmanın yerini öğrenmek olduğunu bildiğimden ne ressamdan ne bacanağını öldüren demir kazıklı Paris'in ünlü şairinden bahsettim Dagur Sigurdarson'a.

............

Olafur ölmedi. Yakılan ceset Olafur'a değil başka bir şaire aitti. Felipe, yahudi tefeci bir süre sonra Bastille hapishanesinin duvarlarının arkasındaki oyuktan çıkarılarak yakalandı. Fransız gazeteleri bir meczubun bulunduğu manşetini attılar. Hükümet tefecinin sakladığı paralar,resimler, heykeller ve alman işgali sırasında Louvre müzesinden çalınan farklı eserlere ulaştı. Modigliani'nin, Utrillo'nun bilinmeyen resimleri nihayet insanlıkla buluştu. Felipe tefeciliğin yanısıra cinayetler ve gizli tarikatçılıkla, koministlere yardım etmekle suçlandı. Ünlü düşünür ve direniş kahramanı Jean Genet bir delinin cezalandırılamayacağını savunarak entelijansiyayı hareketlendirdi. Bunun arkasında bir takım gizli antlaşmalar vardı. Yine de hükümet tefeciyi akıl hastanesine yolladı. Felipe buradan kaçtı. Nerede olduğu bilinmiyor. Olafur hayatta ve güzel şiirlerle İzlanda' da mutlu. Bacanağı Dagur Sigurdarson ise yalanlarıyla beraber Paris'de öldü. Cesedi bir kuyuda bulunduğunda üstündeki elbisenin ceplerinden ikiyüzbin frank çıktı. Polis Dagur'un ilerlemiş yaşına rağmen dilek kuyusundaki paraları toplamak isterken öldüğünü bildirdi. Bastille hapishanesi müze oldu.
YAZARI:Leon Felipe
borges defteri: Leon Felipe , bizden biridir ! L.Felipe müstear adıdır !


Neyzen Tevfik ile ilk Tanışma



ATATÜRK’LE TANIŞMA

‘’Balıkesir’de şapka inkılabının ilk günlerindeydi. Atatürk oraya gelecekti. Ata; Balıkesir milletvekili Süreyya Bey’e, Neyzen Tevfik’i görmek istediğini belirtmiş ve,

- Onu mutlaka getirin! Emrini vermiş idi…

Süreyya Bey Neyzen’i buldurdu. O da tam teçhizat, (Ney torbası, sazı, rakı matarası, meşhur köpeği) ile yola çıktı.

Atatürk, ziyafet saatinde, askeri mahfile geldi. Tevfik keyiflendi. Taksim etti, peşrev çaldı. Türk musikisinin en güzel parçalarını o harika üfleyişiyle çaldı; herkesi coşturdu. Zevke gelen Gazi Paşa’nın, Neyzen’in Neyine bir an için ıslıkla tempo tutması üzerine, nısfiyesini ağzından çıkaran Neyzen, irticalen aşağıdaki kıt’ayı patlatır :

Sanma ciddiyet ile sarf ederim sanatımı
Ney elimde suyu durmuş kuru musluk gibidir.
Bezm-i Meyde süfehanın saza meftun oluşu
Nazarımda su içen eşeğe çalınan ıslık gibidir.

Bu hicivden sonra ortalık buz gibi olmuştu. Herkes donmuş kalmış, Gazi Paşa’nın dudaklarından dökülecek bir hiddet ve gazap ifadesi beklerken, o yüce insan tebessümlere ve giderek kahkahalara boğulmuştu.

Atatürk, Neyzen’in elini kalbinin üstüne basarak dakikalarca tuttuktan sonra:

- Ne büyük, ne kuvvetli ruhun var!
Dedi ve sonra ilave etti:
- Neyzen ne istiyorsun? Söyle!
- Sayenizde her şeyim var. Teşekkür ederim, Paşam.
- Bir şey iste canım!
- Bir nüfus tezkeresi versinler. Emrediniz.
Atatürk hayretle sordu:
- Nüfus tezkeren yok mu Neyzen?
- Hayır. Bundan evvel hükümet yoktu ki nüfus tezkerem olsun!

Neyzen gibi bir adama nüfus tezkeresinin gerekliliğine inanmadığını belirten Atatürk ‘’ Bu ülkenin Gazisi olmak bizlere, banisi olmak da sanatçılara mahsus dur.’’ Diyerek bir alicenaplık zikretmesi üzerine Neyzen, hemen irticalen aşağıdaki kıtayı söylemiştir.

ATA’YA
Sermedi bir iştialin şule-i fanisiyim
Türk’e ait ülkünün feryad-ı ruhanisiyim
Aldığım kafi bana, Gazi-i Ekber’den nasip
Gölgesinde mabed-i vicdanımın banisiyim.

Bunun üzerine gözleri yaşaran Atatürk, irticalen aşağıdaki beyti söyler:


‘’Eylemiş Nay-ı Mevlana, Koca Neyzen’e sücud
İstemez üstada hüviyet avaz-ı ispat vücud.’’

Neyzen’den Gazi Paşa ilerleyen saatlerde, gerçek bir talebi varsa onu muhakkak yerine getirmek istediğini belirtince, Neyzen;

- Benim Şefik isminde bir kardeşim var, bana eza ediyor, onu cezalandırın! diye
yanıt vermesi üzerine; diğer zevat araya girerek, Şefik Kolaylı’nın çok iyi bir
insan olduğunu anlatarak işi tatlıya bağlamışlardır. Hakkı Süha Gezgin, ertesi
gün Neyzen’i görerek,
- Ulan kardeşine kastın ne? Senin kahrını çekmekten başka adamın ne günahı var ki Ata’ya gammazlıyorsun, demesi üzerine;
- Ne yapayım, benden bir şey istememi söyleyince, ilk olarak aklıma Şefik geldi. Demiştir.


Halikarnaslı Bohem-Neyzen Tevfik Külliyatı-Şevki Koca/Murat Açış


defter'e gönderen:
Cemil Atik







P.Neruda /çeviri:E.Koparan



Duyasın diye beni,
incelir
sözlerim bazen
kumsaldaki martı izleri gibi.
Gerdanlık olur, sarhoş çıngırağım,
senin üzümler kadar pürüzsüz ellerin için.

Seyrederim sözlerini uzaktan.
Senindir onlar, benim olmaktan çok.
Tırmanırlar eski acıma sarmaşıklar gibi.
Tırmanılar nemli duvarlara.
Sensin bu acımasız oyunun suçlusu.
Kaçan kaçana karanlık mağaramdan.
Her şeyi dolduruyorsa, her şeyi.

Senden önce yerleştiler, sana söylemek istediklerimi,
Duyasın diye, duymanı istediğim gibi beni..
Sev beni dostum.Bırakma beni. Peşimde ol.
Peşimde ol dostum bu keder dalgasında.

Pablo Neruda
Türkçe Çeviri: Ergin Koparan
Bu güzel Neruda çevirisi için teşekkürler E.Koparan
Bd.


Yaşam Kazandı


Ajans Frans Pres'in biraz önce geçtiği haber başlığında, İran'lı Yazar ve düşünür Akbar Ganji, 2000 gündür tutuklu bulunan ve (70 gündür) başlattığı "ölüm orucuna" son vermiş bulunmaktadır, tedavi sürecinin olumlu sonuç vermesini temenni ederek,
biran önce ve ivedilikle özgürlüğüne kavuşmasını diliyoruz.


Özge Dirik


20- 27 Ağustos 2005
Özge Dirik Anma Haftası

Şair Özge Dirik 14 Ekim 1978’de doğdu, ODTÜ iktisat bölümünü bitirdi.
Şiirleri Öteki-Siz, Pencere, Varlık, Kuzey Yıldızı,..dergilerinde yayımlandı.
27 Ağustos 2004 tarihinde yeryüzünü terk etti.
Bir dileği vardı, “ 30 şiirim bir kitapta toplansın ” diye, bu konu hakkında bir bilgiye sahip değiliz.
gerçekleştirilmesi için maddi ve manevi her türlü desteği vereceğimizi yeniliyoruz.

unutmadık...unutmayacağız.

borges defteri

İçimizdeki Müzik

bam telimde parmak izin duruyor
yeni boyanmış bir aşka oturduk
kalkarsak üzerimizde kalacak izi

korsan limanlarda bekliyoruz birbirimizi
omuzumuzda mırıldanan güvercinler dahil
aldatıyor bu kahperengi hayat bizi

sarhoş olup zehirliyoruz sırlarını
bu aşkı herkese susmak
şarapsız çalmam kadar ayıp kapını

içimdeki müziğin susması
altındaki tabureyi tekmeleyip kemancının
çalması gibi son notalarını...

(Özge Dirik’in “içimizdeki müzik” adlı şiir’i Kuzey Yıldızı Dergisi, 11. Sayısından alındı)




Pragmatik Eklektizm (1) + Ateş Tuğlası (2) / Sur Ortaylı



Rosa,
Pero a mi lado no habia nadie.
( Rosa,
ama kimse yoktu yanımda.)

Pragmatik Eklektizm demistik, degil mi? Ve galiba sozum vardi devamini sunmaya, bir kentin icinde cirpindigi dusler deryasindan izlerdir aktardiklarim, biraz oznel, kisiye has bir durum, benim gibi bir sufi’nin, suyu cikmis bu los modern kentin kaldirimlarina dokunmasi, Fatih’in kokladigi o gül'u arama bahanesinden baska da bir sey degil inanin, biliyorum ki gulu seven spinozasina katlanir, hem de katlanmanin tum anlamlari ile katlanir.
Beyoglu’nun eski bir binasi uzerindeki bir sozcuk dikkatimi cekiyor, Fortuna’ya bakin ki, ispanyolcada “diken” demektir, oysa o bilinmeyen, Beyoglu tarihinden bir sabah ucup giden bilmedigimiz, tanimadigimiz Rum kokenli aile o sozcukle sanirim akil perilerini cagirmak istemislerdir muhtemelen ! isimi bitirmek icin, son iki gunun parasini carcur edemezdim, zaten ilac fiyatlari aldi basini gidiyor, kalmak icin cirpinan, direnen bir var olusu kimse kolay kolay anlayamaz, hepinize sihhat, afiyet dilerim, tam olarak ne demek istedigimi kavramaniz icin bir hafta sonu, 2-3 saatinizi istanbul darülacaze’nin sessiz koridorlarinda gecirmenizi isterim, ben oyle yaptim son istanbul yolculugumda, bu kendime attigim uyarici bir tokatti aslinda, hala nefes aliyor, otobus’a binip yolculuk yapiyorum, sehir vapurlarinda kahvemi yudumluyor, Albert Samain’nin dizelerini dusunuyorum, kulagimdaki MP3’den Leama Track’i secip dinliyorum.. yol manzarasini izleyebiliyorum, yolculuk molalarinda otobus’tan uzaklasiyor, etrafimi izliyorum, henuz caresiz, hareketten yoksun degil ayaklarim, olume kac adim var bilmiyorum ( ki) ki.. ama bir karahindiba ciceginin sapinda su olup akabiliyorum, gidin o mekani izleyin, usenmeyin, bu sizi kendinize getirecek, hani “sevgi miz mizcilari” demisti ya dostum, iste o koridorlarda onlarin iflasini izleyeceksiniz, siir ve edebiyatin ne gune durdugunu, resim karelerinin, o son kare gelmeden onceki “donuk” yuzunu goreceksiniz, siir’in , edebiyatin bir yasanmisligi olmali, hayat karelerinden birine tam oturmali, karsiligini bulmali, hep boyle olmadi mi?
“yalnizlik” hakkinda bunca siir yazildi, yalnizligin govdesine tutunmadan nasil yazilir ki?
Cevremizde bircok kimse var, son raddeye gelmis dayanma gucleriyle zaten yanlis tutturlmus ekonomik, sosyal baglari kopsa da kopmasa da fonksiyonlarini kaybetmisler galiba.
Hayat torpulenmenin meslek kapilarinda muptezele kiyafet giydirenler bile bu acmazin saskinliginda suskunluklarina devam ederken, ic Pazar diye bilinen yerlerde “don” satmaya devam edenler acilmin kulturel ogelerini arayan beyhude asiklar gibi gurultunun sagirliginda sasirmis durumdadirlar.
Bu durumun bir kitle tercihinin edilgenlik sonuclari olarak olustugunu ileri surenler reform adina uygulananin, sadece menfaatlerdeki gericilik boyutu olmadigini bilmeleri gerekir.
Bu dayatilmis salak durumlarin planlar dahilinde kiteleye reva gurulen bir asagilama oldugunun farkina varanlar, farkin farkina davet edilmenin dip sarhosluguna yapilmis bir kultur soku oldugunu hemen kavramalari gerekiyor !
Sunusun arifesine tespih cekenler bu kurnazliklarindan dolayi tipki Orhanes Pamukes gibi oturup “NOBEL” odulunu iple cekebilirler.

Yoruldum,
Yazmak isterdim, ama sanirim devam edemeyecegim, ilaclar sersem etti beni,
Sonra devam ederim,
48 saat durmaksizin yazmak gibi bir dusum var ! ne cok sey istiyor bu sufi ey Tanrim!!!

Rosa icin,
kirlarda kosan ozan saziydim,
tel gibi cekiyorum artik coraplarimi,
sokulmus yuregime,
gerilen ruhuma dogru , Tan(yerine)ri’ya isyan eden ellerimi.

Hepinize sadece saglikli “anlar” diliyorum,
Sur.


Ateş Tuğlası:
Hekimden bir ilaç istedim, sandı ki tensel sızılarım beni perişan edecek,
onlara alıştım dedim,
Nabzımı alıp dikkatle dinledi,
"ne derdin var göster !" dedi,
Elini alıp dağınık kağıtlar ve kalemlere götürdüm..!

Ve bu gece bana benzeyen bir arkadaşla dertleşirken, çimnelerin üzerine meclis kurmuştuk,
Orada şarap , ışık, mutrip ! ( fır dönen düşüncelerimiz) hepsi vardı,
sonra keşke "sen" olsaydın da bütün bunların hiç birisi olmasaydı dedim, ey Ateş Tuğlası defter".

Benliğini yaşanan süreç içinde değiştirmeksizin anlamaya çalışmak,
kabullenmek,
içinden bakabildiğin kadar dışına da çıkabilmek,
birbirimizin giyinmesine
soyunmasına yardım ederken
sabredebilmek, arkalarımızı dönüp
biribirimizi itip
güç verebilmek
ve gülebilmek, ağlayabilmekse, kendi büyütecimle gördüğüm değerlerin benim değenlimeden kesişmeksizin geçebiliyorsa,
incelikli
davranabiliyorsan, davranabiliyorsam
o tanımsız noktayı bana açıklar mısınız?
neredeyim o an? neredesiniz?

YAZARI:Sur Ortaylı (sufi.)


Muştu / Cemil Atik



daha rahat okumak için lütfen resim üzerine tıklayın.bd


Sevgili J.L.Borges / Bayram Balcı





Hep derdin ya, kopruler sadece birlestirmeye hizmet etmezler diye, gecen gece okurken uyudugum kitabin ruyamda kendimi icinde buluverdim iyi mi?
Olacak sey degil elbette. Kitaptaki harfler devlesmisti sanki ve hepsi de sonradan Kafka'nin bocegi oluverdiler. Ocek ve bocek. Ben bocekleri severim bilirsin. Bocekler de yazi gibi zik zag'lidir. Hem yazinin ne ala zik zaglar cizebilecegini, cizmesinin de muhakkak gerekli oldugunu bilen, bir sen, sanki bir de ben mi kaldik bu kelepir hayatta.

Evet, tencerede yine patates haslaniyor. Pismis aslara su katmakta ikimizin de ustune yoktur, bunu biliyorum elbette. Zaten bu yuzden her gecen gun ikimizinde yuzu daha da cok annemize benziyor. Dur simdi Oteki'nin araya almayalim. Hem bu geceki sarap sadece ikimize yeter. Dunyayi gorecegiz de n'olcak degil mi? Biraz da dunya gorsun ikimizi. Ah o, gozu kor olmayasica dunya ah... Tabii, simdi ben bir siir yazarsam bu ask burada biter. Sence neden bir aski bitermek icin illa siir yaziyoruz. Sahi, su mu bicim degistiriyor bardakta, bardak mi kuma donusuyor kirilinca... Insan uzdugunu bile yani kar sayiyor. Ah, vefasiz veda tutkunlari ah... Ayarsiz ayrilik hastalari ah... E be Borges, sana her zaman soyluyorum, fondiple mi su sarabi. Yavas yavas ic ki, havamiz tavatur bir vahaya donsun bu gece... Ama neden insan uzdugunu yanina kar sayiyor... Tamam gecelim, bu siir yazalim ve bu ask burada bitsin...

LiVAR


zamanin kanseri ne cekilmez bir sozcuktur herkes
kursunu safaklarda akip gider safsata izlenimler
gecenin siyah kristali cozer tutkalini tenden
yilanlarin suslu derisinde gezinir amade iliskiler

esya degisir huzursuz suskularda baslar talan
sonsuzun sert boslugunda kirilir yazgi
evreni ve dunyayi bolen sabir yarasi
tutusturur kani lanetli hece kivilcimlari

yirtilir varligin dehsetli golgesi
suyun acitarak akisina aldanir insan
hakikati teslim alir imajlar
bir onyargidir oysa gecer zaman

soyle bilici soyle
baskalarinin olumu mu yoksa
anilar mi uzatir omru

fizyolojik fonksiyon kalintisi facir bulusmalar
cozer naifligin bileskelerini
catlar beyaz kabugu yeryuzunun
her seyi bir kaliba sokar yasalarin arsizligi

bedenin istekleri yorar insani
livar icinde cirpinir balik
ama hangi yaraya melhem olacak varligin aktif ti
biliyorum herkesin her sey oldugunu soylemek bana yakismaz

soyle bilici soyle
cagin azaplarindan hangi hakikat kurtarabilir omru
ah benim temsil hakki elinden alinmis uygar insanliklarim
ikmale kalmis ihtilallerin agulu cirpinislari
yetmiyor basit bir yalnizlikla kendi evrenimize cogalmak

surtunur tensel varlik tulun ipek kivrimlarina
catlar arzunun ve sehvetin sah damari
omurgasiz orgazmlarla kirlenir beden
cogalir hayatimizdaki kilicartiklari
yalnizligimizdaki kusur
hangi kostumuyle cikacak girdaptan
alalade asklar
vaziyeti kurtarma operasyonu

anla bilici anla
arinir bir gun sozcuklerden
hayati zehirleyen sozcugun cocuklari

YAZARI:Bayram Balcı



Bu alandaki uzmanlar (veya kurumlar) her kimse henüz çıkıp sahte olma iddiası altındaki eserlerin incelenmesi bir yana bunların hangileri ve kaç tane olduğu için bile bir girişim başlatılmış değil.(en azından şu ana dek) Bunları sergileyen ve kataloglayan müze olduğuna göre bu incelemeleri yapıp tartışmaya bir son vermesi gerekmez mi? Müze eğer bunu yapacaksa bir sorun görülmüyor demektir. Şayet yapmayacaksa söz konusu eserler hakkında kamuoyunun düşüncesi ne olacaktır, sahte mi, gerçek mi? Yoksa sahte olanlara (eğer varsa tabi ki) bir meşruiyet mi kazandırılmış olacak. Aslına bakılırsa Müze daha baştan, tercihini Türk resim sanatının en popüler ve en spekülasyona açık isminden yana kullanarak bu tartışmalara kucak açmıştır. Retrospektifi hak edecek onlarca sanatçı var iken, müzenin bu tür popülist eğilimlerle işe başlaması ne kadar doğru bir tavırdır? Her şeye rağmen bu sorumluluğun altından kalkabilecek tek güvenebileceğimiz kurum kuşkusuz müze olmalı. Müzenin sergilediği tutumlar ve izlediği politikalar kuşku yok ki onun selameti açısından tartışılmalıdır. Bunlar çağımızın ihtiyaçlarını karşılamıyor ve beklentilere cevap veremiyorsa değişime uğraması da kaçınılmazdır. Müzelerin güvenirliliği yapılan yanlışların diretilmesinde değil, bunlar karşısında geliştireceği inandırıcı tutumlarda saklıdır. Henüz yeni olan bu müzenin batıdaki emsalleriyle paralelliği noktasında ciddi sorunları ortada iken güvenirliğinin tartışılmaya başlanmasını talihsizlik olarak görülmek gerek. İstanbul Modern, artık kamuya mal olmuş bir kurumdur. Yönetim de batılı anlamda müzeciliğin kural ve teamüllerine uygun tepkiler verir bu paralelde yapılanırsa prestij kazanabilir. Değilse üçüncü dünyanın üçüncü sınıf müzesine kendi kendimizi mahkum etmiş oluruz. Bunu hak etmediğimizi söylesek bile.
İddialı kurumlar, iddialı işler yaparlar mutlaka ve bu iddialarının arkasında büyük bir dirençle ama inandırıcı gerekçelerle dururlar. Bunlar gibi tartışmaya açık bir çok sorun yanlışlarını da beraberinde getirmekte. Bazı durumlarda yapılan yanlışı düzeltmek başa dönmekten daha zordur. Ancak burada başa dönme şansı da kalmamıştır. Kim bilir belki de tüm bu konuşulanların üstüne ağır ve koyu bir perde örtülerek diğer birçok tartışmada olduğu gibi rafa kaldırmak tek çözüm olacak. Bu durumun, bir çok şeyi aşarak kronikleşen toplumsal bir haleti ruhiye olarak ta algılamak mümkün. Kendi kendisine ilişkin getirdiği sorgulamalarla, eleştirilerle, çürümesine meydan vermemesi gereken ve temiz kalması gereken sanat da mı “sahteleşmeye” başladı. Son yılların gündemine sık sık ve bazen de haftalarca konuşulan sahtecilik furyası (sahte rakı gibi) nihayetinde sanata da sirayet etmiş bulunmaktadır. Etmesine etmiştir ama önemli olan bu değil, buna karşı savaşacak araç ve mekanizmalara sahip olup olmadığımızdır.
Bu anlamda Fikret Mualla tartışmasının gündeme getirdiği -belki hatırlattığı demek daha doğru olacak- en önemli sorunlardan biri ekspertiz sorunumuzdur. Önemli de oldu bu yönüyle. Uzunca bir süredir bir çok sanatçının sahte eserleriyle ilgili olaylar meydana gelmekte ve tartışılmaktadır. Buna rağmen ülkemizde bu konuda halen bir yol kat etmemiş ve emekleyerek sürünüyor olduğumuz görülmektedir. Batıda kurumsallaşmasını tamamlamış olan bu alan, sahteciliğe olanak vermeyen bir yapılanmayı oluşturmuştur. Sanatçı, yazar ve düşünürler üzerinde uzmanlık yapan kişiler bulunmaktadır. Bunlar, uzmanı olduğu sanatçı üzerine her tür bilgi ve yorumu toplamakta ve onunla ilgili değerlendirmeler yapmakta metinler kaleme almaktadırlar. Ayrıca sanatçıyla ilgili yapıt, bilgi, doküman ve her tür materyal sistematik bir şekilde kayıt altına alınarak arşivlenmektedir. Tüm bu bilgiler bilimsel gereklilikler ışığında ilkelerden ödün verilmeksizin yapılmaktadır. Hele yapıt ile ilgili bilgiler, ayrıcalıklı bir özenle milimetrik ölçüler ve işin uzmanı olmayanların anlayamayacağı teknik ayrıntılarla kayıt altına alınmaktadır. Böylece sahtecilik olanaksız hale getirilmektedir. Bu anlamda söz konusu artık hayatta olmayan bir sanatçı ise, bunun çoktan çözülmüş olması gerekmektedir. Burada Fikret Mualla’nın karmaşık ve düzensiz yaşamının zorlaştırdığı istisnai bir durum elbette var. Ancak hayatta olmayan bir sanatçının, hayattayken ki hızıyla “resim üretiminde bulunması” biraz garip değil mi? Yoksa neden “ölümünden sonra en çok resim yapan sanatçı” denilsin ki Mualla’ya.
Tüm bunlarla kastedilen yıkıcı bir eğilimle negatif algılamaları merkeze çekmek değildir. Yaptıklarımıza dair, hiçbir aşamada rehavete kapılıp sorgulayıcı bakışı hiçbir zaman unutmamamız gerektiğini vurgulamaktır. Sapma, doğru olduğuna inandığımız ilkeleri, radikal bir kararlılıkla uygulama cesaretini kaybettiğimiz anda başlar. Mevcut Resim Heykel Müzelerimizin içinde bulunduğu “zavallılığı” yaşayan bir deneyime sahibiz. Umarız böyle bir sürüklenmenin eşiğinde değiliz. İstanbul Modern, tüm bunları bertaraf eden, yeni bir bilinç değişiminin platformu ve gerçek bir çağdaş müze umutlarımızı depreştiren düşlerin gerçekleştiği yerdir. Ve öyle kalmasını arzu etmekteyiz.Zavallı Fikret Mualla’ya gelince, tüm hayatını yoksulluk ve sefalet içinde geçiren, kendisini sömürenlere karşı çaresizliğe mahkum olan, karın tokluğuna ve bir şarap şişesine resimlerini önüne gelene dağıtan sanatçının tüm bunlardan haberi olsa ne yapardı acaba... Ölümüne dek hamileri olarak görülenlerin kaprisleri yetmiyormuş gibi, öldükten sonra da ondan geçinenlerin gazabından kurtaramadı kendisini. Sanatçının çektiği onca acıyı saltanata dönüştürmeyi arzulayan bunca kişinin varlığı ona ne düşündürürdü merak ediyorum....


YAZARI:Hayri Esmer


Anlatma/ Tuncay Takmaz





anlatma

1.

ne dert edersin anlamam
bir yerlerden sürüp gidiyor işte
hayat
bendekı

mi
eski ve tanıdık bir korku
haydi giy fırtına geceliğini
sesimizi
koyverdik
gecenin yaprakları arasından
toplan
gidiyoruz

2.

içimizde gerçekleşenler
yanımda müzik dinleyen
adam dan dan
başkasının konuşması
telefon
kum gibi geliveren
kapıyı vurmadan,
annesi ölüyor
o çocuksu akşamın
kollarında
agliyor penceredeki rüzgarın
yol parası topluyoruz
tellerle kırbaçlayarak
ceplerimizi
yasaklamak
gerek annelerin ölmesini

3.

hikayeler ve masallar anlatma bana
hiç birini yaşayamadım
dediklerinin
haberin ola
kırık ve şaşkın bakiyorum dünyaya
öyle
anlarda
sana
yabancı

YAZARI:Tuncay Takmaz




Hayatın kapkaçından kurtaramıyorum kendimi
Sıkı sıkı yapıştığım kaderim
Ellerimden çalınıyor hunharca
Katlediliyorum yolun yarısını birkaç sene geçmişken
Hiçkimse yardım edemiyor ömrümün yangınına

Sular seller gibi hatmetmişken adıma yazılan senaryoyu
Aniden ağır geliyor kostümler bedenime
Cümleler tiksindiriyor beni
Vezgeçiyorum kurmaktan
Yıllardır yüreğim kapalı söylediğim kelimeleri

Gözlerim yanıyor
Içim daralıyor
Kaçış zamanı çoktan gelip çatmış
Kapılar üzerime kapanıyor
Tutunamıyorum geçmişime
Benden yüz dönmüş çünkü
Çiçeklerim kurumuş
Kedilerim ölmüş
Kızım büyümüş
Yeltenmiyorum dinlemeye bile
Arkamdandan tütsülenen cümleleri sözümona dost ağızlardan

Korkularım fayda etmemiş ecele
Zaman gelip çatmış
Yetmemiş
Sudan hızlı akmış
Resimler sararmış
Ve
Ben yokoluşun kibirli dalgalarına sürmüşüm yüzümü
Alsın götürsünler beni
Kalmak istemiyorum artık bu bedende.

YAZARI: F.Pınar Saltadal



Zavallı Sanat Ortamımız ve Fikret Mualla / Hayri Esmer



1. Bölüm

Fikret Mualla ile ilgili tartışmalar, tıpkı küratörlük tartışmalarında olduğu gibi batı standartlarını tutturamadığımızı bir kez daha ortaya koydu. Bu yönüyle son dönemlerdeki kimi kıpırdamalarla girdiğimizi sandığımız yegane alan olan sanatta da Avrupa Birliğinin çok uzağında olduğumuz ve tartışma şeklimizle dokunduğumuz her şeyi “kendimize benzettiğimiz” ortaya çıktı. Tartışma tamamen teknik sorunlarla ilintili olmasına karşın hızla farklı bir mecraya kayarak bireyler arasındaki husumetlerin ortaya dökülüvermesine yol açtı. Olan da zavallı Fikret Mualla’ya ve biricik müzemiz olan İstanbul Modern’in prestijine oldu...
Bir çok kişi İstanbul Modern’e gölge düşmemesi ve onu korumamız gerektiğinden bahsediyor. Bu belki doğru bir şey, peki İstanbul Modern’in de bizim güvenimizi sarsan kuşkulu yapıtlara yer vermesi de doğru mudur? Güvenilir müze inancını sarsmayacak bir ciddiyet içinde aktivitelerini yapması gerekmez mi? Daha ne zamana kadar “bize özgü” bu oldu bittilerle karşı karşıya kalacağız?

Taraflardan birinin saklamayı tercih ettiğini karşı taraf deşifre etmektedir. Böylece bir taraftan bilinmesi arzu edilmeyen şeyler de açığa çıkmakta diğer taraftan konu saptırılmaya çalışılmaktadır. Ve tartışma gerçek mecrasından uzaklaştırılarak karşılıklı varlık savaşımına dönüştürülmek istenmektedir. Sahte resimler tartışılıyor zannedildiği ancak onun yerine grup ve bireysel çatışma alanı haline dönüştürülen bu mecra gerçek zemininden uzaklaşmaktadır.

Bu anlamda sahte yapıt suçlamalarına verilen cevap, bir trajediyi andırıyor. Müze yönetimi “biz bu üç küratöre de güveniyoruz” diyerek onlara olan inancını dile getirmekte. Diğer taraftan Küratörlerden birinin ise verdiği cevap, uzun bir mektup etiğinin demogojisi yapıldıktan sonra asıl suçlamalar konusunda “uzmanlık alanım değil” denilip, “bakış farklılığı”, “ticari kazanç” ve başka bir çok yönleri deşifre ederek konuyu asıl mecrasından ustaca uzaklaştırıyor. Sorun son derece açık aynı zamanda teknik bir sorundur. Fikret Mualla sergisinde sahte yapıt var mıdır? Yok mudur? İddia budur. Bunun araştırılması, tespit edilmesi ve sonucun kamuoyuna açıklanmasıdır asıl mesele. Bu tartışma, kuşku yok ki beraberinde başka sorunları da gündeme taşımıştır. Bunlar: küratör müze ilişkisi ve çağdaş bir müze kimliğinin nasıl olması gerektiği. Bunun yeniden irdelenmesi ve vazgeçilmezlerin belirlenmesi bir zorunluluktur. Örneğin küratör bu işin uzmanı değilim diyorsa, önüne konulan tüm eserleri sahte mi gerçek mi demeksizin sergileyebilir mi?. Sergilediği eserlerin Fikret Mualla’ya ait olup olmadığı hakkında sorumluluk duyması gerekmez mi? Açılan sergi bir galerideyse belki bunun üzerinde durulmayabilir ancak söz konusu olan bir müze ise işin ciddiyetinin farkında olmak gerekmez mi?. Çünkü insanlar müzeye sahteleri değil orijinal yapıt görmeye giderler. Bunu sağlamak ta yaptığı etkinlikle öneri getirdiklerini iddia edenlerin sorumluluğundadır. Belki hiç kimse bir küratörün, her sanatçı konusunda ekspertiz kadar bilgili olmasını beklemez; ama ortada ayyuka çıkmış ciddi iddialar varsa bunları kaale alması da gerekmez mı? Üstüne üstlük bu iddiaları dile getiren Fikret Mualla uzmanı olduğu düşüncesiyle kendisine Müze tarafından serginin küratörlüğü önerilmiş; ve yine söz konusu bu iddialardan dolayı sergiyi bıraktığını söyleyen bir kişiyse. Daha başlangıcından, bugün olup bitenler belli iken, ciddi bir kurum olmasını beklediğimiz müze ve küratörler böylesine belirsizliğe nasıl kucak açabilirler? Bu şekilde kuşkulu yapıtlara zemin yapılan bir müzeye nasıl güveneceğiz? Bu serginin yaratacağı tartışmaları anlamsız kılacak önlemler neden alınmaz? Eğer bunlar küratörün sorunu değilse bu soruların muhatabı kim olacaktır. Uzman olduklarını düşünerek sorumluluğu küratörlere havale etmiş Müze mi? Tüm bu sorular incir çekirdeğini doldursa da doldurmasa da bazı temel şeyleri bile maalesef yerli yerine oturtamadığımızı göstermektedir. Belki de bunları daha çok tartışacağımızı da... Bu da sanat çevremizin içinde bulunduğu açmazları gösteren hastalıklı bir ruh hali.
devam edecek...

YAZARI: Hayri Esmer


Nesnel Eleştiri ve Beatnikler / Cemil Atik


Nesnel Eleştiri ve Beatnikler (2.bölüm) Böyle bir metnin kendisini bize kolaylıkla açımlayabileceği söylenebilir mi? Nesnellik bir eserin kalbine inerken, çocukça bir coşku içindeki nefesi tutmak ya da ruhsal titremeleri bir spektrometre benzeri ölçmekse, bu sadece olgunluğun tarifi olabilir. Böylesine diyeceğim yok. Gerçekte durum böyle mi? Öyleyse, bu rinde giden yol nereden geçer diye sormalı metin. Eserin yüreğine ulaşmayı denerken, ‘’uzmanın’’ soluğunu tutması ise, ruhun kendisini kucaklayacağına, emin ellerde olduğunun fısıldanmasına rağmen cesaret gösterememek de olabilir, başka bir açıdan. Sadeleştirirsek; şimdilerde yazım biyosferi arasında çok az avcı kritiğin/eleştirinin üretildiği söylenebilir. Boşluğu-yokluğu her geçen gün derinleşen eleştiri kurumunun sanatın tüm kulvarlarından bilerek, isteyerek el ayak çektirilmişliği de başka bir vakıa olarak ortada durmaktadır. Cavit Mukaddes’in Cey Sanat’ın geçen sayısında editörden başlığıyla değindiği ve Derrida’dan alıntılayarak, sanat dergilerinin çoğunluğunu işmar etmek üzere ‘yüzeysel konu, içerikte yol almaları, dillerinin de doğal olarak yüzeysizleşmesi’ dediği noktadır burası. Hep bir giriş havası sezilmez mi öylesinde, bu seçili bir tercih de değildir üstelik. Yani şu bitirilemeyen, okuyucunun zihninde yeni bir biçem arayan ya da kendi kendini yıkan metinlerden değildir bunlar; salt aktarıcılardır, sıradan bir haberin, raporun dilnişinlikten uzak üslubuna yakın sesleri, müzikleri vardır. ‘’Kapitalizmin Üvey Evlatları’’ yakıştırmasının muhatapları, bu yaftayı taşımak isterler miydi, sanmam. Böylesi bir çıkarsama, eleştirdiğimiz anlamda nesnellikten uzaklaşmayı deneyen bir tarzın imlenmesi babından bir duygusallık yükleniyor görünebilir. Ne yazık ki, bilinçli bir tarafgirlik değildir bu. Aslında kişisel yorumları, kanaatleri içermeyen alıntı başlıklarıdır tümü. ‘’Beat’’ edebiyatının temel metinlerini okumak, bir eleştirmen için yeter koşul mudur ya da Dada’nın manifesto külliyatını. ‘’Olmadıkça’’, deney imlemedikçe, ola ki, deneylense bile, müphemliğin aşınmazlığı bilgisi bir oksijen tüpü olmalıdır metne dalışta. Burada kastedilen bir istiare olarak Elea’lı Zenon’un Aporia’sı değildir. ‘’Kaybetmeyen’’ bir eleştirmenin, araştırmacının imdadına hangi disiplin yetişirse yetişsin, hep uzak bir mefkure olarak kalır eser. Kesin olanı, araştırmasına konu ettiği sanat alanında karar kılan eleştirmenin bu seçimi bir nedene dayanmalıdır. Öyle ya, itkiniz yoksa, bilginiz de olmaz. Bu seçimde muhtelif nedenler başattır elbette. Eylediklerimizi çevreleyen kanaatlerimiz, varmayı çoktan tasarladığımız sonucu belirleyebilir. Bu sonucu sarsılmaz doğrunun fenomeni olarak algılayan zihin, beden-fiil aracılığıyla kendi tasavvurunun militanı olur daha sonra. Görünen o ki, niyetler, nedenler, sonucu, kaliteyi belirlemektedir. Eleştiride, tedbirliliğimizin korkaklık, acımasızlığımızın duygusallık, şirinliğimizin kıyıcılığımızı gizleyebileceği, bunun da aynı acıları tekrar çağıran edebi bir Samsara olabileceği bilgisi, ‘’nesnelliği’’ klinik tanımından çıkartıp, doğru yere konuşlandırabilir. Her şeyi deney imleyebilir miyiz sorusuna cevap verebiliyor olmamızda düğümlenir tüm yazı ki, kendi cevabımı verip, yazının dümen suyundan ilerlemek istiyorum. Burada tek bir cevapla, birden fazla soruya cevap verebilmek gibi bir fırsatta bulunuyor. İlki, temel seçim noktalarındaki kriz anlarının nasıl atlanabileceğidir, böylelikle ana düğümün özüne nazar edile bilinir. Doğmayı seçmiş eleştiri, taşıyıcısındaki bir ‘’marazi’’ alanı acıtmalıdır. Yani, kamuya açılmazdan evvel, yetkin, manevi olduğu kadar felsefi bir iç konuşma dilidir buradaki, ‘’konuyla’’ çekişen, kavgalı olan. CM'nins’in kuramın yumurtalarının güvende, çatlamaya hazır beklediğini söylediği yuva burasıdır, başka bir sise kanat vurmak üzere. Süreklilik ise, sanatçının deneyimlerinin ödüllendirilmesini beklemeden nükleer bir çiçek misali saçılıp, tozlaşması demek olan çile yoludur. ‘’Şizofreni’’ bir tenkitçinin durmaksızın edinmesi gereken bir ‘’illettir’’ ki, en büyük damarı çileci aktörlerde bulunur. A priori’yi, hikayeleri (nedensellik, zorunluluk) ve ayrışmalarının tarihinden başa doğru sürükleyerek kaynakta sıkıştırmak, işte tek yapabileceğiniz… Bunun dışındakiler, bir haber spikeri olmaktan öteye gidemezler. Alıntıları belirtmeden, alıntılarla doldurulmuş bir metin de, iyi kötü bir yönelime işaret eder. Ne ki, hangi dedikoduya kulak kabartmayı seçtiğimiz dışında ne teknik, ne de yorum babından bir fark getirmez. Yazanını silen, onun önüne geçen-örten bir metin, ebedi ya da prematüre olsun, çağın sapkın Pazar ekonomisinin simülasyonudur. Yazı kana karışmak ister, ‘’ben’’ den çıkar başka bir ‘’ben’’ de yaşam bulmaya çalışır. Ebediyet ancak böyle aktarılır. Temel, çocukça hatalarımızı daha ne kadar görmezden geleceğiz… Yapıp etmelerimizin bir çoğu haksızcadır. Bana kalırsa, en büyük haksızlıklardan birisi de şu ‘’Beat’’ deyip, önlerinden umarsızca sıvıştığımız yomsuz edebiyatçılara, ressamlara karşı yapılanıdır. ‘’Bir leylak akşamında, Denver’ın zenci mahallelerindeki 27. Cadde ve Walton Sokağı’nın ışıkları altında, bütün kaslarımda berbat bir ağrı hissederek yürürken, beyaz dünyanın bana sunduğu hayatın, eğlencenin, karanlığın, müziğin ve gecenin bile yeterli olmadığı hissiyle keşke bir zenci (Negro) olsaydım diyordum.’’ devam edecek... YAZARI:Cemil Atik


Enis Batur ile Gece Söyleşileri (4)



“Ölüm nedir?” gibi bir sorunun karşısında tarafınızdan sergilenen suskudan başka bir beklenti içine girmenin ne denli anlamsız olduğunu size bunu sorduğum sırada pek fark etmemiştim ama. Oysa, o soruyu size sormadan önce, itiraf edeyim, sizi daha iyi okumam gerekirdi:
“Çünkü” siz “Ölüm de som suskumdur.” diyeli epey olmuştu.

Sizin başınızı çevirip omzunuza bakmanızda, ola ki, ayrıca, bir serzeniş okumalıydım: Bunu söze dökmenin bir yolu var mı, bilemiyorum, diyor gibiydi bakışınız: Bak, ben ölümümü buldum, buluyorum, yoksa o beni buldu mu demem gerekirdi, işte omzumun ucunda capcanlı konmuştur, onunla baş etmeyi kendi payıma öğrendim ben, ona doğru, ona rağmen, Hayat denen şeyle şimdi daha kolay iletişim kurabiliyorum, bu benim ölümüm, sana ama bir yararı olabilir mi, pek emin değilim, en sahici yol herkesin kendi ölümünü gidip bulması, onunla haşır neşir olması, yolun sonunda bütün ölümler biribirinden ayrışır çünkü, kendi kimliğini kazanır.--- Suskunuzdan bunlar okunabilir mi(ydi)?

‘Aşır’ suskunuzun arkasında, bereket, Türkçe öyküsünün bekçisi Vüs’at O. Bener’in ‘aşır’ sesini duymuştum daha sonra:

“Gerçek ölümün benimki olduğunu biliyorum. İnandıramam. Hiç kimseyi. Hiç kimse, hiç kimseyi inandıramaz.”

Sizde bütün bunların Şiir dilindeki çevirisi şöyle seslenecekti:

“Yürüyorum boşlukta, beni orada bir tek bana ait
bir ölümdür, bekler.”

Bu ses, besbelli, ölüm diyarından gelen bir ses değildir, yaşamla da bir bağıntısı yok: Eşik’ten geliyor bu ses: Ölüm korkusunu yenme tasası mı sizi ‘eşik’ sakini etmiştir?—

“Yüzümde yorgun bir Hamlet”, demeniz bundandır belki. Çünkü, Hamlet’i ilk kez sahnede gördüğümüz andan itibaren onun artık ‘burada’ olmadığını sezinliyoruz. Onun huzur kaçırıcı varlığı tanımadık, ikircikli sesinden kaynaklanıyor, eşikten gelen sesinden. Bütün Hamlet oyununun, “ölmek” mastarının çekiminden ibaret olduğu söylenebilir mi, Enis bey: “Ölme”nin, onun varoluşunu baştan başa sarsmış, bir tür delilik olduğu? Blanchot’nun “Yazmak dilin sathında çılgın bir mırıldanmadır” demesi en çok Hamlet’te cisim buluyorsa da bu mırıldanma zaman zaman Macbeth’in dilinde “ses ve öfke” doruğuna dek yükselir; bu ikilinin arasında sizin sürekli gidip gelmenize bakacak olursak, böyle bir yorum –madem “ifrat ve tefrit hep iyidir”, diyorsunuz—çıkarsayabilir miyim: “Hokkabaz” dediğiniz Shakespeare’in izinden giderek Hamlet’in kâbuslarından biri olmasın Macbeth, sizin okumanızda?—

“......Arzuydum ben, Lady Macbeth,
tutku ve mülkiyet ve yitiriş,...”

Yukarıdaki dizelerde, virgülden hemen sonra yine şaşırtıcı bir adla karşılaşılır: “Juliette”. Hamlet’ten Lady Macbeth’e, sonra da Juliette’e bu labirent özdeşleştirme edimi epey düşündürücü geliyor bana: Juliette de Hamlet’in öbür uçtaki bir rüyası mı, diye sormaktan kendimi alamıyorum: Acaba Ophelia, Juliette olmadığı için mi Hamlet’in kahrına uğruyordur? Sanırım Türkçe öyküsünün kutup yıldızı Vüs’at O. Bener’in yorumu bu noktada yol açıcı olur: “Romeo[…] Juliet’in ağzından ölüm öpücüğünü alabilecek mi, alamayacak mı? İşte, ‘bütün mesele’ bu.”

Öyleyse, siz de üçlü bir yolun kesişme noktasındasınız, diyebilir miyim: Ölmek, Delirmek, Yazmak? Ölü, Deli ve Yazar bir ailenin birbirinden uzak düşmüş çocuklarıysa, tam bu yüzden yanyana gelemezler bu melûn kardeşler: Ölüm’e karşı yazmak var çünkü bir yanda, Sait Faik’in çıldırılmaya karşı yazması da öbür yanda. Sait Faik’in kurduğu bu cümle, başlı başına, deliliğin ötesine adım attığını düşündürmez mi? Öte yandan, bir de deliliği sözcüklere sirayet ettirmek var, “sözcüklerin Hamlet’i”’ni kuran sizsiniz çünkü: Bu sözcüklerin buğulu bir aynadan yansımaları iç-karanlığımıza ulaşabilecek mi, ulaşamayacak mı, işte belki de ‘bütün mesele’ bu.


YAZARI:Hamid Farazande


Nesne Aşkına / Şafak Çubukçu



kağıda dokunuyorum
o içrek-akıl yürütme esiyor
üzerinde kalemin ve ellerimin
çoğul us masa anlamında kuşanıyor
okur gibi
okur'un gizi aptallığı kalemin gizi aptal-gibiliği




Çığlık atma ey hüzün
sadece adını söyle,
sessizliğin diyorum,
uğultulu ne kadar
yüreğin akıyor saçlarından içeri,
Aldırma ‘çok sesli’ ve kirlidir dünya, tıpkı Ağustos gibi.


Yara dediğin kalbinden akıp giden..bir kelebek.

Sufi.




Elim, Gözüm.../ Bayram Balcı



Elim, Gözüm Sobe..

Şiir asla popüler olamaz. Şiir yazmak, kendini aşmaktır. Kendini aşmanın, popülizmle alakası yoktur. Ne ki; Şiiri yazan zat, asla kendini aştığının farkına varamaz. Bu irade dışı bir durumdur. Şiir yazmak, zat-i muhteremi iradesinin dışına iter. Zat-i muhterem, kendi "ben"inden, "şiir" benine, lirik yahut da, metafizik ben'e geçer. Bu geçiş, bir atlamadır. Bu atlamayı beceremeyen Zat-i muhterem, esasında şiiri yazamamış/yapamamış demektir.

Şiirin ruhtan kopması lazım. Bu kopuş, hem bugünün, hem de çaglarötesinin şiirinin yazılabilmesini sağlar. Bugün kolumuzdaki saatlerin zembereği yok. Tik tak'ları yok. Zembereğin yerini pil, yelkovanla, akrebin yerini dijital göstergeler aldı. Ama yine de saat bir şeyden vazgeçmiyor. Zamanın içine insani hapis etmekten asla vazgeçmiyor. İşte tam da bunun için şiir yazan zat-i muhteremlerin kendi ruhlarindaki sadakate ve hakikate gereksinimleri vardır.

Kelimeler konuşur mu sahiden?

çok oturmaktan yorulmuş
kalk, gezelim dedi, ayaklarım

kelimeler susun artık
saatleri kurmasın kimseler

suskunluğun gürültüsünden
oyunlarından düşüyor çünkü çocuklar

suyun bardağa doluşundaki esaslık
musluğu oksuz mu bırakıyor simdi

öyleyse

çok oturmaktan değil yorulmuş ayaklarım
ben üstü başı kir pas içinde bir isçi olmalıyım

Devam eder gider, Remzi'ye ve Sufi'ye inat, kelimeler harflerle seviştikten sonra...

YAZARI: Bayram Balcı


Gidişi Olmayan / Ziya Alpay



Gidişi olmayan bir yolda gidiyorum – evet-, bildiniz yine ben
Dönüşü olmayan çok yoldan döndüm de geldim –evet, yine ben-
Kuşatılmışlığın ve yalnızlığın son duraklarında sabahladım.
Geceleri sabahladım sabahları sabahladım. Günleri harmanladım
Yok! İnanın hiç istemedim kuş tüyü bir yastık
Başımı koyacağım.
Çünkü ben alıştım,başımı
Sonuçsuzluğun ve bitişsizliğin gizemlerine koymaya
Ya da kucağımda yavru siyah bir kedinin mide sesleriyle uyumaya
Evet, çıkışsız sokaklarda da çok dolaştım. O zamanlar işte
Yolda yürüyen çevresine şaşkınlıkla araştıran gözlerle bakan
Birine dönüşüyordum- ben kim miyim- O’yum bazen de Şu’yum
Düzgün bakımlı ellerin işaret parmaklarıyla gösterdikleri.
Bir isim düşündüm durdum kendime yıllarca
Ama bulamadım. Hangisini seçsem benden başka birine
Dönüşüyordu. Anlayamadım.

Zamanla yavaş yavaş alıştıydım da karanlığa ve yalnızlığa
Ve parmaklarımın bir gülü tutarcasına boşluğu
Tutuşuna
Sonra karıştıydım, dünya gezegenine
Ve gezdim onunla çok birilikte..
O ayları ve yılları saydı ben kuşları
Ve tutunamamış insanları, parmak uçlarında bitmeye yakın
Sigaraları elinde tutanları, kahvelere ve müzelere giren insanları
Baharda gökyüzüne dağılan uçurtmaları da saydım..
Öyle bir gün işte kendimi de adamdan saydım.
Birden ter içinde kaldım. Kalbim hızla çarptı.
Hatırlayınca bilinmezliğimi ve gizli günahlarımı
Sonra hep geriye doğru saydım.- kendimi-
Ne yalan söyleyeyim sonra ben sözcüklere de inanmaz oldum.
Kendime de. Sözcüklerle yaratılmış hayaller âlemine de
Nedir ki sözcükler:
Bir takım işaretler..
Semboller göstergeler
Anlamını yitirip yitirip
Yeniden bulan garip...

Peki ya bir adım olsaydı- gerçekten acaba olsa mıydı-
O zaman daha bir anlamlı konuşurdum herhalde
Otobüslere biner hiç görmediğim şehirleri gezerdim
Yolda birilerine adres bile tarif ederdim herhalde
Yemek yapardım kendi kendime..bulaşıklar birikirdi.
Bulaşıklar her yerde birikirdi..
Sokaklara bulaştırırım kendimi ve öykülere romanlara
Anlaşılması zor felsefe kitaplarına – ölümsüzlüğün felsefesi-
Kapıya
Pencereye
Balkon demirlerine
Bana bakan gözlere, söylenen sözlere
De bulaştırırdım
O zaman..
- kim yıkayacak- kim? soruyorum kim yıkayacak bunca şeyi?
Kimsesizlikten yağan yağmurlar mı – belki-
belki bir sevgili.. uçurtmaları sayarken ya da bir sahilde
denize bakarken yanıma yaklaşıp, siyah deri montuyla ve siyah saçlarıyla
rüzgarda
- merhaba-
Diyen bir sevgili...
Mavi kahverengi gözlerle bakan, bakan, yaklaştıkça
uzaklaşan,uzaklaştıkça da yaklaşan,
yaklaştıkça
uzaklaşan
uzaklaştıkça
yaklaşan.

YAZARI :Ziya Alpay




Kim Durduracak?



Ünlü siyaset adamlarımızdan Celal Bayar’ın bir düşü vardı, Türkiye’yi küçük Amerika yapmak!
Ardından Süleyman Demirel " bize plan lazım değil, Pilav lazımdır" demişti.
Şimdi dönüp baktığımızda o pilavın ne tadı kaldı ne tuzu, yakıyor, ve önüne ne çıkarsa yakıp yutup yıkıp geçiyor, garip bir vahşetin rüzgarına kapılmış gidiyoruz.Pilavsa Pilav , buyurun :
Koca Anadolu'da hiç bir handa, kervansarayda kapı, pencere bırakmadık, talan ettik, ve İstanbul gibi büyük kentlerin sonradan bulma, görgüsüz, kültürsüz "yaratıkların" bahçelerine, evlerine süs oldular, kimseden gık çıkmıyor bunca senedir.
gerçek güzellik denizleri çoktan unutuldu, ne var olana sahip çıkabiliyoruz ne modern zamanlarda yaratılanlara.
bir kentin Büyük Şehir Belediye başkanı eline kazmayı alıp Tarihi Saray Duvarını yıkmaya kalkarsa gerisini düşünmek galiba abesle iştigaldir ( B.Dalan'nın Çiragan Sarayı dış duvarını yıkmak istediği yıllar).
Yüreğin önüne serilen tüm o ihtişamı, bu ülkenin gerçek güzellik abidelerini görmek ve kalp önündeki parıltılarla avunmayıp asil güneşle kenetlenmeli, ama nasıl?
Böylesi bir bakış sahipleri, karsısındaki somut güzelliğin sürekli yenilen cazibesi karşısında gerçek hayretin sınırlarına varabilirler...
İstanbul kenti bir ölçüde kendi değerlerine yavaş ve ağır da olsa sahiplenmeye başladı, estetik bilincin kıyısından köşesinden de olsa kente geri dönmesi sevindirici, ama hala işin ilk safhalarındayız.
Tahribatların haddi hududu yok, başı boşluk durdurulmuş değil.
Bir zamanlar bu kentin aydın, münevver kişiliklerinin "ölsem" de başımın ucuna o güzelim taslardan birisi dikilse diye "ölüm”le adeta "oyun" oynayan insanları da kalmadı.
Yeryüzü mirasçıları, yani Güzellik ve zarafet erleri güzelliğin, bilimselliğin, erdemin, aydınlanmanın farkındaydılar, bu sebeple her yeryüzü güzelliğinin bir ödevinin de bakışları O'nun güzelliğine yönelttikten sonra da değişmez bir gerçek olarak tükenişe yürüdüğünün de (hala) bilincindedirler.
bir kentin, bir ulusun mirasıdır mezarlıklar, oralarda sadece küçük bir isim bırakmışlar, bir kentin mezarlıkları talan edilirse, oradaki mezar taşlarını bahçelerine, içinde bulundukları kocaman ruhsal boşluğu o her biri belli bir ekol ve üslubu yanıştan mezar taslarıyla süslemeye başlarsalar, o insanlardan ve de o mekanları korumakla mükellef kuruluşlardan Umudumuzu tamamen kesmeliyiz.(?)
Ortaköy ve Maçka Osmanlı mezarlıkları yerle bir edilmiş durumda, içler acısı, perişan bir duruma bürünmüşler, gidin 10 dadikanızı sarf edin ve o koca selvi ağaçların size nasıl çiğlik attıklarını görün izleyin dinleyin lütfen.
BU VAHŞETİ , BU VANDALIZMI KİM DURDURACAK?
Mısırlı Ünlü düşünür Abduh ile 1900 yılların başında Paris’te ünlü düşünce dergisi "Çözülmez Bağ" dergisini çıkartan ve ardından orada kitaplar yayınlayan, doğu düşüncesinde aydınlamacı, ilerici ve tıpkı İbni Sina gibi bilimselliği öne çeken S.C. Afgani’nin Maçka’da bulunan mezarı Talan edilmiş durumda, Mezar taşları çoktan sökülmüş, yerinde yeller esiyor, o Afgani ki Edward Said'in tüm düşünce sisteminin tek bilimsel kaynağı olmuş, o Edward Said ki Hilmi Yavuz'a parmak ısırtmış, ve o Hilmi Yavuz ki , İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür Daire Başkanı olduğu sürece böyle bir mezarın varlığından bile habersizdi!
Çoğu çok değerli ve her biri bir dünyayı barındıran o taşlar kırılarak, talan edilerek yerlerinden sökülmüş, mezarlık değil bir Şarap mahzeni ve berduşlar yuvasına dönüşmüş.

İSTANBUL’UN bu eski, kıymetli mekanları çok geç kalmadan korunmaya alınmalı, sökülen ve haraç mezat kimi meçhul ve kendini bilmezler tarafından uç şişe şarap parasına simsarlara satılan ve oradan ruhları kararmış had bilmezlerin Villa ve Konaklarını süslemeye devam eden tüm "yapıtlar"ın takibi bu aşamadan sonra adli bir vaka olmalı, bu kentin tüm yetkili kurum ve kişilerini göreve davet ediyoruz.
Topkapı Saray Surları arasından süzülen tren yolu ne kadar absürt, hayret vericiyse ( ki dünyanın hiç bir saray bahçesinden Tren geçmez) bir kentin tarihi ve gelişim sureciyle ilintili mezarlıklarının talanı, tahribatı da o denli dudak ısırtacak vahşet barındıran bir olay.

bütün dünya güzellikleri, ötesiz, düz bakışlara bırakılıyorsa güzellik terennümü de katmansız bir tekdüzelik içerecektir.


borges defteri
iletişim:borgesdefteri@yahoo.com



a work by atölye simurg(c)

ÖLEBİLMEK II.

Ölümlülük anadamarının insan ruhundaki izlerini bu damarın kılcallarına varıncaya değin sürmek, her halde en çok psikanalizden beklenebilecek bir tutumdur. Gel gelelim, orada da hüsrana uğrar; ölümlülüğün semptomlarının, bizzat bastırma mekanizmasının mucidi olan psikanaliz tarafından da çoğunlukla “bastırılmış” olduğunu görürüz. Freud, bildiğimiz gibi, başlıca Oedipus kompleksinden ve cinsel içerikli bir libidodan bahsetmiştir. Oedipus kompleksi bir veri olmakla beraber, psikanalizin ulaşabileceği son veri, son hakikat olmaktan uzaktır. Çünkü hadım edilme korkusu, Peer Gynt’ün* ruhundaki katmanların en derinindeki değil, belki en yüzeyindekidir. Dolayısıyla Freud ister istemez rahim yoksunluğundan çok penis yoksunluğunun ve ölümlülükten çok cinselliğin açıklama gücüyle yetinmek zorunda kalmıştır. Bu bakımdan libido ve bilinçaltı kuramlarına Jung’un yaptığı katkılar önemlidir.

İnsan ruhunun ölümle ilişkisine dair neler söyleyebiliriz? Her şeyden önce, ölümlülüğün savunma mekanizmalarımızın başlıca konusu olduğu savlanabilir. Ölümü bastırır veya çeşitli ritüellerle yüceltir ve katlanılır kılmaya çalışırız. Bu çabaların kimisi, gerçekte yırtıcı bir hayvan olan gelinciğe adeta ona yaranırcasına “gelincik” gibi güzel çağrışımlı bir isimle hitap etmiş olduğumuzu akla getirir. Nekrofili (ölüsevicilik), zenofobi (yabancıdan duyulan korku), eremofobi (yalnızlık korkusu) vb. kılıklara girebilen bu ilişki, temelde iki kipte, “yadsıma” ve “kabullenme” kiplerinde incelenebilir.

Ölümlülüğü yadsıma veya ölümü içselleştirememe , insan varoluşunun kırılganlığını da yadsıma pahasına gerçekleşir ve beraberinde iki şeyi getirir: Karamazov Kardeşler’deki “Tanrı yoksa her şey yapılabilir” cümlesinde dile gelen “ölçüsüzlük” ve Nemrut örneğinde billurlaşan “ölümsüzlük yanılsaması”. Gerçek anlamında ölümsüzlüğe kavuşamayacağımıza göre, sahip olabileceğimiz şey onun bir yanılsamasından ibarettir. Bu yanılsamanın gerektirdikleri şunlardır: 1) Ölümsüzlükle bir tutulan güç 2) Gücün uygulayıcısı özne 3) Güce tabi tutulacak nesne(ler). Lacan’ın sadistlik olgusunda saptadığı “yer değiştirme”ye çok benzeyen bu tabloda, güç isteminde bulunanın tabi olmaktan ötürü acısını çektiği “güç”, bu gücü isteyip uygulayan özneyi aşan, asıl öznedir. Güç isteminde bulunan, ancak kendisini bu güce sahip iradenin belirmesine aracı kıldığında haz duyabilmektedir. Sadistin öncelikle mazohist olduğu, tuhaf bir denklemdir bu.

Böylece, Nietzsche’nin de başlıca temalarından biri olan “güç istemi”, istemin tam olarak neyi amaçladığı bakımından kritikleşir. İstemin çelişkisiz olabilmesi için, her şeyden önce, güç isteminde bulunanın “güçsüz” olduğunu varsaymak gerekir. Bu durumda da güç isteminin ereğinden başka, güçsüzün güce nasıl kavuşacağı konusu da sorunsallaşmış olur. İktidarın ereğine bağlı potansiyel tehlikeler bir yana, kötülüğün, gerçekte “güç”ten başka bir anlama gelmeyen “iktidar”a içkin olmaması gerekir. Örneğin, gün ışığı cilt kanserine yol açıyor diye kimse kalkıp “Güneş’in iktidarı”ndan bahsetmez ya da kimse kalkıp “empotansın iyiliği”nden falan dem vurmaz. Buna karşın, “iktidar” sözcüğünü ısrarla “tahakküm”le bir tutarak sarfetmemizde bir haklılık payı vardır. Çünkü ölümsüzlük yanılsamasına hizmet eden iktidar, ölümlülükle beraber insanın kırılganlığını da yadsımış olduğu için, tahakküme varır. O halde “haklı” yegane güç istemi, tahakkümün ortadan kaldırılmasına yönelik olandır ki bu istemin nesnesi olan güç, paradoksal bir biçimde, ancak insanın en “zayıf” olduğu yerden, yani kendisinin ve ötekinin kırılganlığını bilip tanıdığı yerden kaynaklanabilir.

Ölümlülüğü ve kırılganlığı tanımam, “Arkadia’da bile olan”ın
* önünde, beni canlı-cansız tüm varlıkla eşit kılar. Aşkınlıklarını onayladıklarımı ne varedebilir ne de yokedebilirim; onlar, güzelliği kendilerinden bildiklerimdir. İçimdeki tohum soyludur ve asla küçüklüğümü haykırmaz. O tohum meyveye durunca, işte o zaman, ölebilirim.

YAZARI:Özcan Türkmen

* Ibsen’in aynı adlı, tanınmış yapıtının kahramanı; Per Günt.
* Arkadia : Batı şiirinde pastoral bir mutluluğun hüküm sürdüğü hayali ülkenin adı. Poussin’in Et In Arcadia Ego (Arkadia Çobanları olarak da bilinir) adlı tablosundaki mezar yazıtında da okunduğu gibi, Arkadia’da bile olan, ölümdür.


Şair Öztürk Uğraş Anısına



Şair Öztürk Uğraş’ın zamansız gidişi...
ve onun diliyle “anılar ayrı ayrı yaşanır” diyerek
özlemle anıyoruz...
b o r g e s d e f t e r i


I.
tutukladığı topraklara
tepeden baksalar da
sınırlarını açık ırmaklara
gücü yetmez bayrakların
şaiesen bil
su sahidir

II.
yakada kırılır boynu
alnı rozete düşer
gözönünde ölür gül
yaş gözde, yas içinde kalır
kokusu ruhudur, çöle yanaşır
çöl ufalar peygamberleri
zaman yatağa düşer
tek mülk hiçliktir
ve çöl sahidir

III.
sırnaşık köpüklerden uzaklarda
bir yandan kök yarar sinesini
bir yandan durmaz
günün kahkülü kuşluk
ikindinin arkasında
narlanır yanar dağların sırtı
uçurumlarda yerini bulur ateş
külün cengi başlar

IV.
bilinmez, hadisi yoktur aşkın
insansa evidağılmış yaradır
ışıkları yemine çeker
boşluğu da özler
bilge geniş sabrıyla durular arzı
gözünü sözle doyurur
ve aleme duyurur
ten serinse içtedir o yangın

şairsen ayı insafa çağır
dervişsen bil
kül sahidir.

Öztürk Uğraş


iletişim:borgesdefteri@yahoo.com


Rasathaneye Övgü / Hamid Farazande




Eileen Collins ve Yol’daşlarına
Çocukluğumdan beri rasathanelere duyduğum merak, omekânlara ilişkin ulaşabileceğim bilgileri toplamama yol açtı: Her şeyden önce mimarî biçimlerine,topografik konumlarına, sonra da içinde olup bitenlere ilişkin bilgileri. Bizden yüz milyonlarca ışık yılı uzakta devinen galaksilerin, yıldızların Habel teleskopuyla çekilmiş fotoğraflarını, milyonlarca yıl önce evrendeki toz bulutlarının nasıl da birleşerek gaz kütlelerini oluşturduğunu gösteren fotoğrafları gördüğümde; astronomların evren balonunun genleşmesiyle ilgili kuramlarını, en son da bu balonun ters yönde büzüşüp enerjisini kaybederek o başlangıçtaki mekânsız zamansız partiküle dönüşmesi ile ilgili fikirlerini okuduğumda, içimde astronomi mesleğine karşı bir türlü engelleyemediğim kıskançlık duyguları kabarmaya başladıydı. O teleskoplardan birinin arkasına geçip gökyüzünü temaşa etmek isterdim. Kurduğum bu cümle, bilimsel gözlemden nekadar uzak kaldığımı gösteriyor, başlı başına.Galileo’den bu yana teleskop teknolojisi ışık hızıyla ilerledi, bırakın teleskopun arkasına geçmeyi,rasathanelerde artık bütün bilimler elele vererek insanın göklerle ilgili sorularını yanıtlamaya çalışıyorlar; uzmanlaşma bahanesiyle ayrıştırılan bilim dalları orada tekrar bütünleşiyorlar. Rasathanelerin en ilginç yanlarından biri şehir yaşamından uzak bir yerde bulunmaları ise, farklı çalışma saatleri de onları diğer iş yerlerinden ayıran başka bir ilginç yanları sayılır: Herkesin işten elçektiği bir saatta, akşam vaktinde işe koyulurlar:Rasathaneler birer inziva ülkesidir. Yapı olarak insanın yaptığı diğer binalara hiç benzemezler, ilk defa fotoğraflarını gördüğümde, sanki uzaylılar tarafından inşa edilmişler gibi bir hisse kapıldığımı anımsıyorum. Gökyüzüne bakan bu bilim-adaları,yeryüzünden gelen ışık tozları, görme alanlarını bulandırmasın diye, bütün evlerden, sokaklardan uzak,kendilerini dağların tepelerinde saklarlar. Astronomların ömürlerinin diğer bilim adamlarınkinden uzun olduğunu öğrendiğimde, çok şaşırtıcı bir yan bulmamıştım bunda: Herkesten uzak, geceleri çalışan bu kişilerin günlük yaşamları, ilişkileri kendi kendine sınırlı olmaya mahkûm olur, toplumsal kirliliklerden uzak kalırlar. Diğer yandan merak ettiğim şey,onlardan kaçının, bir an bile olsa, o muazzam teleskoplardan elde edilen fotoğrafları bırakıp da tıpkı pre-modern insan gibi çıplak gözle gökyüzüne bakarak bundan keyif almaları—Hemen söyleyeceksiniz:Çevresinde o hâyâl hâlesini barındıran bakış varoldukça bilimsel bakış hayat bulamazdı. Evet,bakmak için vakte ihtiyaç vardır, dolaşmaya, “vakit öldürme”ye, tıpkı bir çocuk gibi, bir şair gibi, ama herkesi iş zincirine bağlayan modern dünya düzeni artık içimizdeki çocuğa, şaire, “Küçük Prens”e dolaşma fırsatı vermiyor, oysa dolaşan kişi işsiz olmalıdır.Ne var ki, modern dünya düzeninde sadece utanç kaynağı değildir işsizlik, aynı zamanda yoksulluk ve açlığın habercisidir. O zaman kimi suçlayacağız? Homo Erectus’un insana dönüşmesini sağlayan en önemli etken, kim bilir, belki de onun gökyüzüne bakma merakıydı. Bana sorarsanız, homo erectus şiirle tanışan ilk insan türüdür: Gökyüzüne baktığı ilk an,hâyâl gücü tâ derinlerinde bir yerde kıpırdamaya başlamıştı, diyebilir miyiz? Tanrıları o zaman görmeye, onlarla konuşmaya başladı.Onlarla birlikte , bu sefer, oradan, gökyüzünden,yeryüzüne bakmaya başladı. Fetih maceraları ondan sonra gelişecekti. Kuşkusuz ilk astronomlar şairdiler. Daha geometri bilimi göklere uzanmazdan önce onlar yıldız kümelerini arslana, ata, balığa, ayıya, keçiye benzetmeye başlamışlardı. Astrolojinin şairâne bir zihniyetin sonucu ortaya çıktığını kim yadsıyabilir?--Gökyüzü mitolojinin kapısı, sonra da ülkesi oldu. Mitolojik insan evrensel insandı, dünya evrenin aynası. Herkesi bir daha “Tekyön”’ün son parçasını okumaya davet ediyorum. İnsanın evrenle olan birliğini bozan, temaşa eyleminin yerini gözlem’e terk etmesiyle başladı. “Rasathane”nin İngilizce veFransızca dillerinde “observe” sözcüğünden türediği,bu kırılmanın önemli bir aşaması gibi geliyor bana(İlginç olan “Rasad”ın anlamının bir nebze bile olsada “temaşa”ya daha yakın olması: Almanca’daki karşılığına da daha yakın durur: Bekleyiş, bekçilik,nöbet tutmak ile ilintilidir “sternwarte” bileşiği.):Bilimsel bilgi sayesinde yerküre evrenin merkezinden,yüz milyonlarca yıldızın arasına, kâinatın her hangibir köşesine göçmeye başladı, böylece evren tekrar,burada, orada gaz kütlelerinden oluşan yıldızlar,galaksiler, sistemlere dönüştü, Pascal’ın korktuğu o sessiz, soğuk boşluğa. Temaşa sırasında hisler özgürce çevreyle karşılaşırlar, oysa gözlem sırasında akıl ile mantık karşılaşılanlardan matematiksel bir rapor suna bilsinler diye hislere gem vurulur. Teknolojinin gelişimi gözlemin meyvesiydi. Şimdi uzay gözlemin nesnesi olmuş durumda. İnsan, tüketim çöplüğüne dönüştüdüğü yerküreden uzaya göçmeye hazırlanıyor şimdi, ama artık düş kanatlarıyla değil, teknoloji kanatlarıyla, şeyleşmiş düşle. Belki de bir kez daha, bu sefer yerküre gökyüzündeyken, bambaşka topraklardan bakmak isteyecektir yerküreye, geçmişiyle hesaplaşmak isteyecektir. Evet, belki de geleceğin büyük şairleri astronotlar içinden çıkacaktır.
YAZARI:Hamid Farazande


Independent Literature Journal (Portal) from Turkey

***


Link:

  • FELSEFE NOTLARI
  • 2-felsefe-notlar
    Felsefe Notları; Akşamın sisiyle şafağın ışınları arasındaki ses. Herkes için, Kimse için !

    ***


    P.E.N/TURKEY

    ***


    Hür Yumer
    1

    ***


    ÖMER SERDAR
    mer-serdar

    ***


    ORUÇ ARUOBA
    oruc-aruoba-yasamini-yitirdi-737945-5

    ***


    artist-15
    Enis Batur
    "Benim burada durduğuma bakmayın genç yoldaşım: Burada değilim ben artık, gövdem çürümeye şimdiden başladı, ruhum uçtu ve adresini bilmediğim bir dala kondu..."-E.B

    ***


    Leon Felipe
    batuhan-alpugan-leon-felipe1

    ***


    ***


    TELGRAFHANE,SANAT
    Sanat ve Edebiyat

    ***


    MURAT GÜLSOY
    Murat GÜLSOY | 602. Gece [Kendini Fark Eden Hikâye]

    ***


    ÜÇ RENK
    Üç Renk: renkler, düşler, farklı bir deneyim ve üretim!..

    ***


    Kerem Kamil Koç(SubCulturia)
    kkk
    SubCulturia:"New Media Theory Group" Projesini destekler..."

    ***


    Oğuz Atay/Arşiv
    o-uz-atay
    Oğuz Atay / Arşiv (Borges Defteri'nin bu arşivde yer alan önemli belgesi. İlk kez "defter" yayınladı bu belgeyi)

    ***


    Şair Çalışıyor/dergi arşivi
    Şair Çalışıyor/Dergi Arşivi

    ***


    Şiir Penceresi
    "Bir başka bakmak için..."

    ***


    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi
    Bachibouzouck/net edebiyat dergi arşivi

    ***


    ***


    Mustafa Nazif Fotoğraflar
    Sanat-Fotoğraf

    ***


    "Biri Dergisi- Mustafa Ziyalan
    Sanat-Edebiyat

    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***


    ***