KİMİNLE KONUŞABİLİRİM BUGÜN?
Kiminle konuşabilirim bugün?
Arkadaşların içi kötü,
Bugünkü dostlar bilmiyor sevmeyi.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Yürekler doymak bilmiyor,
Herkes arkadaşının malını çarpmakta.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Aklı başında adamlar öldü gitti,
Vur kır sardı herkesin yüreğini.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Melek yüzlerinin altında şeytanlıklar,
İyilik her yerden kovuldu artık.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Yürekler doymak bilmiyor,
Kimse onur duymaz yüreğimden ,
Kiminle konuşabilirim bugün?
Doğru insanlar yok artık,
Yeryüzü kötülük edenlere bırakıldı.
Kiminle konuşabilirim bugün?
Artık dost da kalmadı.
İnsan içini, gidip bilmediği birine açmalı…
Kiminle konuşabilirim bugün?
Sarıyor dünyayı kötülük…
Bir türlü sonu gelmiyor!
Çev. Kramer
Kederin felsefesi:
Kierkegaard, Heidegger ve Camus felsefesinde keder
Yazarı: Jonny Thomson
Çeviri: Ömer YILDIRIM
Kederden kaynaklanan
derin ve içsel umutsuzluk, insan yaşamında dönüştürücü bir rol
oynama gücüne sahiptir. Hepimiz her şeyin zaman içinde sona ulaştığını düşünsel
olarak bilsek de kederi birinci elden deneyimleyenler, yaşama diğerlerine
oranla daha farklı bir yönden yaklaşmaya başlarlar. Bu bağlamda
filozoflar zaman içinde yitip gitme fikrine farklı biçimlerde
eğilmişlerdir. Kierkegaard bunu inanca açılan bir
kapı olarak görmüş, Heidegger yitip gitmeyi hayata anlam vermenin bir
yolu olarak kabul etmiş, Camus ise bu durumu saçmalık olarak
yorumlamıştır.
Yaşamımızın bir
parçasında her birimiz kim olduğumuza doğrudan müdahale edecek ve bizi sarsacak
bir şeyler yaşayacağız. Çünkü insan hayatı bir tür yolculuk ve deneyim sürecidir.
Günümüzde pek çok insan “biçimleyici deneyimler” dese de
bunlar insan için ancak bir tür uyanış ya da kendine getirme aracıdır. Bu
araçlar insanlık durumunun uyumak ya da âşık olmak kadar merkezinde yer alır.
Birbirimize anlattığımız hikâyelere ve mitlere şöyle bir bakanlar bunların
genellikle birbiriyle ciddi benzerlikler taşıdığını göreceklerdir. Bunlar
örneğin çoğunlukla gurbeti, bir kişilik hayat sınavına tabi tutulmasını ve
ardından yeni bir bilgelik ya
da yeni bir yetenekle eve dönüşü içerir.
Bahsini ettiğimiz
dönüştürücü deneyimlerden biri, gerçekten ve derinden sevgi beslediğimiz
birini kaybetmemizdir. Bu kederle tanışanlar hayat hakkında
daha fazla şeyin farkına varırlar. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, yalnız ve
geride kalmanın ne demek olduğunu çok acı biçimde kavrarız. Düşünsel düzeyde,
her şeyin bir gün yok olacağını biliriz. Yaşamın geçiciliğini, insan bedeninin
zamanla çöküşünü ve evrendeki termodinamik yapıyı mantıksal zeminde idrak
ederiz. Ancak ölümü bilmek, ölümle gelen kaybı hissetmek ve buna
katlanmak, insana hiçbir şiirin, filmin ya da kitabın aktaramayacağı bir
anlayış kazandırır.
Memento mori (Öleceğini hatırla!)
Birçok insan, örneğin
gençler ya da şanslı bir yaşam sürenler, kendilerini ölümlü olmak gerçeğiyle
yüzleşmek zorunda hissetmezler. Onlar günlerini ebediyetle ilgili büyük sorular
hakkında bir an bile düşünmeden geçirebilirler. Kendi ölümleri ya da
çevrelerindekilerin ölümleri üzerine düşünmek akıllarından dahi geçmez.
Muhtemelen, bugün hayatlarında bulunan insanların bir gün sonsuza dek yok
olacaklarını hiç düşünmeyeceklerdir.
İnsanların çoğu her birimizin bir gün son
yemeğimizi yiyeceğimizi, son kez güleceğimiz ve son nefesimizi alacağımızı asla
fark edemez. Onlar sevdikleri biriyle son bir kez birbirlerine sarılacaklarını
ve o andan sonra bu deneyimin bir daha asla tekrarlanamayacağını düşünemezler.
Elbette ölümsel
gerçeklik akıllarının uzak bir köşesinde öylece durmaktadır; ama bunlar onu
duyumsamıyorlar. Aklen “nesneller”; fakat duygusal olarak öznel
olmaktan çok uzaklar. Onlar ölümün eşiğinde olan ana babalarının elini tutmuş,
bir kardeşinin cenazesinde ağlamış ya da artık hayatta olmayan bir arkadaşın
fotoğraflarına bakarak gözyaşı dökmüş kişilerin benliğini saran duygusal
yoğunluktan yoksunlardır. Keder, onu bilmeyenler için, uzaktan
gelen davul sesi gibidir. Gerçekte, hakiki kederin çaresizliği ise bizatihi
insanın yüreğinin derinlerinde yaşanır. İnsanın varoluşu, içinde sızım sızım
sızlarken bütün bedeni de bilekteki nabza dönüşür.
Umutsuzluk
Keder gibi böylesine yaygın, hassas ve
dokunaklı bir konuda tek bir felsefi görüş bulunması beklenemezdi. Tarihin
büyük bir bölümünde filozoflar, aynı zamanda genellikle dindar kişilerdi ve bu
nedenle bu konu rahiplerin, kutsal kitapların ya da meditasyonun konusu
olmuştu.
Antik Yunan ve Roma’nın
Hristiyanlık öncesi düşünürleri belki bir istisnadır. Ancak oralarda dahi
filozoflar dinî varsayımlarla dolu kutsal kâselerin içinde yoğrulmuşlardır. O
dönemlerde ruh’a yapılan atıfları şiirsel ya da psikolojik
metaforlar olarak okumak günümüzde moda hâline gelmiştir. Yine de antik
dünya, Epikürcüler hariç, bizim modern ve seküler
duyarlılıklarımızın pek kaldıramayacağı kadar çok dinî inanca sahiptir.
Søren Kierkegaard’a
göre, kederin peşi sıra hissettiğimiz içsel ölümlülük duygusuna “umutsuzluk” denir.
Ona göre umutsuzlukla harmanlandığımız zaman hakiki benliğimizi fark etme
yolculuğumuz da başlayacaktır. Yaşamdaki şeylerin ebedi olmadığını ve hiçbir
şeyin sonsuza dek sürmeyeceğini ilk elden yaşayarak anladığımızda, bir şeylerin
ebedi olmasını nasıl tutkuyla arzuladığımızı idrak edeceğiz. İşte
umutsuzluğumuzun kaynağı o “sonsuzluğu” istememizdir.
Kierkegaard’a göre,
umutsuzluğun üstesinden gelmenin, bu durumdan kurtulmanın tek yolu ise teslim
olmaktır. Kendimizi içinde kaybedeceğimiz bir ebediyet vardır, inanç vardır
ve keder, inancın kasvetli, soğuk kapısıdır.
Kederin
felsefesi
Aydınlanmadan sonra, dinin etkisinden kurtulan
felsefenin yeniden güç kazanmasıyla birlikte düşünürler ölümü yeni bir bakış
açısıyla ele almaya başlamışlardır. Bundan sonra ölüm artık sadece dine açılan
bir kapı olmamıştır.
Antik Yunan’da
Epikürcüler ve pek çok doğulu filozof, bu güçlü keder duygusunun üstesinden
ancak ve ancak ölümsüzlüğe duyduğumuz yanılsama yüklü arzunun ortadan
kaldırılmasıyla gelinebileceğine inanmışlardır. Stoacılar da
her şeyin her zaman bizden kaynaklandığını düşündüğümüz için acı çektiğimiz
fikrini kabul etmişlerdir. Sadece düşünsel bir devrimle ya da kusursuz bir meditasyondan
sonra, bunun aslında nasıl da yersiz bir büyüklenme olduğunu kabul edebiliriz.
Alman filozof Martin Heidegger, ölümün hayatımızdaki
varlığının özgürlüğe yeni anlamlar kazandırdığını savunmuştur. Kararlarımız,
sahip olduğumuz yegâne şeydir. Tüm yaşamımızın ölümün merhametli kollarında son
bulacağını idrak ettiğimizde bu bize bir cesaret verir ve eylemlerimizi anlamla
sarmalar. Heidegger bunu şöyle özetler:
“Varolmak, ölümün
huzurunda bulunmak demektir.”
Orta Çağ’ın ünlü memento
mori anlayışı, içinde bulunulan anı daha yaşanır kılmak için ölümü
kendimize yakın tutmak fikrinde yankılanır. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde,
geride kaldığımızın gerçekten farkına varırız ve bu da yeni tercihlerimize yeni
bir önem kazandırır.
Albert Camus içinse
durum biraz daha umutsuzdur. Camus’nün eserleri nihilizmin kayıtsız uçurumunu
çözmek için bilinçli ve yorucu bir çaba olsa da, onun “saçmalık” çözümü
kolay bir ilaç değildir.
Camus için keder, her şeyin anlamsızlığının
üstesinden gelme hâlidir. Aşk onulmaz bir acıyla sona erecekse neden âşık
olalım? Her şey toprağa karışacaksa neden büyük yatırımlara önem verelim?
Kederle birlikte her
şeyin acı sonluluğuna dair bir farkındalık gelir
ve beraberinde öfkeli, çığlık çığlığa bir hüsran getirir: Neden buradayız ki?
Camus’nün ileri sürdüğü
fikir ölümle ilgili bir cümbüş ya da belki de kara mizahtır. Ona göre yaşam
farkına varıp keyfini çıkarmamız gereken saçma bir oyun
alanıdır. Bu oyun alanındaki yolculuğun tadını, kendimizi mutlu hissederek
çıkarmamız gerekir.
Birçokları için keder
yaşamdan kopmayı da birlikte getirir. Oysaki keder iyileşmeye ve varoluşu
yeniden anlamlandırmaya yarayacak olan, ruhumuzun kışı geçireceği yerdir.
Ruhumuz bir kelebek gibi kendi kozasını kederden örer ve kozadan, edindiği
bilgelikle birlikte yaşama geri döner. Bazıları için bu kış dinlencesi çok uzun
bir süre devam eder ve birçoğu soğuk kaldırımları yaşamının biricik varoluş alanı olarak görmeye başlar. Bu insanlar yardıma
ihtiyaç duyan insanlardır.
Kierkegaard, Heidegger
ya da Camus ile aynı fikirde olsak da herkes için doğru olan ve yapmamız
gereken bir tek şey vardır: Konuşmak. Düşüncelerimizi dile
getirmek, umutsuzluğumuzu paylaşmak ve bir başkasına açılmak, çözülmeyi
başlatan hafif, ılık bir esintidir.
Bu
makale Sosyolog Ömer Yıldırım tarafından www.felsefe.gen.tr
için, Jonny Thomson’ın “Three responses to grief in the
philosophy of Kierkegaard, Heidegger, and Camus” isimli
makalesinden Türkçeye çevrilip derlenerek hazırlanmıştır. Alıntılanması
durumunda kaynak gösterilmesi, ahlaklıca olanıdır.
Anomi ve Mitos
Leon Felipe
Yere düzayak basan kabuğu sökülmüş, kan kaybeden kaplumbağanın yanında tavşan zıplıyor, gülüyor. Masal eski bir yalanın kıvrılmış hali. Yarış yok ortada. Sivri dişli etobur bir tavşan ve yaşı geçkin Galapagoslu atalarından uzakta bir kara kaplumbağası var gerçekte. Ve gerçek çocuklara uyumadan önce anlatılan didaktik bir yalan değil. Tavşanın kabuğu sökmesinin nedeni sadece vahşetten hoşlanması. Kaplumbağa etini sevmiyor. Hem çıplak bir kaplumbağa görmek onu eğlendiriyor. Can çekişen her şey ve seks tavşanları eğlendirir. Kemirgen canavarlar. Pek şirin gözükürler. Oysa farenin doğada yaşayan beyaz tüylü akrabasıdır. Arka bacakları kalın. Kanguruya benziyor. Aile kuruyor. Kaplumbağaysa çirkin boyunlu, kalın derili. Ayaklarından fırlayan tırnakları pedikürsüz. Çocuklarını yumurtlayan ve yerde sürünerek ilerleyen, dışkısı pis kokan bir hayvan. Üstelik korkak. Bir kaplumbağanın kavga ettiğini gördünüz mü? Barışçıl olduğundan diil. O da irileştiğinde kendi türünden biriyle dişiyi döllemek için kavga eder elbette. Tavşanlardaysa orji hakimdir. Sürekli seks yapmayı beceren tuhaf hayvanlardandırlar. Seks için kavga etmezler. Aslında hiç kavga etmezler. Sadece yıkıcı bir güçleri vardır. Kendi çocuklarını yedikleri görülmüştür. Tavşanların et yemediği söylenir. Yalandır. Bir paskalya yalanı. Aleviler tavşan yemezler. Tavşanların dişileri regl olduğundan, derler, yemeyiz. Tavşanları da kaplumbağaları da evlerinde besler insanlar. Kaplumbağalar sıkıcıdır. İnsanı eğlendirebilecek hareketlerde bulunmazlar. Suretlerinde mimik yoktur. Jeste rastlanmaz. Ama tavşanlar maşallah, sıcak diye evin babasının göbeğine oturur ve herkesi eğlendirirler. Ellerine bir havuç alıp kemirirlerken gülümsüyor zannedersiniz. Kaplumbağanın her şeyden bezmiş, yaşamdan bıkmış bi havası vardır. Beni neden doğadan alıp eve getirdiniz ki! Diyorlardır sanki. Üstelik kaplumbağalar insandan daha uzun yaşadıklarından bir huzursuzluk yaratırlar. Biz öleceğiz ama bu hayvan üç yüz yıl daha yaşayacak. Buna da yaşam mı denir? Üstelik kaplumbağalara yıllarca da baksanız sanki hiç büyümemiştir. Tavşansa çabuk yaşlanır. On iki yıl yaşayabilir o kadar. Kaplumbağaların bazıları en az elli, en çok üç yüz yıl yaşarlar. İnsanın içini daraltır bu. Tavşanlar arasında Avrupalı Lipus Lepus europaeus en adileridir. Kaplumbağalardan kış uykusuna yatan Orta Asyalı Agrionemys Horsefieldii matraktır. Ayılar onlarla oynamayı severler. Hayvanlar arasında kaplumbağalarla oynamak bir gelenektir. Hayvanlar arasında tavşanları yemekte bir gurmeliktir. Tilkilerin tavşanları yemek için sonsuz sabır gösterdiklerini biliyoruz. Tilkiler aynı sabrı kaplumbağa yemek için gösteremezler. Bir kaplumbağayı yemek zordur. Üstelik eti güzel değildir. Tavşan lezzetli bi hayvandır. Etobur insanların bazıları özellikle adalarda yaşayanlar tavşan avına çıkar, onları vurduktan sonra kulaklarından tutup sarkıtarak evlerine neşe içinde dönerler. Evine kaplumbağa avladığı için neşeyle dönen bir insan yoktur. Tavşanların rol aldığı, başrol oynadığı birçok sinema filmi vardır. Kaplumbağalarınsa çizgi filmlerde sadece yan rolleri vardır. Az sayıdadır. Mutasyona uğramış kaplumbağalarla ilgili saçma filmi saymıyorum. Mutasyona uğradıklarından kaplumbağa sayılmazlar. Üstelik öyle sayılsalar bile ustalarının tavşanlarla aynı soydan gelen bir kemirgen fare olması can sıkıcı ve kaplumbağalara hakarettir. Tavşanlar tarih boyunca kaplumbağaların düşmanı olmuştur. Yavaş yavaş lahanasını, yaprağını yiyen kaplumbağanın sezgilerine güvenen çıkarcı tavşan onu takip eder ve kaplumbağanın bin bir zahmetle bulduğu yemeğini elinden alır. Galapagos’taki iri kaplumbağaların tavşanları yedikleri bu nedenle de dinsiz sanılan Darwin’in adada tavşan bulamamış olması hakikattir. Marx’ın Darwin’e mektup yazdığı doğrudur. Yaşlı kaplumbağalar gençler kadar pasif diillerdir. Gerçi dişleri olmayan kaplumbağaların bir tavşanı yemek için birkaç yıl uğraştıkları ve sindirim sistemleri bozulduğu için kendilerinin de öldüğü doğrudur. Bir tür kamikaze davranışı olan tavşan yemek, Galapagos kaplumbağaları için tarihsel bir ödev ve 17 Ekim devrimidir. Rusların Çarlarını yemesi gibi. Yemekte tavşan etini çiğnemeyi seven son Rus Çarı II. Nikolai Romanov’u, karısını ve çocuklarını devrimcilerin yahni yapıp yedikleri haberi yıllarca ABD kamuoyunu oyalamıştır. Hatta kanibalizmi seven Amerikalılar Hannibal adıyla birkaç film çekerek Sir Anthony Hopkins hazretlerini sinema tarihinin unutulmaz isimleri arasına bir yamyam olarak sokmuşlar, filmdeki adını Hannibal koyarak da çok yücelttikleri Roma imparatorluğunu dize getirmiş olan Kartacalı, yani Afrikalı olan herkesi de yamyam yapmışlardır 20. yy’da. Zaten daha sonra Sir Anthony Hopkins bir filmde albino zenci rolünde gözükmüş, bir zenci, Afrika kökenli biri olduğu izlenimini kuvvetlendirerek muhafazakar National Geographic üyelerinin iştahını ve haklılıklarını kabartmış, kendileriyle onur duymalarını sağlamıştır. Bu belgeselcilerin tavşanlar ve kaplumbağalarla pek ilgili olmayışlarının nedeni, tavşanların zıplayıp durmalarından kameramanın görüntü yakalamakta zorlanması ve kaplumbağaların ise belgeselci yanlarına geldiği zaman kabuğunun içine çekilerek poz vermeyişidir. Amerikada playboy, hustler gibi pornografik dergilerin bulunmadığı zamanlarda uçkur düşkünleri National Geographic dergisini alıp, içindeki Afrikalı kadınların çıplak resimlerine bakıyorlardı. Bu çıplaklık hadisesinde de kaplumbağanın giyinik, tavşanın çıplak olarak görüldüğünü eklemeliyiz. Tavşan ve kaplumbağanın batıda resimlerde pek gözükmediği hakikati de şaşırtıcıdır. Doğuda resim yoktur zaten. Bir minyatürde tavşanın da kaplumbağanın da yeri olmaz. Gerçi Kaplumbağa Terbiyecisi isminde Osman Hamdi adındaki müzeci, ressamın ufak bir harikası vardır. Takdire şayan bir resimdir. Tavşan batıda hızı, yetişme telaşını imler. Geç kaldım, geç kaldım! Diye koşturan bir Alis Harikalar Diyarında karakteri vardır ki elinde saatle dolaşır. Batılıların sevdiği zaman tanrısı Kronos’tur. Bu adı marka yapan saat üreten İsviçreli firmalar vardır. Kaplumbağalar için Krokus yeğdir. Acelesi olmayan bir zaman tanrısı. Kronos, Zeus’un babası bir Titan, Krokus ise gezmeyi seven bir tanrının yol arkadaşıdır. Kronos dünyanın en büyük döner zincirinin adıdır. Krokus adında bir restoran zinciri yoktur ama nükleer reaktöre verilen isim olduğu bilinir. Üstelik barış antlaşmalarının imzalandığı Lozan’dadır. Kaplumbağalar hakkında şiir yazılmıştır. Tavşanlar hakkında şiir yoktur. Sonuçta tavşanlar gözüktükleri gibi değildir. Evlerin temellerini kemirerek yıkıma neden oldukları bilinir. Kaplumbağanın evinin temelini kemirmek istemelerinin nedeni bu alışkanlıklarıdır. Kaplumbağa ismi ilginç iki parçaya bölünebilir: Kaplum ve bağa. Bağa zaten kabuk demektir. Kaplum da kaplama anlamında düşünülebilir. Tavşan da iki ilginç kelimeye dönüşebilir. Tav, hayvanlarda besili olma durumu anlamında rahatça kullanılırken diğer kısım “Şan” şöhret demektir. Besili bir hayvanın şöhreti kuvvetlidir. Avrupa merkezci oryantalistler Mısır’daki Hidiv’in oğlunun sünnet töreni kutlamalarından bahsederken; töreni kutlayan geçidin önünde midesini kesmiş bağırsaklarını bakır bir tasta taşıyan çocuğu “evini sırtında taşıyan bir kaplumbağa gibi” tasvir etmişlerdir. Flaubert gibi şarkiyatçılar için şark cinselliktir. Tavşanlıktır. Ruh ile biçem ise arkeolojide yitip gidebilir. Kaplumbağanın üstünden bir tırın geçmesi gibi. Medeniyet hızlandıkça kaplumbağalar ölüyor, tavşan çiftlikleri kuruluyor. Her şey hızlı artık. Yavaşlığa tahammülü kalmadı Dünyanın. Kaplumbağaya hiç. Varsa yoksa tavşan peşinde koşturan Oryantalizm.
"İyilere bakın! doğrulara bakın ! En çok kimden nefret ediyorlar? Değer
verdikleri şeylerin yazılı olduğu levhayı kırandan_kırıcıdan,...-ama bu
yaratıcıdır.. iyiler yaratamazlar: daima sonun başlangıcı onlar. Yeni levhalar
yeni değerler yazanları çarmıha gererler, geleceği kendilerine feda ederler. İyiler
sonun başlangıcı olmuşlardır hep.” ( Nietzsche-"Böyle Buyurdu Zerdüşt.")
Nietzsche'yi çok değerli
ve insanlığın felsefi kazanımı bulduğum ve her şeyden öte başucu yazarlarımdan
olduğu için, sebebini benim de çözemediğim bir "tutku"dan olsa gerek,
ona eleştirel bakmayı pek denemedim, ama ara sıra “Sevgili Friedrich Nietzsche
bu noktada senden ayrılıyoruz” gibi bir iç sesimi de çok duydum. İşte bu
saptamasında o iç seslerimden "birisi" haykırıyor sanki. Bana öyle
geliyor ki yukarıda aktardığım saptama biraz yetersiz kalıyor, bir insan hem
iyi, hem kötü, bazen yanlış, tersinden doğru olmalı. Anın öte yakasında bazen kendi vicdanını çarmıha
germeli, bilincini sekteye uğratan dip kuyunun üst katmanında o “bir başkası”
karşısında ve onun sentezinde mesela “sözde kötü” olabilmek ne büyük bir
mutluluk olur. Hor görünen vicdan-ten-insan bunu mutlaka yapmalıdır. Çünkü
sonuçta iyilik ve kötülüğü insanoğlu kendi kendine atfetmiştir. Onu hiçbir
zaman aramadı ve de durduk yerde de bulmadı, ne cehennemde ne de umut ettiği
cennetinden de çekip çıkarmadı, bir iç koruma, temelde koruma güdüsüyle tümünü ki
buna çevresindeki nesneler de dahildir sürekli sezdirmeden ilişkilerine, bakışına
yükledi durdu. Kendini yoktan yere yarattığı girdaplardan korumak için edindi o
kalkanı. “ Bu yüzden kendine “insan” diyor, yani “değer veren” varlık.
Tarih boyunca
ikonoplast'larla ikonoklast'ların her zaman ayrı ayrı kişiler olduğunu düşünmek,
doğrusu oldukça moral bozucu bir ayrıntıdır. İnsan kendi yarattığı bir şeyden
ayrılırken içinden bazı şeylerin kopup gittiğini hisseder, bir kurucu olduktan
sonra, aynı ölçüde bir çabayı, yine aynı konu üzerinden, bu kez yıkıcı olarak
harcayabilmek, psikolojik yıpranmayı ve parçalanmayı yaşamın en doğal parçası
haline getirebilmektir ve bunu denemeye kalkışmak ise bana göre resmen bela bir
girişimdir.
Yukarıda
alıntıladığım Nietzsche yazısı çok eskiden not tuttuğum “Böyle Buyurdu Zerdüşt”
yapıtındandır. Bu yapıtın II. Ve III. Bölümleri “ebedi dönüş” kavramının ele
alındığı en güçlü metinlerdir, yani Nietzsche’nin en güçlü yazılarıdır.
Nietzsche bazı düşünce sistemlerinin “yalancılığına” karşın doğruculuğun en yüce erdem olduğunu
söyler. Oysa tarih süresince aynı boruyu başka türlü üfleyenlerin sayısı hiç az
değildi. Umutsuz yalanların ve aşağılık bir doğruluk ( kimine göre) üzerine
inşa edilen, geçmişteki tüm intikam tanımlarını gölgede bırakan kepaze
girişimlerden söz ediyorum. Nietzsche’nin Zerdüşt’ün dilinden kurgulamak
istediği tam neydi? Zerdüşt’ün egonun gerçek mahiyetini keşfetmesi sadece “yeni
bir gurur”un değil aynı zamanda “yeni bir istencin” doğmasına da yol açar.
Zerdüşt kendini Yunan
tragedyasını alt eden aynı düşman güçler tarafından saldırıya uğramış bulur ve
böylece Nietzsche’nin ilk kitabındaki, Sokrates “hani şu sözüm ona dünya
tarihindeki bir dönüm noktasını ve girdabın merkezini temsil eder, iddiasını
onaylar.
Anlaşıldığı gibi,
hem gerçek hem de yalanlar nihayetinde ego kökenlidir. Yalanları ve aldatmacaları üreten, şeylere
değerler yükleyen egonun kendisi de değerlidir, çünkü “dürüsttür” ve gerçeği
dile getirir.
Yoksa:
Ne Faust çok
istemekle beraber Mefisto’yu yok etmeyi kabullenebildi ne Robespierre kırbaç
zoruyla Cumhuriyetin ilkelerini ezberlemekten, ne de Kafka kül olmasını
istediği onca yazıları ateşin hırçın ellerine teslim edebildi, javid bey
yazsında işaret ettiği Sadık Hidayet vakası bir ilk olmamakla beraber, cesurca
ve adeta bir yazarın kendi kendinin "ikonoklast"i (kendi yarattığını imha
anlamında )olabilmek , işte esas olanaksız olan budur !nedenli " zor bir
sanat " !
Eğer bir ütopyadan söz ediyorsak o ütopyanın sadece ve sadece bir an için çok hoş olacağını bilmeliyiz:
"Karelenmesi"
gerekmiyor mu? denirse, bir Vermeer ya da daha iyisi bir Breughel olmak da
gerekse bile; çocukça da olsa samimiyetle söyleyebileceğim bir "merhaba"
var her şeyden önce.
S.O
100
(Jorge Luis Borges / Gün Doğumu)
‘Sapkın evrensel gecede / fenerlerle çelişen / yitirilmiş
süreklilik / sessiz sokakları incitmiş / titreşen bir kalp ağrısı gibiydi. /
Korkunç tan atımının parıltısından / dünyanın paramparça olmuş ara sokakları. /
Şimdi gölgeleri merak etmekteyim / ve sözsüz şafağın kükremesinden irkilmiştim
/ görkemli olasılığı gene yaşadım / Schopenhauer ve Berkeley'den / dünyanın
duyumsayabildiği / bir bellek egzersiziydi... / ruhların düşledikleri, / temel
yok, amaç yok, hacim yok. / Ve düşünceler / taşlar gibi sonsuz değiller / ama
bir orman ya da ırmak denli ölümsüzlerdi, / öncelenen doktrinler / tan
atımında başkaca bir biçime büründüler / ve zamanın yürüttüğü batıl
inançlar / ışık gibi sarmallaşan bir sicim olduğunda / gölge duvarları yiyip
kemirecekti, / ama nedenselliğini büktüler / ve kaprislerini çözdüler: / Eğer
o şeyler maddeden uzaktaysa / ve eğer Buenos Aires çok sayıdaysa /
bu saltıklıkla bir düş; / ruhta paylaşılan büyülerle dikilen, / bir an var. /
Ne yazık ki varlığının bir hiçlik olduğu / ve şafağın o titreşen anında, /
dünyayı da düşleyen bir kişi olduğunda / ve yalnızca geç saatlere kalanlar, /
Sindirella ve zar zor çizilmiş, / aydınlıkların resmi / diğerleriyle
çok sonra anılacaklar. / Yaşamın sürüp giden uykusunda! / kırılma olasılıkları
altında, / Tanrı'nın öylesine görünebileceği zaman / tüm yapıtlarını, tüm
yaşamını öldür! / ama yine de dünya kurtulacak. / Işık kirli renklerin
bulgusundan geçer / ve bazı pişmanlıkların karaltısından / günün yeniden
doğuşunun suç ortaklığında / yuvamı aramaktayım, / beyaz karanlıkta
şaşkın ve buzulumsu, / bir kuşun sessizliği gibi dururken, / bütün geçen
geceler, / bütün gözler körlüğünde kalmıştı...’
‘T Günü inovasyonların sesi, yok oluşun izi gibiydi. Mavi yalaz,
siborgların gözlerinde ışıdı. Diyagonal iyot, frontotemporal diyotta
durmaksızın eridi. Grafen ve üçlü kombinasyonlar, sarı nimbüsten indiler ve
yeşil bulutsuda, imparator Bitcoin sessizce belirdi...
Hadronlar, kompozit ve Hunlar el ele verdiler; polimerler
nanotüplerden geldiler. Manastırlar gül sunağı. Kablolar kinematik, pota pensi
matematik.
Palimpsestler, neptünel difüzyon ve bünzen beki çemberi
aydınlatırken; demir yatağanlar ve erlanmayer tepelerden indi, kınlarını
kuşandılar.
Sanal Mansur'dan, Trombosit kıstağının varyantlarına
girerek, Feldispatlar Panayırı'na doğru açıldılar...
Treveris yakasında, Arriancılar kentlerden silindi. Erfjord ve
Nutrialılar aya girip saklandılar ve ıssız Trianglum'dan, kandiliyle beklenen
geldi. Auguste Comte elini sıkarak, iris buyruğuyla, obsidien çarkı çevirdi.
Lumen naturea görünmezlik bisikletine bindi ve ak deliklerde yitip gitti…
M.S 3000'de, Ölüler Ülkesi'nde; Son İç Çekiş Yıldızı'na yakın
Nötron Köyü'nde, Akilea Konsülü böyle seçildi!..’
Gerçekte bir uvertür değildik biz, bir
insangildik...
‘Andromeda’nın kurt deliklerinde geziniyorduk, kum zambakları ve
palyaçolardan başka bir şey görünmüyordu, gezegenler, muavinleri haydi süt
yoluna giden var mı diyen minibüslerle doluydu, şaşkınlıktan küçük
dilimizi yutuyorduk, ‘Günahların Venüs’ünde Podyumun Güzelleri,
Tanrılar ve Melekleri’ diye bir afiş gördük, sanırım bir filmin
tanıtımı içindi, bir ara karşı şeride geçtik, ıssız ve ürkütücü bir otoyol göz
alabildiğine uzanıyordu, birden Frida’yla Troçki’yi el ele gördük virajda, el
salladılar, çok önceleri bir tura katılmış ve burada yaşamaya karar vermişlerdi
belki de, arkalarında Tagore ve bayan Gandi vardı, ışık katarları ve
mekatronik kervanlar hızla gelip geçtiler, ısı duyarlı galaksinin
ayı, bir yokuşun başında parıldıyordu, ne kadar da sarı, aşağıda bir ova
uzanıyor, papatyalar ve güz mısırlarıyla dolu sanalitik tarlalar göz
alıyordu…
Güney Haçı önümüze çıktı birden, yolunu şaşırmıştır dedik
içimizden, Arslan Yürekli Rişar ve arkadaşları dev bir hologramda savaşıyor,
yetkililer anılarınıza buyrun diye gülümsüyorlardı, hepimizin eline hortensiya
çiçeği ve birer defne dalı tutuşturdular, mavi gezegene duyduğumuz özlemin
hafiflemesi için sunulan ritüel ve kibarlıklar derken, samanyolunu andırır
kağnılar dizisi ve Prokyon’u anımsatan ışıltılarla, öküz çiftlikleri göründü
uzaktan, Kuğu takım yıldızından gelen dansçılar ve şarkıcılarla bir düğün
izledik yol boyunca, Truva benzeri bir kent vardı ilerde, biri dedi ki sıkıldım
ben, göğün altında yeni bir şey yok dedikse, bu kadar da olamaz diye tur
operatörüne çıkıştılar, neyse ki bir tür Polaris güneşi içimizi ısıttı da
tartışmalar kesildi, bir parsek boyunca sürebilen aşklar ve yürekte gelincik
çiçeği var şarkısıyla avunur olduk…
Andomeda’nın kolhozları ve gecekonduları ilgi çekicidir dediler ve
dümeni oraya çevirdik, yıldızlar üstümüze çiseler gibi dökülüyordular, it
yağmuru dedi biri, hangisinin kuyruğu kar yağışlarından, hangisi altın sarısı
belli değildi, çok uzaklarda, Orion’un dumanları arasında kaçışıyordu
ceylanlar, Kuiper kuşağında ışıksı faytonlar sıkça duruyor, yolcular bir bir
iniyordu, sağolsun tundraları özendiren planetler ve uçsuz bucaksız
boşluklardan başka bir şey olmayan Andromeda’dan neredeyse tüm evren
görünüyordu, henüz düşüncem serebrale inmemişken, evrenin Sibirya’sına hoş
geldiniz dedi biri, Merkür güneşe doğru bağırıyor ve nükleer fisyonların
engelliyor duyumları diye haykırıyordu, bu kez Hermes güneşin aşkıdır diye
fısıldadılar, önünde posta güvercinleri ve sütten ak kuğuları vardı.
Neptün denizinin azgın dalgaları ve Zeus’un kıskançlıkları diye
bir balat söylüyordu koromuz, dünya ne kadar mavi diye hayıflanmadan edemedik,
çünkü ışık hızında giden planörümüz, o kadar uzaklardan görseller izletiyordu
ki bize, güneşin altın okları son derece büyüleyiciydi, görüntü Jüpiter’in
karanlıkları ve uzaklarda Mars savaşçılarının siluetleriyle sürüp
gidiyordu.
Beyaz karanlık Uranus’u örtüyor, yüzen morslar, deniz
atları ve kutup ayılarını görebiliyorduk, tardigratlar gezegeni, gel git içinde
salınıyor, gri varlıklarla, birkaç gergedan kara yazgısına ağlıyordu. Bir ara
Satürn’ü tacını çıkarırken gördük, Hera Zeus’unu başka yıldızlara yollamış ve
Satürn’le sevişeceği tutmuştu anlaşılan.
Bir kampana çaldı tüm uzayı çınlatan, uzak varlıkların gözlem
saati gelmişti sanırım, nereye gitsek yöntemler aynıydı, örneğin Pluton
güherçile içebiliyor, bütün yıldızlar sise bürünüyordu, biri
aniden ayağa kalktı, kozmosun Nemesis’i kızıl yıldızlarıyla öç
peşinde diye bağırıyor, göz yaşlarını tutamıyordu.
Bir sürü sergüzeştin içinde, gezinin sonuna geldiğimizde anladık
ki, Andromeda, samanyolunun versiyonu, uçsuz bucaksız bir seyyareler cenneti ve
bir ‘Büyükada’ içinde Solarisler, Sisleycikler gibiydi.
Çehov oyunlarında duvarda silah asılıysa patlamalıdır der!..
Uyandığımda gün ağarmıştı!
İnsanlar işine gücüne yetişmek için çoktan yola düşmüştür
derken…
Andromeda birden patladı!..’
ULUS FATİH
BİRDEN
sehpada açık kalmış bir kitap
loş duvarlarda
kilim bir kenarından hafif kıvrık
pencere biraz açık
sigara yanıyor
iki nefeslik kül biriken ucundan
duman duman akıyor odanın içlerine
dümdüz ve hissiz
dışarıda koca bir dünya
yürüyor üzerime
yürüyorum usumdan çıkarak
ne denli istesem anlamaz zaman
onu nerede bulsam
binlerce emek bir ekmek için
kaçışır olur olmadık semtlere
ne duyacak halleri vardır beni
ne bir satır okuyacak boş bir anları
içimde bomboş kalmış odam
apansız terk edilmişim.
***
Bir resmin üzerinde biriken su, sonraki mevsimin sebili…
Öncülü kalmayan tüketici mantığında, reklâm arasına serpiştirilmiş domates zeytin çimlenmesi. Ha(!) patladı, ha patlayacak bomba. Terörist belli. Güçlünün sesinde içten içe serilip yitmiş kimsesizlik o; çocuk cesedi.
Satın alınası aydınlar, karşılığı belli bir ödülsüzlük.
arnavut kaldırımlarında fırça
boyarken siyahın karasını
sapında bir umut kaldığını kim bilebilir
eruh’ da bir boşnak
kudüs gibi ölmüştür
nedir o günlerin tuvalinin çerçevesi
patlamış bir sokak gibi kokan palet
neydir uzayan sesinde
sazlıktan henüz kesilmiş
zerreyi kopartan ruhun çemberi
modası geçmiş
O suların gammazladığı yeni kaderleri sınırsız fırsatçılara sunmuş evrim. O damlaların içeriğinden akan sonsuz volkanları koklamış, çekmiş içine. Öldü diye özrü olmaz ya, sahibinin sesi adına özürle bizdendir.
nereden bilebilir_is ki
kıymetlimiss “lord of the rings'de gollum'ün yüzüğü
adlandırış biçimi”
bendinden henüz boşalmış
alık mor
tüm renkleri bütünleyeceği
batık bir geminin pruvası kadar ateş
toplar yağmurunca ‘gri’ ye “şimşek”
“ayrılıklardan nasıl”
Usulca ilerler. Bir adım öne yükselse de göçmen, kuşları kaçırır gökyüzüne apansız mavi. Herkes şehit, herkes aldanışın Sokrates’ i, baldıran yudumlayan sevgili. Herkes şahit.
her kara parçasında teklik
bozuk paralar kadar gerekli
harcanış
ucuza kendi kendiliğini
bir yalan adına servet
boğaz tokluğuna
ardından vurulan keklik
Öykünün başlangıcını unutan birinin serzenişi gibi susar gece. İçine yayılan bu ince nefeste öğlen yemeği sırasından kurtulmuş çırak çocuk. Tabldot usulü doyuşunun kaçıncı ortasındadır kim bilir?
ama sandıklardan alınan bir şey
naftalin kokulu dönüşüm
kozasında kalan ipek
son kez dönüp ardına
incelen acemi nakış
ki o bakış
ayrı ayrı örülemeyecektir bir daha kilimde
Kim bilir? Sadece zaman…
kimse anlatmakla oyalanmamalı siyahı
aldanmakla
herkesin bildiği bir renktir bu
boğulur boyandıkça karanlığı
Söylese ayıp kaçar. Az önce o da öldürdü sivrisineği.
kendi kendine aldığı canı
sadece kendine
harcar köprülerde anılan
akışkan yakarışın tepelerine düşen kızıl
kalanı dönüştüren yoktur
çünkü herkes harcamakla meşgul
böyle susar karanlık kaldırımlara
ıslak ve eski bir resmi
susar böyle
her mevsim önce kendine
yemin edebilir kıymetli_miss “lord of the rings'de gollum
yine”
ufo’ lar harcar ikilemi
hani suç
uzayda “kim vurdu” ya gider
denilesi bahtiyar
dahası söylenir mi
söylenir
sifon kanala
her mevsim öncesindeki atığın sebebi
bir nevi şikayet
resmin üzerinde biriken su
sonraki mevsimin sebili
Bir nevi kavuşulmuş orman, zifir gibi, aysız. Kendinden sonraki susuz dere yataklarına!
Ömer Serdar (Ayvaşa)
borges defteri |
Tarihi ortaya çıkarmaya gerek yok, o zaten bir gün
kıymık halinde gözlere batacak. Tanığın tarihi yeniden yazması. Bu görev, ona,
tanık olana verilmemiştir. Tanıklığı yüceltmeden, ona anlamlar atfetmeden
önce tanığı iyi tanımalı. Onun felaketle doğrusal bir ilişkisi yoktur. Felaketin
içinden çıkıp tekrar ona mahkum olan bir kişidir. Sonsuza dek sürüp giden bir
hareket. Her dile geldiğinde yeniden kurulan keder
sahnesi. Yasın felaketi "içe" taşıması. Ya felaketi, tanığı
yazmak? Tarihin iki boyutlu bakış açısından kaçınırken edebiyatın estetsize etme
merakına tutulmak.
Tanık, kaderini bu çizgisellikten kurtarmalı.
Gerekirse soyut anlamda felaketi yeniden yaşamalı, yeniden konuşturulmalı. Ya
susuyorsa?
O zaman anlattıklarımızla değil, anlatıl(a)mayanlarla yol almalı.
ilk kim haykırdı: umut var!
ilk kim haykırdı: insan var!
ilkin güvercinler haykırdı: ölüm var!
Evet, dostum,
O uzun Haziran gecesinde, gaz ve plastik mermilerin üzerimize yağmur gibi
yağdığı gezi’deki gecenin sabahında, ömrüm boyunca unutmayacağım sözcükleri
sıralamıştın, hala kulaklarımda, beynimde yankılanıp duruyorlar:
-"
Derler ki: Felaket, yasın ıslandığı yerde başlar".
-
"Ne söyleyebilir ki insan?"
Bu kez,
-Sen dur,
Çözer bu düğümü zaman ve doğa.
Direneceğiz; zamana, kansere, yaşamın tüm zorluklarına karşı.
“Uslu dur,
ruhum, uslu;
Gevrektir taşıdığın kollar…”/
Housman
Doruk
Uygarlığın
parlak izleri ve sanat tarihinin birikimi ile gündelik yaşamın sonluluğu ve
tüketimle iç içe geçmiş görsel dili karşı karşıya…
Şeklen birlikteliği sorgularken
aralanmış bir kapı… Sonrası?
Rafet tam da bu noktada yalnız bırakıyor izleyiciyi. Tek tek varlıkları mı,
yoksa bunlar arasındaki tesadüfi
ilişkiyi mi dikkate almalıyız?
Her iki durumda da apar topar tahayyül gücüne yuvarlanıyoruz;
dünya göze sığmıyor çünkü.
Mehmet
Ergüven
Kurgusal
Âlemler sergisi, sanatçı Rafet Arslan’ın farklı dönem ve serilerindeki boyama
ve montajı birleştirdiği karışık teknik resimlerini yan yana getiriyor.
Sergi,
Hugin & Munin Sanat Galerisi’nde sanatseverler tarafından
26
Kasım ve 11 Aralık tarihleri arasında gezilebilecek.
Arslan; uygarlığın parlak izleri, sanat tarihinin birikimiyle,
gündelik yaşamın sonluluk ve tüketimle iç içe geçmiş görsel dilini
çalışmalarında karşı karşıya getiriyor ve oluşturduğu dille farklı
sorgulamalara açık resimsel alanlar açıyor.
Uzun yıllardır, Rafet Arslan’ın şiirleri, manifestoları,
performansları, ses çalışmaları, kitapları kolajlarına eşlik etti. Geçen
zamanın ardından baktığımızda, bu ayrı ayrı üretimlerin aslında iç içe
geçtiğini, birbirini besleyip; bir sanatçı söylemi/tavrı oluşturduğunu
söyleyebiliriz. Güzellik, bütünlük, iktidar, melezlik, parçalardan oluşma,
mutasyon, güç alanları, katmanlar ve füzyon sanatçının açtığı ve ilerlediği
yolda gündeme aldığı kavramlar oldular. Bu kavramlar, sanatçının yarattığı Kurgusal
Âlemler içinde imgeler ile çakışır hale gelirler. Sanatçı,
düşüncenin görsele döndüğü keskin ve net ifadeler kurmak yerine imgenin,
katmanın, resimsel plastiğin öne çıkmasına izin verir. Sonuçta, ortaya konan
estetik bir nesnedir ve onun içinde taşıdığı anlamları kendi deneyimiyle okumak
izleyiciye bırakılır. Bu manada Kurgusal Âlemler, izleyiciye
farklı olasılıkları barındıran okumalar sunar. İzleyici bu karışık teknik
resimlerin dünyalarında gezerken kendi bakışıyla parçaları yeniden birleştirip
bütünsel bakışlar oluşturabilir ya da küçük öznelliklerin peşinden gidip bir
ayrıntıya yoğunlaşabilir. Bu çok katmanlılık ve anlamlılık, hem sanatçının
atölye sürecinin ruhsallığına hem de çalışmalarının düş kurmaya (görmeye)
yatkınlığına birer gösterge olurlar.
EDİTÖRE NOT:
Rafet Arslan:
Farklı zamanları, onların taşıdığı ruh ve malzeme birlikteliği
içinde yan yana getiren sanatçı Rafet Arslan, zamansız bir şiirsel imge yaratma
arzusundadır. Aynı zamanda yazar, müzisyen, küratör ve performans sanatçısı
olan Arslan, disiplinler arasında ilişki kuran bir estetiğin izini sürer.
Arslan kullandığı montaj tekniğiyle ütopya ve distopya arasındaki
geçişleri görünür kılan, çok katmanlı
imge yapıları kurar. Farklı kaynaklardan topladığı obje ve
imajları arşivleyen sanatçı malzemeyi resmin
plastik değerleri içinde birleştirme kaygısı güderek hikayeler
oluşturmaya başlar. Bu amaçla sanatçı kağıt
kolaj ile dijital imajı, resimler ile enstalasyonları yan yana
kullanmaktan çekinmez. Arslan, resimsel pratiğini ise soyut görsel bir evren
yaratmak ve hayranı olduğu Cobra Hareketi resmine güncel yeni imgeler,
hikayeler eklemek üzerine kurar.
Kurucusu olduğu; Sürrealist Eylem Grubu ve Periferi Kolektif ile
birlikte Yıkım 2011, Ubik Project, Gerçeklik Terörü, Howl gibi birçok sergi,
performans ve kolektif etkinliğin yönetiminde yer almıştır. Arslan, halen
çeşitli yayınlarda şiir, deneme, makaleler yayınlamakta ve yeni kitap dosyaları
üzerine çalışmaya devam etmektedir. Sanatçı aynı zaman da Robotik Hayaller adlı
performans ve müzik projesi içinde hikaye anlatıcı bir rol ile ses evrenine
katkıda bulunmaktadır. Arslan yaşamını ve çalışmalarını İstanbul’da
sürdürmektedir.